Kırklarda ve ellilerin başlarında ortaya konan İslamî
toplumsal eleştiriye ait yazıların önemli bir bölümünde belirleyici rol
devletindir. Hem kapitalizmin yol açtığı hasarlara karşı toplumu koruyacak hem
de İslamî otoritenin yeniden hâkim kılınması için gerekli temelleri atacak
olan, devlettir. Bu, sadece yüzyılın başlarında takip edilen düşünce tarzı
olmakla kalmaz, ayrıca müslüman dünyanın büyük bölümündeki politik ekonomide
yaşanan değişimi de ifade eder. Kapitalizmin insanları devlet düzenlemesinden
kurtaracağını söyleyen hâkim liberal efsaneye karşın müslüman dünyada ve
Ortadoğu’da yaşayan halklar, kapitalist nizamın bir aracı olarak işleyen modern
devletin tacizleri aracılığıyla, sözkonusu iktisadî sistemi tecrübe
etmişlerdir. Devlette belli bir tür güç mündemiçtir ve o, kapitalizmin
gelişmesi için gerekli hukukî çerçeveyi temin eder.
Sömürgelikten kurtulmayı hedefleyen hareketler, millî
bağımsızlık ve devletli kalkınma, ellilere ve altmışlara damgasını vurur, bu
açıdan müslüman dünyadaki yeni egemen devletlerin toplumsal reformla ilgili
tartışmalarda idealize edilen, devlete yüklenmiş rolü gerçekleştirme
potansiyeline sahip olmaları gerekiyormuş gibi görünmeleri şaşırtıcı değildir.
Ek olarak, Cezayir ve Irak gibi ülkelerdeki hükümetler, İslamî toplumsal
eleştiriye ait yazılarda halkın ciddî bir ilgi gösterdiği kimi deyimler
dâhilinde, doğrulayıcı ve meşrulaştırıcı bir dizi sözcük bulmuşlardır. Bu
sayede sözkonusu hükümetler, toplumsal eleştiriyi repertuarlarına ekleyip
kendilerince geliştirmişlerdir, ancak bu çaba, yanlışlıkla, tersten bir
başkasına, laik mantığa hizmet etmiştir.
Bu gelişmenin en bariz kanıtı, otuzlarda ve kırklarda
kapitalizme yönelik İslamî toplumsal eleştirinin gelişmesine tanıklık eden
Mısır’daki pratiktir. Ellilerde ve altmışlarda, Cemal Abdul Nasır’ın
cumhuriyetçi rejimi altında Mısır, kalkınma ile ilgili görüşlerin rekabet
ettiği bir yer hâline gelmiştir; merkezî sosyalist devlet hür teşebbüsçü
liberal kapitalizmi planlamış, bu pratik, kendisini hem laik hem de en özgün
hâliyle İslamî söylem dâhilinde ortaya koymuştur.
Tam bağımsızlık vaadi ve teoride emperyalist güçlerden
tedricen kurtuluş, müslümanların kendi potansiyellerini tam anlamıyla
gerçekleştirme imkânı bulmalarını sağlamış, temelde bu, halkın çıkarlarına
cevap olan ve değerleri ile uyumlu bir toplumun inşa edilmesi ile mümkün
olabilmiştir. Bu bağlamda devlet, müslümanların uzun zamandır inkâr edilen
hedeflerini gerçekleştirmelerine izin veren bir şey olarak görülmüş, devlet,
refahın, toplumsal dayanışmanın, hattâ kaderin tüm görünümlerini kendinde
birleştirmiştir. Elbette bu gelişmelerin önemli bir bölümü ciddî tartışmalara
yol açmıştır. Laik Arap milliyetçileri arasında günümüzde hüküm süren
tartışmaların birçoğu, hükümetlerin hukukî zemini, devletlerinin bölgesel
sınırları ile ilişkileri ve bunların koşullu-sınırlı egemenlikleri ile
ilgilidir. Bu konuda “İslamî” olarak tasarlanacak bir toplumun idealize edilmiş
bir İslamî devletçe düzenlenmesi gerektiğine ilişkin beklentilerle sık sık kimi
çatışmalar yaşanmıştır. Dolayısıyla devletin kimliği ve istikametine dair
tartışmalar, müslüman aydınlarca yürütülen tartışma ve münazaralarda sahip
olduğu merkezî konumu muhafaza etmiştir.
Bu tartışmayı keskinleştiren, devletin ezici iktidarı
ile ilgili genel kanaat, kısmen İslamî toplumsal eleştirinin özgün düşünce
yapısı kısmen de dönemin iyimserliğine dönük tanıklıktır. Birçok müslüman
aydına göre, devlet iktidarı, onun ahlâkî amacı ve toplumsal işlevinin önemi
ile uyumlu olmalı, sınırları şeriat alanını ve onun uygulamalarını aşan bir
nitelik arz etmemelidir. O, sözkonusu uyumu güvence altına almalı ve toplumunu
küresel ekonominin sızmalarına karşı korumalıdır. İslamî otoritelerin devlet iktidarına
karşı taşıdıkları tarihsel şüpheler, onun suistimale açık olma potansiyelinin
ve hasisliğinin üstesinden gelinmesi ile bir biçimde aşılmıştır. İlk dönem
halifelerin idaresindeki devletin yeniden inşa edilmesine ya da eş ölçüde
ülküleştirilmiş, verili toplumla kurulan ilişkiler veya özgül kurumsal
mekanizmalardan ziyade, ideal kimi sonuçlarla tarif edilen geleceğin devletine
ilişkin hedeften de vazgeçilmiştir.
Aynı zamanda statükoyla ilgili, ister İslamî ister
laik, tüm eleştiriler bağlamında yeniden diriltilen devlet iktidarı, Mısır,
Suriye, Irak ve İran gibi kapitalist sistemin kenarında kalmış ve yarı
vesayetçi devlet biçimlerinin hükmü altındaki ülkelerde ortaya çıkan toplumsal
hiyerarşilerin parçalanması noktasında zorunlu görülmüştür. Aynı şekilde
devlet, yerel ekonomi ile toplumu korumalı, yeni bağımsız olmuş devletleri
avantajsız bir konuma sürükleyen küresel ekonomik nizamda onların gelişip
serpilmelerine izin vermelidir.[1] Toplumun parçalanıp zayıfladığı bir ortamda
sunulan bu teklif, makul biçimde yönetilen devletin, başarılı, âdil ve bağımsız
bir toplumsal nizamın yeniden inşasını güvence altına alacak yeterlilikte bir
gücü kullanması ile ilgilidir.
Laik ve sosyalist bir dizi kapitalizm ve emperyalizm
eleştirilerinden açık biçimde etkilenmiş olmalarına karşın birçok müslüman
aydın için önemli olan, paylaşamayacakları kimi önermeler temelinde,
kendilerini böylesi bir hareketten ayırmaktır. Altmışlar boyunca bu yaklaşım,
örneğin Mısır devletinin İslamî toplumsal eleştiriye ait dili ve söylemi
benimsemesi karşısında, belli ölçüde bir rahatsızlığa yol açmıştır. Geçen
yüzyılın İslamî reformcuları kadar, tarihsel İslamî geleneğe dönük tüm
başvuruların Nasırcı devletin “İslamî sosyalizm” terimini kullanmalarının
nedeni, Cemaleddin Afgani, Reşid Rıza, Abdulrahman Kavakibi ya da hattâ ta
başlarda Mustafa Sibai gibi yazarlarca geliştirilmiş olan terime dönük ilk
dönem bağlılıklarında karşılığını bulan görüşlerden ziyade, âcil çıkarlar ve
sosyalist kalkınma ile ilgili laik fikirlerdir.[2]
Tüm bunlara rağmen Nasırcı devletin ilk aşamalarında
kâfi düzeyde bir iyimserlik hâkimdir, kapitalizme yönelik İslamî eleştiriyle
sıkı ilişkideki iki meselenin savunuculuğunu yeni cumhuriyetlerce
görevlendirilen iktidar yapar. Ellilerde ve altmışlarda radikal subayların
idaresi altındaki tüm Ortadoğu devletleri, refahın, özellikle toprağın yeniden
dağıtılması davasını üstlenerek, üretim araçlarının özel mülkiyeti karşısında
kolektif mülkiyetin toplumsal kazançlarını ve toplumsal adaleti savunurlar. Bu,
ayrıca toplumsal uyum ve dayanışma ile ilgili yenilenmiş vurgu ile de
bağlantılıdır; laik korporatist görüş, toplumsal yapıyla ilgili olarak müslüman
aydınların görüşleri ile benzeşmektedir.
Hem bağımsız yazarlarca hem de Nasırcı aydınlarca öne
çıkartılan husus, mülkiyetin vekâletinin devlette oluşunun toplumsal
kazançlarından birinin, devletin kaybolmuş olan toplumsal uyumu yeniden tesis
etme kapasitesine sahip oluşudur. Bu kapasite, sınıf temelli toplumsal adalet
analizini yapma, sınıf savaşı ile ilgili kehanette bulunma, hattâ bu yönde
reçete hazırlama becerisi ile ilgilidir. Birçok müslüman aydının idealize
ettiği korporatif devlet dâhilinde gerçekleşecek toplumsal anlaşma fikri o
günün hükümetlerine de önerilir, zira bu anlaşma, sınıfsal çelişkinin
koşulladığı toplumsal parçalanmayı önler, marksistlerin hükümete yönelik
görüşlerini biçimlendiren çıkarlar ile onların rolüne dönük eleştirilerinin
etkisizleştirilmesine katkı sunar ve devletin üst otoritesini devreye sokar.
Bunlar, sözkonusu dönem boyunca, “İslamî sosyalizm”e ait ana motifleri
biçimlendiren unsurlardır. Tüm bu unsurların laik devlet aygıtına ait
çıkarlarca yönlendirildiği takdirde özgül İslamî kimlik için ne anlam ifade
edebileceğine ilişkin korkular, altınçağındaki Nasır’ın Mısır’ına ait vaatler
tarafından kolayca aldatılanlar üzerinde beklenmedik kimi sonuçların ortaya
çıkmasına kaçınılmaz olarak neden olur.
İslamî Sosyalizm ve Devletçi Kalkınma
Mısır, Suriye, İran ve diğer ülkelerdeki müslüman
aydınların yazılarına damga vuran toplumsal eleştiriden türeyen “İslamî
sosyalizm” fikri, kendi döneminde algılandığı biçimiyle, toplumsal
hastalıkların iyileştirilmesine odaklanır. Bu fikir, özel mülkiyetle ilişkide
var olan eşitsizliğin yol açtığı dağıtıcılığa çözüm olarak takdim edilir.
Yeniden dağıtıma dönük tedbirler, hem sefaleti azaltacak hem de mülksüzlerin
mülk sahipleri üzerinde hak iddia edecekleri bir toplum için gerekli zemini
temin edeceklerdir. Aynı zamanda altmışların başında Şeyh Ezher, Şeyh Mahmud
Şaltut ve diğer isimler, Mısır’da kalıcı bir mülkiyet biçiminin İslamî
kurallara uygun olarak transfer edilmesini, herkesin transfer sonrası yeterli
mülke sahip olmasını ve tüm ülkenin refahının bireylerin hak iddiaları
tarafından zedelenmeyeceği bir ortamın güvence altına alınmasını önerirler.[3]
Ekonomik kalkınma ve küresel ekonomik sistemin millî
ekonomiler üzerinde kendi kontrollerini tesis ettiği sınırlar için tüm bunlar
oldukça faydalı argümanlardır. Nasır yönetimindeki Mısır’da, altmışların
Suriye’sinde, Abdüsselâm Arif liderliğindeki Irak’ta ve Millî Kurtuluş Cephesi
(FLN) idaresi altındaki Cezayir’de “İslamî sosyalizm”e dönük resmî destek, tam
da aynı sebeplerden ötürü, benzer bir kökten çıkan “Arap sosyalizmi”nin
gelişmesi ile el ele gider. “İslamî sosyalizm” ekonomik kalkınma için bağımsız
bir yol vaat eder, halka toplumsal adalet çağrısında bulunur ama öte yandan da
kültürel ve dinî özgüllük temelinde, marksist partileri dışta bırakır.[4]
Elbette tüm bunlara ek olarak, hükümetin bu aklı benimsemesi, onu özgül devlet
çıkarları, yani devletin “laik mantığı” tarafından dönüştürülmeye karşı
kırılgan hâle getirir. Aynı zamanda bu hâkim form, hayalî düzlemde ve yapısal
olarak muhafaza edildiği ölçüde, kapitalist mantık devlet aracılığıyla işlemeyi
sürdürür. “Sosyalist kalkınma yolu” kılıfı altında bile olsa, böylesi bir
devlet, İslam toplumunun kimliği ve birliği için sakıncalı olan kapitalizmin
kimi özelliklerini teşvik etmekten kaçınamaz. Bu, tam da Mısırlı Seyyid Kutub
ve Cezayir’deki El-Kıyam El-İslamiye grubunun yankıladığı eleştirinin
özüdür.[5]
Bu tarz bir devlet, toplumun çıkarlarını düzenleyen ve
koruyan hâkim biçimdir. Fabyusçuların ve İslamî sosyalistlerin anladığı
biçimiyle sosyalizm bağlamında yorumlandığı noktada devletin bu işlevleri,
devletin ahlâkî amacı ve yönü, öncelini karakterize etmiş olan liberal,
kapitalist nizamdan ayrıştırılmaya çalışılsa da, temelde etraflıca düşünülmemiştir.
Özel mülkiyet kurumu geriletilmeli ama devlet üretken toplumdan yana saf
tutmalı ve bir yandan kapitalist büyüme hızını korurken, bir yandan da tüm halk
için refah sistemini idame ettirme noktasında, devlet, yeterli kapitalist
ekonomik faaliyet aracılığıyla, artı-değer oranının dağıtıcı faili olarak iş
görmelidir. Pratikte, statükoyu eleştiren birçok İslamcı ve marksistin
görüşleri ile çatışan laik, liberal ve kapitalist mantık iş başındadır. Bu
çevrelere göre, devlet görevindekiler kötü niyetlidirler; onlar, mülkiyet
ilişkileri, toplumsal bağlar ve ahlâkî temellerin revize edilmesini umut
etmektedirler.
Ancak kimi mevzularda bu, ilgili çevrelerin hâkim
sosyo-ekonomik nizama dönük geliştirdikleri muhayyel cevaplara ait sonuçlarla
uzlaşmak zorunda kalmaları anlamına gelir. Bu, en iyi, Nasır idaresindeki Mısır
devletini hükmü altına alan özgül otoriter hükümet biçiminde görülür. Kimi
grupların ve sınıfların daha fazla istifade etmekte olduğu müesses hâkimiyet
sistemlerine ait iktidarı parçalamayı öneren İslamî sosyalistler ve toplum
eleştirmenleri, karşı konulmaz bir kapasiteye ve otoriteye sahip idealize edilmiş
muhayyel bir devlet ile çıkarlar sahneye. Böylelikle Ali Abdulvahid Vafi ve
Baha Huli gibi Mısırlı yazarlar, kısmen devlet iktidarına ve karar alma
süreçlerine işaret eden veliyü’l-emr (görevdeki kişi) kavramı, kısmen de devlet
faaliyetinin çeşitli biçimlerini aklîleştirmek için dört halifeye bakma eğilimi
sebebiyle devleti yönetici olandan ayıramazlar.[6]
Bu bakış açısı uyarınca devlet bir komuta sistemi
hâline gelir ve ilgili komutlar, şeriat ve onun hâkim yorumu tarafından doğru
biçimde yönlendirildiği ölçüde, devlet itaat edilmeye değer bir nitelik
kazanır. Yalnızca böylesi bir bağlam dâhilinde, devletin kapitalist ya da laik
eylemin mantığına teslim olmaksızın, gerekli değişimleri koşullama becerisine
sahip olabileceği düşünülür. Altmışlarda ve yetmişlerde bu yaklaşım, önce
İran’da, sonrasında Irak’ta Ayetullah Humeyni, Suriye’de Muhammed Awwa ve
Sudan’da Hasan Turabi gibi ayrıksı aydınlarca vurgulanır.[7] Ancak devlet
idareciliğinin pratikte gösterdiği üzere, böylesi bir ülkünün gerçekleşmesi
ciddî bir meseledir. Bu anlamda aklî ya da sembolik temsili ne olursa olsun,
bir toplumsal güç örgütlenmesi olarak devletin hâkimiyet mücadelelerinde
mündemiç olan laik mantıktan kaçınıp kaçınamayacağı sorusu ortada kalır. İslamî
hilafetin tarihi de bu yönde kimi emareler taşımaktadır. Devlet idaresine
katılanların kişisel dindarlık seviyelerinden bağımsız olarak, esasında,
toplumsal ve politik yenilenmeye ait sayısız tedbirin dünyada başarılı bir
biçimde işlemesinin muhtemel bir hesaplamaya dayandığı gerçeğinden kaçacak çok
az yer vardır. Bir yandan İslamî toplumsal nizamın ayrıksı niteliği onun yüce
bir üstünlüğe sahip olması iken, İslamî nizamla eşitlenemeyecek dünyevî refahın
ve güvenliğin güvence altına alınması da önemli bir ihtiyaç olarak kendisini
gösterir. Ayrıksı İslamî geleneğe çok az şey borçlu olan kimi adımlar atılır
ama pratikte devlet idareciliği ile önemli bir anlaşma sağlanmak zorunda
kalınır.[8]
Günümüzde yaşanan tecrübeler, monarşiyi deviren 1952
darbesi sonrasında Mısır’da ve Pakistan’daki ilk dönem yönelimi dâhilinde
yaşananlar aracılığıyla bu söylenenleri ispatlamaktadır. Oysa başlarda bu
devletlerin kendine has bir biçimde İslamî birer devlet olarak müslümanlar için
kuruldukları varsayılmıştır.[9] Mısır örneğinde, ellilerin ortalarından
itibaren yabancı şirketlerin millîleştirilmesi aracılığıyla gerçekleştirilen
1952 tarihli toprak reformuna ilişkin ilk dönem tedbirlerle birlikte devletin ekonomideki
rolünün giderek artması, hükümetin hem özel sermayeyi mobilize etmeye hem de
devletin mülkiyeti planlayıp idare etmeye ve yönetmeye çalıştığını gösterir.
Mısır ekonomisinin geliştirilmesi için sermaye arayışına çıkan hükümet,
pragmatik ve laik bir devlet mantığına giderek teslim olur. Üzerlerindeki
efsanevî örtüler kaldırıldığında (verimlilik artışı ve artığın devletçe el
konulması), devlet yönetimi ve planlı ekonomi idaresinin kapitalist ekonomiye
ait girişimciliğe birçok bakımdan benzediği görülür.[10]
İnsanları yaşananlarla ilgili olarak ikna etmek için
uygun ve etkin bir dil bulma noktasında müsadere stratejisi hem gerekli hem de
arzu edilir bir şeydir. Bu bağlamda Nasır hükümeti, İslamî kapitalizm
eleştirisine ait kimi temaların incelenmesini teşvik etmiştir. Böylelikle bu
hükümet, Müslüman Kardeşler’in birçok eleştirisini benimsemiş ve geliştirdiği
proje için faydalı olması hasebiyle, her türden meşruiyet imkânını kendince
kullanmıştır.[11] Bu strateji dâhilinde İslamî unsur önemlidir ama ilkesel düzeyde
bir konuma sahip değildir. Ancak sözkonusu strateji, hem kapitalizme dönük
İslamî cevabın karmaşık doğasını pekiştiren hem de onun kendi icadı olmayan bir
devletin taleplerinden kurtulmasını güçleştiren İslamî ve laik mantık
aracılığıyla örülüdür.
Stratejinin kimi sonuçları sonradan aşikâr hâle gelir,
bu sonuçlar Seyyid Kutub ve diğerleri tarafından şeriata dışarıdan sokulan bazı
kaynaklardan ve düşüncelerden türemiş, misal, “refah” ya da “toplumsal ihtiyaç”
gibi tehlikeli birer semptom olarak görülür. Bu bakış açısına göre, Allah’ın
emirlerine itaat etmek, insanın refahı ve kamusal iyi ile eşanlamlıdır, zira
bunlar Allah’ın niyetine aittirler. Aynı ölçüde önemli olan diğer bir husus da
bu görüşün argümanını teorik açıdan kendine yeterli kılma gayretidir; bu görüş
hiçbir şeye öncelik vermez, hükümetin endişelerine ya da dışsal herhangi bir
ölçüte kulak asmaz ve Müslümanlara kendi çıkarları için en iyi olanı söyler.
Mısırlı âlim Yusuf Karadavi’nin de gösterdiği üzere, normatif bir özerklik
iddiasında bulunulurken, bir yandan da konum almak hem güçtür hem de mantıksal
açıdan imkânsızdır. Seyyid Kutub’un sentetik mantık biçimi de onun son
yazılarında bu tip konulardan uzak durmuş, ilk yıllarına nazaran sözkonusu
argümanlara daha fazla şüpheli yaklaşmıştır.[12]
Hem hükümetlerin hem de Müslüman aydınların uğraşmak
zorunda kaldıkları diğer bir alan da mülkiyetle ilgili iddialardır. Mısır’da
1952’deki toprak reformu, İngiliz ve Fransız mallarının 1956’da müsadere
edilmesi, 1960 tarihli millîleştirmeler ve son olarak 1961’deki Temmuz Yasaları
aracılığıyla gerçekleştirilen millîleştirmeler ve toprak reformları, devletin
kendi eylemlerini bir dizi ölçüte göre meşrulaştırdığına tanıklık eder. Bu
meşrulaştırma gayretlerinin önemli bir bölümü, millî kalkınma, daha fazla verimlilik
ve toplumsal adalet gibi kimi laik tespitlere dayanır. Ancak bu bilinçli İslamî
meşrulaştırma gayretleri aynı zamanda yayımlanır ve ilgili yıllar boyunca
“İslamî sosyalizm”in tanımlanmasına katkıda bulunur. Böylelikle 1952 öncesi
statükoya dönük İslamî eleştirilerin koşulladığı birçok husus öne çıkartılarak
bireyle toplumun kendi özel iddiaları bu şekilde kanıtlanır. Bu noktada mirasla
ilgili Kur’anî kimi değerlendirmelere ve bireylerce kullanılan mülkiyet
biçimlerini teşvik eden ayetlere bakılır. Ancak aynı zamanda mülkiyetin
“toplumsal işlevi”ne (vazife içtimaiye) atıfta bulunularak, refahın artırılması
gayretinin “toplumsal denge”nin sürekliliğine halel getirmediği noktasında
ilgili işleve dair bir güvence verilmiş olur. Arabî, Sibaî ve diğer yazarlar,
mal sahipliğinin mülkiyet kullanımına bağlı olduğunu ve toplumun bundan çıkar
sağladığını vurgulamak niyetindedirler. Burada amaç, genel refah düzeyinin
yükseltilmesi ve zekât, yardımseverlik, miras ve adaletsizlik ya da zulümle
ilgili yasakların aktarılıp uygulanması aracılığıyla, ötekilerin isteklerinin
karşılanmasıdır.[13]
Toplum üyeleri arasındaki harmonik ilişkilerin
devamlılığı için zenginlik ve sefaletin aşırı biçimlerinden uzak durulur. Bu
gayret, İslamî toplumun kendine özgü yapısı için bir biçimde tamir edilmiş yeni
bir ahlâkî çerçeve temin eder. İlgili gayret dâhilinde kapitalizmle onun
sefalet ve zenginlik icad eden genel seyri aracılığıyla mahvolmuş ahlâkî
ekonominin yeniden tesisi için anlamlı, etkin ve etik bir gaye belirlenmeye
çalışılır.[14] Mısır’da devlet destekli bir gazete olan Minberül İslam,
kapitalizme yönelik suçlamalara alan açan bir forum görevi görür. Gazete,
sömürü, sınıfsal ayrışma ve kapitalizmin her şeyi özel mülkiyete dönüştürüp,
şahsî kâr için rekabeti destekleme kudretine yönelik saldırılara kendince alan
açar. Gazali ve Baha Huli gibi yazarların eleştirileri de bu yöndedir: ilgili
isimler, İslam ahlâkına bağlı toplumdaki dayanışma örneklerini aşındırdığı
gerekçesiyle söz konusu saldırılara iştirak ederler. Metalaşma sürecinin salt
toplumsallık değil, ayrıca fazilet noktasında da bir düşman olarak
belirlenmesinin nedeni buradadır.[15]
İslamî sosyalizm, kapitalizme yönelik iki muktedir
eleştiriyi dönemin İslamî söylemine taşır: kapitalizm, toplumu
işlevsizleştirmekte ve ahlâkî düzlemi düzensizleştirmektedir. İlgili
eleştiriler, İslamî söylem dâhilinde oldukları gibi kalmazlar. Kökleri,
toplumsal dünyayı farklı tahayyül eden iki ayrı güzergâha dayanmaktadır.
İlhamları farklı kökenlerden gelir, biri modern toplum anlayışlarına ve
toplumsal işlevle ilgili fikirlere, diğer ise Allah’ın bahşettiği evrenin
dengesini yansıtan insan ilişkilerinde mevcut, modern öncesi harmoni
fikriyatına yaslanır. Dolayısıyla mülkiyetin “toplumsal işlev”ine ilişkin
ayrıntılara girildiğinde gerekli malumat, önemli ölçüde, toplumsal söylem
dâhilindeki “kamu”ya ait modern düşüncelerden temin edilir. Böylesi bir ayrıntılandırma
gayreti, kavramın kendi ağırlığı ile sembolik anlamını açığa çıkartıp onu izah
etme noktasında önemli bir katkı sunar. Mevzu ile ilgili genel kanaate göre,
uzlaşmanın geçerliliği bağlamında arabulucu unsur mülkiyetin kendisidir ve kamu
ile özel arasındaki ilişkileri düzenleyen ise esasta sözleşmeci olan doğadır.
Bu sebeple hangi yazardan alıntı yapılırsa yapılsın, belirli bir eğilimi
mülkiyet düzenine ilişkin özel ya da kamusal çıkar aracılığıyla şu veya bu
yönde destekleme noktasında yapılacak uygun hesaplamaların muhayyel çerçevesi,
laik Avrupa fikriyatının gelişimine paralel ilerleyen toplumsal fayda ve
sözleşmeci fikirlere her daim muhtaç olacaktır.[16]
Diğer yandan “toplumsal denge”, modern öncesi ahlâkî
ekonomi anlayışına denk düşer, bu anlayışa göre, Allah’ın buyruğundaki evrene
ait denge ve oran, insan ilişkilerinde yansımasını bulur. Kavramsal açıdan
sözleşmeci olmaktan uzak olan bu anlayış, canlı-cansız, tüm yaratımın ilâhi
uyumu, dengesi ve oranına ilişkin kozmolojik fikriyatın emrindeki muhayyileden
türer. Bu muhayyel alanda, insanlarla onların Yaratıcı’sı arasındaki ilişkiler
kümesine ait araziyi teşkil ettiklerinden, mülkiyet ve toplum, birbirinden
oldukça farklı olan tüm özellikleri içerir. Kimi yönlerden bu ikili, ideal
açıdan, bir anlamda lehimsiz, yekpare bir bütünün parçalarıdır. Kopuş
tehlikesi, sadece kapitalizmin takdim ettiği yeni insanî örgütlenme ve iktidar
biçimlerinde değil, her daim mevcuttur. İran’da Ali Şeriati’nin, Hindistan’da
Muhammed İkbal’in birbirlerinden az çok farklı ve özgül kimi ifadelerle
söyledikleri üzere, kopuş, yeni muhayyile biçimlerinde de vakidir.[17]
Bu, kendine özgü bir İslamî toplumsallığın tesisine
ilişkin iki ayrı düşünme biçiminin zuhur etmesine imkân sağlar. Her iki düşünme
biçimi birbirlerini takviye etmezler, tersine ciddî bir ayrışma
içerisindedirler. Müslüman dünyadaki birçok ülkede deneyimlenen devletçi
sosyalist deneylerin çökmesi ardından gelen dönemde geliştirilmesi muhtemel
fikirleri koşullayacak yaratıcı bir gerilimi ortaya çıkarmaktan da uzaktırlar.
Ancak esas vurgu, kapitalizmin etkilerine yönelik eleştirilerin gelişimi ile
ilgili olduğunda, her iki düşünme biçimi, birbirlerini takviye edip, çapraz
yankılamalarla, kapitalist ilkelere dayalı bir sistemin hastalıklarına dair
güçlü ve cazip kimi eleştiriler yöneltirler.[18]
İlgili münakaşalar ve onlara eşlik eden münazaralar,
tam da Mısır gibi gelişmekte olan ülkelerde, sermayenin ekonomik kalkınmanın
sürdürülmesindeki rolüne ilişkin zuhur eden kaygılara denk düşerler. Şeyh
Şaltut gibi müfessirlere göre, sosyal fayda, hem sermaye kullanımını hem de
genel anlamda sermayenin hayırlı sonuçlara ulaşmak adına kullanılmasını güvence
altına alan kimi koşullara muhtaçtır.[19] Bu, tam da sermayenin inatçı doğasına
işaret eder. Korku, esas olarak sermayenin kendi mantığına göre işlediğine,
sahip olduğu önceliklere ve millî, kültürel ve ahlâkî hiçbir sınır
tanımaksızın, üretim için kendisine has bir sosyal hayat alanı açtığıyla
ilgilidir. Kârın sermaye yatırımını takip ettiği ve kâra ilişkin fırsatların
sınırsızlaştığı kapitalist ekonomik nizamın hâkimiyetindeki bir dünyada devlet
yalnızca ceberut yönünü kullanarak sermayeyi “zapt” edebilir ve mülkiyeti
kendisine çevirebilir. Mısır ve diğer ülkelerde tam da sermayenin ilgili
zaptetme teşebbüsü ardından edindiği verimliliği temel mesele olarak
tartışılır. Ancak kapitalist mantığın işletilmesi ile İslamî değerlerin
aşındığını söyleyen kimi yazarlara göre, sermayenin hâkim olduğu nizam, devlete
hükmetme rolünün verilmesini gerekli kılmaktadır.
İslamî sosyalistlere göre, İslamî sosyalizmin programı
ile silâhlanmış bir devlet, sermayenin zaptedilmesi ve onun tüm toplumun çıkarı
doğrultusunda kullanılması için bir araçtır. Bu anlayış, gelişip serpilen İslam
toplumuna katkı sunacak biçimde, mülk sahipliliğinin de düzenlenmesini gerekli
kılar. İlgili dönemde Mısır’da İslamî bir konumdan yola çıkarak devlete verilen
rol, kısmen devletin bu anlayışı yankılayan yazıların hamisi ve esas okuru
olması ile ilgilidir. Nasır hükümetinin “İslamî sosyalizm”e meyli, bir yönüyle
ona kendi sosyalist deneyini tarif etme imkânı verir, onu haricî sosyalist ya
da Marksist otoritelerden muaf tutar ve mülkiyet ilişkileri bahsinde sahip
olduğu radikalizmin derecesini ayarlama fırsatı verir. Bu tespit, 1960’ta
Müslüman Kardeşler’e yakın olan, eski bir Hür Subay, Kemaleddin Hüseyin’in
sözlerinde ifadesini bulmaktadır: “Bizim sosyalizmimiz ithal değildir, o
devletin tüm üretim araçlarının mülkiyetinin devlete geçmesine izin vermez,
aksine özel mülkiyeti korur ve özel teşebbüs hürriyetini teşvik ederek özel
sektöre fırsat eşitliği verir.”[20]
İslamî sosyalistlerin devletin rolü üzerinde bu denli
durmalarının nedeni, onların genelde iktidar tahayyülleri, özelde ahlâkî
kurallar ve sosyal pratik arasındaki bağla ilgili fikriyatlarıdır. Komuta edici
bir gücün gerekliliği açıktır. Bu güç ya da otorite, Allah’ın emirlerinin
dünyada tatbik edilmesini güvence altına alanların elindedir. Mısır örneğinde,
söz konusu güç, Nasır hükümetinin kararlılığına ve merhametsizliğine tabidir.
Bu hükümet, kendisini bizatihi veli el-emr olarak konumlandırmakta, Mısır devleti
ve hükümetinin hakiki mevcudiyetini İslamî yazarların tartışmaları sonucu
ortaya konulan idealist inşa faaliyeti ile tanımlamaktadır. Bu, her daim aşikâr
olmasa da, Nasır’ın “Zaim el-uruba vel-İslam” (Arabizmin ve İslam’ın lideri)
olarak takdiminde somutlanmaktadır.[21]
Tabiî bu esnada devletin kimliği ve çıkarları
arasındaki ilişkide belli bir anlam kayması yaşanır. Veliyü’l-emr, devlet ya da
hükümetin halkın kolektifliği aracılığıyla ve onun için mevcut bir şeydir. O,
mülkiyet hususunda, tüm halkın görev ve haklarının aslî mâlikidir. Tüm
zenginlik Allah’a ait olduğundan, mülkün resmî olarak kayıtlı mâlikinin
kimliğinin bir önemi yoktur. Şeyh Şaltut’un da belirttiği üzere, “Mülkiyet
herkesin yararına olacak biçimde muhafaza edilir.”[22] Bu yaklaşım, özel
mülkiyeti toplumun çıkarlarına tabi kılar. Muhammed Gallab’ın bir vakit
dillendirdiği biçimiyle, “Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, toplumun
hayatına ait iktisadî çıkarlar tarafından belirlenen sınırlar dâhilinde, hukukî
bir nitelik edinir. Bu, ilgili hakkın sabit olmadığı anlamına gelir. […] Ancak
bu, gene de toplumun refahının örgütlenmesi noktasında, diğer tüm haklardan
ayrı bir nitelik arz eder.”[23] Dahası Baha Huli’nin izah ettiği hâliyle,
sözkonusu haklar, sadece yöneticinin (yani imamın) ellerindedir. “Yönetici,
toplumun maddî, manevî, hijyenik, eğitsel ve askerî taleplerini karşılamak
amacıyla servete el koyma hakkına sahiptir.”[24]
Bu tartışmanın güçlü bir milliyetçi söylemin etkisi
altındaki diğer bir versiyonuna göre, mülkiyet, fertlerin görevlerini hem Allah
hem de vatan için ifa etmelerini sağlayan bir araçtır. Allah’ın hakları ile
vatanın hakları arasında kesin bir denklem kurulamasa da iki hak biçimi
arasında denklik kurulmaktadır. Bunlar aynı değere sahip mecburi
kategorilerdir. Mülk sahipliği ile ilgili meşru bir iddiada bulunmak isteyen
herkesi bağlayan gerekli koşullardır. Her iki hak da bütünleşmiş ve hakiki
manada İslamî olan toplumun gerekli birer parçasıdır. Allah’ın hakları, hem
zekât verme gibi gerekli bir koşul hem de yardımseverlik gibi, fertlerin
seçmekte hür oldukları, tavsiye edilen işlemlerdir. Vatanın hakkı ise toplumun
gerekli kamusal refahını artırmak için vergi toplamaktan ibarettir. Servetin
sahibi bu görevleri ifa ettiği noktada parasını kullanma iznini alır. Bu izin,
Allah’ın emrettiği ve devletin (veliyü’l-emr) dayattığı sınırlar dâhilinde
kullanılabilir.[25]
Kapsayıcı haklar meselesine ek olarak devlet aynı
zamanda ihtiyaçların anlaşılması için gerekli bir uzman olarak iş görür.
Böylelikle toplumun saadeti maslahat (fayda/çıkar/refah) kavramında içerilmiş
olur. Bu akıl yürütme ile İslamî zorunlulukların hedefinin tüm toplumun
çıkarına olduğu varsayımına dayanarak, sosyal ihtiyaçları belirleyip
dillendiren devlete ilgili zorunlulukları kavrayıp yorumlama yetkisi verilir.
“Ulema, devlete ait kaynaklar ve aygıtlar aracılığıyla biriktirilen, sosyal
uzmanlığa ait teknik bilginin ve geleneğin dinî manada öğrenimini ve
yorumlanmasını kontrol altına alan ve böylelikle nevzuhur ‘İslamî sosyalizm’
söylemindeki görece daha radikal çıkışlardan her daim korkmuştur.”[26]
Bu noktada devlet ya da hükümet, genel ya da kamusal
çıkarla ilgili hükümde bulunma tekelini ele geçirir. Ancak Müslüman aydınlar,
geçerli ölçütler hususunda sonraki süreçte ayrışma yaşamışlar, ilgili
ayrışmaların toplam anlamı ileride ortaya çıkacak tartışmaları koşullamıştır.
Yine de bu konu hakkında yazılar yazmış aydınların önemli bir bölümü kamusal
refahı ciddiyetle ele almış ve aynı zamanda maslahatın anlamının kavranması
noktasında “geleneğin” göreceli yetersizliğini ifşa etmiş, maslahatın ferdi değil,
sosyal olduğu üzerinde durmuşlardır. Gazali’nin beş refah ölçütünü hatırlatan
yazarlara göre, bu fertlerin ilgilerinin, yönetimin niyet ve ruhundaki makul
şiddete başvurmadan, toplumun görece daha geniş bir kolektif aşamaya
aktarılmasına odaklanmayacağını söylemişlerdir. Güvenilir bir âlim olan Yusuf
Karadavi bile maslahata ilişkin yeni kimi anlayışların politika temelli
talimatlara tercümesi ile ilgili rahatsızlıklarını bildirmiştir.[27]
Bazı yazarlar, farklı kurgulara ve rezonanslara sahip
klasik ya da geleneksel tariflere işaret etmiş, bu türden aktarımların sorunsuz
olduğunu düşünmüşlerdir. Pratikte belli bir katkısı olan bu aktarma işlemi,
yazarın İslamî miras karşısında “doğru” bir konumda olduğuna ilişkin şüpheleri
gidermiş olsa da mevcut miras anlayışı ile uzlaşma içinde olan basit bir
manevra olarak kalmıştır. “Altmışlarda “İslamî sosyalizm” fikrinin gelişimi
bağlamında kamusal çıkara ilişkin kimi ölçütlerin belirlenmesi, kimi durumlarda
ilgili fikrin yaygın bir biçimde, “otantik” bir üslupla İslamî kaynaklardan
devşirilmesi gayreti, nihayetinde kamusal çıkarın hükümet eliyle
kararlaştırılması iddiasını koşullamıştır. “Minberül İslam’a katkı sunan birçok
yazarın da iddiasına göre, ölçütlerin belirlenmesi hükümetin yükümlülüğündedir.
Zira hükümet böylesi bir gayrette pek zorlanmayacaktır."[28] Elbette
devlete verilen bu serbestiyet ve ilgili yaklaşımın radikal sonuçları,
geleneklere görece daha fazla bağlı yazarların tepkisini çekmiştir. Muhammed
Ebu Zehra gibi yazarlar, İslamî zorunluluğun bu türden “ilerici” yorumuna
topyekûn saldırmışlardır.[29]
Muhtemelen bu yenileme gayretlerinden elde edilen
faydayı pekiştirmek adına, toplumun genel çıkarını ve kamusal refahın
genişletilmesi için verimlilik ve gayrisafi millî hâsılada ne ölçüde bir
artışın yapılacağına dair bir fikir giderek önem kazanmaya başlamıştır. Bu
yaklaşım, Mısır ticaretinin ve endüstrisinin büyük bir kısmının devlet
mülkiyetine geçişine imkân veren 1961 millîleştirme politikaları için gerekli
seküler gerekçede yankısını bulmuştur. Mısır hükümeti, teşvik tedbirleri ile
faaliyet yürüten özel sermayenin kalkınma projelerine dâhil edilmesi için
yüreklendirilmesi fikrini, başarılı olamayacağı düşüncesiyle, reddetmiştir. Bu
sebeple, benzer sermaye kaynaklarını devlet mülkiyetine geçirmekle sermaye daha
etkin bir biçimde kullanılacaktır, zira sermaye, Mısır hükümetinin uygun
gördüğü millî kalkınma hedeflerine teksif edilecektir.[30]
Başka bir ifadeyle, zenginlik yaratımı ve sermaye
yatırımına ait en iyi tekniklerin, keşif ve bilgi aracılığıyla verimli bir
biçimde kullanılması fikri, özel mülkiyetin kamulaştırılması sürecini
meşrulaştırmıştır.[31] Bu da kamusal refahın ve genel anlamda kamusal çıkarın
yorumlanması için gerekli uzmanlığın yapısı ve konumuna ilişkin tartışmayı bir
kez daha su yüzüne çıkartmıştır. Bu süreç dâhilinde Müslüman âlimler avantajsız
bir konuma sürüklenmişler, “toplum bilimi” ile ilgili disiplinlere aşina olan
yeni Müslüman aydınlar imtiyazlı duruma gelmişlerdir. Eğer nas, edebî bir metin
olmaktan çıkıp, toplumsal bir metne dönüşmüşse, onun yorumu için kimi
becerilerin de edinilmesi gerekli hâle gelecektir.[32] Ahlâkî tavsiyeler artık
yeterli değildir. Artık çağ toplumsal uzmanlık çağıdır.[33]
Bu bağlamda teknik giderek daha fazla önem arz etmeye
başlamış, kamunun esenliği ona tabi kılınmıştır. Teknik, hem teknolojiye hem de
idarî becerilere işaret etmektedir. Müslüman aydınlara göre, Allah doğayı
insanın menfaatine yaratmış olduğundan, Müslüman toplumların üretkenliğini ve
refahını artırmak amacıyla kullanılacak teknoloji çok az sınırlanmalıdır. Onlar
da Müslüman ve gayrimüslim dünyadaki seküler muadilleri gibi iyimserdirler
ancak teknolojinin ve endüstriyel genişlemenin faydalarına ilişkin de gayet
nahif bir tutum içindedirler. Bu yaklaşım, endüstriyel genişlemenin ve
teknolojinin ekolojik sakıncalarının farkında olunduğu dönemi önceleyen
yıllarda gayet yaygındır. Bir sonraki Müslüman aydın kuşağı toplumsal maliyeti
hesaba katmak durumunda kalmış ancak o zaman bile teknik ve bilimsel
ilerlemenin iç mantığıyla ya da teknolojinin toplumsal ve entelektüel
sonuçlarıyla çok az ilgilenmiştir.[34]
Yeni idarî tekniklerin faydacı sonuçlarına dönük
yaklaşımda da benzer bir iyimser hava hâkimdir. Devletin farklı idarî
teknikleri toplumun temel amacı ya da niteliğine halel getirmeksizin
benimseyebileceği fikri herkeste ortaktır. Oysa bu fikir fiilî tecrübe ile
çatışma içindedir. Müslüman dünyadaki modern devlete ait yenilikçi idarî
tekniklerin, halkın devlet örgütlenmesine ilişkin kanaatlerini biçimlendiren
kimi gerekçelerle tanıştırılmış olduğu iddia edilebilir. Bu, en fazla,
Filistinli Takiyüddin Nabhani’den Suriyeli Said Havva’ya dek uzanan bir dizi
Müslüman aydının yazılarında yansımasını bulan bir yaklaşımdır.[35] Bu
yazarlar, ideolojik yüklerinden arınmış, nötr kamusal çıkarın keşfi ve
somutlanması için kimi teknikler önermekte ama bir yandan da idarî liyakatin
ölçütlerine ait normatif kudreti benimseme noktasında kimi zafiyetler
göstermektedirler.[36]
Böylesi bir görüş, kaçınılmaz olarak kamusal çıkarın
arabuluculuğu rolünü pekiştirme yoluna gider. Hükümet ve İslamî mesajın tayin
ettiği “toplumsal denge”nin ahengi ile ilgilenildiği dönemde Şeyh Muhammed
Gazali ve diğer yazarların yorumlarının da ele verdiği üzere, devletin İslamî
geleneğe hiçbir şey borçlu olmayan idarî teknikleri kamusal refahı
sömürgeleştirecek ve böylelikle çağın değişen koşullarına tatbik edilmesi
gereken İslamî zorunluluklara ilişkin okuma pratiğini belirleyecektir.[37] Aynı
zamanda bu yaklaşım, kamusal çıkarın Allah’ın da çıkarına olduğunu ve onun
Allah’ın çıkarına uygun olarak biçimlenmesi gerektiğini söyleyen iddiadan
dönülmesini öneren ana eğilimi güçlendirecektir.[38]
Bu türden bir kayma, kamusal çıkarla muhtemelen açık
uçlu ve koşullu gerçekleşecek ilgili tedbiri “Allah’ın hakları”na ilişkin belli
bir anlayış ve yorumla buluşturacak, böylelikle farklı yorumları koşullamakla
kalmayıp, onları ayrıca devlette içerilen hâkim iktidar yapılarına tabi
kılacaktır.
Mısır hükümetinin devlet faaliyetlerini İslamî
değerlere atıfla meşrulaştırma ve aklîleştirme gayreti, bu aydınların
Mütezile’yle ilgili olarak öğrendikleri korkunun belirmesine neden
olmuştur.[39] Seyyid Kutub gibi isimler ilgili yönelimi reddetmişler ve
devletle karşı karşıya gelmişlerdir. Bunun temel nedeni, devletin
“putperestliğin” modern bir biçimi olarak, mutlak ve kapsamlı bir otorite
hâline gelmiş olmasıdır.[40]
Toplumsal Uyum ve Ahlâkî Ekonomi
Devlet, evrensel planda etkin toplumsal faaliyetin bir
faili olarak resmedilmesine rağmen, “sosyalizm”i kapitalist sömürü ve sınıfsal
ayrışmanın ilâcı olarak gören Müslüman aydınların ana meşgalesi toplumsal
dayanışmadır. İslamî toplumsallığın restore edilmesi aslî hedeftir. İnsanların
ortak bağlarını yeniden keşfetmelerini, birlikte, işbirliği içinde
çalışmalarını ve toplumsal faaliyet içine girmelerini sağlayacak yolların
tasavvur edilmesi, öncelikle mülkiyet edinimini ve kullanımını gerektirir. Bu
pratik, ahlâkî bir zeminde gerçekleşmelidir. İlk İslamî sosyalistlerin
kapitalizme yönelik eleştiri faaliyetlerini yoğunlaştırdıkları nokta burasıdır.
Örneğin “karşılıklı toplumsal sorumluluk” (tekafül-ü içtimaiye) Muhammed Bahi, Şeyh
Şaltut ve Ahmed Şarababasi gibi Mısırlı yazarların ilgili eleştiri pratikleri
dâhilinde belirleyip geliştirdikleri bir kavramdır.[41]
Karşılıklı toplumsal sorumluluk, zenginliğin ve
yoksulluğun aşırı uçlarını törpüleyecek, işçilerin, hakları güvence altında
olan, saygıdeğer birer insan hâline gelmelerini sağlayacaktır. “Fert üretime
ait bir etmen olarak görülemez, o, tercihleri, ruhu ve hissiyatı olan bir
varlıktır.”[42] Bu, topluma ve sosyalizme dönük Fabyusçular derneklerine özgü
yaklaşıma birçok yönden benzeyen bir yaklaşımdır. Hem seküler hem de Müslüman
kimi yazarların ve düşünürlerin sosyalizmle ilgili görüşleri sayesinde ilgili
yaklaşım Fabyusçu çizgiden uzaklaşmıştır. Ancak ayrıca söz konusu yaklaşım,
endüstriyel kapitalizme dönük bir tür cevap olarak Fabyusçu sosyalizmi ile
ortak kökleri paylaşan, yüzünü, geleneksel planda kabul gören, ehli kitap bir
dinin değerleri içinde pişmiş, karşılıklı saygı etiği ile tasdik edilmiş,
gözünü kapitalizm öncesi toplumsal nizama çevirmiş görüşten de beslenir.[43]
Fabyusçulara göre, ilgili görüşün kökleri, on
dokuzuncu yüzyılın başlarındaki Hristiyan sosyalistlerine dek uzanır. Müslüman
sosyalistler ise farklı tahayyüllere ve farklı bir geleneğe yaslanmışlar ancak
temelde toplum ve toplumun yapısına ilişkin ortak bir tahayyülü
paylaşmışlardır. Özelde onlarda fertlerin eşdeğerde ama ayrı rollere sahip
oldukları, böylelikle herkesin esenliği ve bütünlüğü için çalıştığı, “organik”
bir topluma inanmışlardır. Bu toplum, hakikatin apaçık delilidir. Örneğin
Şarabasi toplumu, aynı amacı güden, uyum içinde çalışan, farklı organlara sahip
bir beden olarak tasavvur etmiştir. Ona göre, her bir parça ana yapıyı ayakta
tutmaktadır.[44] Bu sosyalizm anlayışı, toplumu keşfedip adaletsizliklere
itiraz etmeye başlamış, ama bir yandan da kendi geleneklerine kalmayı
sürdürenlerin kaygılarına denk düşmüştür. Bu noktada tahayyüller örtüşmüş,
düşünceler denk düşmüş, mecazî düzeyinde sosyalizm bir biçimde kucaklanmış, bu
sayede sosyalist fikirler güçlü birer araç olarak devreye sokulabilmiştir.[45]
1940’larda Suriye İhvan’ının lideri Mustafa Sibai, bu
sosyalizm görüşüne bağlanan Müslüman aydınlardan birisidir. O İhvan’ı Suriye
siyasetinde daha canlı ve çatışmalı bir alana çekmiştir. Bunun nedeni,
1940’ların sonu ve 1950’lerin başında ülkedeki yabancı sermayenin ve giderek
güç kazanan toprak ağalarının kırsal bölgelerdeki geleneksel dayanışma
biçimlerini tehdit eden etkisine karşı bir kampanyaya girişmek zorunda
kalmasıdır.[46] Bu politik faaliyete, Sibai’nin toplumun hastalıklarını
iyileştirmek amacıyla İslam’ın yapabileceği katkıları araştırma gayreti de
eşlik eder. Ancak bu gayret, zamanla söz konusu politik faaliyetin yerini alır.
Esasta Sibai, “İslam sosyalizmi” (iştirakiyatül İslam)
terimini kullanmaktan asla kaçınmaz. Onu temelde şeriat kurallarına dayanan
hukukî bir çerçeve ile güçlendirilmiş ve karşılıklı yardımlaşma ve işbirliğine
dayalı bağların mevcut olduğu Müslüman toplumun toplumsallığı olarak tarif
eder. Ona göre, hayata ait haklar, hürriyet, bilgi, saygı ve mülk sahipliği,
insanların birbirleriyle ve Allah’la kurdukları ilişkilere dönük müslümanca bir
kavrayış üzerinden tarif edilmeli, tüm bunlar, dış saldırılara ve içteki
çürümeye karşı muhafaza edilmelidir.[47] Sibai ve diğer isimlere göre
sosyalizm, bu anlamda, hem fertlerin sermayeyi “kitlelere zulmetmek ve onları
sömürmek” için kullanmaktan alıkoyan tüm sınırları ifade eder hem de
“yoksulluğu, mahrumiyeti, açlığı ve hastalığı” ortadan kaldırarak, Gazali’nin
geliştirdiği klasik geleneğe ait şahsî çıkara (maslahat) ait beş bileşenin
muhafaza edilip geliştirilmesine işaret eder.[48] Bu açıdan bakıldığında,
işbirliği ve toplumsal dayanışmaya dayalı ahlâk Müslüman toplumu görece daha
iyi bir yere taşımakla kalmaz ayrıca geçmişte olduğu gibi, onu güçlendirir ve
“dünyanın en gelişkin toplumu” hâline getirir.[49]
Toplum üyelerinin herkesin iyiliği için özveriyle
çalıştıkları birleşik ve kooperatife dayalı bu toplum vizyonu Mısır’da Nasır’ın
ve onun hükümetinin korporatist ve otoriteryan amaçlarına bağlar kendisini.
Hükümet kamusal refahın teşviki için gerekli olduğunu düşündüğü tedbirlerin
sıkı bir kontrolünden kendisini alıkoyarken, zemin, kapitalizmle emperyalizmin
saldırıları sonrası, toplumun yeniden inşasını savunan, herkesin arzuladığı,
toplumsal uyum ve dayanışma fikri için hazırlanmış olur. Örneğin mecburiyetlerden
oluşan bu karışım, en iyi, eski bir İhvan üyesi ve altmışların başında Mısır
hükümetinin Evkaf Bakanı olan Muhammed Bahi tarafından kavranmıştır. Bahi,
kapitalizme salt toplumda sınıfsal ayrışmalara yol açtığı için değil, bağımsız
zanaatkârın kendine yeterlilik idealini imha ettiği için de saldırmıştır. Aynı
zamanda o, kapitalizmi sermayenin başkalarının hayatları üzerinde kimilerine
kudret bahşetmesi, birikim aşkına biriktirme tutkusunu savunması ve ahlâkı
çökerten faizi (riba) desteklemesi sebebiyle suçlamıştır, tüm bunlar Bahi’ye
göre, Allah’ın hükümlerine aykırıdır ve güçsüzün aleyhinedir.[50]
Mısır hükümetine yakın isimler olarak Şeyh Medani ve
Şeyh Gazali’ye göre, ahlâkî ekonominin yenide inşa edilmesi ancak zekât ya da
ribanın yasaklanması suretiyle mümkündür. Bu tip tedbirleri almak öyle ahım
şahım bir iş de değildir, zira zaten bizzat Allah’ın emirleridir. Bunlar,
ayrıca sınıfsal çelişkilerin yozlaştırdığı, kapitalizmin kışkırttığı
açgözlülüğün, rekabetin ve metalaşmanın çözdüğü toplumu yeniden uyumlu
kılacaktır.[51] Bu ve benzeri yazılarda Müslüman aydınlar, eşhasın maddî
işlemlerinin toplumsal adalet bağlamı içine oturtulmasını ve insanların
düşüncelerinin ön plana aldığı bu tür işlemlerin “ruhanî” yönünü muhafaza edip
ahlâka saygı gösterilmesini güvence altına alacak ahlakî ekonominin yeniden
canlandırılması yönünde çağrıda bulunurlar. Böylelikle eşhasın toplumsal
örgütlenmesinde aşikâr bir maddî yöne sahip olan sosyallik, bir yandan da hem
muhayyel bir empati aracılığıyla bir tür çimento olarak iş gören hem de onu bir
değer olarak insanlara aşılayan, maddî olmayan bir boyuta sahip olacaktır.[52]
Bu sayede altmışlarda, Mısır’da, “Sosyalist
Kararnameler”, Nasır ve onun İslamî sosyalist müdafilerince sadece Kur’anî
hükümlere değil, ayrıca toplumsal örgüye dönük özellikle mülkiyetle ilgili
vurgular üzerinden gerçekleştirilen müdahalelere atıfla meşrulaştırılmıştır.
Toprağın yeniden dağıtımı, iş dünyasının millîleştirilmesi ve mülkiyetin
müsaderesi, toplumsal dayanışmaya ve kurumsal karşılıklı bağımlılığa doğrudan
bağlantılı hususlardır. Dahası genel varsayıma göre, eğer karşılıklı toplumsal
sorumluluk bilinçsel faaliyetlerde ve fertlerin aklında gereğince zuhur etmez
ise, o zaman müdahale etmek devletin aslî görevidir. “Misakü’l-Vatanî”yi övme
konusunda aceleci davranan Müslüman aydınlara göre devlet İslamî şeriatla tam
bir uyum içinde hareket etmelidir.[53] Oysa bu, elliler boyunca Mustafa
Sibai’nin önerdiği “karşılıklı toplumsal sorumluluk” anlayışının hassas
çıkarımlarından değildir. Hattizatında Sibai, genel tartışmada cebirden ziyade
ferdî katılımı öne çıkartmaktadır. Gene de ceberut devlet modeli onun
yazılarında hiç rastlanmayan bir unsur da değildir. Bu, o günün Mısır
hükümetinin Sibai’nin İştirakiyatül İslam isimli eseri ile resmî
düzlemde ilgilenip onun sayısız baskısını yapmış olmasının nedenini de izah
etmektedir.[54]
Sibai’nin Nasır hükümetince eserinin benimsenmesine
dönük tepkisi karışık bir meseledir. O BAC hükümetinin ana hatlarını bizzat
kendisinin çizdiği “İslam sosyalizmi” ile kimi yönlerden uyumlu bir sosyalist
programı benimsemiş olmasından memnundur. Ancak o ayrıca programın devlete
bağlanması karşısında öfkelidir. Sibai, özel mülkiyete el koymaya başlayan
devleti sınırlayan hususlara işaret ederek itirazını dile getirir. Aynı ölçüde
önemli olan bir diğer mevzu da “İslam sosyalizmi”nin kalıcı bir etkisi ve ahlâkî
bir kıymeti olacaksa, onun gönüllülüğe dayalı olması gerektiğidir. Ömrünün
sonuna doğru kaleme aldığı yazılar, ceberut devletin ahlâkî ıslahatı ikame eden
bir unsur olamayacağını ve devletin ilgili süreci bozup engellememesi
gerektiğini söylerler.[55]
Dolayısıyla ahlâkî ekonominin restorasyonu için ana
hatları belirlenen bu tür bir programın temeli kapitalizmin etkilerine ve
kapitalist sömürüye karşı çıkan ilkelere dayanmış ama süreç içinde devlet
projesi içinde asimile edilmiştir. Kimileri inançsızlıklarını bir biçimde
askıya almış, Nasır hükümetinin ülkeyi yabancı sermayeye karşı koruduğu
düşünülen kimi tedbirleri aldığına ve Mısır’daki sermayenin “toplumsal
işlev”ini restore ettiğine kendilerini inandırmışlar, böylelikle ihtiyaç
duyulan toplumsallığın yeniden tesis edileceğini düşünmüşlerdir. Gene de
Nasırcı devletin kusurlarından ayrı olarak, devletin kendi mecburiyetlerini ve
içsel mantığını takip etmesi gerektiğine ilişkin bir şüphe zuhur etmiş, bu
fikir, ilgili gayretin altını çizmesi gereken İslamî normlara çok az bağlı
kalmıştır. Kısacası devlet iktidarına başvurmak suretiyle “İslam sosyalizmi”
devlet sosyalizminin iç mantığı karşısında yenik düşmesi ile sonuçlanan bir
tehlike açığa çıkmıştır. Sonuçta, sayıları giderek artan kimi Müslüman aydınlar,
ayrıksı kimi İslamî değerler üzerinde yükselen bir İslamî toplumsallığı yeniden
tarif etme ihtiyacı duymuşlar, bunun o gün için Müslüman Arap dünyasının önemli
bir bölümüne hâkim olan kapitalizmden ve devlet sosyalizminden farklı olması
gerektiğini düşünmüşlerdir.
İslam’ın Toplumsallığını Tanımlamak
Kapitalizmin Müslüman toplum üzerindeki etkileri ile
ilgilenen Müslüman aydınlar, sadece toplumsal bağlılık değil, ayrıca kimlikteki
erime ve özerklik kaybına da odaklanmışlardır. Bu isimler kendi toplumlarının
ferdiyetçilik, ahlâkî bencillik, kâr güdümlü davranışlar ve metalaşma eliyle
çözüldüğüne inanmışlardır. Bu kısmen kapitalizmin etnik kökeni ve kapitalist
kurumlarla pratiklerin mündemiç oldukları normatif çerçeveye dönük de bir
ilgidir.[56] Bu ilgi, gelişen ticaret toplumunun dönüştürücü gücü ve yarattığı
çatışmaya dönük bir korkunun ürünüdür. Bu bağlamda kapitalizmin antitezi olan
komünizm dönemin yazılarında önemli bir yer tutar ve özgül bir İslamî
alternatif formüle etme gayretine izin veren bir kurgu olarak endişe verici tüm
ayrıntıları resmeder.[57]
Muhammed Gazali’nin “Komünizm kapıdaki, kapitalizm ise
içimizdeki düşmanımızdır” tespiti, salt kapitalizmin toplumu zayıf düşüren,
içteki sinsi hain olmasıyla değil, onun ayrıca toplumu komünizme av yapmakta
oluşuyla da ilgili bir değerlendirmedir.[58] Kısmen İslamî sosyalizm cevabı,
Müslümanların kapitalizm ve komünizm denilen o iki nahoş seçenekle
yüzleşmemeleri için yapılmış bir belirlemedir.
Komünizme dönük suçlamalardan birisi, onun “doğaya
aykırı” oluşu ile ilgilidir. Bu, Marksizmi ahlâkî sınırın ötesine yerleştirmek
anlamına gelir. Marksizm, ayrıca “doğal olmayan” bir inançlar kümesini reddeden
insanlık için umudu ifade eder.[59] Şurası açık ki İslamî değerlerin
muhafazasını ve genişletilmesini savunanlara göre bu tip değerler insanların
diğer bir uca savrulmasını önleyecek sigortalardır: kapitalizme öfkelenenler,
komünistlerin yörüngesine girmemelidirler. Komünizmin gözlerini açtığı insanlar
ondaki baskıcı unsuru asla unutmamalı, bir yandan da kendilerini kapitalizmin
teşvik ettiği bencil kâr güdüsüne teslim etmemelidirler.[60] Bu sebeple,
“üçüncü yol” denilen o ortak mecaza atfen İslam, ferdî ve toplumsal talepler
arasındaki mükemmel dengenin adıdır. O, kapitalizm ve komünizmin aşırı uçlarını
törpüler.[61]
Bu ayrıca İslam’ı kapitalizmin ferdiyetçiliğinin ve
Marksistlerce kullanılan sınıf savaşının öngördüğü toplumsal parçalanmaya dönük
iyileştirme gayreti olarak takdimi noktasında, önemlidir. Kapitalizm ve
komünizm materyalizme dayanır. Materyalizm ise insanı salt bir makineye
indirger. Komünizm de kapitalizm kadar ferdi insanlıktan çıkartır. Her ikisi de
toplumun organik dayanışmasının altını oyar.[62] Materyalizm felsefesi ve maddî
avantajlara dönük mevcut takıntı kapitalist devrimin birer parçasıdır ve kapitalist
değerlerin tehlikeli yönüdür. Müslüman ülkelerin tabi oldukları “kültürel
istila”nın sebebi buralarda aranmalıdır.[63] Ayrıca böylesi bir konum, İslam’ın
mevcut topluma makul bir araç olarak takdim edilmesi için de önemlidir. Bu
sayede O, yirminci yüzyılın sonunda dünyaya hükmeden ideolojilerle başa çıkma
ve onları çürütme imkânı bulacaktır.[64]
Materyalizme ve komünizme dönük açık bir itiraz
gerçekleştirilmesine karşın, kendisini sosyalist olarak niteleyen, hatta
“İslamî” olarak sıfatlandıran, kapitalizm eleştirisi, bir başka dış kaynaklı
tefekkür karşısında savunmasız kalacaktır. Bu, kendisini ister toplumsal
faydanın değerlendirilmesine dönük ölçütler içinde ele versin, ister İslamî
mecburiyetlerin yorumlanmasına dair bir yöntem olarak göstersin isterse de
ayrıksı Müslüman birliklerle ve diğer seküler örgütlerle sıkı bir işbirliği
içinde olsun, ortada İslam’ın dönüştürülmesine ve imanın zayıflamasına dönük
belli bir hoşnutsuzluk olacaktır.[65] Sonuçta “İslamî sosyalizm”in ilkeleri ile
İslam’ın kutsal tarihini ilişkilendirmeye dönük bir dizi gayret ortaya
konulduğu vakidir. Bu gayretlerde Hz. Muhammed ile dört halifenin, özellikle
mülkiyet dağıtımı meselesine ilişkin, söz ve eylemlerine atıflar
yapılmıştır.[66] Toplumsal sigortanın o iyi günlerinde Müslüman toplum eliyle
uygulamaya konulduğuna ilişkin benzer örneklerle ilgili gayretler pekiştirilmiş,
modern toplumlardaki kapitalizmin meşum etkilerini tasfiye edecek tedbirlerin
tarihsel kimi dayanakları bulunmuştur. Aynı ölçüde karşılıklı toplumsal
sorumluluk ya da toplumsal dayanışmaya ait “ruhanî” ya da ahlâkî boyut, ilk
dönem Müslüman toplumun en önemli özellikleri olarak öne çıkartılmış,
böylelikle bunlar, ta başlangıcından itibaren, kendine has İslamî nizamın
bütünleyici birer parçası olarak sevinçle karşılanmıştır.[67]
Ancak Mısır, Cezayir ve Pakistan gibi, Müslüman
dünyanın farklı yerlerinde “İslamî sosyalizm”in eylem programı değil de
retoriksel bir araç olarak kabul edilmesi, ilgili kavramın içeriğini ve
anlamını önemli ölçüde değiştirmiştir. Kimilerini korkutan bu kavram mevcut güç
dengelerini değiştirmiş, böylelikle karşılıklı toplumsal sorumluluğun
faziletleri, devlet failleri ile mecburi bir işbirliğine girilmesi ile
yozlaşmıştır. Bu işlemin arkasındaki hâkim seküler mantığın sonucu olarak,
stratejik ve yönetsel çıkarların oportünist bir biçimde ifası ve kimi
tavizlerin verilmesi ile “İslamî sosyalizm” müdafisi görünen hükümetlere, din
adamlarına ve Müslüman aydınlara karşı bu ülkelerde belli bir tepki ortaya
çıkmıştır. Altmışlarda liderliği İsam Attar’ın ele geçirdiği Suriye İhvan’ında
sosyalizmden keskin bir kopuş yaşanmış, yeni hareket, Müslüman toplumun yeniden
tesis edilmesinde en iyi yolun özel mülkiyete ait faziletlerin ve müteşebbis
faaliyetlerinin müdafaası olduğuna kanaat getirmiştir.[68] Cezayir’de bir dizi
Müslüman aydın tarafından kabul gören Millî Kurtuluş Cephesi’nin devlet
sosyalizmine karşı benzer bir tepki oluşmuş, ülkede millîleştirilmiş mülkiyetle
ilgili duaların artık geçersiz olduğu ilân edilmiştir.[69]
“İslamî sol”un ruhunu muhafaza etmekte kararlı
görünen, Mısırlı Hasan Hanefi gibi bağımsız eleştirmenler bile devletin rolü
ile ilgili bir hükümde bulunmak gerektiğinde ikircikli bir tutum
sergilemişlerdir.[70] Bu ikirciklilik, Hanefi’nin İslam ve Mısır devrimi ile
ilgili birkaç ciltten oluşan çalışmasında açık bir biçimde görülmektedir.
Hanefi, İslam’ın sosyalizm dini olduğuna ve ilk dönem İslamî devletin sosyalist
bir devlet olduğuna ilişkin iddialarını yineler. Ona göre, Hz. Muhammed (bir
yerde O’nu imamü’l iştirakiyin, “sosyalistlerin lideri” olarak niteler.)
işbirliğini, karşılıklı toplumsal dayanışmayı, kaynakların eşit paylaşımını ve
servetin kamu yararı için kullanılmasını teşvik etmiştir. Ayrıca Hanefi,
Nasırcı sosyalizmi, sosyalist tedbirlerin İslam’ın hükümlerine karşıt olduğunu
iddia eden Suudi Arabistan türünden “Arap gericiliği”nin tepkilerine karşı
müdafaa etmiştir. Ancak öte yandan da o İslam’ın Mısır’da otokratik bir hükümet
eliyle nasıl kullanıldığının da farkındadır. Bu tip çabalar, İslamî sosyalizme zarar
vermektedir.[71]
Hem 1981’de yayımladığı, kısa ömürlü gazetesinin hem
de tüm Müslüman dünyada faaliyet yürütmesini öngörüp başlatmaya niyetlendiği
hareketin adı olan “El-Yesarü’l-İslamî” (“İslamî Sol”) isimli
manifestosunda Hanefi, “İslamî sosyalizm” ifadesi ile Nasır’cı Mısır devletinin
ilişkilendirilmesi karşısında duyduğu üzüntülerini bildirir. Gene de ilgili
kavramın çıkışını koşullayan ilkeleri yeniden ele alır. Bu noktada Cemaleddin
Afgani’nin batının askerî ve bölgesel emperyalizme dönük direnişine bakar.
Ardından Hanefi, kendisinin ve hareketinin, Avrupalı emperyalistler terk
etseler bile, mevcut ekonomik ve kültürel emperyalizme karşı mücadele edeceğini
söyler. Bu amaçla o, kendisini İslam içindeki “reform” davası ile tanımlar.
Diğer entelektüel ataları gibi o da Mütezile hayranıdır, sufizmi hor görür,
fıkıhta ise Malikî okuluna bağlıdır. Zira Malikî Okulu, mesalih-i
mürsele (kamusal çıkar) liderliğindeki Müslüman cemaatin çıkarlarını en
iyi şekilde tesis edilmesine imkân veren bir kapsama sahiptir.[72]
Bu bağlamda Hanefi, İslamî sosyalizmin ruhuna bağlı
kalır. Onun esas ilgilendiği husus, Müslüman ülkelerin en alt basamaklarında
konumlandığı bir devletler ve servet hiyerarşisi inşa eden küresel
kapitalizmdir. Ancak o, ayrıca Müslüman toplumlardaki kimlik ve toplumsallık
üzerindeki mevcut küresel kapitalizmin etkilerinden endişe etmektedir. Mustafa
Sibai gibi o da İslamî sol bir programın kapitalist kalkınmanın çözücü ve
materyalist yönlerine karşı bir panzehir olacağını düşünmektedir. Bu amaçla
ferdiyetçilik yerine, karşılıklı toplumsal dayanışma ve işbirliği teşvik
edilecek; fertlerin mutlak tasarruf hakkına sahip oldukları özel mülkiyet
yerine Müslüman cemaatin bütünsel talepleri öne çıkartılacak; eşitsizliği ve
adaletsizliği teşvik eden, çıkar temelli faaliyetler ise yerini, toplumsal
uyuma dayalı verimlilik üzerinden gerçekleştirilen kooperatif mübadele
formlarına bırakacaktır.[73] Bu görüşler, Benna, Awda ve diğerlerinin ellilerde
kaleme aldıkları yazılarda ortaya konulan, kapitalizmin hastalıkları ve Müslüman
cemaatin toplumsallığını tehdit eden unsurlarla ilgili görüşlerden çok az
farklılık arz ederler. Hanefi’nin projesi, kimi vakit atalarının da meyyal
olduğu faydacılığa istemeden de olsa teslim oluyor görünse de onun projesini
devletten ve böylelikle onun muhtemel otoriteryan mantığından ayrıştırmaya
çalışması dikkate değer bir husustur.[74]
Bu türden gelişmeler, her türden özgül İslamî
kapitalizm eleştirisi üzerinde tesirde bulunmuştur. Bu yıllar boyunca
kapitalizme yönelik özbilince sahip İslamî eleştiri, Mısır hükümetinin ele
aldığı ve devlet sosyalizmi programının desteklenmesi ve meşrulaştırılması için
kullanılan bir önermeler kümesi ya da tanımlayıcı bir nişan hâline gelmiştir.
Kaçınılmaz olarak farklı öncelikler devreye girmiş, bunlar beraberinde ilgili
cevapları devlet için faydalı ve muğlâk olacak şekilde dönüştüren bir mantık
getirmiştir. O güne dek muğlâklık her daim zihinlerde olagelmiş, ahlâkî değere
ait ölçütlerin geliştirilmesi ya da yorumlanmasına ait ilkelerle uğraşılmıştır.
Bugün kendisini başka yollardan, etkili olmaya dair kimi açık gayretler
üzerinden ele vermektedir. Devletin etkililiği ve kapasitesi, İslamî sosyalist
programın pratik içerimlerine karar verilmesi noktasında ana ölçütler hâline
gelmiştir artık. Bu sebeple, İslamî sosyalizm, özellikle Mısır’da, hükümetlerin
hizmetinde araçsallaştırılmıştır. Hükümetler en önemli öncelikleri olarak özgül
İslamî ahlâkî ekonominin restorasyonu için gayret sarf etmemiş, hatta
araçlaştırma işlemi dâhilinde, İslamî gelenekle bağlantılı sembolik sözlükçeyi
bir biçimde devreye sokmaktan da geri kalmamışlardır.
Bu sürecin en önemli sonucu, devlete yönelik
şüphelerin artması ve onun meşruiyetinin zayıflamasıdır. Yetmişlerden beri
İslamî düşünceye damga vurmuş olan devlet, kamusal çıkarın desteklenmesini ve
verimliliğin artırılmasını öngören programların başarısız oluşu ile birlikte
güçsüzleşmiştir. İslamî meşruiyeti bir paravan olarak kullanıp onu rejimin
amaçlarına hizmet etmediği tespiti üzerinden bir kenara atmak ciddi bir öfkeye
yol açmıştır. Mısır’da aklın toplumsal dayanışmanın teşvik edilmesi ya da toplumun
yeniden örgütlenmesinin meşrulaştırılması için kullanıldığı bu renkli yollar
yorumlanmayı beklemektedir. Dolayısıyla kendisine dönük o muazzam
beklentileriyle devlet bugün kimilerince toplumu bölen bir unsur olarak
görülmekte, eskiden olduğu gibi bugün de İslamî toplumsal nizam için kapitalizm
kadar büyük bir tehdit olarak değerlendirilmektedir. Gerçekte kimileri için
devlet ve kapitalizm aynı güçlerin iki ayrı dışavurumudur zaten: materyalizm,
sekülarizm ve bencillik ile kavmiyetçilik denilen o içgüdülere sahip cahiliye.
Charles Tripp
[Kaynak: Islam and the Moral Economy: The
Challenge of Capitalism, Cambridge University Press, 2006, s. 77-102.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder