Wall Street’i İşgal Et Hareketi’nin [WSİEH] ayırt
edici özelliklerinden biri, hareketin merkezî bir liderlikten yoksun oluşudur.
Hareket, sadece lidersiz olmakla kalmıyor, ayrıca açık biçimde tarif edilmiş
“talepler” etrafında örgütlenmiş gibi de görünmüyor. Bu durum, katılımcıların
ve destekçilerin algısında hayli olumlu bir nitelikmiş gibi takdim ediliyor;
muhalifler, özellikle ana akım medya, eleştirilerini esas olarak bu nokta
üzerinde yoğunlaştırıyorlar.
WSİEH, temelde muhalefetini ABD’deki (dolayısıyla, tüm
dünya genelindeki) servetin dağılımında mevcut olan adaletsizliğe yöneltiyor,
son kırk yıldır tüm dünyayı mahveden neoliberal politikaya itiraz ediyor,
şirketlerin (özellikle finans kurumlarının) açgözlülüklerine ve sömürüye dayalı
kapitalist sistemdeki mevcut yapısal eşitsizliklerin sonucu olarak çeşitli
sistemik şiddet biçimlerine karşı çıkıyor. Ancak göstericiler, tam da medya
uzmanlarının görmek ve sunmak istedikleri bir iş yapıyorlar: protestocuların da
“tatmin” olacakları, bir zaman çizelgesine oturmuş, bir işlem var ortada. Bu
WSİEH’yi, geçen kış dünya sahnesine çıkan ve “Arap Baharı” başlığı ile takdim
edilen Tunus ve Mısır ayaklanmalarından niteliksel açıdan farklı kılıyor.
Tunus ve Mısır’daki gruplarda açıkça tarif edilmiş
kimi “talepler” vardı: evvela başlarındaki politik liderleri devirmek. WSİEH
ise Arap Baharı’ndan farklı, onun hedef ve amaçları henüz tam anlamıyla tarif
edilmemiş durumda.
Hareket, medya uzmanlarının ve şirket seçkinlerinin
kolayca başlarından defetmek amacıyla buldukları çeşitli etiketlerin,
“komünizm”, sosyalizm”, “anarşizm”, “solculuk” vb. gibi izm’lerin de ötesine
geçti. ABD dışındaki yorumcuların da dikkati bu yöne çevrildi. CBC mensubu
Kevin O’Leary, geçen hafta Pulitzer ödüllü gazeteci Chris Hedges’a verdiği
mülâkatta, kendisi ile alay ederek, “kafası kırık bir solcu” olduğunu söyledi.
Chris ise görece daha zeki ve açık sözlü biri olarak, bu ifadeye
“protestocuların önemli bir bölümünün onları eleştirenlere nazaran daha
‘muhafazakâr’ olduğunu”, finans sınıfının radikalizmine ve yeni feodalizmine
karşı hukukun kurallarına geri dönülmesini arzuladıklarını söyleyerek cevap
verdi. O'Leary’nin meseleyle ilgili hayal kırıklığı, muhtemelen WSİEH’nin
başarısının, söylem teorisyeni Ernesto Laclau’nun yaklaşık on yıl önce ortaya
attığı, politikadaki “boş gösterenler” meselesine atıfla kavranabilecek
nitelikte olduğunu gösteriyor.
“Boş Gösterenler” Neden Politikanın Meselesi?
Semiyotiğin, “işaretler bilimi”nin diline aşina
olmayanlar için birkaç kelâm edelim: bir dildeki her kelime (işaret) iki unsura
ayrıştırılabilir: gösteren, kelimenin kendisi ve gösteren tarafından
dillendirilen, telaffuz edilen, gösterilen. Semiyotiği geliştiren ilk kişi olan
İsveçli dilbilimci Ferdinand de Saussure’e göre, bir dildeki herhangi bir
terimin anlamı, onun gerçeklikle kurduğu doğrudan ilişkiden değil, aynı dildeki
diğer kelimelerin tümü ile arasındaki farklılıktan türer. “Ağaç”ın anlamı “ağaç”tır,
çünkü bu kelime “çalı” ya da “çiçek” anlamına gelmez. Bu türden bir kavramın
kavranması için tüm kelimelerin başka kelimelere atıfla tarif edildiği bir
sözlüğe bakmak gerekir.
Fransız post-yapısalcı Jacques Derrida, bir différance
süreci olarak dilin içindeki farklılıklar sistemine atıfta bulunur. Différance
sürecinden kastı, dilin sürekli ertelenen anlamlardan müteşekkil oluşudur. Onun
aksine çağdaşı, psikoanalist Jacques Lacan ise bir şeyin herhangi bir anlama
sahip olabilmesi için her dilin tüm diğer “yüzergezer gösterenler”in anlamına
el koyan boş bir “Büyük Gösteren”in faaliyeti aracılığıyla belli bir noktada
sabitlendiğini iddia eder. Bir dildeki tüm diğer kelimeler anlamlarını, temel,
boş bir “Büyük Gösteren”den ya da gösterileni olmayan bir gösterenden,
kendilerini ayrıştırmaları sayesinde elde ederler.
Laclau’ya göre, boş gösterenler, politik hegemonya
için önemlidirler. Onun Chantal Mouffe ile birlikte kaleme aldığı Hegemonya
ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Politikaya Doğru (1985) isimli o
çok önemli eserinde hegemonya teorisi, Lakancı, gösterileni olmayan gösteren,
kavramına dayanır.
Egemen ideoloji ve ona muhalif ideoloji düzeyinde her
politik hareket, politik ve toplumsal düzenin evrensel inşasını temsil etmek
durumundadır. Boş gösteren, insanları belli bir politik harekete ya da gruba
bağlar. Bunun başlıca örneği, politik spektrum genelinde, ABD ve Kanada’daki
siyasetler tarafından günümüzde devreye sokulan “orta sınıf” kategorisidir.
“Orta sınıf” neredeyse herkese işaret ediyormuş gibi görünen muğlâk bir
terimdir.
Sıklıkla politik söylem, “hürriyet”, haklar”, “adalet”
ve de en önemlisi, “demokrasi” gibi retoriksel boş gösterenlerin baskınına
uğrar. Son elli yıl, Sovyetler Birliği’nin otoriterizmi ile ilişkili olumsuz
bir şeye işaret eden “komünizm” ve “sosyalizm” türünden sol gösterenlerin sağcı
edinimine tanık olmuştur. Bu tip kavramlar, artık günümüzde insanları
alternatif politik yaklaşımları seçmekten vazgeçirmek için kullanılıyorlar.
Popülizm mi Sınıf Mücadelesi mi?
Laclau, sonraki süreçte hegemonya anlayışını bırakıp
sol için yeni bir popülizm kavramsallaştırmasına yöneldi. Popülist Akıl
Üzerine (2005) isimli kitabında solda, “halk” olarak adlandırdığı, yeni bir
popülist politik gücün oluşturulması gerekliliğini savunuyor. Laclau’nun
“halk”ı, Marksizmdeki proletarya ya da işçi sınıfı gibi özel politik failleri
aşan bir güç olarak zuhur ediyor. Laclau'nun “post-marksizm”i kültürel
politikadaki postmodern sapmadan alıyor gücünü. Bu sapma, altmışlarda ve
yetmişlerde yükselen yeni toplumsal hareketlere (YTH’ler), post-kolonyalizme,
ırkçılık karşıtlığına, feminist harekete ve eşcinsel hareketine sırtını
yaslıyor. Bu hareketler, politikadaki sınıf dışı bir temele sahip yaklaşımları
ifade ediyorlar. YTH’ler, tam da sınıf temelli politikanın mevcut iktidar
biçimlerini yeterince tehdit etmediği, görece daha geniş politik konulara
seslenmede akim kaldığı bir noktada ortaya çıkıyorlar. Seksenlere girerken
muhafazakâr işçi sınıfı da, Teçırizm ve Regınizm örneklerinde görüldüğü üzere,
hâkim seçkinler grubunun muhafazakâr popülizminin safına geçiyor.
Laclau’ya göre, farklı kimlik grupları kendi
aralarındaki birliği, “can düşmanları”na ya da “hasımlar”ına yönelik
karşıtlıkları etrafında örgütlemeli. Öznel düşmana karşı oluşturulan bu
birleşik örgütlenme sayesinde farklı politik-kültürel gruplar arasında politik
ittifakların oluşması mümkün hâle geliyor. Bu can düşmanı küresel sermaye ya da
finans sınıfı olabilir. Ancak bu noktada Slavoj Žižek, bu tip bir popülizmin
bir tür yeni faşizm biçimine doğru yozlaşma tehlikesi barındırdığını söyleyerek
uyarıda bulunuyor.
Žižek’e göre, popülizm, kapitalist sömürü sisteminin
nesnel şiddetini onu, sistemin istikrarını bozan, bir tür dışsal, nesnel,
düşman/mütecaviz olarak resmetmek suretiyle, perdeliyor. Başka bir deyişle,
popülist perspektif, sistemin kendisinde içsel manada yanlış bir şey görmüyor,
bunun yerine, bozulmaya yol açan kimi dışsal faktörlerin tecavüzüne bakıyor.
Nazi antisemitizmi, faşist popülizmin en açık örneği. Faşizmde otuzların
krizinin sebebi kapitalizmin içine yerleştiriliyor, sınıf mücadelesi Yahudi’ye
karşı verilen antisemitik bir figürde karşılığını buluyor.
Mevcut krize ırkçı, cinsiyetçi ve homofobik bir
retorik kullanarak suçlama yönelten sağcı Çay Partisi hareketinin aksine WSİEH,
en azından Laclau ve Žižek’in kullandığı mananın dışında, bir tür popülist
politika etrafında örgütleniyormuş gibi görünüyor. Hareket, “%99” ifadesinde
açığa çıkan biçimiyle, Gramşici bir halk hareketi olarak vücut buluyor ve
esasta “sınıf savaşı” açısından, halkın hayal kırıklıklarını dillendiriyor.
ABD’deki Cumhuriyetçi Parti ve yönetici seçkinlerin
sızlanma ve atışmalarına rağmen, mevcut politik yüzleşmenin tanımlanması
noktasında, kimse “sınıf savaşı” kavramını kullanmaktan çekinmemeli. Savaşın
ilkin %99’a karşı ilân edildiğini, çoğunluğun yüzde birin bugüne dek uyguladığı
o yoğun şiddete karşı mücadele etmeye nihayet karar verdiğini söylemek
gerekiyor. Hareket, hâkim söylemin sindirmekte güçlük çekeceği bir form
kazanmış durumda. Mevcut hareketin ana akım medyanın eliyle (egemen ideoloji
lehine) yapılan sembolleştirme girişimlerine karşı direnme becerisi (Lakancı
toplum teorisyenleri nezdinde) “hakiki” bir şeylere sahip.
Öte yandan WSİEH’nin, Michael Hardt ve Antonio Negri
tarafından tarif edilmiş olan çokluğa dair bir biçim kazandığını iddia etmek de
mümkün. Ancak burada tekrar “orta sınıf” teriminin politik söylem dâhilinde,
hem WSİEH’ye atfen hem de “Amerikalı çalışanlar” bağlamında siyasetçiler
tarafından başvurulan bir kavram olduğunu tekrar hatırlatmak gerekiyor. ABD’de
“orta sınıf”, Amerikan rüyası ideolojisi ile sıkı sıkıya bağlantılı bir kavram.
Bu kavramın kullanımında hâlâ nahoş bir yön mevcut.
Sistemdeki Çelişkiler
Yaklaşık 150 yıl önce Marx ve Engels, Komünist
Manifesto’da kapitalizmin eninde sonunda yaşayacağı kendi yıkımını
gerçekleştirecek güce, proletaryaya katkı sunduğunu söylüyor. En yaygın
biçimiyle proletarya “işçi sınıfı” olarak biliniyor. Ancak bu noktada proleter
sınıf konumu ile “işçi sınıfı”nın konumunu ayrıştırmak gerekiyor. Proleter
sınıf, toplumsal dönüşümün bir faili iken, “işçi sınıfı” mevcut toplumsal
düzendeki belli bir konumu temsil ediyor. “İşçi sınıfı” kavramı
“endüstride/fabrikada, hizmet sektöründe ya da kamuda çalışan, sendikalar
aracılığıyla örgütlenen işçiyi" çağrıştırıyor. Ancak kanaatimce medyanın
ve siyasetçilerin “orta sınıf” ya da “çok çalışan aileler” dediği şey, Marx ve
Engels’in proletarya derken akıllarından geçene daha yakın. Yani Marx ve
Engels’in kapitalist sınıfın, yani yüzde birin yıkımına dair öngördüğü güç %99’da.
Onlar, kapitalist üretim tarzı tarafından nesnel planda sömürülmeye, “kültür
savaşları” ve “kimlik politikaları” arasında çekiştirilmeye devam ediyorlar. %99’u
biraraya getiren de sistem içinde (kültür savaşlarının ve kimlik
politikalarının tariflediği nesnel konumların bölüp parçalama gayretine itiraz
eden) nesnel bir konum elde etme kavgası. Bunlar, (tam da Laclau’nun
popülizminde görüldüğü üzere) sistemi bozan kimi dışsal mütecavizlere atıfla ya
da kendilerine karşı politik ve sistemik düzeylerde ilk sınıf savaşını
verenlere karşı durarak biraraya gelmiyorlar. Kapitalist üretim tarzının kendi
çıkarlarına göre örgütlendiği o yüzde bir, sistemi dışarıdan bozan bir
düşman/mütecaviz ya da sistemin kendisinden sorumlu sınıf olarak hedefe
konmuyor.
Şirket medyası kaynaklı propagandayı ve üstteki yüzde
birin çıkarlarını gözeten sistemin safında yer alanlardan gelen eleştiriyi
mağlup etmek için verilen mücadelede kesin talepler ve egemenlerin adımlarına
uyan muhalif bir retoriğe ait kimi gösterenler dillendirmemek gerekiyor. Aile,
hürriyet, adalet ve demokrasi gibi onların mülk edindiği kimi politik terimleri
(gösterenleri) sahiplenmek artık önem arz ediyor. Böyle yaparak, kapitalist
sömürünün ağırlığı altında ezilen farklı kimlik grupları arasında dayanışma
imkânları artacaktır. Ancak kısa vadede, kimi noktalarda, hareketi ileri
taşımak için içte de bazı “yeni gösterenler”in benimsenmesi gerekiyor. Tam da
WSİEH’nin antikapitalist popüler hislerin örgütlenmesinde yeni bir yöntem
ortaya koyduğu günlerde, liberal demokrasinin sınırlarını aşabilmemiz için,
politik formlara sahip belli bir örgütsel deneyime kavuşmamız zorunlu.
Matthew Flisfeder
12 Ekim 2011
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder