Önce fili bir tuzağa düşürüyorlar. Siyah elbiseli
adamlar sopalarla fili dövüyor. Ardından beyaz elbiseliler gelip onu
kurtarıyor.
Fuat Avni’sinden Fethullah’ına belirli bir kesimin AKP
ile bu türden bir ilişki içerisinde olduğunu söylemek mümkün mü? Bir yanımız
faşizmle korkutulup liberalizme kul ediliyor olabilir mi?
Milletin belini incitmeden sömürmenin, düzene
bağlamanın yollarını hep birlikte arıyor olabilirler mi? Aktör olduğumuzu
sanırken, yönetmenin son kurgusunda figüran olduğumuzu görürsek ne olacak?
Önce Mersin’de sesi duyurulan, iki gün önce Amed’de
şiddeti yaşatılan bombalar, bir terbiye ve entegrasyon operasyonunun parçası
olabilirler mi? Seçimlerin devlet nizamı açısından hiçbir hükmünün olmadığı bir
düzende bizim hâlâ seçimler denilen şurupla uyutuluyor olduğumuz söylenebilir
mi? Seçimlerin bir hükmünün olduğuna inanmak kime yarar sağlıyor?
96’da kurulan seçim bloğunun mitinginde, o zaman aday
olan Haluk Gerger kürsüde, “biz seçimlerin en geri politik mücadele aracı
olduğunun bilincindeyiz.” diyordu. Bugüne, seçimlerin tek kurtuluş yolu, her
şeyin tılsımı, sihirli asası olduğuna inandığımız günlere ne ara geldik? Bunda,
o gün genç veya orta yaşlı olan şeflerin bugün yaşlanmış olmasının rolü nedir?
Tekil birey şeflere indirgenmiş bir kolektif mücadele nereye gidebilir?
Bu açıdan arkadaşlarımızın çeşitli yazılarına tepki
geliştiren, hemen Kürd’ün arkasına saklanan, derhal en pespaye liberali bile
sahiplenen, “hep birlikte, çoğul çoğul çağıldıyoruz, barajı yıkıyoruz” diyene o
barajın önünü-arkasını göstermeye çalışana “dikkatimi dağıtma” diye tepki
gösteren dostlarımızın belirli ayıraçlarla, ölçülerle, bağlam dâhilinde düşünüp
hareket etmesi gerekiyor, gerekecek.
* * *
Seçimin hemen ardından hâkim olan öforiyi bozmaya,
pişmiş aşa su katmaya, neşeli havayı dağıtmaya hakkımız var mı? Yani bu anlamda
HDP şahsında yaşanan zafer bir tuzak olabilir mi? Tersi, kötüyü, olumsuzu öne
almak, tam da bu momentte gerekli mi? İnsanın en zayıf olduğu an, kendisini en
güçlü hissettiği an olabilir mi?
Gezi zamanı Ankara’da bir forum kuruldu. Doğal olarak
Ethem’in ismi verildi. Forumun içeriğine ve biçimine yönelik itirazlarımız ve
eleştirilerimiz, verdiğimiz hesap[1] dâhilinde, açık[2]. O gün parkta
toplananlara “Parkın ismini değiştirdik. Belediyedeki dostlarımızdan gerekli
izinleri aldık” diyenler, bu yalanı gizleme yoluna gittiler. Sonra dediler ki,
“parkın ismi değişmedi ama belediyeden parkın restorasyonu sözünü aldık.” Bunun
da yalan olduğu anlaşıldı. Park hâlâ aynı izbe park. Bu arkadaşlara zorla kabul
ettirdiğimiz, parkın ismini izin-mizin almadan değiştirme önerimiz gerçekleşti.
Bir tabela astık. O tabelayı astığımız binanın yerinde bugün yeller esiyor. Biz
hesap sorduk, hesap verdik; bunları yapanlar, belediyedeki samimi dostlarıyla
birlikte, zerre hesap vermediler. Demek ki burjuvaziyle aşık atmak, aynı
düzlemde, eşit olunduğu yanılsamasına kapılmak, çürümeyi dayatıyor. Demek ki
bağımsızlık, proleterlik üç-beş cümleyi ezberlemiş olmakla, vehimlerle
yaşamakla ilgili değil.
Mesele, parkın düzen kanalları içerisine alınması ve
orada çözülmesi idi. Kafanın içerisinden bakıldığında görülmeyen buydu. Bu
örnek, öznel bir gerekçe ile değil, genel bir bağlam dâhilinde veriliyor. Bugün
o arkadaşlar, Soros vakfının “HDP barajı aşamazsa Türkiye için vahim sonuçlar
doğar” sözünün altına imza atıyorlar, bu sözün “isabetli ve doğru” olduğunu
söylüyorlar. “Sorosçu beklentinin sınıfsal anlam ve içeriğinin irdelenip
tartışılması ayrı bir konu” diyorlar. Meselenin de ayrı olan o “konu” olduğunu
görmüyorlar. Öte yandan Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” [17 Mart]
diyene kadar neden HDP’ye destek açıklaması yapmadıklarının, bu güvensizliğin
bir izahı da yok.[3] Hele ki 2006’da yaptıkları Soros eleştirisinin bugün
karşılıksız kalmasını görmek çok acı. [“Soros azılı bir komünizm düşmanı ve
liberalizm savunucusudur. (…) “Liberal vahşet için sınırsız özgürlük
operasyonları” (…) “Bugün en büyük tehlike açık toplumun kendisi!”]
O gün parkın iç çekişmeler yüzünden tıkandığı noktada
bir yürütme kurulu oluşturuldu. Kendisini parkın sahibi görenler, günahlarını
başkalarına yükleyip kaçmak için fırsat kolluyorlardı. Bizi de çağırdılar.
Tartıştık. Parkın sahipleri bizi yürütme kuruluna çağırma gerekçesini şu
cümleyle izah ediyorlardı: “Biz size yol açarak size mani oluyoruz.” Bu, mealen
şu anlama geliyordu: “eleştirilerinizi içeriyoruz, mas ediyoruz, hükümsüz
kılıyoruz.” Arkadaşlar siyaseti sadece kelle toplamak ve saymak olarak bildikleri
için, asıl olarak, bizim eleştirilerimizin kendilerinden kopartacaklarını,
uzaklaştıracaklarını düşündükleri insanların sayısı ile ilgileniyorlardı,
eleştirilerin anlamının, içeriğinin bir önemi yoktu. Bu mikro örnekten makro
ölçeğe geçmek gerek. Söz konusu cümle egemen ideolojinin de düşünce tarzı. “Bu
ideoloji de toplamda biz’lere yol açarak onlara mani oluyor mudur?” diye sormak
gerek.
* * *
Çok alametler belirmişti. AKP, aday tercihleri ile
Kürdistan’ı boşalttığının sinyalini vermişti. Mehmet Metiner bile İstanbul’dan
adaydı. Kraldan fazla kralcı Abdurrahman Kurt gerilere itilmişti. Sonraki
süreçte Ağrı, Mersin, Adana, Erzurum ve en son Amed’deki saldırılar, kalanların
dışarı çıkartılması içindi. AKP, örgütlenmeden sorumlu adamını sadece
Karadeniz’e kilitledi. Çeşitli aşiretlerle kurulan ilişkiler tek tek koptu.
Sırrı Süreyya da son mülâkatlarından birinde AKP adaylarının boş olduğunu söylüyordu.
Buna bir de AKP propagandasının önemli bir payandasının HDP olmasını da eklemek
gerekti. 2002 seçimlerinde Cem Uzan’a aynı muamele yapılsa, mitinglerde sürekli
dile dolansa, muhtemelen iktidar ortağıydı. Bugün Cem Uzan figür olarak
içeriğini CHP’ye, biçimini HDP’ye bıraktı. Türkiye’nin önü açılmalıydı. Bu
ülkeyi yıkıp yeni bir ülke kurmak isteyenleri, ülke ve iktidar ilişkilerine
sızıp önemli yerleri ele geçirmeyi siyaset zanneden Fethullahçı akla
örgütlediler. Yüksek siyasetin dehlizlerinde, pazarlık masalarında yitip
gitmemizi istiyorlardı zira.
Bu noktada devreye Soros ve türevleri girip, “toplumun
birliğe ihtiyacı var” emrini verdi. “İstikrar, demokrasi ve insan hakları” için
HDP şarttı onlara göre. Medyasıyla, en son Mardin’de HDP’ye destek açıklayan
Ahmet Özal’a kadar bir yığın kesimin partinin barajı aşmasını HDP’lilerden daha
fazla istediği bir durum yaşandı. Erdoğan önce “ben başkanlığın tartışılmasını
istiyorum sadece” dedi. En son konuşmasında da HDP’nin barajı geçtiği ön
bilgisiyle, meclis içerisindeki aritmetiğin oluşumunu eleştirdi. Yani “%34
aldım, mecliste %60 küsura hâkim oldum. Ama sonra tam tersi oldu” diyor, iki
gün sonra olacak seçimde benzer bir kaybın yaşanacağını ima ediyordu. Seçim
hileleri, SEÇSİS üzerinden dönen tüm mavralar hükmünü yitirdi. Fuat Avniciler
oradan akan ideolojik selde sürüklenip kıyıya vurdular. Bundan sonrasında
atılacak adımlar tüm bu alametleri okumak suretiyle atılacak, bu kesin. Barajı
geçmeye dair zafer sarhoşluğundan hemen çıkmak gerek, bu açık.
* * *
“Bizler, Erdoğan’a siyasal demokrasinin sınırlarını
genişletmek, demokrasi mücadelesinin bir önemli aşaması tam da Erdoğan’ın
nobranlığıyla hesaplaşmak olduğu için karşıyız. Erdoğan’a karşıyız, çünkü
özgürlüklerin sınırsız ölçüde genişlemesinden yanayız.” diyor DSİP’liler
seçimden önce. Üstelik çok değil, beş yıl önce miting kürsülerinden kendisine
teşekkür eden adama… Burhan Kuzu’nun “Biz aslında 2010’da iktidar olduk” lafına
binaen, o iktidar oluşa destek verenler bugün bu lafları ediyorlar. Bugün de tek
dert, “nobranlık”. Ya bu oyunun ötesi, berisi, gerisi?
TDK “nobran” sözcüğünün anlamını “davranışı kaba, sert
ve gönül kırıcı olan” olarak veriyor. DSİP’lilere göre, 2010’da kabalaşan,
sertleşen ve kırıcılaşan Erdoğan artık sınırsız özgürlüklerin önünde engel.
Artık bugün itibarıyla, Yüksekdağ’ın vurgusunda olduğu üzere, “sınırsız
özgürlükler” kimin, neyin gürleşmesiyle ilgili, süreçte görülecek.
Burjuvazinin, sermayenin, tekellerin, ülke içi Kemalist müesses nizamın
gürleşmesine bel bağlamanın beli kıracağı kesin. Tayyip’in burnunu sürtmek için
ne kadar eğildiğimizi önümüzdeki mücadele süreci gösterecek. Zaferin salt bu
işleme ne ölçüde indirgenip indirgenmediğini hayat söyleyecek bizlere. Kürd’ün
mücadelesi bizde mi çözülecek, biz mi Kürd’ün gerçek hamlesinde dağılacağız,
hep birlikte göreceğiz.
Ama bugün görülmesi gereken şu: zafer Kürdlerin, DSİP
ve onun türevlerinin değil. Dünyayı kendi kafasının içerisinde yaşayan, hayal
âlemini politik zanneden, burjuva özneliğini tanrı gören, özne hâline bakınca
burjuvadan da tanrıdan da kurtulduğu vehmine kapılan bireyler hiç değil.
İçinde patlayan bombayı, anlık, yerinde örgütlenmeyle
bertaraf etmeyi bilen, bir şehri ilmek ilmek örülen direnişle kurtuluşa
taşıyan, derin imanı ve yüce kavgasıyla o milletindir zafer.
Zafer, Amed’in orta yerinde kopan bacaklarına rağmen
zafer işareti yapmayı bilenindir. Onun dışında kimse kendisine pay biçmesin,
övünmesin, böbürlenmesin. Öğrensin, “[…] ‘Öcalan geçmişte kaldı, artık kenara
çekilmeli’ diyorlar. Evet, sık sık ben de böyle düşünüyorum.” diyen Hollandalı
gazeteci gibi akıl oyunlarıyla hareket etmesin, örgütlensin.[4]
Dolayısıyla; “bu ülkede zaten devrim oldu, mesele onu
ilerletmektir.” diyen CHP’ci yaklaşıma benzer bir biçimde, “Kürdler devrim
yaptı, mesele onu ilerletmektir” kolaycılığına eklemlenecek bir devrimcilik ve
sosyalizm mücadelesinin tüm o cılız köklerini yitirmesi kaçınılmaz. Öğrenci
olup mücadeleye girmekle, öğretmen olup öğretmenler odasında çekirdek çitlemek
asla aynı şeyler değil. Bu durumda tüm mücadelenin ağaların-paşaların kurduğu
bir binanın eşiğinde kurban edilmesi, oraya kapatılması tehlikeli. Yakın
geleceğimizi tayin edecek soru ise şu: Kolektif mücadele mi yoksa o binanın
koridorlarındaki muhabbetler mi öncümüz olacak?
Eren Balkır
7 Haziran 2015
Dipnotlar:
[1] “Barikata ve Ethem’e Hesap”, 18 Eylül 2013, İştirakî.
[2] “Kuru Sıkı Mantar Tabancası”, 20 Eylül 2013, İştirakî.
[3] Alınteri, “Neden HDP?”, 18 Mart 2015, Sendika.
[4] Frederike Geerdink, “HDP’nin Öcalan’la Arasına
Mesafe Koyması Barışı Yokuşa Sürer”, 1 Haziran 2015, Diken.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder