Pages

29 Şubat 2016

Şah Damarı


İrfan Aktan: Gazeteci. Yanlış bilmiyorsam, eskiden ÖDP’liydi. Sonra rüzgârın yönü değişti, Kürt olduğunu anımsadı. Paranın orada aktığını gördü. Bu sahaya Express misali bir geçiş yaptı.

Dündar-Gül’ün serbest bırakılmasını konu alan bir yazı yazmış.[1] Meseleyi doğal olarak Kürt merkezli okuyor. Eskiden pek huyu değildi, artık okumalarını bu merkezde yapıyor, çünkü moda bu. Bu sebeple, gazeteci dostlarının tahliyesini Kürt karşıtlığı konusunda batıda oluşan koalisyonun ve ittifakın rahatlatılması üzerinden okuyor.

“Ama iktidar, şu anda cepheyi genişletmekten ziyade daraltmayı, Türkiye’nin batısında en uzlaşmaz görünen kesimlerin bile ‘gönlünü’ alarak Kürt hareketine yönelik savaş için güç kazanmayı tasarlıyor” diyor. Ama bu resimde, kısa bir süre önce bu iki gazetecinin tahliyesi için “ricacı” olan John Kerry nedense yok. Olmasın, o Kerry görülmesin diye İrfan Aktan var.

Gazeteci kafası bu şekilde işliyor. Bizleri mikro unsurlara kilitleyerek, arka plandaki güçlere hizmet ediyor. Burjuva medyasında arz-ı endam etme imkânı bu şekilde bulunuyor. Bu sebeple, akademisyenle gazeteci arasındaki ayrım ortadan kalkıyor. Her şeyle ilgilenip hiçbir şeyle ilgilenmemek, her şeyi bilip hiçbir şey bilmemek, böyle mümkün oluyor.

Malumatfuruşluk, kimilerine istediği zaman istediği şey olma imkânı sunuyor. Gerektiğinde kimlikçilik eleştirisi yapan, bir anda kimlikçiliğin şahikasını örnekleyebiliyor.

İrfan Aktan’ın tıvit hikâyesinde, Cizre’de yakılarak katledilen gazeteci Rohat Aktaş ile Leonardo DiCaprio böylelikle yan yana gelebiliyor. Aktan, ekran karşısına geçiyor, DiCaprio ödül alsın diye dua ediyor, sabaha dek izlediği Oscar törenlerinin beyazlığı, Rohat’ın siyahlığı onu hiç mi hiç ilgilendirmiyor. O, kendi keyfine bakıyor. Savaşa dair vicdan pazarlarken, neleri gizlediğini Aktan da iyi biliyor. Onu bu gizleme faaliyeti için yetiştirdiler.

* * *

Neşe Özgen: Akademisyen. Sınır çalışıyordu. Eskiden herkesi kucaklayan, sınırsız, lehimsiz bir yeni ideolojiden söz ediyordu. Şimdi herkes gibi ve herkes kadar “Kürdofil”. Bu kelime, kötü manada değil. Kürd’ü sevmek lazım elbette, ama bu sevme, olmaya maniyse, sorunlu. Kürd’ü liberal kibrin ve bencilliğin kılıfı olarak kullananlar, yerin dibine batsın!

Diyarbekir gezi notları düşüyor bu ara.[2] Akademisyenlikle gazetecilik arasındaki sınırların silikleştiği yerde gazeteciliğe geçiş yapıyor bir anda. Kenti “analiz” ediyor. AKP’nin “hendeklerin Kürtler arasında yarattığı rahatsızlık”la alakalı propagandasını yerinde çürütüyor. “Tartışılıyor, herkes komünalist, demokrat, özgürlükçü, tabii bu mesele de tartışılıyor” diyor. Aktan’la rolleri değiştiriyor.

Gaz maskeli orta sınıflardan, halkın savaş irfanından dem vuruyor. İyi de ediyor. Sona doğru da “kentli davranışla kapitalizmi tanıyıp tartışmakta, komünalizme yönelik bir yapıyı hazırlamakta” olduğunu söylüyor.

Ama hoca, bir-iki yıldır masada olan, Cizre’den Sûr’a uzanan tokileşme projelerini, toledolaşma planlarını, yağma iradesini hiç görmüyor veya belki de görüyordur. Belki de o sebeple “yaklaşan bahar”dan bahsediyordur. Özgen de toledolaşacak sokaklarda tüketilen uyuşturucuları görmüyor. O sadece sınırların silikleşmesine bakıyor. Uyuşuyor, uyuşturuyor.

* * *

Kanaatimce bu zamana dek bir şey olmamışsa, bahar(da) da olmayacak. Cemil Bayık, Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nın özel savaşın parçası olduğunun, ta Öcalan’la yapılan, notlara yansıyan görüşmelerde bu savaşın planlandığının altını çiziyor.[3]

Zaten HDP de cari olan erken seçim dedikodularına uyarlı bir biçimde, mitinglerine başladı bile. Sûr ve Cizre için toplanmayan kitleler, meydanları çoktan doldurdu. Sahne değişti. Tiyatro oyunu misali, sahnede silâh varsa, illaki patlamalı.

* * *

Hâsılı, İrfan Aktan ve Neşe Özgen şahsında gazetecilik ve akademisyenlik bir potada eriyor. Erime, sanki biraz da devletin ve/veya emperyalizmin herkese eşit mesafede, kurucu, nesnel, tarafsız, düzenleyici, sınıflar üstü, ari bir güç olarak paranteze alınması ile ilgili. Meslekler bu parantezde ideolojikleşiyorlar ve kendilerini devlete/emperyalizme atfedilen vasıflarla tanımlıyorlar. Oyunda figüran ve aktör-aktris olmak, böylece önemli hâle geliyor. O oyuna dair şerhleri kimse düşmüyor. Yıldız oyuncunun mimiklerine takılmak, yabancılaştırma efektlerini görmezden gelmek, arınmak, oyunun ardını arkasını sorgulamamak… Bu gazeteciliğin ve akademisyenliğin kitabında bu sorgulamaya dair bir şeyler yazmıyor. Onlar, bizi hakikate kör kılmaya mecburlar. O hakikat ki bize şah damarımızdan bile yakın!

Eren Balkır
28 Şubat 2016

Dipnotlar:
[1] İrfan Aktan, “Dündar-Gül Tahliyesi”, 28 Şubat 2016, Demokrat Haber.

[2] Neşe Özgen, “Sur İzlenimleri”, 29 Şubat 2016, TwitLonger.

[3] “İmralı Görüşmeleri”, 17 Şubat 2016, ANF.

28 Şubat 2016

Tesettür: Pasif Terörizm

ABD Ordusu Raporu, Şiddete Başvuran Aşırıcılık
Konusunda Tesettürü ve Cinsel Mahrumiyeti Suçluyor


Görünüşe göre diğer her şey gibi terörizmin de cinsiyet ve kadın bedenlerinin kontrol altına alınması üzerinden izah edilmesi mümkün. En azından ABD ordusunun böyle düşündüğünü biliyoruz.

Bu hafta Murtaza Hüseyin Intercept’te yayımlanan makalesinde, 2011’de yayımlanan, geçen yaz Hava Kuvvetleri Araştırma Laboratuvarı’nca yeniden çıkartılan “Şiddete Başvuran Aşırıcılığa Karşı Koymak: Bilimsel Yöntemler ve Stratejiler” başlıklı orduya ait resmî raporda kimi doğrulanmamış iddiaları ifşa ediyor. Revize edilmiş olan rapor, Obama’nın geçen yıl başkanlık ettiği Şiddete Başvuran Aşırıcılığa Karşı Koymak [ŞBAKK] isimli zirvenin hemen ardından açık edildi. Bu zirve, birçoklarınca yanlış ve kurnaz bir çaba olarak eleştirilmişti.

Hükümetin ŞBAKK programına dair El-Cezire’den Rami Huri şu tespiti yapıyor:

“Arapların, ABD’nin ve İsrail’in politikaları esasında sömürgeci bir fikri süreklileştiriyor. Bu fikre göre şiddet, Arap ve Müslüman dünyasında hâkim zihniyetin veya yabancı değerlerin bir sonucu.”

Bu son rapor, gerçekten gülünç çıkarımlarda bulunmak adına bu “yabancı değerler veya zihniyet” anlayışından istifade ediyor. Mısırlı doktor, yazar ve kendisini “Müslüman düşünür ve reformcu” olarak tanımlayan, geçmişte militan grup Cemaat-i İslamiyye üyesi olduğu iddia edilen Tevfik Hamid, militan cihadizmin ardındaki gerçek motivasyonu, yani cinsellik meselesini izah eden bir bölümün bulunduğu kitabın yazarı. Yazar, daha da özelde cinsel mahrumiyet üzerinde duruyor.

Hamid, genç Müslüman erkekler arasındaki cinsel gerginliğin ve ezikliğin altının çizilmesinin radikalleşmeyle mücadele noktasında önem arz ettiği kanaatinde. Kişisel gözlemleri ve “araştırmaları” üzerinden yazar, ayrıca Müslüman kadınlar arasında tesettürün yaygınlığının, kendi ifadesiyle “tesettür olgusu”nun pasif terörizmden farksız olduğunu söylüyor:

“Gözlemlerime göre, son yirmi-otuz yıl içinde terörizmi tesettürün yaygınlığındaki artış izledi. Irak’taki Kürdistan gibi Sünni Müslüman bölgelerde birçok kadın tesettürlü değil; bu bölgeler, Enbar gibi tesettürün yaygın olduğu bölgelere kıyasla daha az terörist eyleme tanıklık ediyorlar.”

Hamid, tesettürün terörizmdeki artışlarla doğrudan ilişkili olduğuna dair argümanını takdim ederken, yalnızca bu türden bir “kanıt” üzerinde duruyor. Oysa basmakalıplaşmış, insanı bıktıran argümanlardan birini dile getiren Hamid, şiddetin sorumluluğunu kadınların sırtına yüklüyor ve o kadın bedenlerinin üzerinde (veya dışında) neler olup bittiğinin kontrol edilmesi üzerinde duruyor. Ama yazar, iddialarının doğruluğunu ispatlayacak tek bir gerçek kanıt öne sürmüyor (bu iddialar, kulağa tanıdık geliyor mu? Tecavüz kültürüne alışmayı öneren yaklaşımları hatırlatmıyorlar mı?)

Murtaza Hüseyin ise makalesinde İslam çalışmaları konusunda eğitim veren akademisyen Ingrid Mattson’dan alıntı yapıyor. Mattson, Hamid’in yorumlarını kafa karıştırıcı ve kavrayışsız buluyor.

“Tesettür, herhangi bir Müslüman kadının başörtüsünü mü ifade ediyor? Her ülkede tesettür tarzı aynı mıdır? Zira başı örtmek, yaygın biçimde Müslüman kadınlar arasında gözlemlenen bir şeydir. Burada mantığın zerresi yok. Tesettür, kullanan ve Taliban tarafından vurulan Malala terörist miydi? Üzgünüm ama güçlü insanların kadınlara elbiselerini çıkartmasını söylemesinden daha yavan bir şey yok.”

ABD ordusu raporu, tesettürü “pasif terörizm” olarak tarif ediyormuş. Bu da benim el yapımı bomba istifim.
Başörtüsü pasif terörizme katkı sunuyor.

Her zaman olduğu gibi bu olayda da Twitter tüm hızlılığı ve keyfiyle Hamid’in “pasif terörizm” iddialarına cevap yetiştirdi. Bilhassa Müslüman kadınlar, kendi giyinme tercihlerinin şiddetle bir biçimde bağlantılı olduğunu söyleyen anlayışla alay etmek için #passiveterrorism etiketini kullandılar.

Hamid’in iddiaları alabildiğine kusurlu olsa da ve diğer terörizm uzmanlarınca zerre itibar edilmezse de görüşlerinin ABD hükümeti üzerinde net bir etkiye sahip olduğu açık biçimde görülüyor. Hüseyin şunları yazıyor:

“[Hamid] web sitesinde görüşünün, aralarında Savunma Bakanlığı’nın, Ulusal Güvenlik Kurumu’nun, Özel Operasyonlar Komutanlığı’nın ve Ulusal İstihbarat Direktörü Bürosu’nun bulunduğu bir dizi hükümet kurumunca talep edildiğini söylüyor. Onun bu kurumlara verdiği hizmetten ötürü para alıp almadığı açık değil.

[…]

Şiddete Başvuran Aşırıcılığa Karşı Koymak: Bilimsel Yöntemler ve Stratejiler raporunun güncellenmiş versiyonuna bir önsöz yazılmış. Önsözde Hamid, ‘ideolojik, psikolojik, toplumsal ve ekonomik düzeylerde İslamcı terörizm bileşenlerini ele alan, radikalizmle mücadele konusunda incelikle geliştirilmiş bir planı sunduğu için’ övülüyor. Raporun ilk versiyonundan 2014’te kendi aşırıcılık karşıtı stratejisini geliştiren FBI da faydalanıyor. Hem ilk versiyon hem de revize edilmiş versiyonlar, Hamid’in kitabındaki radikalleşme ile ilgili bölümü içeriyorlar.”

Eğer ABD hükümeti, “aşırıcılıkla mücadele” konusunda ciddi ise Donald Rumsfeld’in Savunma Bakanı olduğu dönemde “Pentagon’un Savunma Kurulu Görev Gücü’nün kaleme aldığı çalışmaya bakması gerekli. On iki yıl önce yazılan bu çalışma, Müslüman dünyada aşırıcı şiddetin sebeplerini daha çok içeride arıyor:

“Aslında Müslümanlar ‘özgürlük’ten değil, bizim politikalarımızdan nefret ediyorlar. Büyük bir kısmı, İsrail lehine olacak şekilde, Filistinlilerin hakları aleyhine tek taraflı desteğe yönelik itirazlarını dile getiriyor, özellikle Müslümanların zalim kabul ettikleri Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Pakistan ve Körfez ülkelerinin başındaki devlet adamlarının uzun süredir, üstelik giderek de artan bir destek görüyor olmasına karşı çıkıyorlar.”

“Aşırıcı şiddet” denilen yangına benzin döken cinsellik veya kadınlar değil, ABD politikasıdır.

Cinsellik ve kadınları mahcup edecek yaklaşımlar, kolay, havalı ve baş sıkıştığında hemen başvurulacak bir tür izahat olarak görülse de ABD dış politikalarının ve yürüttüğü anlamsız savaşların hem ABD hem de dünyanın geri kalanı için felâketlere yol açtığı gerçeğini görmezden gelmemiz mümkün değil.

Sara Muavvid
Kaynak

Devletin İdeolojik Aygıtı Olarak GKAH


Althusser’in belirlediği devletin ideolojik aygıtlarına “parti”yi eklemek mümkün mü?

Mesele, gittiğimiz okulu bütün olarak devlet görmek değil, devletin mevcut iç mekanizmaları ile kendisini oradaki kolektif pratikte nasıl örgütlediğini anlamak. Tek tek bireyleri örgütleyeyim derken, birey-devlet ikiliğine abanmak sakıncalı. Bu yaklaşım da devletin kendisini yeniden üretme sürecine ait. Kilisenin devlet olduğunu söylediğimizde, devrimciler için ve içinde çalışan kiliseleri anlamlandırmak zorlaşır.

Ama elbette bir “alt-devlet”ten söz etmek mümkündür. Kitlelerin mücadeleleri ile oluşmuş bir yapı, devlet eliyle bir yerde dondurulur. Ekim Devrimi bir devleti koşullamışsa, belirli ölçüde Mustafa Suphi TKP’sini de içerecek biçimde tüm TKP’nin bir alt-devlet olarak cisimleştiğini görmek gerekir. O alt-devlet, Enverci devlete rakip, Kemalci devlete düşman olduğu için tasfiye edilmiştir. “Yeni devlet kuruluyor, bir yerinde bulunalım” denilmiş, ezelden varolan devletin zaten dönen değirmen taşları arasında öğütülmek kaçınılmaz olmuştur.

Dolayısıyla Kadro’dan bugün “AKP cumhuriyeti”nin belirli yerlerindeki uzantılarına kadar TKP geleneği bir alt-devlettir. Yetmişlerin başındaki atılım, DİSK’in ve işçi sınıfının örgütlenmesi, bu örgütün CHP hizasına çekilmesi, 12 Eylül darbesinden aylar önce haberdar olunmasına karşın, gelen darbenin “Kemalist” olacağının düşünülmesi, darbe kapıyı çaldığında alkışlanması, gayet tutarlıdır. DİSK, CHP’nin kucağına, TKP denilen alt-devletle CHP arasındaki ayrımın silikleşmesi ya da silik olması sebebiyle itilmiştir.

* * *

Bir alt-devlet olarak toplam devlet kurgusundaki çatlaklardan, gerilimlerden istifade etmek, mümkün ve meşrudur. Burada aslolarak “Batı veya yerli burjuvazi”nin yönelimlerine ağırlık vermek üzerinden bir eleştiriyi dillendirmek bile anlamsızdır. Zaten bu alt-devlet, burjuvazinin toplam gerçekliğine içseldir.

Bu açıdan KP öncülüğünde tesis edilen “Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi”[1] devlet eliyle tesis edilmiş bir sivil toplum kuruluşudur. Özellikle Gezi ile beliren çatlaklara karşı toplam devlet, TKP şahsında refleks geliştirmiştir. Bu, TKP’nin üçe bölünmesi şeklinde tecelli etmiştir. Yani bugün karşımızda duran Türkiye Komünist Hareketi, Halkın TKP’si ve Komünist Parti, bir ve aynı yapıdır.

Olan şudur: merkezdeki klik, sarsıntı karşısında bekasına dair gerekli refleksi sergilemiş, bileşenlerine ayrılmış, satha yayılma yollarının peşine düşmüştür. Gezi’de belirginleşen devlet-birey gerilimi olduğundan ve TKP’nin giderek devletlû niteliği ayyuka çıktığından, dolayısıyla ortalığa saçılan bireyleri toplamanın verili yapıyla mümkün olmamasından ötürü, böylesi bir yola başvurulmuştur. Alt-devletleşen parti, kendi alt örgütlerini doğurmuştur. (Bunu başka yapıların da denediğini belirtmek gerekir.)

GKAH, bu sürecin bir tezahürüdür. Onun üzerindeki yaldız kazındığında altındaki Kürd düşmanlığı görülecektir. Zira alt-devlet olarak TKP, Kürd hareketini bir rakip olarak görmektedir. Tüm alerjisi, buna dairdir. Öcalan, devletin “beyaz Türk” niteliğine vurgu yapmakta, kendisinin “devleti Kürdleştirmeye, Kürdleri devletleştirmeye çalıştığını” söylemektedir. Devletse TKP üzerinden, bir “beyaz Türk” refleksi geliştirmektedir. Rakip görmek suretiyle Kürd’ün yaptıklarından uzak durma, onun yaktığı ateşten kaçma imkânı bulunmaktadır. Rekabetin anlamı budur.

* * *

GKAH bahsinde dile getirilen “gericilik”ten kasıt, Kürd’ün Osmanlı’daki özerk varlığına dönme niyetine itirazdır. Burada din meselesi, bir bahaneden ibarettir. TKP’de din düşmanlığı Kürd düşmanlığı ile iç içe geçmiştir. Çünkü herkes kadar tarih okuyan TKP, Kürd’ün kavgasının dinle tutuştuğunu, o dinin Kürd’le yandığını bilmektedir. Yaptıklarından uzak durmanın, yaktığı ateşten kaçmanın nedeni budur.

TKP’nin karşısına geçtiğinde burjuvazinin eteğine yapışması ve Aydınlanma şampiyonluğuna soyunması, tabii ki kaçınılmazdır. Enver-Kemal geriliminde, ortaklaşa tasfiye edilen Suphi TKP’si, batıda, özellikle Balkanlıların elinde, başka bir formda, yeniden diriltilmiştir. Kısa süre içerisinde bu TKP’nin Rum, Ermeni devrimcilerin fiilî varlığı ve somut tarihi ile de bağı kesilmiştir. Alt-devlet olmak için bu zorunludur.

* * *

Bugün materyalizmle diyalektiği karşı karşıya getiren ve diyelim, Spinoza üzerinden materyalizmcilik oynayan kesimlerin bir tür alt-devletleşme niyeti taşıdıkları görülmelidir.

Zira Spinoza, ite kaka, kanla kurulan İsrail’in kurucu babasıdır. Bir tür materyalizm, verili iktidar yapısını makulleştirme, devrimci olanla arasındaki çizgiyi bulanıklaştırma eğilimidir. Diyalektik de zaten bu çizgiyi çekmekle alakalıdır. İsrail’le Türkiye arasındaki koşutluk, gayet maddî, gayet diyalektiktir.

* * *

GKAH’taki aydınlanmacılık, burjuva materyalizminin rahat koltuklarına sığınmaktır. Bir Alman’a tecavüz ettiği iddia edilen göçmeni linç etmek, otobüste bir beyazın koltuğuna oturan siyahı öldürmek, Kürd’ün duvarına küfürler yazmak, Alevi’nin kapısına çarpı atmak, bir Sünni’nin sakalıyla, başörtüsüyle alay etmek vs. hep bu koltuklarla alakalıdır.

Ve elbette “hareket” edilmelidir. Daha doğrusu, burjuvazinin dalgasına binilmeli, hareket edildiği vehmine kapılmalıdır. O burjuvaziden bir gün cevaz alındığında “devrim” olacaktır. O cevaz, devrimin öteki adıdır. Mesele, iktidar koltuğu boşalana dek birilerine layık olduğunu kanıtlamaktır. Siyaset bunun içindir.

Siyaset, “AKP iktidarında Türkiye bir İslam Devleti olma yolunda hızla ilerliyor” diye yalan söylemek, dikkatleri başka yöne sevk etmektir. Oysa bugün AKP, İslam Devleti’ne küfür üzredir. En basitinden AKP, Kur’an hükmünü inkâr ederek, “ahlaklı faiz kullanımı”ndan söz etmektedir. İsrail ile anlaşmalar, Müslümanları kıyıma uğratmış Mısır diktatörüyle görüşmeler ve ABD ile kurulan bağlar, bunun delilidir. “Ramak” kaldığı dediği, bundan fazlası değildir. Anda laik, ramakta laik ve süreçte laik, aynı potada erimektedir.

Hepsi de aynı sihirli formülle hareket etmektedir: “burjuva ve/veya emperyalistler, AKP’yi dini iyi kullandığı için tercih etmektedirler. Dolayısıyla o din silâhını elinden alırsak AKP çöker.” Esasında burada devletin iki ideolojik aygıtı arasında basit bir işbölümü/rekabet ilişkisi söz konusudur. AKP’ye ve genelde devlete karşı kitlesel bir mücadelenin örülme imkânları, devlete ait iki aygıta bağlanmaktadır. Bu aygıtlardan biri laik parti, diğeri devlet dinidir. İki yaklaşım da halkın devrimci dinine kördür. Aslına bakılırsa AKP, TKP kadar laiktir. Birey ölçüsünden bakıldığında, bu gerçek tabii ki görülemez.

* * *

GKAH, Gezi sonrası etrafa saçılan bireylerin toplanma yöntemidir. Çağrıcılar bireyler, çağrılanlar gene bireylerdir. Bu sebeple o, bireyleri aşan yapısal meselelere karşı bireyi aşan kolektif bir eylemliliğin örgütlenmemesi için devletin bulduğu bir yöntemdir. GKAH, laiklik kavgası kolektifleşip halklaşarak devletin temellerine hasar vermesin diye vardır.

AKP’nin bugün içinde olduğu devlet kurgusu, kendisini GKAH veya Halkevleri türü girişimler üzerinden korumaktadır. Örgütlenmek ve teori-ideoloji, alakalıdır. Esasında düşmanın büyük olduğuna dair laflar sıralamanın anlamı, “bu yükün altından ancak hep birlikte kalkabiliriz”dir. GKAH ve birçok sol yapı, bağlı bulunduğu muhtelif devlet bileşenleri özelinde tehdit olabilecek böylesi bir yaklaşımdan uzak durmak zorundadır. Onlar, kitlelere değil, ancak bireye seslenebilirler. Esasen tekil bir şahıstaki kolektifi, müşterek derdi ve öfkeyi görmektir mesele.

Bilinçli faaliyet, kanaatimizce geçmişten bugüne, devletle kurulan ideolojik bağla, ondan kopmamakla, kendisini orada üretmekle ve devletin ideolojik tahkimatına eklemlenmekle alakalıdır. Tabiatı gereği devlet, kendisini yıkacak kolektif güce karşı önlem almaya programlanmıştır. Bunu da o güç imkânlarını ezmekle, zararsız mecralara itmekle, gücü içerik ve bağlamından koparmakla yapmaktadır.

* * *

ODTÜ’lü bir arkadaş, kendi okulundaki bir solcunun sırf fantezi ve küfür olsun diye, sevgilisiyle özel zaman geçirmek ve içki içmek için okuldaki bir mescide gittiğinden bahsetmektedir. Bu solcu için aidiyet diye bir şey söz konusu değildir. Bireysel hazzını politik zannetmektedir. GKAH denilen girişim de en fazla bu haz dünyasını devlete örgütlemek için vardır. Başkaca bir işlevi yoktur. O, ancak bireyin böylesi zevklerden mahrum kalma ihtimaline dair bireysel-savunmacı bir hat örebilir. Bireyden başlar, bireyde biter. Toplumsal öfkeyi lime lime eder. Zaten onun için vardır.

Bugün IŞİD ve AKP üzerinden dine karşı bayrak açma imkânına nihayet kavuştuğunu düşünenler, şu hususları anlamak istememektedirler: birincisi, o bayrak devletindir; ikincisi, bayrak açtıkları, kitleleri bir tutan anlam ve mayadır; üçüncüsü, liberalizm birey dolayımıyla devleti perçinler; dördüncüsü, devlet hiç sahip olamadığı bir kitle tabanına kavuşmuş olur.

Komünistler ya da bu topraklara özgü manada iştirakçiler açısından gericilik, sömürülen-mazlum kitlelerin mevzileri üzerinden anlaşılmalıdır. Burjuvazinin öncesini “geri”, sonrasını “ileri” diye kodlayanların anlamadığı, dönüp dolaşıp burjuvaziye kapaklandıkları gerçeğidir. Burjuvaziye kapaklanan iradenin sınıf mücadelesi veya devrim mücadelesi vermesi, doğası gereği mümkün değildir. O, sadece burjuva devriminin aşınan yerlerine atılan cilâ, kırılan payandalarına tuğla olabilir. Bu açıdan GKAH ve benzerleri, ilerici değil, gericidirler; onlar, devrim yürüyüşünde geri olanın temsilidirler ve mevzileri geriletmektedirler.

Eren Balkır
28 Şubat 2016

Dipnot:
[1] “Gericiliğe Karşı Aydınlanma Hareketi”, 24 Şubat 2016, Sol.

26 Şubat 2016

Moro Direnişi ve Donald Trump


Geçen hafta Güney Carolina’da Cumhuriyetçi Parti başkan adayı Donald Trump, Moro bölgesindeki Filipinlilerin ABD’li General John Pershing komutasında katledilmesine atıfta bulunarak destek toplamaya çalıştı. İslamofobik hissiyata oynayan Trump, bu amaçla, yirminci yüzyılın başlarında bölgede barışı sağladığı iddia edilen Filipinler’e yönelik işgal harekâtı esnasında Mindanao’daki 49 “Müslüman terörist”in “domuz kanına yatırılmış mermilerle” vurulması olayına atıfta bulundu.

Bangsamoro halkı Güney Filipinler’de yaşayan, Müslümanlaşmış Mindanao halkıdır. İslamofobi yirminci yüzyılın başında ABD’nin Moro halkına karşı yürüttüğü savaşta emperyalizmin bir aracı olarak ortaya çıkmıştır. Bu savaş Moro halkının sömürgeleştirilmesi ve Hristiyanlaştırılması hedefine ulaşma konusunda büyük ölçüde başarılı olmuştur. Savaşın önemli sebebi, Moro halkının sergilediği güçlü direniş, Moroluların kültürünü koruması ve kendi kaderini tayin hakkı için verdikleri mücadeleyi sürdürmesidir.

Trump’ın anımsattığı bu olay sayesinde bir şehir efsanesi de son bulmuş oldu. Bugüne dek Moro halkının teröre karşı savaş üzerinden öldürüldüğü, bu savaşın ağırlıklı olarak İslamofobi ve Moro halkının terörist şeklinde etiketlenmesi üzerinden sürdürüldüğü iddia ediliyordu, oysa söz konusu savaşın asıl amacının Moro halkının topraklarına el koymak ve buralarda zengin mineral kaynakları çıkartmak olduğu anlaşıldı.

ABD emperyalizminin saldırdığı ilk Müslüman halk olarak Morolular çok sayıda kayıp verdiler. 1906’da Dajo Katliamı, 1913’te Bud Bagsak Katliamı ve daha yakın zamanda da, 2013 yılında Zamboanga Kuşatması’na tanık olundu. Ayrıca bu listeye 2015’te Mamasapano Katliamı ile sonuçlanan, ABD askerlerinin denetimi ve katılımı ile gerçekleşen kontrgerilla saldırısı eklendi. Giderek tırmanan topraklara el koyma girişimlerine ve militarizasyona karşı Moroluların yürüttükleri silâhlı direnişi teslim almak için tasarlanmış barış müzakereleri kılıfı altında ABD eliyle yürütülen pasifleştirme kampanyaları da dâhil, 117 yıllık ABD müdahalesi ve saldırılarına direnen Moro halkı kendi kaderini tayin hakkı için mücadele etmeyi sürdürüyor.

Yeni imzalanan Genişletilmiş Savunma İşbirliği Anlaşması (GSİA) ile ABD Filipinler’de sadece askerî personelin sayısını artırmaya değil, kırsalda askerî üsler kurup işletmeye hazırlanıyor.

BAYAN-ABD, Müslümanların kitlesel kıyımını ve sisteme özgü İslamofobiyi meşrulaştırmak amacıyla Moroluların öldürülmesini yücelten o rezil ifadelerinden dolayı Donald Trump’ı kınıyor. Biz yüksek kârlar elde etmek için halkların topraklarını fetheden, o halkları bölme noktasında ABD emperyalizminin bir araç olarak kullandığı İslamofobinin saldırıları altında olan tüm Müslümanların safında olduğumuzu beyan ediyoruz. Kendi kaderini tayin hakkı için verdikleri mücadelede Morolu kardeşlerimize dayanışma duygularımızı iletiyor, ABD’nin Mindanao ve Filipinler’den çekilmesi yönünde çağrıda bulunuyoruz.

Kahrolsun İslamofobi!

GSİA Çöpe!

ABD, Mindanao ve Filipinler’den Defol!

Kahrolsun ABD emperyalizmi!

Bangsamoro Halkı için Kendi Kaderini Tayin Hakkı!

BAYAN-ABD
24 Şubat 2016
Kaynak

[BAYAN-ABD, ABD’deki öğrencileri, akademisyenleri, kadınları, işçileri, sanatçıları ve gençleri temsil eden yirmi ilerici Filipin örgütünün oluşturduğu ittifakın adıdır. Bagong Alyansang Makabayan’ın (BAYAN-Filipinler’in) ilk ve en büyük uluslararası kısmını teşkil eden BAYAN-ABD, ABD’deki anti-emperyalist ve ilerici Filipinlilerin eğitildikleri, örgütlendikleri ve hareket merkezi olarak kullandıkları bir yapıdır, ayrıca Filipinler’deki ulusal demokratik hareket için bir enformasyon bürosu olarak hizmet vermektedir.]

Ömer Nayif Zayid


Bulgar medyası ve polis kaynaklarının bildirdiğine göre, Ömer Nayif Zayid bir binanın üst katından düşerek öldü. İtildiğine dair bir ifadeye rastlanmadı. Ama Samidoun’dan Joe Catron’a göre, “İsrail medyası Ömer’in suikasta uğradığını açıktan yazdı. Bu şaşırtıcı değil. Hükümetlerinin ve istihbarat kurumlarının işlerini gayet iyi biliyorlar ve bu konusunda epey dürüstler.”

Ömer Nayif Zayid eski bir Filistinli politik tutsak. Geçmişte açlık grevini girmiş, hayatta kalmıştı. İsrail Aralık ayında Bulgaristan’dan iadesini istedi. Bu sabah iltica talep ettiği Bulgaristan’ın başkentindeki Filistin büyükelçiliği içinde ölü bulundu.

Samidoun Filistinli Tutsaklar Dayanışma Ağı uluslararası koordinatörü Charlotte Kates’e göre, “Ömer Nayif Zayid bir Filistinli, bir mücadeleci ve eski bir politik tutsak olduğu için hedef alındı. Onun örnekliğinde hedef alınması ve suikasta kurban gitmesi İsrail işgal devletinin kollarının her yana uzanabileceğini, dünyanın hiçbir yerinde Filistinlilerin güvende olmadığını gösterme çabasının bir ürünü. Bu, tüm Filistinlilere, bilhassa Avrupa’da olan eski tutsaklara ve geçmişte mücadele içerisinde yer alanlara yönelik bir tehdittir. Ömer’in ailesinin yanında yer alacağız, onu öldürenlerden hesap soracağız ve hayatını uğruna feda ettiği özgür Filistin için hareketi inşa edeceğiz.”

Ömer’in ölümünün asli fizikî sebebi bilinmiyor, anlaşıldığı kadarıyla ana sebebi şu: İsrail devleti kendisinin ve tüm Filistinli dostlarının özgürce yaşaması için Filistin mücadelesine kendisini adamış olmasına karşı öfke duyuyordu. Samidoun Filistinli Tutsaklar Dayanışma Ağı Ömer’e bağımsız bir kurum tarafından otopsi yapılmasını, onun ölümünde parmağı olan Bulgar ve Filistinli yetkililerin soruşturulmasını talep ediyor. Biz Ömer’i hedef alıp öldüren herkesin hesap vermesini istiyoruz.

“Ömer’in öldürülmesinden İsrail, Mossad, Filistin Yönetimi ve Bulgar hükümeti sorumludur, o Filistin’in özgürlüğü için mücadele ederken katledilmiştir.” Samidoun’un Belçika’da yaşayan üyesi Muhammed Hatib sözlerine şu şekilde devam ediyor: “O suikasta uğradı. Korunmadı. Sürekli tehditler alıyor, takip ediliyordu. İsrail istihbaratının Filistinlileri dünya genelinde, bilhassa Avrupa’da takip edip öldürme konusunda uzun bir geçmişi mevcut. Bu zalimce işlenmiş suç Bulgaristan’da, Filistin büyükelçiliğinin içinde cereyan etti. Katiller ve onlara yardım edenler hesap vermeliler.”

52 yaşında olan Zayid, Batı Şeria’nın Cenin kasabasında doğdu. Mayıs 1986’da işgal güçlerince tutuklandı ve ömür boyu hapse mahkûm edildi. 1990’da girdiği kırk günlük açlık grevinin ardından Beytüllahim’deki bir hastaneye kaldırıldı. Zayid Mayıs’ta buradan kaçıp ortadan kayboldu ve sonrasında Filistin’i terk etti.

1994’te Bulgaristan’a gitti. Bir Bulgar vatandaşıyla evlendi ve çocukları oldu. Bir bakkal işletmeye başladı. Sofya’da Filistinlilerce gayet iyi tanınan bir isimdi.

15 Aralık Salı günü İsrail büyükelçiliği Bulgaristan Adalet Bakanlığı’na bir mektup göndererek Ömer Nayif Zayid’in “adaletin elinden kaçtığı” iddiası üzerinden teslim edilmesini talep etti.

17 Aralık Salı günü evine baskın düzenlendi. Evde değildi. O gün oğlu gözaltına alındı. Bulgar savcı Arap medyasına onun önce hapse ardından da Tel Aviv’e gönderilmesi gerektiğini söyledi.

Samidoun Filistinli Tutsaklar Dayanışma Ağı Filistin’in ve Filistin halkının özgürlüğü için tüm ömrü boyunca mücadele etmiş eski politik tutsak Ömer Nayif Zayid’in anısı önünde eğilir ve bu şehadet karşısında yas içerisinde olduğunu bildirir. Onun Filistin, Bulgaristan ve her yerde bulunan ailesine, ayrıca tüm Filistin kurtuluş hareketine kalbimizin en derininden başsağlığı diliyoruz. Bu aile âşık bir babayı ve kocayı, bu hareketse kendisini özgür Filistin için mücadeleye adamış bir savaşçıyı yitirdi. Onu bizden Filistin’i ve halkını sonsuza dek tutsak hâlde tutmak isteyenler aldı. Bizler Filistin halkına karşı hunharca işlenmiş bu cinayetin hesabını soracağız. Ömer’in o çok değer verdiği Filistin’e ve Filistinli tutsakların özgürlük mücadelesine her daim bağlı kalacağız.

Samidoun
26 Şubat 2016
Kaynak

Diş


Uluer’in Dini

Bakû Doğu Halkları Kurultayı, Batı’yla yürütülen pazarlığın kurbanıdır. Kürdlerle ilişki kurulmasına mani olan zihniyeti bu kurultaya bağlayan Bülent Uluer, “Karanlıkta Solun Ayağına Bastım” başlıklı Özgür Gündem söyleşisinde, o kurultayın bizzat o kendi dininin mensuplarınca iğdiş edildiğini gizlemek niyetindedir.

Kurultay bahanedir, asıl dövülmek istenen bağcı, Komintern’dir. Uluer, Komintern’e ve Sovyetler’e küfretmeden AB pasaportu alamayacağını iyi bilmektedir. Çünkü AB, Komintern’in mezarı üzerine kurulu, emperyalist-kapitalist bir projedir. Sol, hiçbir şey öğretmemişse Uluer’e bu uyanıklığı öğretmiştir. Kendisi, artık yeni kominternin Kadrocusudur. Zira özel KUTV’dan mezun olup devletinin safında ilerlemecilik adına çalışma yürüten Uluer, “Kürdistan devletinin kurulacağından ve Türkiye ile birleşerek bir ABD olabileceğinden” bahsetmektedir. Onca yılın şefliği, komilikle son bulmuştur.

Kurultay

Bakû, doğu devriminin gömüldüğü mezardır. Emperyalizmle kurulan masaya atılan koz, kıymetini yitirmiş, kazanan efendiler olmuştur. Teori ve ideoloji, artık buna göre ayarlanmak zorundadır.

Uluer, soldaki milliyetçiliğin kökenini Bakû Kurultayı’nda bulmaktadır. Onun bugün küfrettiği Komintern, Kemalistlere Kürdistan meselesini dayatan bir yapıdır. Liberallerden öğrendiği sol tarih üzerinden TKP’yi kütle hâlinde Kadrocu ve Şeyh Said düşmanı zannetmektedir. Oysa itiraz eden sesler de mevcuttur. Ayrıca Şeyh Said günlerinde yaşasa ona ilk kurşunu bugünün Kadrocusu olarak Uluer sıkacaktır.

Uluer için Kürd’ün, kendi batıcı dünyasına hizmetkâr olması ölçüsünde bir manası vardır. Batı silkelediğinde, hareket doğulu köklerine ricat ettiğinde, ilk saldıran gene Uluer olacaktır. Emperyalizmin ve siyonizmin bölgeyle alakalı tahayyüllerine uyum sağlamış bir solcu olarak Uluer, küfrettiği yeri iyi bilmektedir.

Şampiyon

Bir fikrin şampiyonluğunu, savunuculuğunu ifrata vardıranlar, tefrit üzredirler. “Asker partisi” laflarını çokça dillendirdiği dönemde SİP’liler, “Türban” broşürleri ile genelkurmayın solu olmayı içlerine sindirdiler. Kemalizme yelken açtılar. Partiyi, teorik-ideolojik-politik çizgisini o geminin rotasına göre ayarladılar. 2004 NATO zirvesinde pikniğe gitmek de bir yerlere mesaj içeriyordu. O dönemde de “emperyalizm, NATO” edebiyatı yapılıyordu. Bugün de “Kürdlerden ayrışmak gerek”[1] demeleri, bu göbek bağının bağlı olduğu yerle alakalı.

Demek ki teori ve ideoloji, laf-ı güzaf. Somut-maddi çıkar ilişkileri kuruluyor, o güç odaklarına göbekten bağlanılıyor, ardından da teorik bir zemin ve ideolojik kılıf örülüyor. Ve tabii ki kadroların ikna edilmesi şart. Onca yayın, içe dönük olarak, kadroları ikna etmek için çıkartılıyor.

Krizde olduğu söylenen teori, en sığ olana bağlanıyor. Bir kavganın adı olması gereken teorik faaliyet, özünü, harrını yitiriyor. Olanın meşrulaştırılması girişimine dönüşüyor. Bir fikrin şampiyonluğunu yapanlar, kendi varlıklarına indirgedikleri teorik faaliyeti kolektif olandan, kolektifin kavgasından kaçırmak zorundalar. Fikre bitmiş-tamamlanmış bir proje gözüyle bakıyorlar. Bu nedenle nesnelliği o projeye uygun bir şey olup olmadığına göre tasnif ediyorlar. Onca öznelci vurgu, nesnelliğe biat edildiğini gizlemek için.

İç İçelik

Emperyalizm ve faşizm iç içe. “Teorik faaliyet” kazığını kendi bastığı yere çakanlar, bu iç içeliği görmüyorlar, görülmesin istiyorlar. Türkiye’ye dair dış sol yapılara raporlar hazırlayanlar (misal: Işıkara, Kayserilioğlu[2]) “alt-emperyalizm”den söz ediyorlar. Teorik kazıkları etrafında kimilerini dolandırmak için yapıyorlar bunu.

“Alt-emperyalizm” vurgusu, Türk egemenlere kendisi gibi özel bir öznellik bahşediyor. Bir NATO devleti olarak hareket ettiği gerçeğini gizlemeye çalışıyor. Demek ki bu vurguyu yapanlar, NATO’ya çalışıyorlar!

Bir kuşatma altında olmak, bunu gerekli kılıyor. Hindistan’da Erdoğan’ın muadili olan Modi aydınlara saldırıyor, öğrencileri marjinalleştirmek istiyor. Hamle açık: güvenlik değil, güvensizliğin yönetimi ehven. NATO talimnameleri bunu gerekli kılıyor. Oysa Allah’ın Hintlisi, kendisini Steve Biko’ya bağlıyor[3], bizimkiler Mandela’ya. Bizde Biko’nun yazıları ancak sansürlenerek yayımlanabiliyor.

Aynılık

Fikir ve zikir, aynı düzlemde işliyor. Her şeyi kendisinin başlattığını düşünenler, her şeyin sonunu kendisinin tayin edeceğini söylüyorlar. Bu da doğalında herkesi kendisine ram ve kul etmeyi gerekli kılıyor.

“Kürd’den kopalım” diyen, halk sınıflarına gitmek istediği için bunu söylemiyor. Sadece halk sınıflarının Kürd sopası ile hizaya getirilmesi girişimine ortak olmak istiyor. Bu hâliyle halk sınıfları fazla geri kabul ediliyorlar. Artvin Sur’a sessiz kaldığı için eziliyor. Kürd’cülüğüne ve CHP’ciliğine halel getirmeyenlerin yürüttüğü pazarlık, Cerrattepe’yi tarihe gömüyor. Emniyetten (nasılsa) sızan belgeler bu kesimleri yaldızlıyor.

Esasen düşman, kendi muhalefetini koşullayarak, üreterek, çatarak ilerliyor. Sözüne ve vicdanına Allah gibi tapanlar, yükselişlerini düşmana muhtaç olduğunu görmüyorlar. Görmek istemiyorlar. Sorgulamak, teorik faaliyetin harrı tehlikeli kabul ediliyor.

Milli Güvenlik

AKP’liler, 28 Şubat’ı gerçekleştiren iradenin önemli bir bileşeniyle, Sorosçularla 28 Şubat anması yapıyorlar bugün. Soros bayii, “milli güvenlik”ten dem vuruyor. AKP’liler, milli güvenliğin temsili ve timsalinin Erdoğan olduğunu zannedip ruhlarını okşuyorlar. Doğum günü pastasında üfledikleri mum kadar ömürleri.

Oradaki fikir ve zikir de aynı sis perdesi rolünü oynuyor. Yıllarca “ordu vesayeti” diyenler, bugün ordu vesayetiyle yaşama tutunuyorlar. Güvensizlik ortamı, güvenliği öne çıkartıyor. Dün saz çaldıranlara bugün “alçak ve korkak” denilmesinin manası yok. “28 Şubat ve Refah’ın yıkılması için 200 milyon harcadım” diyen Özkök’lerin tıyneti bu. Müslüman’a vurulunca Kürd’ün sevinmeye hakkı yok. Tersi de geçerli.

Devletin ajanları gemiyi terk etmeye başlıyor. Sola ise dünle, bugünle, gelecekle ilişkisi olmayan, sadece kendisini gören bencil birkaç kişi kalıyor. O gemi ise yerini başka bir gemiye bırakıyor. Biz ise bir kişiyle, bir kişinin psikolojisiyle uğraşarak tükettiğimiz zamana ah vah edeceğimiz günlere uzanıyoruz.

İki Leyla

Leyla Zana, “Biz Filistin halkının mücadelesine saygı duyuyoruz, ama İsrail devletinin de bölgede yaşama hakkı var, bunu da kabul etmek gerekir” deyince Leyla Halid doğal olarak öfkeleniyor. Bunun üzerine Halid’e, “ne var ki bunda, FKÖ de İsrail’i tanıyor” deniliyor. İşte tam da bu yüzden Filistin’de FKÖ’yü kimse tanımıyor!

İşte tam da bu sebeple Işıkara ve Kayserilioğlu’nun iddiasının aksine, “kurtuluş hareketinin batıdaki halk hareketinin yenilenmesi için gerekli ilhamı vermesi” mümkün değil. Bu yazarlar, gerçeği akademinin “sınıfsız-sınırsız” âleminde(n) okuyorlar. Sınıfsız-sınırsız bir özne olarak soyutladıkları bir “Kürd”e sarılıyorlar, geri kalan herkesi, her kesimi nesne kılıyorlar, zihinlerindeki “soyut Kürd”e tabi hâle getirmeyi tek çözüm kabul ediyorlar. Bu, Uluer’lerin solunun kiri pasını halı altına süpürme yöntemi. Kürd, bugün küçük burjuvalar için sınıfsızlığın-sınırsızlığın geçici ve tek kullanımlık mecazı. Bu edebiyatı tüketince başkasına sarılacaklar, buna alışıklar.

Her şey, sonuçta bugünde biraz rahatta olmak için değil miydi zaten? Varlığını sınıfsız-sınırsız zannedenlerin sınıflı-sınırlı gerçekliğe müdahale etmesi mümkün mü? Ya da bu müdahalenin sınıfa ve sınıra işaret eden yerlerin budanmasına indirgenmesi kaçınılmaz değil mi? Medeniyetin geride kalmış tek dişi olmaya namzet bir solun bir şeyleri ısırıp koparması mümkün mü?

Eren Balkır
26 Şubat 2016

Dipnotlar:
[1] İlker Belek, “Sol Kürt Hareketinden Tamamen Ayrışmalı”, 25 Şubat 2016, Sol.

[2] Max Zirngast, Güney Işıkara, Alp Kayserilioğlu, “Turkey’s Decisive Year”, 24 Şubat 2016, Jacobin.

[3] Pushkar Raj, “Rohith Vemula ve Steve Biko”, 30 Ocak 2016, İştirakî.

Ankara’da Rejim Değişikliği


Ankara’da Rejim Değişikliği mi Yaşanacak?

Bu, Düşündüğünüzden Daha Büyük Bir İhtimal

 

Cuma günü ABD, Türkiye’nin Suriye’yi işgal etmesine mani olmayı amaçlayan Rusya’ya ait bir karar tasarısını reddetti. Moskova, Türkiye’nin güney sınırında topladığı binlerce askerî ve zırhlı aracı YPG isimli Kürd milislerinin Kuzey Suriye’de kendisine komşu bir devlet kurmasına mani olmak ve Türkiye destekli militanları korumak için Suriye’ye sokmasına dair artan endişelerini ele almak amacıyla Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde acil bir toplantı yapılmasını istedi. Moskova’nın bir sayfalık kararı, her şeyi kapsamlı ve dosdoğru ele alan bir metindi ve harabeye dönmüş bir ülkede 250.000 cana mal olmuş bir savaşın iyice tırmanmasını engellemeyi amaçlıyordu.

Rusya’nın BM temsilcisi yardımcısı Vladimir Safronkov’a göre, “Rusya’nın hazırladığı bu karar tasarısının ana unsurları, tüm tarafların Suriye’nin içişlerine müdahalesine son vermelerini, Suriye’nin egemenliğine ve bağımsızlığına saygı duyulmasını, saldırılara son verilmesini ve kara operasyonlarına dönük planların terk edilmesini talep ediyordu.”

Kararda ayrıca Moskova’nın “Suriye Arap Cumhuriyeti’ne ait topraklara dışarıdan kara müdahalesi gerçekleştirmeyi amaçlayan hazırlık amaçlı faaliyetlere ve askerî takviyeye dair raporlara yönelik uyarı”ya da yer verildi.

Kararda tartışılacak bir yan yoktu, ne bir numaraya ne de gizli bir anlama yer vardı. Delegelerden Suriye’nin egemenliğini desteklemeleri ve silâhlı saldırganlığa karşı çıkmaları isteniyordu. Bunlar, Birleşmiş Milletler’in sırtını yasladığı temel ilkelerdi. Bugünse ABD ve müttefikleri bu ilkeleri reddediyor, çünkü artık bu ilkeler Washington’ın Suriye’deki jeopolitik hırslarıyla örtüşmüyorlar.

Kararın reddedilmesi, en açık ifadeyle, Washington’ın Suriye’de barış istemediğinin bir delili. Ayrıca Obama yönetiminin Türk kara birliklerinin ABD’nin hâlâ kazanma konusunda kararlı olduğu bir savaşın sonuçlarını biçimlendirmede önemli bir rol oynayabileceğini gösteriyor. Şunu akılda tutmak gerek: eğer bu karar geçseydi, Türk işgali tehdidi de hemen ortadan kalkacaktı.

Peki neden?

Türk ordusu BM Güvenlik Konseyi’nin onayı olmaksızın sınırının ötesine asker göndermek istemediğini açıktan ilân etti.[1]

Batıda birçok insan, Erdoğan’ın diktatörlük yetkilerini haiz olduğuna ve askerleri istediği zaman savaşa sokabileceğine dair bir yanılsamaya sahip. Oysa böyle bir şey yok. Erdoğan, ordu içerisindeki hasımlarını tasfiye etmiş olsa da yüksek rütbeli subaylar, sivil liderlik karşısında belirli bir özerkliği hâlâ elinde tutuyorlar. Türk generaller, ileride savaş yüzünden yargılanmayacaklarına dair garanti istiyorlar. Bunun en iyi yolu da her türden işgal için ABD, NATO veya BM’den onay almak.

Obama yönetimi bu dinamiği anlıyor, kararın reddedilmesinin sebebi de bu. O, Türk askerlerinin Washington’ın sürmekte olan vekâlet savaşına Rusya önderliğindeki koalisyonu dâhil edebilmesi için kapıları açık tutmak istiyor. Bence ABD’nin Suriye’deki asli hedefi artık Esad’ı devirmek değil, hiç bitmeyecek bir savaş dâhilinde Rusya’yı bataklığa sürüklemek.

ABD’nin geçersiz kıldığı karardan birkaç saat sonra Cenevre’de kapalı kapılar ardında görüşmeler yapıldı. Burada üst düzey ABD’li ve Rus subaylar ateşkes ihtimallerini tartıştılar.

“Düşmanlıkların askıya alınması”nı ifade eden ateşkesin amacı kavgaya geçici süre son vermek, böylelikle sahada yıpranmış mücahidlerin ve ABD destekli isyancıların toparlanıp sonra savaşa yeniden dâhil olmasını sağlamak. Hem Moskova hem de Washington, savaşın harap ettiği şehirlere insanî yardımların gitmesini ve her iki taraf ileride kurulacak bir hükümette Esad’ın rolü konusunda derin ayrılıklar içinde olsa da, “politik geçiş süreci”ne girmeyi istiyor. Washington Post’a göre:

“Bir sorun da terörist bir grubun neyden müteşekkil olduğuna dair farklı tanımlar getirilmesi. IŞİD ve Nusra’ya ek olarak Rusya ve Suriye tüm muhalefete terörist diyor.

Türkiye sınırı yakınında, kuzeybatıda bulunan ılımlı grupları içeren Nusra bilhassa sorunlu bir yapı. Rusya’ya, en azından geçici süre, gruplar tasnif edilene kadar, ateşkesin bir parçası olarak Nusra’yı bombalamaması önerisi getirildi.”[2]

Tekrar olacak ama: “Rusya’ya, en azından geçici süre, örgütler tasnif edilene kadar ateşkesin bir parçası olarak Nusra’yı bombalamaması önerisi getirildi.” Başka bir ifadeyle Obama yönetimi, 11 Eylül’deki terör saldırılarında 3.000 Amerikalıyı öldüren bir örgüte bağlı bir yapıyı ve tek hataları Vehhabi paralı askerlerinin İslamî hilafete dönüştürmek istediği bir ülkede yaşamak olan on binlerce masum Suriyeli sivilin ölümlerinden sorumlu bir örgütü korumak istedi. Rusya ise bu maskaralığa doğal olarak karşı çıktı.

Kerry, bu koşullarda Pazar günü kendisinin ve Lavrov’un “Suriye iç savaşında birkaç gün içinde başlayacak olan, geçici bir ateşkese” vardıklarını duyurdu. Oysa “ateşkesin nasıl yürürlüğe gireceğini ve ihlallerin nasıl çözüme kavuşturulacağını” kimse gerçek manada bilmiyor.

Obama’nın Rusya tarafından BM’ye sunulan karar tasarısına yönelik itirazının ne denli riyakârca olduğunu görmek gerek. Zira birkaç saat sonra Obama, El-Kaide’yi ABD-Rusya arasında varılan ateşkesin koruyucu şemsiyesi altına almaya çalıştı. Bunun “terörle mücadele” denilen şeyle ne alakası var?

Öte yandan Erdoğan’ın Suriye’yi işgal etme tehditleri, Ankara’da 28 kişinin ölümüne, 61 kişinin yaralanmasına sebep olan, bombalı araç saldırısı ardından daha da yoğunlaştı. Türk hükümeti, saldırının Suriye’deki YPG’yle bağlantılı Salih Neccar tarafından gerçekleştirildiğini iddia etti. Ama 24 saat bile geçmeden hükümetin iddiası çöktü. Batı medyasına pek yansımayan bir habere göre, saldırının sorumluluğunu Kürdistan Özgürlük Şahinleri [TAK] isimli örgüt üstlendi. (TAK yasadışı PKK ile bağlantılı) Ardından Pazartesi günü Erdoğan rejimi aleyhte bir dille kaleme alınmış haberlerde şiddetle eleştirildi: DNA örneklerinin de gösterdiği üzere saldırıyı Neccar değil, TAK üyesi Abdulbaki Sömer gerçekleştirmişti. Bu yazının yazıldığı ana dek henüz hükümet, savaş için ortam oluşturmak amacıyla kamuoyuna yalan söylediğini kabul etmiş değil. Erdoğan ve aşırıcı arkadaşları Suriye’yi işgal etmeye dönük tehditleri bağlamında temelsiz bilgilerden istifade etmeyi sürdürüyor. Erdoğan, Cumartesi günü Gaziantep’teki UNESCO toplantısında şunları söyledi:

“Türkiye, kendisinin yüzleştiği tehditlere karşı mücadele vermek için Suriye’de ve terör örgütlerinin yuvalandığı diğer yerlerde operasyon yürütme konusunda her türden hakka sahiptir. […] Türkiye’yi hedef almış terör faaliyetleri karşısında Türkiye’nin kendisini savunma hakkını kimse sınırlayamaz.”

Bu, Türkiye’nin son bir hafta boyunca Suriye toprağını neden bombaladığını izah ediyor. Ayrıca bu sözlerde Erdoğan’ın Suriye Ordusu’na karşı başarı şanslarını artırmak için Sünni cihatçılara neden Türkiye’ye geçiş ve ilgili bölgelerdeki savaş sahasına yeniden giriş izni verdiğine dair bir izahat da mevcut. Bu yaklaşımı New York Times üzerinden kontrol etmek mümkün:

“İsyancılardan gelen bilgilere göre Perşembe günü Suriyeli isyancılar, Halep’in kuzeyindeki Kürd milislere karşı savaşa destek vermek için geçen hafta içerisinde Türkiye üzerinden 2.000 kişilik bir takviye getirdi.”

Türkiye güçleri, bir cepheden diğerine yaşanan bu transferi birkaç gece içinde gerçekleştirdiler. İsyancılar belirli bir desteğin eşliğinde İdlib’den çıkıp dört saat yol teperek Türkiye’ye geçtiler ve Azez’deki savunma hattında bulunan isyancılara destek vermek için yeniden Suriye’ye girdiler.

Levant Cephesi’nde komutan olan Ebu İssa şunu söylüyor: “Hafif silâhlardan ağır teçhizata, havanlardan füzelere ve tanklara varana dek her şeyi taşımamıza izin verildi.” Bu örgüt, Babu’s Selame sınır kapısında faaliyet yürütüyor. Reuters’a konuşan Ebu İssa bir takma ad.

Obama yönetimi Erdoğan’ın ateşe benzin döktüğünü biliyor, fakat yüzünü başka yöne çevirmeyi tercih ediyor. Obama Suriye toprağını bombaladığı için Türkiye’yi (çok da sert olmayan bir biçimde) uyarıyor ama aynı zamanda onun “kendisini savunma hakkını” kabul ediyor. Bu, ABD’nin İsrail’in Batı Şeria veya Gazze’ye yönelik canice saldırılarıyla ilgili diline doladığı bir ifade aslında. Bugün Obama, Erdoğan’a da aynı itibarı bahşediyor. Bu da Washington’ın yaklaşımındaki riyakârlığı net bir biçimde ortaya koyuyor.

Peki Washington’ın Suriye’deki oyun planı ne? Obama yönetimi IŞİD’i yenmek ve düşmanlıklara son vermek konusunda ciddi mi yoksa Obama başka bir gizli plana mı sahip?

Her şeyden önce Washington IŞİD’le pek ilgilenmiyor. Örgüt, ABD’nin ulusal çıkarları için hayatiyet arz eden bir bölgede askerî operasyonlar yürütülmesine imkân veren bir bostan korkuluğu. Eğer IŞİD öcüsü yarın ortadan kaybolacak olsa, Beyaz Saray yeni bir hayalet yaratacaktır. Uyuşturucuyla mücadele veya aynı ölçüde saçma bu türden bir hayalet sayesinde ABD yağma faaliyetlerine kesintisiz devam edebilecektir. Washington için önemli olan, ABD-İsrail’in isteklerine uzun vadede tehdit teşkil edecek güçlü, seküler Arap hükümetlerini parçalamaktır. Asıl önemli olan budur. Diğer belirginleşen hedefi ise kritik kaynakları ve AB’ye uzanan boru hattı koridorlarını kontrol altına almak ve bu kaynakların ABD doları ile alınıp satıldığı koşulların sürmesini sağlamaktır.

ABD-Kürd (YPG) ittifakının gerçekte ABD’nin Suriye’deki stratejik çıkarlarının ilerlemesine yaradığına inanmaya devam ediyoruz. ABD, aslında Kürdlerin devlet kurmasıyla ya da Suriye’nin kuzey bölgesinin cihad hareketi mensubu milislerin kontrolünde olup olmamasıyla ilgilenmiyor. ABD-YPG ittifakının gerçek amacı, Türkiye’yi öfkelendirip onu Rusya liderliğinde kurulan koalisyonla sınırda çatışma içerisine girmesi konusunda kışkırtmak. Eğer Türkiye, Suriye’ye kara birliklerini sokarsa, o vakit Moskova uzak durma konusunda zorluk yaşayacağı o bataklıkla yüzleşecektir. Türk güçleri, son beş yıldır savaşı sürdüren ama artık ricat eden ABD destekli mücahidler ve diğer vekil güçler için bir tür ikmal ordusu işlevi göreceklerdir.

Daha da önemlisi Türkiye’nin gerçekleştireceği işgal, ABD’nin Türk ordusu ve MİT içindeki ajanları eliyle istismar edeceği zayıf noktaların oluşmasını sağlayacak, bir yandan da Erdoğan’ın iktidar üzerindeki hâkimiyetini ciddi ölçüde aşındıracak olan çatlakları daha da derinleştirecektir. Nihai hedef, Kiev’de CIA’in yaptığına benzer bir darbe dâhilinde, başa bela olan Erdoğan’dan kurtulmayı sağlayacak bir renkli devrim için yeterli toplumsal huzursuzluğu yaratmaktır.

Obama’nın el altından Erdoğan’a yeşil ışık yakıp sonra Suriye’ye askerler girer girmez onun altındaki halıyı çekeceğini şimdiden tahmin etmek güç değil. Benzer bir tertibe 1990’da Irak’ta rastlandı. ABD elçisi April Glaspie, Saddam’a Kuveyt’i işgal etmesi konusunda onay verdi. Irak Ordusu hedefine ulaştıktan hemen sonra ABD askerî saldırısını başlattı (Çöl Fırtınası Operasyonu). Bu saldırı, Saddam’ı hızla Ölüm Otoyolu’na çekilmeye zorladı. Amerikalıların saldırılarında on bin kadar Iraklı muvazzaf asker keklik gibi avlandı. Washington’ın Saddam’ı devirip yerine kendisine itaat eden bir işbirlikçiyi getirmeyi öngören planının ilk aşaması buydu.

Benzer bir rejim değişikliği tuzağı şimdi Erdoğan için mi kuruluyor?

Kurulan neyse, böylesi bir tuzağa benzediği kesin.

Mike Whitney
24 Şubat 2016
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Liz Sly, “Turkey’s Increasingly Desperate Predicament Poses Real Dangers”, 20 Şubat 2016, WP.

[2] Karen DeYoung, “US, Russia Hold Syria Cease-fire Talks as Deadline Passes without Action”, 19 Şubat 2016, WP.

Suriye’de Kaybedenler Libya’da Yeni Bir Savaşa Başlıyorlar


Washington’un Suriye’de rejim değişikliğine yönelik yürüttüğü örtük savaş raydan çıktıkça, IŞİD’e karşı mücadele iddiası üzerinden Libya’nın yeniden alevlendirildiğine tanık oluyoruz.

Libya sahnesinin perdesi, dikkatleri Washington ve suç ortaklarının Suriye’de kaybetmesi ve yaşanan yenilgiden başka bir yöne çekmek için yeniden açılıyor.

New York Times, Suriye’de ikinci kez ateşkes girişiminde bulunmak için ABD ve Rusya arasında bu hafta varılan anlaşmanın “beş yıldır süren savaşa bir son vermeye dönük son diplomatik çaba” olduğunu söylüyor.

“İç savaş” şeklinde yapılan yanlış adlandırmayı bir kenara koyalım. Washington’ın Suriye’de şiddete son vermek için diplomasi imkânlarını kullandığı iddiası boş. Bağımsız bir akılla Suriye’de yaşanan çatışmayı takip eden, Batı medyasının yanlış bilgilerine karşı çıkan herkes böylesi bir iddiayı kabul etmeyecektir.

Rusya Suriye savaşını sona erdirme çabalarında muhtemelen samimidir. Peki ama Washington’ın beş yıllık çatışmaya son vermek için diplomatik bir gayret içine girmesi mümkün mü? Bu, tam manasıyla bir saçmalık.

Suriye’deki savaş rejim değişikliğini amaçlayan, dış destekle yürütülen bir örtük savaş hâlini aldı. Washington, Britanya, Fransa ve Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, Ürdün ve İsrail gibi bölgesel vekil güçleri Mart 2011’de Rusya ve İran’ın müttefiki Esad hükümetini devirmek için bir saldırı gerçekleştirmişti.

Ülkeye teröristlerden oluşan bir vekâlet ordusu sızdı. IŞİD bu ordunun bir parçasıydı. Burada amaç Suriye’yi kan banyosuna çevirerek rejim değişikliğini gerçekleştirmekti.

O hâlde New York Times ve diğer Batı medya organlarının sürekli kullandığı “iç savaş” tabiri yanlış. Bu tabir savaşın gerçek niteliğini gizlemek için kullanılıyor. Bu savaş bir ulusu yıkımın eşiğine getiren, yasadışı bir saldırı. Yabancı güçlerin gerçekleştirdiği bir saldırı.

Suriye’de ateşkes ilân edilmesine dönük bu en son çağrı barışçıl bir zemin oluşturmayı amaçlamıyor. Washington ve suç ortaklarının tavrı bunu ele veriyor.

Geçen hafta öngörülen ateşkes gerçekleşmedi, bunun kısmi sebebi terörist vekillerin Suriye hükümetinden ve Rusya’dan bombardımanlara ve kara operasyonlarına son vermelerini istemeleri idi.

Diğer bir sebepse Suudi Arabistan ve Türkiye idi. Washington, Britanya ve Fransa’dan yeterince destek görmese de bu ülkeler sınırdan top atışları ve işgal tehditleri ile Suriye’ye karşı dış saldırı gerçekleştirme konusunda ısrarcı oldular.

Ateşkese dönük bu ikinci çabanın çok az şansı var. Bu hafta Kerry ve Lavrov arasında varılan anlaşma IŞİD ve Nusra’yı dışarıda bıraktı. Dolayısıyla Suriye ve Rusya milislere ve “ilişkili gruplar”a saldırmaya devam edecek.

“İlişkili gruplar” tabiri Suriye’deki milislerin büyük çoğunluğu ile alakalı olarak kullanılıyor. Batı bu milisleri “ılımlı isyancılar” kabul ediyor ama bu ayrım esasen tam bir komedi. IŞİD ve Nusra yere göğe sığdırılamayan, ama artık gerçekte bulunmayan Özgür Suriye Ordusu gibi sözde “ılımlı” güçlerle bütünleşti.

Ama son çabanın işe yaramayacak olmasının bir nedeni daha var. Washington bu ateşkesi taktiksel bir duraksama olarak kullanmak niyetinde. Böylece kendisi ve suç ortakları sahadaki vekil güçleri yeniden organize edecekler. Bunların elindeki gizli ordu geçen Eylül’den beri Rusya’nın attığı bombalardan ötürü ciddi darbeler aldı. Rusya hava gücü ve Suriye kara gücü Batı’nın vekil ordusunu ezdi ve Türkiye’ye uzanan ikmal yollarını kesti.

Muhtemelen New York Times, Washington’ın sözde ateşkes çabasının arkasındaki tuhaf hesabı ağzından kaçırmış oldu. Aynı makalede gazete büyük resme dair bir şeyler ima etti.

“Obama yönetimi için kısmi bir ateşkes şiddeti kontrol altına almanın bir yolu aynı zamanda ateşkes, dikkatleri Libya’daki IŞİD savaşçılarına karşı yürütülecek askerî operasyonlara çevirebilir.”

Gazete Washington’ın resmî görüşlerini aktaran bir organ. Makalede Washington Yakın Doğu Politikası Enstitüsü’nde “Suriye uzmanı” olarak çalıştığı söylenen Andrew J Tabler’dan da alıntı yapılıyor: “Washington’ın politikası Suriye’de savaşı sona erdirme amacını gütmüyor. O savaşın durulmasını ve yavaş yavaş kaynamasını istiyor. “Kontrol edilemez” bir hâl alan çatışmanın kontrol altına alınmasına dönük bir çaba bu.

İşte özetle yapılan şu: ateşkesle üzerinde Washington ve diğer yabancı güçlerin kavruldukları ocağın altını kısmak.

Washington ve NATO müttefikleri Britanya, Fransa ve İtalya’nın bugün yüzünü Libya’ya çevirmeleri asla tesadüf değil. Trablus’ta IŞİD’e ait olduğu iddia edilen bir eğitim kampının geçen hafta ABD eliyle bombalanması ardından Obama yönetimi başka saldırıların yolda olduğunu söyledi.

Muhtelif haberler de ABD’nin Libya’ya daha büyük bir askerî saldırı hazırlığı içinde olduğunu gösteriyor. Elbette Libya’daki IŞİD yabancı bir gücün yasadışı bir biçimde Libya’ya müdahil olması için bahaneden ibaret.

Asıl amaç Libya’yı Washington’ın Suriye’de yürüttüğü, felâkete yol açan savaş konusunda dikkatleri dağıtmak için kullanmak.

Finian Cunningham
Kaynak