Uluer’in Dini
Bakû Doğu Halkları Kurultayı, Batı’yla yürütülen
pazarlığın kurbanıdır. Kürdlerle ilişki kurulmasına mani olan zihniyeti bu
kurultaya bağlayan Bülent Uluer, “Karanlıkta Solun Ayağına Bastım” başlıklı Özgür
Gündem söyleşisinde, o kurultayın bizzat o kendi dininin mensuplarınca
iğdiş edildiğini gizlemek niyetindedir.
Kurultay bahanedir, asıl dövülmek istenen bağcı,
Komintern’dir. Uluer, Komintern’e ve Sovyetler’e küfretmeden AB pasaportu
alamayacağını iyi bilmektedir. Çünkü AB, Komintern’in mezarı üzerine kurulu,
emperyalist-kapitalist bir projedir. Sol, hiçbir şey öğretmemişse Uluer’e bu
uyanıklığı öğretmiştir. Kendisi, artık yeni kominternin Kadrocusudur. Zira özel
KUTV’dan mezun olup devletinin safında ilerlemecilik adına çalışma yürüten
Uluer, “Kürdistan devletinin kurulacağından ve Türkiye ile birleşerek bir ABD
olabileceğinden” bahsetmektedir. Onca yılın şefliği, komilikle son bulmuştur.
Kurultay
Bakû, doğu devriminin gömüldüğü mezardır.
Emperyalizmle kurulan masaya atılan koz, kıymetini yitirmiş, kazanan efendiler
olmuştur. Teori ve ideoloji, artık buna göre ayarlanmak zorundadır.
Uluer, soldaki milliyetçiliğin kökenini Bakû
Kurultayı’nda bulmaktadır. Onun bugün küfrettiği Komintern, Kemalistlere
Kürdistan meselesini dayatan bir yapıdır. Liberallerden öğrendiği sol tarih
üzerinden TKP’yi kütle hâlinde Kadrocu ve Şeyh Said düşmanı zannetmektedir.
Oysa itiraz eden sesler de mevcuttur. Ayrıca Şeyh Said günlerinde yaşasa ona
ilk kurşunu bugünün Kadrocusu olarak Uluer sıkacaktır.
Uluer için Kürd’ün, kendi batıcı dünyasına hizmetkâr
olması ölçüsünde bir manası vardır. Batı silkelediğinde, hareket doğulu
köklerine ricat ettiğinde, ilk saldıran gene Uluer olacaktır. Emperyalizmin ve
siyonizmin bölgeyle alakalı tahayyüllerine uyum sağlamış bir solcu olarak
Uluer, küfrettiği yeri iyi bilmektedir.
Şampiyon
Bir fikrin şampiyonluğunu, savunuculuğunu ifrata
vardıranlar, tefrit üzredirler. “Asker partisi” laflarını çokça dillendirdiği
dönemde SİP’liler, “Türban” broşürleri ile genelkurmayın solu olmayı
içlerine sindirdiler. Kemalizme yelken açtılar. Partiyi,
teorik-ideolojik-politik çizgisini o geminin rotasına göre ayarladılar. 2004
NATO zirvesinde pikniğe gitmek de bir yerlere mesaj içeriyordu. O dönemde de
“emperyalizm, NATO” edebiyatı yapılıyordu. Bugün de “Kürdlerden ayrışmak
gerek”[1] demeleri, bu göbek bağının bağlı olduğu yerle alakalı.
Demek ki teori ve ideoloji, laf-ı güzaf. Somut-maddi
çıkar ilişkileri kuruluyor, o güç odaklarına göbekten bağlanılıyor, ardından da
teorik bir zemin ve ideolojik kılıf örülüyor. Ve tabii ki kadroların ikna
edilmesi şart. Onca yayın, içe dönük olarak, kadroları ikna etmek için
çıkartılıyor.
Krizde olduğu söylenen teori, en sığ olana bağlanıyor.
Bir kavganın adı olması gereken teorik faaliyet, özünü, harrını yitiriyor.
Olanın meşrulaştırılması girişimine dönüşüyor. Bir fikrin şampiyonluğunu
yapanlar, kendi varlıklarına indirgedikleri teorik faaliyeti kolektif olandan,
kolektifin kavgasından kaçırmak zorundalar. Fikre bitmiş-tamamlanmış bir proje
gözüyle bakıyorlar. Bu nedenle nesnelliği o projeye uygun bir şey olup
olmadığına göre tasnif ediyorlar. Onca öznelci vurgu, nesnelliğe biat edildiğini
gizlemek için.
İç İçelik
Emperyalizm ve faşizm iç içe. “Teorik faaliyet”
kazığını kendi bastığı yere çakanlar, bu iç içeliği görmüyorlar, görülmesin
istiyorlar. Türkiye’ye dair dış sol yapılara raporlar hazırlayanlar (misal:
Işıkara, Kayserilioğlu[2]) “alt-emperyalizm”den söz ediyorlar. Teorik kazıkları
etrafında kimilerini dolandırmak için yapıyorlar bunu.
“Alt-emperyalizm” vurgusu, Türk egemenlere kendisi
gibi özel bir öznellik bahşediyor. Bir NATO devleti olarak hareket ettiği
gerçeğini gizlemeye çalışıyor. Demek ki bu vurguyu yapanlar, NATO’ya
çalışıyorlar!
Bir kuşatma altında olmak, bunu gerekli kılıyor.
Hindistan’da Erdoğan’ın muadili olan Modi aydınlara saldırıyor, öğrencileri
marjinalleştirmek istiyor. Hamle açık: güvenlik değil, güvensizliğin yönetimi
ehven. NATO talimnameleri bunu gerekli kılıyor. Oysa Allah’ın Hintlisi,
kendisini Steve Biko’ya bağlıyor[3], bizimkiler Mandela’ya. Bizde Biko’nun
yazıları ancak sansürlenerek yayımlanabiliyor.
Aynılık
Fikir ve zikir, aynı düzlemde işliyor. Her şeyi
kendisinin başlattığını düşünenler, her şeyin sonunu kendisinin tayin edeceğini
söylüyorlar. Bu da doğalında herkesi kendisine ram ve kul etmeyi gerekli
kılıyor.
“Kürd’den kopalım” diyen, halk sınıflarına gitmek
istediği için bunu söylemiyor. Sadece halk sınıflarının Kürd sopası ile hizaya
getirilmesi girişimine ortak olmak istiyor. Bu hâliyle halk sınıfları fazla
geri kabul ediliyorlar. Artvin Sur’a sessiz kaldığı için eziliyor.
Kürd’cülüğüne ve CHP’ciliğine halel getirmeyenlerin yürüttüğü pazarlık,
Cerrattepe’yi tarihe gömüyor. Emniyetten (nasılsa) sızan belgeler bu kesimleri
yaldızlıyor.
Esasen düşman, kendi muhalefetini koşullayarak,
üreterek, çatarak ilerliyor. Sözüne ve vicdanına Allah gibi tapanlar,
yükselişlerini düşmana muhtaç olduğunu görmüyorlar. Görmek istemiyorlar.
Sorgulamak, teorik faaliyetin harrı tehlikeli kabul ediliyor.
Milli Güvenlik
AKP’liler, 28 Şubat’ı gerçekleştiren iradenin önemli
bir bileşeniyle, Sorosçularla 28 Şubat anması yapıyorlar bugün. Soros bayii,
“milli güvenlik”ten dem vuruyor. AKP’liler, milli güvenliğin temsili ve
timsalinin Erdoğan olduğunu zannedip ruhlarını okşuyorlar. Doğum günü
pastasında üfledikleri mum kadar ömürleri.
Oradaki fikir ve zikir de aynı sis perdesi rolünü
oynuyor. Yıllarca “ordu vesayeti” diyenler, bugün ordu vesayetiyle yaşama
tutunuyorlar. Güvensizlik ortamı, güvenliği öne çıkartıyor. Dün saz
çaldıranlara bugün “alçak ve korkak” denilmesinin manası yok. “28 Şubat ve
Refah’ın yıkılması için 200 milyon harcadım” diyen Özkök’lerin tıyneti bu.
Müslüman’a vurulunca Kürd’ün sevinmeye hakkı yok. Tersi de geçerli.
Devletin ajanları gemiyi terk etmeye başlıyor. Sola
ise dünle, bugünle, gelecekle ilişkisi olmayan, sadece kendisini gören bencil
birkaç kişi kalıyor. O gemi ise yerini başka bir gemiye bırakıyor. Biz ise bir
kişiyle, bir kişinin psikolojisiyle uğraşarak tükettiğimiz zamana ah vah
edeceğimiz günlere uzanıyoruz.
İki Leyla
Leyla Zana, “Biz Filistin halkının mücadelesine saygı
duyuyoruz, ama İsrail devletinin de bölgede yaşama hakkı var, bunu da kabul
etmek gerekir” deyince Leyla Halid doğal olarak öfkeleniyor. Bunun üzerine
Halid’e, “ne var ki bunda, FKÖ de İsrail’i tanıyor” deniliyor. İşte tam da bu
yüzden Filistin’de FKÖ’yü kimse tanımıyor!
İşte tam da bu sebeple Işıkara ve Kayserilioğlu’nun
iddiasının aksine, “kurtuluş hareketinin batıdaki halk hareketinin yenilenmesi
için gerekli ilhamı vermesi” mümkün değil. Bu yazarlar, gerçeği akademinin
“sınıfsız-sınırsız” âleminde(n) okuyorlar. Sınıfsız-sınırsız bir özne olarak
soyutladıkları bir “Kürd”e sarılıyorlar, geri kalan herkesi, her kesimi nesne
kılıyorlar, zihinlerindeki “soyut Kürd”e tabi hâle getirmeyi tek çözüm kabul
ediyorlar. Bu, Uluer’lerin solunun kiri pasını halı altına süpürme yöntemi.
Kürd, bugün küçük burjuvalar için sınıfsızlığın-sınırsızlığın geçici ve tek
kullanımlık mecazı. Bu edebiyatı tüketince başkasına sarılacaklar, buna
alışıklar.
Her şey, sonuçta bugünde biraz rahatta olmak için
değil miydi zaten? Varlığını sınıfsız-sınırsız zannedenlerin sınıflı-sınırlı
gerçekliğe müdahale etmesi mümkün mü? Ya da bu müdahalenin sınıfa ve sınıra
işaret eden yerlerin budanmasına indirgenmesi kaçınılmaz değil mi? Medeniyetin
geride kalmış tek dişi olmaya namzet bir solun bir şeyleri ısırıp koparması
mümkün mü?
Eren Balkır
26 Şubat 2016
Dipnotlar:
[1] İlker Belek, “Sol Kürt Hareketinden Tamamen Ayrışmalı”, 25 Şubat 2016, Sol.
[2] Max Zirngast, Güney Işıkara, Alp Kayserilioğlu,
“Turkey’s Decisive Year”, 24 Şubat 2016, Jacobin.
[3] Pushkar Raj, “Rohith Vemula ve Steve Biko”, 30
Ocak 2016, İştirakî.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder