Nedir
Fidelist sentez?
F.
Scott Fitzgerald’ın, geniş versiyonu her ne kadar daha bilindik ise de,
“dâhiliğin işareti, her iki karşıt fikri aynı ânda akılda biraraya getirebilme
becerisidir.” lafını eden, esasta Blaise Pascal’dır.
Castro’nun
siyaset felsefesi bağlamındaki duruşu fevkalâdedir, zira görünüşte karşıt
fikirleri dengede tutma becerisi ile birlikte, bu duruş derinlemesine
diyalektiktir: ahlâkî ve etik bir hak olarak zulme karşı silâh kullanmak ve
terörist, yani etik dışı bir eylem olması hasebiyle, bu yola girmeme emrine
riayet etmek.
Her
ne kadar haklı savaş üzerine onca teolog ve teorisyen bu işin üstesinden gelmek
istemişse de üst düzey bir politik lider, politik iktidarın yegâne (ve uzun
süredir hüküm süren onca zor şarta rağmen, kararlı) kullanıcısı olarak
Castro’nun bu hususta eşsiz olduğu söylenebilir.
Castro ve Camus-Sartre Tartışması
Pride & Solace: The Functions
and Limits of Political Theory[1] [Gurur ve Teselli: Siyaset
Teorisinin İşlevleri ve Sınırları] isimli çalışmasında Norman Jacobson (Başkaldıran
İnsan’dan türemiş), Hannah Arendt and George Orwell’de de görülen Albert
Camus’ye ait konumu benimser. Siyaset teorisyenleri arasında önemli bir sima
olan Jacobson, ek olarak üç büyük ismi, Makyavelli, Hobbes ve Rousseau’yu da
irdeler.
Sartre,
ilk yıllarında muzaffer Küba Devrimi’ni destekler. Fidel, Camus’nün Başkaldıran İnsan’ında takdim edilen
portreye yakın bir simadır. 1952’de ilgili kitap, kamuoyu önünde ciddî bir
ayrışmaya yol açacak olan tartışmayı tetikler. Gerçekte Castro, her iki
düşünürün karşıt konumlarının bir sentezi gibidir oysa. Ancak her iki düşünür
de bu sentezi kavramaktan çok uzaktır. Tartışmayı tekrar ele alan Ronald Aronson,
Sartre ve Camus’nün politikaya ilişkin konumlarındaki çekicilik ve imkânlılık
arasındaki sentezin kurtuluşçu bir şiddete ve ahlâka varacağı sonucuna
ulaşır.[2] Aronson’ın tespiti belli bir ideal tipe işaret etse de kitabında
belli bir politik kişilikten dem vurmaz. Esasta Fidel Castro'nun, böylesi bir
kişiliğin mümkün olduğunu ispatlamak için gayret ettiğini söylemek mümkündür.
Camus,
isyancıyı devrimciye, isyanı da devrime tercih eder. Bu noktada Castro, onun
fikirlerini hiçbir biçimde tasdiklememektedir. Ancak ayrıca Camus, hiç de zarif
olmayan bir üslupla, devrimin kendi içinde bir tiranlıkla sonuçlanacağını
söyler. Devrim, bu yoldan ancak kendi köklerindeki isyana tekrar dönüp “ölçüt”
ve sınırlarını gözlemleyerek kurtulabilir.[3] Camus isyancıyı metheder, zira o
devrimcinin aksine, had bilendir. Ona göre, isyan haddin kendisidir.
Şiddetli
bir isyan ve devrim içindeki ahlâka ilişkin insanî değerlerin muhafazası
meselesine dair tanımlama gayreti dâhilinde Camus kendince haklıdır. Ancak öte
yandan da meselenin çözümü için devrimin karşısına isyancıyı ve isyanı
çıkardığı noktada, açıktan hatalıdır. Cezayir’de faaliyet yürütmüş Millî
Kurtuluş Cephesi’nin sivillere yönelik terörizm uygulaması Camus için kabul
edilemez niteliktedir. Ancak bu noktada Camus kendi konumunu reddeder. MKC
sosyalist bir perspektife sahip değildir ve sosyalist bir devrimi değil, görece
daha sınırlı bir millî devrimi öngörmektedir. Yaşanan, bu anlamda sömürgeci
zulmüne karşı bir isyandır. İster meşru kabul edilsin ister edilmesin, hareketin
silâhlı yerleşimcilere karşı yönelttiği terörist saldırılar Camus için tasvip
edilemeyecek niteliktedir. Bunun dışında sınırlı hedeflere sahip ve Camus’nün
de iştirak ettiği Nazi karşıtı Fransız Direnişi, Kurtuluş’u müteakip,
işbirlikçilere yönelik kapsamlı bir intikam harekâtını devreye sokmuştur.
Ahlâkî
duruş tercihi bağlamında Sartre Camus’yü sırtını pratiğe dönmekle ve tarihin
dışına çıkmakla eleştirir. Sartre’a göre, bir yazar ya da aydın, kendi dönemi
dâhilinde, tarihin kendisine takdim ettiği somut seçeneklerle, onlar üzerinde,
tarihin içinde kalarak yaşayıp çalışmalıdır. Sartre, tarihin insanın karşısına
genel anlamda iki seçenek çıkardığını söyler: zalimin şiddeti ve mazlumun
şiddeti. Bu açıdan tarafsız kalmak ya da (hiç var olmayan bir) üçüncü seçenek
ortaya atmak imkânsızdır. Sartre mazlumun şiddetini savunur, en azından bu
konuda kamu önünde herhangi bir eleştiri yapmaz, Sovyetler’de, devrimle
birlikte yürürlüğe konulan şiddete dayalı sistemi de kendince destekler. Bu
seçeneğe itiraz eden Camus ise Sartre’ın “kötü niyet”le hareket ettiğini ve ol
sebep, onun doğruluk hükmünün kalmadığını iddia eder. Aynı şekilde Camus,
Sartre’ın Sovyetler’deki insan haklarına ve özgürlüklere ilişkin kapsamlı
ihlallere yönelik suskunluğunun ondaki kötü niyetin somut ifadesi olduğunu
düşünür. Ölümü ardından Camus için kaleme aldığı yazıda Sartre, daha incelikli
ve keskin bir eleştiride bulunarak, onun kendisini imkândışı bir konuma
hapsettiğini söyler: “[…] çünkü ahlâk, kendi bağlamında, hem isyanı talep eder
hem de onu mahkûm eder.”[4]
Mao
Zedung, Camus’nün önerisini yarı yarıya karşılayan bir devrimcidir. O, devrimin
isyandaki köklerini hiçbir vakit unutmamış ve devrime manevî köklerini her daim
hatırlatmıştır. Ancak Mao, Kültür Devrimi’nin kimi korkulara yol açtığı
dönemde, had ya da “ölçüt”le ilgili herhangi bir anlayışa da başvurmamıştır.
Castro
için devrimci politik pratik, yani Tarih’i sınıf perspektifinden inşa etmek,
politika içre ilkeli bir duruşla uyum hâlindedir. Bu duruş, ne Sartre’ın ne de
Camus’nün mümkün olabileceğini düşündükleri bir şeydir. Fidel, mazlumun
şiddetini meşrulaştırıp uygulamıştır. O, ayrıca ABD ve SSCB’ye eş mesafede
durmayı da kabul etmemiştir. Bu anlamda Sartre’a yakındır. Ancak öte yandan da
mazlumun ortaya koyduğu her türden şiddet eyleminin arzulanabilir ya da
meşrulaştırılabilir bir şey olduğunu da düşünmez. Bu noktada ise Sartre’a
nazaran Camus’ye yakındır.
Fidel
Castro, muzaffer Kübalı nesillerin 2 Aralık 1956’da adaya demir atan Granma
isimli isyan gemisindeki gerilla “babalar”ının çektikleri cefalar ve onlardaki
idealizmi yeniden keşfettikleri uluslararası sorumluluk tarzı aracılığıyla
devrimci durumu isyana ait kökleri ile tanıştırır. Mao’nun aksine o, şiddet
pratiğindeki sınırları kendince gözlemler. Dostoyevski ve Nietzsche’nin aksine,
Castro’ye göre, her şeyi yapmaya izin yoktur. Bu bağlamda o, Bin Ladin’le
tezatlık teşkil etmekle kalmaz, ayrıca Lenin, Troçki ve Stalin’den de ayrışır.
“Marksizm ve Terörizm” ve “Bizim Ahlâkımız Onların Ahlâkı” isimli
çalışmalarında II. Enternasyonal mensubu sosyal demokratlara (özellikle Kautski
ve Menşeviklere) verdiği cevaplarda Troçki, hiçbir ahlâkî endişe ile kendisini
sınırlandırmayan kitle terörüne ilişkin açıktan meşrulaştırıcı kimi tespitlerde
bulunmuştur.
İktidar ve Fazilet
Fidel
Castro’nun ahlâkî-etik ilkesi, özellikle ondaki sınırlandırılmışlık ve
ayrıştırılmışlık boyutu, bir dizi etmene bağlıdır. Bir yığın işgale ve
bağımsızlık savaşına tanık olmuş olan Küba tarihi şiddet yüklüdür. Castro’nun
büyüdüğü ve politik pratik içine girdiği Küba bir şiddet alanıdır. 1933 yılı
bir devrime, kırklı yıllar ise ayaklanmalara sahne olmuştur. Üniversite ortamı
da aynı şekilde şiddetten kendisine düşen payı alır. Okul, devlet beslemesi
hâline gelmiş silâhlı çetelere dönüşmüş eski politik militan gruplarla doludur.
Castro, devrim için dövüşüp, iktidar talebi ile hareket ettiği dönemde
karşısında bir dizi silâhlı örgüt bulur. “O, sahip olduğu güdüler ve iman ile
yaşananlara karşılık verme gereği duymuştur.”[5] “Politikaya yönelik meyli,
sokakta akan hayata olan yakınlığı ve en önemlisi şiddete dayalı eyleme dönük
tutkusu, ona zamanla bir harekete önderlik edecek ideal insan tipini
kazandırır.”[6]
Son
olarak, belki de en önemlisi şu ki, Castro bir savaş adamıdır; resmî anlamda
hiçbir askerî eğitime tabi tutulmamışken, şiddet eylemlerine iştirak etmiş,
büyük askerî kışlalara saldırı tertiplemiş, tutuklanmış, serbest bırakılmış,
ardından gerilla savaşı başlatmak için ülkeye geri dönmüş, Latin Amerika’daki
silâhlı devrimi desteklemiş, diğer kıtalara Kübalı gönüllüler göndermiş, ABD destekli
Domuzlar Körfezi saldırısına karşı Küba’yı müdafaa etmiş, Afrika’daki (Angola
ve Etiyopya/Somali) iki büyük savaşa katılmış, taktik ve strateji işlerine
girişmiş, Angola’da önemli kampanyalar tertiplemiş, dünyanın en güçlü askerî
gücü ABD ile yaşanacak olası savaşa karşı kendisini sürekli tetikte tutmuştur.
Castro
liderliği, bir ucunda araçlar hususunda her türlü endişeden muaf durmanın,
diğer ucunda ise devlet iktidarını elde etme, kullanma ve onu bırakmama
hedefine kitlenmenin durduğu politikanın her iki karşıt kutbundan da sakınan
bir liderliktir. İkinci kutba ilişkin, Fransız Devrimi’ni takip eden süreçte,
Rus Devrimi’nde ve Çin’deki Kültür Devrimi’nde bolca örnek bulmak mümkündür.
Nikaragua
Devrimi ve Meksika’daki Zapatistalar ilk kutbu örnekler. Hümanist
devrimcilerden müteşekkil bir teşkilât olarak Sandinist Millî Kurtuluş Cephesi
(SMKC), 1990’da (Rosa Luxemburg’un tahayyül etmiş olduğu) dolaylı ve doğrudan
demokrasiyi birleştiren bir modelin öncülüğünü yapmak ister.[7]
Gorbaçev
liderliğindeki Sovyet komünistleri de bu sonucun klasik bir örneğini teşkil
ederler. Zapatistalar klasik politika yaklaşımından bile isteye kaçınırlar,
devlet iktidarı iddiasından uzak dururlar ve kendilerini periferide özerk bir
alan açmakla sınırlandırırlar.
Fidel
Castro ise durmak nedir bilmeksizin, düşmanın elinden devlet iktidarı denilen
mülkü almaya odaklanmış, Sandinistlerden (1990) ve farklı bir yolu takip eden
Gorbaçev’den ayrı olarak, devlet iktidarının devrimin elinde kalması hususunda
asla kumar oynamamıştır.
“Bir yandan konuşmaya
hazırlanırken bir yandan da tabancasını kabzasından çıkarttı ve masaya koydu.
İfadesi gayet açıktı. […] Sarf ettiği cümle, ‘devrim içre ise her şey, devrime
karşı ise hiçbir şey’, tüm süreci özetleyen bir niteliğe sahipti. […] Onun izahatına
göre, devrimin hakları vardı, ilk hakkı da var olma hakkıydı.”[8]
Tefekkürünün
ve eyleminin gerçekçi boyutu ile ilgili olarak Castro gayet nettir:
“Ancak öte yandan bizler
aynı zamanda gerçekçiyiz -gerçekçi değilseniz savaşı kaybedersiniz, sorunların
farkında olmanız gerekir. Başka bir ifade ile iyimser aynı zamanda gerçekçi
olmalı, henüz insanlık arif olduğu hususunda yeterince kanıt sunmuyor olsa da
ona inanmalısınız.”[9]
Gerçekçi
tespitine karşın “her türlü yola başvurma”yı telkin eden öğretiyi uygulamaya
sokmaz ve (sıklıkla zora başvuran, şiddete dayalı) araçlarla (devrimci) amaçlar
arasında belli bir oranı sürekli gözetir.
Devrimci
mücadelelerin genel niteliği, masumiyetin kaybıdır. Masumiyetin kaybı, öz
kontrolün ve şiddet kullanımındaki seçiciliğin kaybı ile sonuçlanır.
Başlangıçta ne denli idealist olunursa olunsun, yaşanan baskının yarattığı şok
devrimci hareketlerde belli bir metamorfozu da beraberinde getirir. Baskı,
işkence ve mahkemeye bile çıkartılmaksızın yapılan infazların sonucu yapılacak
hatadan çıkartılacak ilk ders, hareketin yeterince katı olmadığı olacaktır.
Zalimin genel tavrı isyana bir biçimde yansır. Her iki taraf intikam duygusunda
birleşir.
Fidel
Castro liderliğindeki Küba Devrimi, sözkonusu gaddarlaşma sürecinden uzak durur.
Moncada sonrası 26 Temmuz Hareketi’nin önayak olduğu şiddet ve idamlar coğrafî
planda geniş bir seyir izlemez. Batista güçlerinin Granma’nın ülkeye ulaşması
sonrası ve savaş süresince ayrımsız uyguladıkları baskı politikası İsyan
Ordusu’ndan aynı türden bir cevap bulmaz. Mücadelenin hiçbir uğrağında rejimle
devrimci ordu arasında ahlâkî düzeyde belli bir denklikten söz edilemez.
Castro, 1985’te Latin Amerikalı sendikacılara yaptığı konuşmada, bunun temel
nedeninin şahsî değerler ve inanç kümesi olduğunu söyler:
“İşkencecileri ve canileri
saflarımızdan attım ancak hasmım bile olsa, gelişme kaydeden hiç kimseyi
kovmadım. Zira ben mahkûmları katledenlerden, cinayet işleyenlerden nefret
ediyorum ama savaş alanlarında dövüşen insanlardan da asla nefret etmiyorum.”[10]
İç
ve dış düşmanlarla yüzleştikleri noktada iktidar hususunda soğukkanlı ve seçici
bir tutum takınan birçok devrimci öncü süreç içinde sözkonusu
soğukkanlılıklarını zamanla yitirmiştir. Küba örneğinde devrim sonrası dönemde
beş ilâ yedi bin civarında[11] düşman unsur idam edilmiştir. Ancak gene de
mağlup orduya dönük plebyen tutkularla, vatanseverlik ya da sınıf mücadelesi
adına, kitlesel bir terör ya da kolektif bir cezalandırma işlemi
uygulanmamıştır.
Kurtuluş
mücadeleleri ve devrimleri, tanımlanması olası kimi güzergâhları takip etme ve
öngörülebilir şablonlara sahip olma eğilimindedirler. Bunlar, çoğunlukla kimi
tavizler ya da askerî darbeler aracılığıyla mağlup edilirler veya akim
kılınırlar. Burada genelde politik irade, örgütsel beceri ve stratejik açıklık
zafiyeti rol oynar. Bazen muzaffer olsalar da ülke içindeki karşı devrimle
müttefik dış müdahaleler eliyle devrilirler. Bazen de ilk hedeflerine ulaşma
noktasında başarılı olurlar: ilk elden zalimi devirirler, ülkedeki tiranlığı ya
da yabancı işgalciyi kovarlar, ancak mevcut zulme ve sömürüye dokunmazlar ve
toplumsal kurtuluş vaadi fiiliyata dökülmez.
Bu,
kaçınılmaz olarak, aşağıdan gelen, ya devrimi zayıflatan haine karşı ya da ilk
amaca ve/ya gizli vaadin fiiliyata dökülmesini amaçlayan ikinci bir mücadele
dalgası ile cevaplanır. Sözkonusu ikinci dalga, politik kurtuluşun ekonomik ve
toplumsal kurtuluş tarafından takip edileceğini söyleyen şiarı üstlenir.
Bazen
devrimler hiçbir kesintiye maruz kalmadan, görece daha radikal bir aşamaya
geçerler. Devrimler, ya toplumsal taleplerin ya da yabancı işgali ve ülke
içindeki karşı devrim gibi unsurların tasfiyesi gibi devrim sonrası momentin
kimi ihtiyaçları uyarınca hareket ederler. Ardından bu radikalleşme itirazla ve
yeni bir toplumsal muhafazakârlıkla yüzleşir. Bu gelişme, görece daha köklü bir
politik tiranlıkla sonuçlanan ve onun tarafından ezilen, “aşağıdan gelen ikinci
bir dalga”yı tetikler.
Castro
liderliğindeki Küba, hem iç hem de dış dinamiklerin bu türden karşı
dirençlerine meydan okumayı bilmiştir. Ülke en geniş katılımı kucaklamayı
bilmiş, politik kurtuluş sonrası görece daha radikal toplumsal adalet ve
eşitlik hedeflerine doğru ilerleyebilmiştir.
Bu
süreç, devrimin dış dünya ile ilişkilerinde de yankısını bulmuştur. Devrimler,
mevcut devletler sistemine boyun eğmek ve ona uyum sağlamak için kendilerini
ihraç ederler. Bu ihraç gayreti, onları kendilerini devletlerarası ilişkilerle
sınırlandırmaları ile sonuçlanır. Oysa devrimler, başarılı olmak ve yeni
ilhakçı imparatorlukların arasına karışmak niyetindedir. Devrim, evrensel
misyonunu unutur ve kendi ulusal kabuğunda sıkışıp kalır.
Küba
Devrimi, ABD’nin husumeti karşısında gayet cüretkâr ve azimlidir. O, ABD
hükümeti ile Amerikan halkının kendisine dönük uzak duruşunu her daim
deneyimler. Yıkılmamak için ciddi bir kararlılık gösterir, ancak kültürel
yakınlığa ya da terörizme de asla meyletmez. Tam bağımsızlığını muhafaza
ederek, sadece Sovyetler ile müttefik olur. Bu bağımsızlık onun Sovyetler
çöktükten sonra da psikolojik, maddî ve stratejik açıdan ayakta kalmasını
sağlar. Kendisine yönelik tecrit politikasını hasımlarının dünyasına teslim
olmadan ve etkileşimi savuşturmak amacıyla yakınlaşmadan aşmasını bilir.
Kökleri ulusal olandadır ama asla onunla da sınırlı değildir. Ülke,
enternasyonalizmini kurtuluş hareketleri ve çeşitli politik liderlerle
dayanışma içinde olmak suretiyle ortaya koyar. Askerî ve insanî kimi gayretler
içinde olur. Stratejik ortamının ötesine geçerek kendi ulusal güvenliğini
ilgilendirmeyen davalar için kan döker. Bu mücadelelerde tek bir ekonomik
kazanç gözetmez ya da askerî gücünü artırmaya niyetlenmez.
Varşova
Gettosu ayaklanmasının yıldönümlerini anar ve kendi içindeki Yahudi azınlığın
tatil günlerine saygı gösterir. Suriyelilerle omuz omuza dövüşmek için 1973 ve
1975’te bir tank birliği gönderir. Golan Tepeleri’nde İsrail Savunma
Güçleri’nin zaferine tanık olur. Çoğunlukla silikleşen, antisyonizmle
antisemitizm arasındaki sınır çizgisini her daim gözetir.
Akıl
ve kalpteki bu vasıfların teşkil ettiği özgül bileşim, Küba Devrimi’nin lideri
ve stratejisti Fidel Castro’nun politik fikriyatı ve rehber niteliğindeki
ideolojisi kavranmadan anlaşılamaz.
Ahlâk ve Politika: İkileme mi
Üçleme mi?
“Doğru
ve yanlıştan bahsetmemiz gerek” başlığına sahip 10. bölümüyle After Marxism[12] kitabının yazarı,
siyaset felsefecisi Ronald Aronson’a göre Marksizm mevtadır ve dolayısıyla
Marksizmin sırrındaki esasa ilişkin ahlâkî yönleri açığa çıkartacak ve bunları
merkeze yerleştirecek radikal bir projeye ihtiyaç vardır.[13] Onun mezar taşındaki
söz, postmarksist ahlâkî özgürleşme projesine ilişkin önerilerce takip
edilmektedir. Kanaatimce Fidel Castro’nun Marksizmi, tam da böylesi bir
ahlâkî-etik yöne işaret etmektedir.
Aronson,
Marksizm içindeki sıcak ve soğuk su akıntılarına dikkat çeker: tutku ve soğuk
zekâ. Ona göre, Marksizmin gücü her ikisini birleştirme becerisine dayanır.
Ancak sosyalizm (en genelde devrim) tarihi, bu birleşmenin yeterli olmadığını
göstermektedir. Lenin, akıl ile tutkunun birliğini temsil eder. Ancak onun da
rol modeli Jakobenlerdir. Dolayısıyla o, 1917 sonrası kolektif cezalandırma
türünden ahlâkî korkulardan kaçınmak için yeterli değildir. Bu müdahaleler
Stalinizmi koşullamıştır.
Benim
fikrimce akıl ile kalp arasındaki bileşim yeterli değildir. Bizim, vicdanın
akıl ile tutku arasında arabuluculuk yaptığı, akıl, kalp ve ruhtan oluşan bir
üçlemeye ihtiyacımız vardır.[14]
Politikada
ahlâkın adı kötüye çıkmıştır. Ahlâk vurgusu, iki alternatif sonucun doğmasına
yol açar: ya bulanık bir “kendini iyi hisset” teorisini, etikle ittifak
hâlindeki, etkin bir politik müdahale için gerekli, sarih bir analize ve
neden-sonuç ilişkisine dayalı değerlendirmeye alerjik yaklaşan bir yaklaşımı ya
da fanatizmi ahlâkîleştiren bir eğilimi koşullar. Fidel Castro ve Küba’nın da
gösterdiği üzere, her iki sonuca da teslim olmaksızın, ahlâk politika için bir
mihenk taşı olabilir.
Komünizm ve Hristiyanlık
Sheldon
B. Liss’in gözlemine göre Castro: “politikada ahlâkî mecburiyetlere inanan” bir
isimdir.[15] Castro’daki ahlâkî boyut, Armando Hart’ın tespiti ile, “insan
tefekkürünün ve hislerinin en önemli iki tarihsel membaı” olan Marksizm ve
Hristiyanlık’tan müteşekkil özgül sentezden türemektedir.
Nikaragua
Devrimi’nin gerçekleştiği, Orta Amerika’daki devrimci ayaklanmanın geri
püskürtüldüğü günlerde Fidel Castro, Marksizm ve Hristiyanlığı yeniden
canlandıracağını düşündüğü Marksistlerle Hristiyanlar arasındaki yakınlaşmaya
dair fikirlere katkı sunar:
“Bir seferinde Şili’de ve
bir de Jamaika’da Hristiyanlarla Marksist-Leninistler arasındaki stratejik
ittifaktan söz etmiştim. […] Eğer başlangıcında Hristiyanlığın fukaranın dini
olarak ortaya çıktığını, Roma İmparatorluğu’nda kölelerce sahiplenildiğini,
bunun nedeninin de onun insana dair ahlâkî öğretilere dayanması olduğunu akılda
tutarsak eğer, Romalı kölelerin o günkü Hristiyan ruhuna geri dönen Hristiyan
kilisesi ve diğer dinlerin dürüst liderleri ile ilişki kurması, devrimci
hareketin, sosyalist hareketin, komünist hareketin ve Marksist-Leninist
hareketin yararına olacaktır. Dahası sosyalizm ve komünizm ile birlikte
Hristiyanlık da bu ilişkiden yarar sağlayacaktır.
Ayrıca Nikaragua’daki bazı
dinî liderler bizim neden sadece stratejik ittifaktan söz ettiğimizi,
Marksist-Leninistlerle Hristiyanların birliğinden neden söz edilmediğini
soruyorlar bizlere.
Emperyalistler bu hususta
ne düşünürler, bilmiyorum. Ama ben bu formülün şiddetli tartışmalara yol açacak
bir formül olduğuna kesin olarak ikna olmuş durumdayım.”[16]
Castro’ya
göre, kendisindeki ahlâkî kanaatlerin iki ayrı kaynağı olan komünizm ve
Hristiyanlık arasında bir süreklilik ilişkisi vardır: “Gericilerin komünizmden
daha fazla nefret ettiği bir şey varsa o da her daim Hristiyanlık
olmuştur.”[17] Ona göre, söz konusu temas, Katolik rahibelere yardım etmek
suretiyle gerçekleştirilebilir:
“Salt saygıdan söz
etmiyoruz. […] Daha önce de Ulusal Meclis’te dediğim gibi, yetimhanelerde
faaliyet yürüten rahibeler komünizme ait bir model ortaya koymaktadırlar. Bu
davranışlarında maneviyat, fedakârlık ve yardımseverlik vardır.”[18]
Castro’daki
ahlâkî formasyon en açık ifadesini, Angola bağlamında ve ülkesinin uyuşturucu
kaçakçılığına adının karıştırılmasında verdiği tepkilerde bulur. Şu cümleleri,
1989’da bu türden suçlara karışan ve idam edilen Arnaldo Ochoa olayından dört
yıl önce sarf eder:
“Karayip ülkeleri arasında
Küba hapiste en fazla uyuşturucu kaçakçısı barındıran ülkedir. […] Neredeyse
Karayiplerin polisi hâline geldik ve ABD’nin bu hizmetimizden ötürü bize neden
para ödemediğini de merak ediyoruz ayrıca. […] Bize neler teklif ettiklerini
bilemezsiniz. Bu yeraltı insanları ne kadar da arsız oluyorlar. Dövizle ilgili
sorunlarımızı çözdük, artık yabancı para kaynaklarına ihtiyacımız yok. […] Bu meseleyi ahlâkla mı, Hristiyan
okullarında öğrendiğim Hristiyan ilmihalleriyle mi çözmek gerekiyor bilmiyorum
ama bana göre bu Hristiyan ahlâkına ve Marksist-Leninist ahlâka ait bir
sorundur, bizim bunun ikisine de bakarak hüküm vermemiz gerekmektedir.”[19]
Kurtuluş
teolojisinin Medellin Piskoposlar Konferansı ile birlikte Latin Amerika’da
ortaya çıkışından on yıl önce Castro, halk önünde Hristiyanlığı radikal
ifadelerle yorumlamaya başlamıştır bile. Şüphe yok ki bu, kendisini içinde
bulduğu mevcut duruma verdiği tepkidir. Bir yandan Küba Kilisesi devrime ve
reformlara karşı tavır sergilemekte, bir yandan da Castro, İspanya
Cumhuriyeti’nde Katolik Kilisesi’nin oynadığı karşı devrimci rolü bilmekte,
Küba halkının yüzde doksanının Hristiyan olmakla birlikte Katolikliğe ya da
senkretik bir inanç sistemi olan Santerya’ya bağlı olduğunu görmektedir.
Castro,
Fransız, Rus ve Çin devrimlerinin ya da İç Savaş esnasında Cumhuriyetçilerin
tuttuğu yolu tercih etmez. Bu devrimlerde dinî hiyerarşiye ve kurumlara yönelik
fizikî ve kanlı kimi saldırılar gerçekleştirilmiş, devrimler inançlarından
ötürü sıradan insanlara da zulmetmişlerdir. Castro, kendi devrimindeki resmî
kilisenin saldırılarına karşı sağlam durur. Aynı zamanda Vatikan’la arasındaki
diplomatik ilişkileri de asla koparmaz. En önemlisi Castro, kenardan dolaşarak,
ilk önce partisini ateist bir zeminde tutar (seksenlerde bu politikasını terse
çevirir), bir yandan da devrimi meşru kabul etmeleri için yurttaşlarının
Hristiyan inançları ile temas kurar. Onları devrimi ya da en azından radikal
reformları desteklemenin İsa’nın mesajını muhafaza etmek olduğuna inandırır.
Artık iyi bir Hristiyan olmak, iyi bir devrimci olmak demektir.
“Pratikte tarım reformu
kanununun uygulamaya konulması “ahlâkî hükme” nazaran daha kolay oldu. […] Bu
sadece gerçek devrimciler, yani “elindeki her şeyi bırakıp beni takip edin”
demeye istekli olanlar içindi. İlk Hristiyanlarla kıyaslandığında Katolik
Kilisesi’ne İsa’nın öğretilerinin de ciddi bir muhalefetle yüzleştiği söylendi.
Bu öğretiler, mağrur bir toplulukta değil, Filistin’in alçakgönüllü
insanlarının kalplerinde gelişti.”[20]
Hristiyanların
Castro’nun stratejik ortakları olduğu ama bir yandan da onun dünya görüşünün
membaı olan Hristiyanlığın politik görüşünün ahlâkî boyutunun kaynağı olduğu
tespitini yapmaktan kaçınmak esasta mümkün değil. 1985 tarihli Washington Post mülâkatının da ifşa
ettiği üzere, o “öğretim hayatı boyunca dinî eğitim almış, dahası kiliseye,
dine ve dinî faaliyete ait tüm deneyime sahip bir kişi”dir.[21]
Buradaki
kilit nokta, onun Kilise’den ayrıştırılmış İsa Mesih figüründen ilham almış
olmasıdır. Katolik ve Protestan kiliselerinin tarihi kıyımlar, işkenceler ve
suçlarla örülüdür. Birçok tarihçi, komünizm ve Kilise’nin engizisyon
faaliyetleri arasında paralellik görmektedir. Esas olarak Kilise’yi bilen
Castro da silâhsız muhaliflerinin kanını dökme noktasında kendisini haklı
çıkartan bir gayret içindedir. Ancak İsa onun rol modeli olduğundan o
Castro’nun conscienzia’sı, yani
bilinç ve vicdanın bileşkesi dâhilinde ahlâkî bir muhafız olarak iş görür. Bu,
Castro’nun İsa’yı her zikredişinde kendisini ele veren bir özelliktir.
“O kendisini İsa’ya çok
yakın hisseder; Mart 1959 tarihli, paskalya bayramı öncesi yaptığı bir
konuşmada şunları söyler: ‘Kendisinin hem Hristiyan hem de ırkçı olduğunu
söyleyenler var. Bunlar hissiz ve uyuşuk bir topluma hakikati söyleyen İsa gibi
birisini çarmıha gerdiler. İsa Mesih’i neden çarmıha gerdiler? Tüm bu kutsal
hafta boyunca bu tip konular üzerinde konuşalım. O’nu bir şey için katlettiler.
Bunun basit bir nedeni var: çünkü O hakikati savundu. Çünkü O toplumu
değiştirmek isteyen bir reformcuydu. Çünkü O, sözkonusu toplum içinde
Ferisiliğe ve ikiyüzlülüğe karşı savrulan bir kırbaçtı. Çünkü İsa için ırk
yoktu, zengine nasıl davranıyorsa fakire de öyle davranıyor, siyahla beyaz
arasında ayrım gözetmiyordu. Hakikati anlattığı bu toplum O’nun vaazlarını hiç
affetmek istemedi ve hakikati dillendirdiği için O’nu çarmıha gerdi.”
Antonio
Nunez Jimenez’in belirttiğine göre, "1959’da, yeni Toprak Reformu
Enstitüsü’nün görevlileri önünde yaptığı 'gizli konuşma'da Castro, şunları
söylüyor: 'Devrim artık devrimci olurken yaşanan dönüşümün kahrını çekenlere
yer açan romantik bir şey değil. O artık ‘Elinizdeki her şeyi bırakın ve beni
takip edin’ diyen İsa’nın öğretisiyle uyum içindedir. İşte gerçeklik budur.'
Aralık ayında devrimin müdafaasına ilişkin televizyonda yaptığı konuşmada ise
Havana’daki Roma Katolikleri Kongresi’ne neden katıldığını açıklıyor: 'İsa’nın
vaazları pratiğe döküldüğünde, dünyada devrimin gerçekleştiğini söylemek mümkün
olacaktır. […] Çünkü dinî bir okulda eğitim aldım ve İsa’nın öğretilerinin
önemli bir kısmı hatırımda. O’nun Ferisilerin amansız düşmanı olduğunu
biliyorum. […] İsa’nın zulme uğradığını kimse unutamaz. O’nun çarmıha
gerildiğini kimsenin unutmasına izin vermeyelim. Uğruna dövüştüğü vaazları ve
fikirleri unutturmayalım. Bu öğretiler mağrur bir toplulukta değil, Filistin’in
alçakgönüllü insanlarının kalplerinde gelişti.' Yirmi beş yıl sonra Fidel
Castro, rol modeli ve Küba sosyalist devriminin felsefî temeli olarak İsa’ya
başvurmaya devam ediyor.”[22]
En
açık ve en samimi ifşaat gene kendisinden gelir:
“Evde, okulda, tüm
çocukluğum ve yetişkinliğim süresince, hatırlayabildiğim kadarıyla, İsa Mesih
en aşina olduğum isimlerden birisiydi. O günden beri devrimci hayatımda, daha
önce size söylediğim üzere, gerçek anlamda dinî bir inanca sahip olmadım, tüm
çabalarım, dikkatim ve hayatım politik bir imanın geliştirilmesine adanmıştı,
bu imana kendi kanaatlerim üzerinden ulaşabildim. […] Hiçbir vakit politik ve
devrimci düzeyde sahip olduğum fikirlerle, hatırlayabildiğim kadarıyla, bana
çok tanıdık gelen olağanüstü o figüre, o sembole ilişkin fikrim arasında
herhangi bir çelişki görmedim.”[23]
Castro’nun
şahsî dostu olan Nobel ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez[24], konuyla ilgili
şu hikâyeyi anlatıyor:
“Bir kez daha, Kongre’deki
iki partiye mensup üyeler ve hatta bir Pentagon subayı önünde o Galiçyalı
ataları ve kişiliğinin oluşumunda oldukça faydalı olduğunu düşündüğü kimi
ahlâkî ilkeleri kendisine aşılayan Cizvit papazlarına ilişkin oldukça gerçekçi
bir değerlendirme yaptı. Konuşmasını şu şekilde bitirdi: ‘Ben bir Hristiyanım’.
Bu söz masanın üzerine bir bomba gibi düştü.”[25]
1998
tarihli CNN/BBC mülâkatında Castro, o günün dünya durumu üzerine fikir beyan
eden, gözlemleri ve sloganlarıyla etkili olan bir isme tekrar tekrar atıfta
bulunur, bu kişi Papa II. John Paul’dür. Müteveffa papa, küreselleşme ile
ilgili olarak Castro’ya paralel fikirlere sahip bir kişidir. Üstelik Castro’ya
göre, Karl Marx’ın proleter enternasyonalizmi ile Papa’nın “dayanışmanın
küreselleşmesi” tespiti arasında yakınlık mevcuttur.[26]
Castro,
sosyalizmin çöküşü ve gelecekle ilgili tahminler noktasında köklerine,
Hristiyanlıkla ilgili bilgisine geri döner. O tüm sosyalist geleneği Marksizmle
eşitlemez. Fikirler tarihine dalar ve teselli için iki kaynak bulur. İkinci
kaynak, Fransız filozofların fikirlerindeki süreklilik ve canlanmadır. Her ne
kadar Fransız Devrimi bu iki önemli hususu ezmiş, halefi olan Napolyon devrimi
yoldan çıkartmışsa da söz konusu kaynak hâlâ önemlidir. Castro’nun tespit
ettiği ilk kaynak ise Hristiyanlık tarihidir:
“Siz Marksizmden ve
sosyalizmden dem vurdunuz, bense başka şeylerle kıyaslama yapmak istemiyorum
ama kanaatimce Hristiyanlık Roma mezarlarına gömülmüş olabilirdi. Romalılar,
Kudüs’ü işgal edip Yahudileri ve ilk Hristiyanları kovduklarında kimse
Hristiyanlığın Roma’nın pagan fikirleri üzerinden hayatta kalabileceğini ve bir
milyardan fazla müridi ile büyük bir dünya dini olabileceğini düşünemezdi.”[27]
Sosyalizm
ve Marksizmin o vahim yıkılışıyla ve insanları seferber edip yüreklendirirken
bir ânda yeni bir çağla baş başa kalan Castro, bir teselli, ilham ve örneklik
olarak Hristiyanlık tarihine başvurur. Bu yönelim de Hristiyanlığın onun
düşüncelerinde ne denli güçlü ve önemli bir etkiye sahip olduğunu gösterir.
Gördüğümüz üzere, Castro’nun Hristiyanlığa dönük başvurusu, salt dinî
kişilikler ya da Batılı seyircilerle kurduğu muhabbetin bir unsuru değildir.
Militan Latin Amerikalı kadınlarla yaptığı bir toplantıda bile ahlâk bağlamında
Hristiyanlığa atıfta bulunur:
“Kendimizi o geleceğe
teslim edebilir miyiz? Bu gelecek Katolikliğin mi, Hristiyanlığın mı yoksa
Marksizmin mi geleceği? […] Sizlerin bir komünist ya da sosyalist olmanıza
gerek yok. En temel ahlâkî manada sadece birer Hristiyan olun yeter. Şunu
söylemelisiniz: geleceğe uzanan dünya en temel ahlâkî ilkelere aykırı olan bir
seyir içerisinde. Hayır, bu doğru değil. Bir Hristiyan şunu söyleyebilir: Bu
dünya, en temel Hristiyanlık ilkelerine aykırı bir seyir içerisinde.”[28]
Tüm
sözlerinde Castro, Katoliklik, Hristiyanlık ya da Marksizm arasında organik bir
ortaklık ya da süreklilik görür. Hristiyan ve sosyalist etik arasındaki değiş
tokuşa ve örtüşmeye bakar.
1985’de
borçların ertelenmesi ile ilgili olarak Latin Amerikalı sendikacıların
düzenlediği bir konferansta şunları söyler: “Haça kılıçtan daha fazla saygı
duyuyorum.”[29] Sömürgeciliğin ve onu takdis eden Hristiyanlığın rolünün
eleştirildiği bir konuşmada silâhlı mücadele öğretisi ile birlikte anılan
Castro gibi bir ismin tüfek yerine mecazî olarak “kılıç” sözcüğünü kullanıp bu
türden bir cümle kurması gerçekten önemlidir.
Fidel ve Cizvit Duruşu
Marksizm,
kendisinden önceki fikirleri miras alıp aşmak ve tarihi bilim alanına taşımakla
övünüp süreklilik yerine sıçrama ve kopuşa vurgu yaparken, Castro açıktan ve
bilinçli bir şekilde farklı bir halı örer. Bu örme işleminde Marksizm
muhtemelen en kalın olan iptir ama gene de hâkim rengi o vermez.
Castro
tüm fikirler alanını birbirine bağlar ve bu noktada adalet anlayışının motive
ettiği eski ideoloji formlarını ortaya çıkarmak için kazı yapar. Elde edilen
değerler arasındaki ortaklığın ve fikirlerin teşkil ettiği geleneğin ana
niteliği ahlâkîdir ve toplumsal adalete vurgu yapar. Her ikisi el ele ilerler,
birbirlerine bağımlıdır ve birbirlerinden türemişlerdir. Esas olarak
Hristiyanlığa ve genelde tüm dinlere dönük başvuru, bu dinlerden türeyen ortak
ahlâkî şarta dönük vurgu, iyi ile kötü ayrımına ilişkin derinlikli fikriyatla
ilgili analiz ile birlikte ilk dönem ütopyalarına verilen önem, Castro’nun
Marksist ve komünist fikriyata yönelik en büyük katkısıdır.
“Devrimci fikriyatın ve en
iyi ahlâkî, insanî fikirlerin tüm dinlerde, her türden otantik dinde zuhur
etmiş olması gerek. […] İnsanlık tarihinin başlarına dek uzanan birçok fikrin
ahlâkî ve insanî yönünü yüklenmeliyiz. İsa’nın fikirlerinden bilimsel temele
sahip, âdil ve derinlemesine insanî olan sosyalist fikirlere kadar. Bunlar Karl
Marx’ın, Engels’in, Lenin’in, Marti’nin, Fransız Devrimi'ni önceleyen Avrupalı
Ansiklopedistler'in ve bu yarımkürede verilen bağımsızlık mücadelelerinin
kahramanlarının fikirleridir.”[30]
Bu
alıntı önemli, çünkü Castro’nun desteklerini almaya çalıştığı dindar isimlerin
bir toplantısında sarf edilen cümleleri ihtiva etmiyor. Bu sözler,
küreselleşmeyi tartışan iktisatçıların bir toplantısında söyleniyor. O, Marx ve
Engels’i insanî fikriyatın içindeki bir geleneğin içinde görüyor ya da onları
oraya yerleştirmeye çalışıyor (Castro’nun onlardan ayrıca bahsetmesi dikkate
değer) ve daha da ilginci, bu listeye “duygusuz” olarak bilinen Lenin’i de
ekliyor. Böylelikle Castro, ütopik ve bilimsel sosyalizm ya da ideoloji ile
bilim arasındaki ayrımı dikine kesiyor.
Kahramanlık ve Değerler Sentezi
Fidel
Castro, araçların da amaçlar kadar önemli olduğunu, özgürleşmeye dönük
amaçların tarihteki en onurlu ülküler olarak görülmesi gerektiğini, bu türden
amaçların da onurlu araçlara ihtiyaç duyduğunu söyler. Ayakta kalışının da
gösterdiği üzere, araçların doğru seçilmesi ile şiddetin “iyi” kullanımı,
iktidarın ele geçirilmesi ve muhafazası için önemlidir. Castro’nun kahramanlık
anlayışı da onurlu amaçların hizmetindeki şiddet araçlarının kullanımı ile
birleşir.
İktidarın
ele geçirilmesi ve muhafazası gibi politikanın geleneksel yönlerinde elde
ettiği başarı ile Castro, paradoksal biçimde, başarının geçerlilik ve doğruluk
ölçütü olduğu fikrini reddeder. Şans, tesadüf, fırsat ve olumsallık gibi
hususların altını çizen Castro, Kübalı devrimcilerin mücadelenin çeşitli
noktalarında zarar görebileceklerini ve kısa sürede yok edilebileceklerini ama
bu tür bir mağlubiyetin onların, fikirlerinin ve politik hatlarının yanlış
olduğu anlamına gelmeyeceğini söyler. Ona göre, pudingin kanıtı onun yenmesinde
değildir. Bu suretle Castro, iradenin ve tercih yapmanın, yani öznel faktörün
önemini vurgular ama bunu Lenin’den farklı bir biçimde yapar.
Lenin’e
göre, iradeye en ileri bilimsel fikirler eşlik etmeliyken Castro’ya göre, son
tahlilde belirleyici olan, yeni değerler sentezine sahip kahramanca bir
duruştur. Bu noktada onun, Marx ve Engels’in karşı çıktıkları bir sima olarak Don Quixote’ye selâm durması önemlidir.
Marx’a göre, Cervantes’in Don Quixote’si
şövalyeliğin her türden üretim tarzı için uygun olmadığının delilidir. Bu
gözlem, onların bilimle “ütopik sosyalizm” arasında tespit ettikleri ayrımı
resmeder. Castro’nun konuşmalarının bulunduğu veritabanı tarandığında en az iki
yüz konuşmada onun La Manchalı adam hakkında konuştuğu görülecektir. Fidel,
Küba’nın tüm dünya genelindeki askerî ve insanî yardıma dayalı faaliyetlerini
bile Don Quixote’nin ruhuna benzetir:
“Tüm dünyada hacılar, misyonerler, birer Don
Quixote gibi dolaşıyoruz; sadece askerlerimiz değil, doktorlarımız,
öğretmenlerimiz ve mühendislerimiz de her yerde faaliyet yürütüyorlar.”[31]
Fidel ile yaptığı şahsî sohbetleri toplayan George Galloway’e göre, Don Quixote’ye dönük yakınlığın izleri,
onun üzerindeki Cizvit etkisinde, ona eşlik eden faziletlerde bulunabilirler:
“Cizvitlerin bağlı olduğu
Aziz Thomas Aquinas, idealizm ile akıl arasındaki uyumun önemini öğretirdi.
Cizvitler bu öğretiye, İspanyolcası caballero
olan şövalye ülküsünü, yani Don Quixote
ülküsünü eklediler. Öğretiyi alçak gönüllülük, sebatkârlılık ve fedakârlılık
gibi hasletlerle yoğurdular. Don Quixote’nin
kapitalizm öncesi ahlâkî değerleri esasta Anglo-Sakson dünyasında yeterince
anlaşılamadı ama Hispanik kültürlerde Don
Quixote, Fidel’de görüldüğü üzere, büyük bir kahraman olarak görüldü.”[32]
Bu
noktada Küba’da Castro’nun zaferi sonrası basılan ilk kitabın Cervantes’in o
büyük romanı olduğunu söylemek gerek. Küba Kültür Bakanı Abel Prieto’nun da
belirttiği üzere:
“Kübalı yazar Alejo
Carpentier idaresinde 1960 yılında ulusal yayınevi tesis edildiğinde, Devrim
sonrası yayımlanan ilk kitap ne bir Marksist ders kitabı ne de Lenin’e ait bir
konuşma idi. […] İlk kitap La Manchalı Don Quixote’ydi. Fidel bu kitabı çok seviyordu.
Tüm zamanların en önemli romanıydı o. Kitap, devrimin millîleştirdiği gazete
matbaasında basıldı. İlk baskı, gazete kâğıdına yüz bin nüsha olarak yapıldı. O
gün için çılgın bir rakamdı bu. Ama oldukça güzel bir çılgınlıktı. Gustave Dore
elinden çıkma çizimler vardı içinde. Toplam dört ciltti, hepsi 25 kuruştu, bir
pezo civarı bir bedel. Gazete stantlarında, gazetelerle birlikte okura sunuldu.
Bu oldukça eğiticiydi. Fidel yerel düzeyde hiç böyle bir şeye tanık olmamıştı
daha önce.”[33]
Fidel’e
göre, her devrimci biraz Don Quixote ve biraz deli olmalıdır. Ama kendisinin de
şiddetle eleştirdiği Pol Pot, Bernard Coard (Grenadalı siyasetçi Maurice
Bishop’ın katili) ve Usame Bin Ladin gibi bir aşırılık içinde asla olmamalıdır.
Che Guevara’nın kendisini Don Quixote ile birlikte tanımlaması elbette
efsanevîdir. Onun ailesine gönderdiği elveda mektubunda Che, kolundaki kalkan
ve topukları arasındaki Rosinante’nin kaburgaları ile bir kez daha yola
düştüğünü söylemektedir.
Fidelist
sentez, birbirinden ayrı dönemlerin ve deneyimlerin davranış tarzlarını ve
değerlerini biraraya getirir. O, genel bir ahlâk ve fazilet yasası olarak şahsî
bir hareket tarzı önerir. Castro’nun Yeni İnsan’ı içinde eskisine ait kimi
yönleri barındırır:
“Çünkü eğer devrime,
burjuva toplumunda belirli insanların burjuva ya da feodal şövalyelikten
devşirdiklerine dair bir hafıza eşlik etmiyorsa bu gerçekten de çok üzücü bir
durum arz edecektir. […] Ve ben herkesin bu gerçeği kavraması, her anne ve
babanın kendi evladını şövalye ruhlu bir proleter olacakmış gibi sevmesi
gerektiğini katiyetle belirtmek istiyorum.”[34]
Feodal
ya da burjuva şövalyeliği ile proleter devrimci ruhu ya da iki karakter türünü,
yani şövalye ruhlu feodal-burjuva olanla devrimci proleter olanı, “şövalye
ruhlu ve proleter olan” yeni bir model ve proleter şövalye olarak özetlenecek
yeni bir sentezi teşkil etmek için birleştirme gayreti gerçekten de eşsizdir.
Castro’nun şiddet etiği ve Fidelist ideal tipi ile uyum içinde hareket eden
Kübalı silâhlı güçlerin savaştaki faaliyetleri, modelin en önemli kanıtıdır.
Castro
engeli aşar ve dikkate alınan iki odak noktasını birleştirir: ilk odak devlet,
ikincisi de kahramanca davranıştır. Kahramanca davranış, bireyle ilgili
edebiyatta ve felsefede her daim öne çıkan bir vasıf olagelmiştir. Castro,
böylelikle kahraman devlet ve toplum anlayışını, zahirde değilse de batında,
bir biçimde konumlandırma imkânı bulur. O, Che örneği üzerine kurulu kahraman
bireye dönük vurgu ile Devrimci Küba örneğindeki enternasyonalist düzlemde
fedakârca görevler ifa eden kahraman devlete ve hayatta kalmak için eşikteki
düşmana, tarihin o en güçlü iktidarına karşı muazzam kavgalar veren kahraman
topluma dönük vurguyu birleştirir.
Yirminci
yüzyılda kahraman ve idealist kisvesinde iki devlete tanık olunmuştur: Kennedy
yönetimindeki ABD ve 1967 savaşına kadar uzanan süreçte İsrail. Ancak Kennedy
dönemindeki (Domuzlar Körfezi ve Vietnam) ABD dış politikası ile İsrail’in
işgalci karakteri kahramanlık maskesini düşürmüştür. Artık Davud rolü, Küba’nın
millî kahramanı ve şehidi Jose Marti’dedir. Fidel Castro ve Küba, görece daha
önemli bir dava ve başarı ölçüsüdür.
İnsanlar
çoğu zaman şiddete başvururlar ve ellerine silâh alırlar. İçinde bulundukları
koşullar ve düşmanları onları silâhlı direnişe, isyana ya da devrime sürükler.
Mücadeleye girmenin heyecanı, şiddeti ve kolektif ruhu, isyanın romantikliği ve
dayanışmacı yönü de onları motive eder. Bu noktada yüzleşilecek sorular
şunlardır: mücadeleyi hangi değerler ayakta tutacak, hangi kurallar ona
hükmedecek? Asilerin mücadele ettikleri düşmana ahlâkî yönden üstün gelmeleri
gerekir mi? Silâhlı şiddete başvurmak, acıya ve ölüme yol açma kudreti,
başkalarının hayatlarına şiddetle muhtemelen de geriye dönülmez biçimde etki
etmek, ahlâkî bir çöküşe yol açar mı?
Silâhlı
mücadeledeki riskleri üstlenme kararı, eylemcilere risk ve fedadan müteşekkil
belli bir ahlâkî aristokrasiye ait olma hissi verecektir. “Hiçbir görev,
devrimci olmaktan daha onurlu, daha asil ya da daha ufuk açıcı değildir. Ancak
devrimci olmak da en zor olanıdır.”[35] Genelde ahlâkî bir aristokrasiye ait
olma hissi ve üstünlüğe dayalı varoluş yöntemi ile el ele giden ruhanî bir
seçkinlik yanılsaması, düşmanın gerçekleştirdiği işkence ve katliamlara dönük
öfke seline eşlik eden doğal bir adalet duygusunun pekiştirdiği ahlâkî kibri
besleyecektir. Bir sonraki aşamada şiddet kullanımındaki her türden sınır
kaybolacak, şiddet, davanın kendine has adaletine dayanacak ve düşmanın
adaletsizliği ise her türden şiddeti takdis edecektir. Terörizm, bu türden bir
ahlâkî güzergâhın ve sürecin ürünüdür.
Fidel Castro ve Küba’daki devrimci ideolojiye, bu
yanılgıya dönük bilinçli direniş ve pasifizm biçimi almaksızın, bile isteye
başka bir yolun tercih edilmesi damgasını vurmuştur.
Dayan Jayatilleka
[Kaynak: Fidel’s Ethics of Violence: The Moral Dimension of The Political
Thought of Fidel Castro, Pluto Press, 2007, s. 166-182]
Dipnotlar
[1]
Norman Jacobson, Pride & Solace: The
Functions and Limits of Political Theory, Methuen, New York, 1978.
[2]
Ronald Aronson, Camus & Sartre,
University of Chicago Press, Chicago, 2004.
[3]
Albert Camus, ‘Moderation and Excess’, ‘Thoughts at the Meridian’, 5. Bölüm, The
Rebel. Albert Camus, Selected Political
Writings içinde, ed. Jonathan H. King, Methuen & Co., Londra, 1981, s.
17–18.
[4]
Jean-Paul Sartre, ‘Albert Camus’, Situations
IV içinde, Paris, 1964.
[5]
A.g.e., s. 24.
[6]
John Dorschner ve Roberto Fabricio, The
Winds of December, Coward, McCann & Geoghegan, New York, 1979, s. 31.
[7]
Katherine Hoyt, The Many Faces of
Sandinista Democracy, Atina, Ohio University Press, 1997.
[8]
Thomas M. Leonard, Fidel Castro: A
Biography, Greenwood Press, Londra, 2004, s. 77.
[9]
Fidel Castro, Cold War: Warnings for a
Unipolar World, Ocean Press, Melbourne, 2003, s. 75.
[10]
Fidel Castro, To Pay Tribute to the
Empire or Pay Tribute to the Homeland, Editora Politica, Havana, 1985, s.
24.
[11]
Carlos Montaner, ‘Cubans are Poor and Enslaved’, ‘Was Fidel Good For Cuba?, A
Debate Between Carlos Montaner and Ignacio Ramonet’ içinde, Foreign Policy, cilt. 86, sayı. 1,
Ocak–Şubat 2007, s. 59–64.
[12]
Ronald Aronson, After Marxism, The
Guilford Press, New York, 1995, s. 231–55.
[13]
Bölümün altbaşlıkları genel tartışmasını özetler niteliktedir: Merkezdeki Ahlâk
mı?, Marksizmin Ahlâka Dönük Muğlâk Yaklaşımı, Ahlâk’ın Günümüzdeki Krizi,
Radikal Değişimin Ahlâkî Temelleri: İçkin Eleştiri, Radikal Değişimin Ahlâkî
Temelleri: İmkânları Dâhilinde Toplumları Yargılamak, Radikal Değişimin Ahlâkî
Temelleri: Özgürlük Tarihi, Evrensel Haklar, Farklılık, Farklılık ve
Evrenselliği Bağlantılandırmak, Yeterli Bir Ahlâkî Temel Mevcut mu?
[14]
Tüm ömrü boyunca Castro ile birlikte olmuş olan Pierre Trudeau’nün oğlu
Alexandre Trudeau de benzer bir görüş ileri sürer. “Fidel’e göre, devrim gerçek
manada bir akıl işidir. Onun görüşünce devrim katı bir biçimde benimsenmez ise,
insanlığı daha geniş bir adalete ve daha mükemmel bir toplumsal düzene asla
götürmez. Akıl, devrim ve fazilet giderek daha fazla belirsiz ve soyut birer
kavram hâline gelmektedir.” “The Last Days of the Patriarch”, Toronto Star, 13 Ağustos 2006 Pazar.
[15]
Liss, Fidel Castro’s Political and Social
Thought, s. 38.
[16]
Fidel Castro Speeches, s. 320 –1.
[17]
Skierka, Fidel Castro: A Biography,
s. 336, aktaran: Frei Betto, Fidel &
Religion: Conversations with Frei Betto, Melbourne, Ocean Press, 1990, s.
271ff.
[18]
Castro, War and Crisis in the Americas,
s. 104.
[19]
A.g.e., s. 142. Vurgular bana ait.
[20]
Coltman, The Real Fidel Castro, s.
160.
[21]
Castro, War and Crisis in the Americas,
s. 112.
[22]
Szulc, Fidel: A Critical Portrait, s.
470 –1.
[23]
Castro, Frei Betto, Fidel & Religion
içinde, s. 227.
[24]
Gabriel Garcia Marquez, Introduction, ‘Fidel – The Craft of the Word’, Gianni
Mina, An Encounter with Fidel,
Melbourne içinde, Ocean Press, 1991.
[25]
A.g.e., s. 21.
[26]
Castro, Cold War, s. 66–74.
[27] A.g.e., s. 67–8.
[28]
Fidel Castro, Latin Amerikalı ve Karayipli Kadınların Durumu Toplantısı’nın
Kapanış Konuşması, 7 Temmuz 1985, tarih belirtilmemiş, s. 25.
[29]
Castro, To Pay Tribute to the Empire,
s. 11.
[30]
Ekonomi 98 Enternasyonal Organizasyonu’ndaki Konuşma Metni, 3 Temmuz 1998.
[31]
Castro, Cold War, s. 73–4.
[32]
George Galloway, Fidel Castro Handbook,
MQ Publications, Londra, 2006, s. 29.
[33]
A.g.e., s. 222.
[34]
Women and the Cuban Revolution, ed.
Elizabeth Stone, Pathfinder Press, New York, 1981, s. 69.
[35]
Fidel Castro, War and Crisis in the
Americas, Pathfinder Press, New York, 1985, s. 106.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder