Pages

23 Haziran 2010

Malcolm X

Kırk yıl önce dün Malcom X, Harlem’deki Audubon Balo Salonu’nda konuşmak için ayağa kalktı. Tüm ABD genelinde hüküm süren ırk ayrımcılığına dair bir şeyler söyleyecekti. Kardeşlerine beyazların zulmüne karşı direnmelerini ve dövüşmelerini rica ettiği bir ânda silâh patladı. O vakit ülkenin tepesinde oturanlar rahat bir nefes aldılar. Zira adaletsizliğe karşı yükselen en gür ses artık susmuştu.

Malcolm’ın Gençliği

Malcolm Little, 19 Mayıs 1925’te Omaha, Nebraska’da dünyaya geldi. O dönemde Amerika’da on üç milyon siyah yaşamakta, bunların önemli bir bölümü güney eyaletlerinde ikamet etmekteydi. Siyahlar, esas olarak çiftçilik ve ortakçılıkla iştigal ediyorlardı. Kuzeydeki siyahlar ise çeşitli sanayi kollarında işçilik yapıyorlardı. Güneyde yürürlüğe konulan Jim Crow yasaları, ırk ayrımcılığına dayalı bir rejimi devreye sokmuş, Afrikalı-Amerikalıları toplumun geri kalan kısmından ayrıştırmıştı. Bu yasanın pratik sonuçları, siyahların evlerinin beyazlarınkinden ayrıştırılmasını, siyahî çocukların beyazlardan ayrı okullara gitmelerini, hatta umumî tuvaletlerin bile ayrılmasını öngörüyordu.

Bu alabildiğine tehlikeli yasalar, siyahî işçilerin sendikalara katılmasına yasak getirdi. Bu durum, beyaz işçiler arasında ırkçılık zehri saçan Amerikalı patronların lehine bir sonuç üretti. Sözkonusu “böl ve yönet” taktikleri, birçok işçi mücadelesinin yenilmesine yol açtı ve ABD işçi sınıfının birleşmesine mani oldu.

Kuzeydeki durum, fiiliyatta görece daha iyiydi. Siyahlar, New York’taki Harlem ya da Şikago’daki South Side gibi yerlerde, kalabalıklar hâlinde, kimi gettolarda ikamet ediyorlardı. Buralarda ırkçılık hüküm sürüyordu. Ancak Birinci Dünya Savaşı, patronları siyahları sanayi bölgelerine sürmeye mecbur etti. Bu gelişme, birçok Afrikalı-Amerikalının koşulların giderek iyileşeceğine dair umut beslemesine neden oldu. Oysa bu umudun gerçekleşme imkânı yoktu.

1919’da savaşın sona ermesi ile ABD’yi boydan boya sarsan kitlesel işçi eylemleri gerçekleşti. Patronlar işçi eylemlerine, ırkçılığı kışkırtmak ve siyahların işsizliğin ana sebebi olarak gösterip işçi sınıfını bölmek, kuzeydeki beyaz işçilerin grevleri kırmak için güneyden siyah işçiler getirmek suretiyle cevap ürettiler.

Amerikan Emek Federasyonu’nun Afrikalı-Amerikalı işgücünü örgütlemeyi reddetmesi ve bürokrasinin ölümcül kimi faaliyetleri, Amerikan proleter hareketinin patronlarca ezilmesine katkı sundu. Devrim ve karşı devrim her daim kol kola ilerliyordu. Aynı yılın Yaz’ında 25 ayrı yerde toplu katliamlar gerçekleştirildi. Irkçılık, patronların bölücü taktiklerince kullanılan en faydalı araçlarından biri hâline geldi. Birçok siyah gibi Malcolm’ın ailesi de bu ırkçı şiddete bir biçimde maruz kaldı.

Malcolm’ın babası, siyahların kurtuluşuna dair fikirlere sahip Marcus Garvey’ye bağlı bir vaizdi. O günlerde birçok siyah, ırkçı zulme karşı ırkî gururu öne çıkartan örgütlere üye oluyordu. Marcus Garvey, Afrika’ya dönüş hareketinin müdafilerinden birisiydi. Bu fikirler, Afrikalı-Amerikalılar arasında yaygın bir ilgiye mazhar oldu. Sonrasında, altmışlarda, Afrika’da millî kurtuluş hareketlerinin orta çıkması ile sözkonusu mistik fikir, yeniden popülarite kazandı.

Malcolm, dört yaşında iken ailesinin evi ırkçı bir çete tarafından ateşe verildi. Altı yaşında iken babası Ku Klux Klan üyelerince katledildi. Bu toplumsal bağlam dâhilinde çocukluğu ve gençliğinde onun belânın içine neden daldığını anlamak pek de güç değil.

Gençlik dönemini Boston, Lansing, New Haven, Flint ve New York’ta geçirdi. Buralarda kumar, hırsızlık ve torbacılık gibi yasadışı kimi eylemlere iştirak etti. Birçok siyah gibi o da iş bulma umudu ile Doğu Sahili’ne gitti. İşçileşme imkânı bulsalar bile siyahlar en berbat işlere koşuluyorlardı. Hayatlarını idame etmek için birçoğu yasadışı işlere meylediyorlardı. 1946’da Malcolm, silâhla bir eve girip hırsızlık yaptığı gerekçesi ile tutuklandı. Sekiz ilâ on yıl arasında hapis cezası ile yargılanan Malcolm, mahpusta altı yılını geçirdi.

Malcolm Little Malcolm X Oluyor

Mahpusta Siyahî Müslüman Hareketi olarak da bilinen İslam Milleti’ne katıldı ve “Malcolm X” ismini aldı. On dört yılını bu dinî grup içinde geçirdi. Kısa sürede grubun en önemli simalarından biri hâline gelen Malcolm, hareketin perde arkasındaki lideri Eliya Muhammed’in sözcüsü oldu.

İslam Milleti, Allah’a gerçek manada tabi olup beyaz toplumdan ayrışarak İslam Milleti’ni teşkil etmek suretiyle siyahların kurtulabileceğini öne süren dinî bir tarikattı. Grubun öğretisi, siyah milliyetçiliğinin en sekter versiyonlarından birisiydi. Grup, siyah ırkçılığını müesses nizamın beyaz ırkçılığı ile baş edebilmenin en iyi yolu olarak görüyordu. İktisadî cephede de aynı taktiği uygulayan örgüt, beyaz kapitalizmine karşı siyah kapitalizmini çıkartıyordu.

Marx’ın da izah ettiği üzere, toplumsal varlık toplumsal bilinci belirliyor, siyah olanın satın alınması fikri, şehirlerin iç bölgelerinde ve gettolarda küçük dükkân sahibi olan siyah orta sınıfına ait sınırlı bir katmanın yaşadığı hayal kırıklığını ifade ediyordu.

Siyahî orta sınıfın ilerlemesi önündeki esas engellerden biri kurumsal ırkçılıktı. Bu konumun sınırları alabildiğine aşikârdı. Her şeyin ötesinde siyahî orta sınıfın ideolojisi ve bakış açısı kapitalizmin temellerine, Afrikalı-Amerikalılara yönelik ırkçı zulmün gerçek kaynağına, asla saldırmıyordu. Grup, saldırılarını üstünlük yanlısı beyazların siyahî iş dünyasına yönelik koydukları tahdide hücum etmek üzerine kurmuştu. Hareketin dayandığı bu sınırlar, onların piyasaya girmelerine ve beyazların kontrolündeki iş alanlarından istifade etmelerine mani oluyordu. Bu teorinin yüzeysel radikalizmine karşın, arka planındaki gerici fikirler tümüyle ortadaydı. Tüm bir ırkî grubun iş adamı olması mümkün değildi. Siyahî iş adamlarına ait bu fikir, temelde siyahların küçük bir kesimine, orta sınıfa hitap ediyordu.

Siyahî Müslümanlar, beyaz burjuvaziye karşı çıkmak için Afrikalı-Amerikalı burjuvazisi yaratma peşindeydiler. Onlar, üstünlük yanlısı çevrenin deri renginin ötesinde nelerin olduğunu hiçbir zaman görememişler, üretimdeki ve toplumdaki beyaz burjuvazinin oynadığı rolü asla anlayamamışlardı. Sözkonusu fikirlerin iflası, bu noktada daha fazla aşikârdı. ABD’de Jesse Jackson ile temsil olunan küçük bir siyahî azınlığın tesisi, Afrikalı-Amerikalıları yukarı çekmediği gibi, onlar şehirlerin iç kesimlerinde ve gettolarda sefalet, şiddet ve uyuşturucunun hüküm sürdüğü koşullarda yaşamaya devam ettiler. Bu küçük siyahî seçkinler grubu, siyahî kitlelerin mücadelesini parçalamak amacıyla ABD yönetici sınıfı tarafından kullanıldı, (Malcolm X’in ılımlı siyahî liderlere yönelik tabiri ile) Tom Amca’lar, hareketi ABD burjuvazisinin liberal kanadına, Demokratlara bağlamak için devreye sokuldular.

Marcus Garvey gibi İslam Milleti de Afrika’ya dönüş fikrine sırtını yaslıyordu. Yirmilerin başlarında Marcus Garvey’nin Evrensel Siyahî Islah Derneği gibi bu fikir de ABD’deki Afrikalı-Amerikalıların geniş bir kesimince ilgiyle karşılandı. Leon Troçki, bu fikri otuzlarda şu şekilde analiz ediyordu:

“Siyahî Amerikalılar ‘Afrika’ya Dönüş’ hareketinin bayrağı altında toplanıyorlar; zira bu hareket, siyahların kendi vatanlarına dönük arzularının tam manasıyla gerçekleşmesini ifade ediyor. Onlar, fiiliyatta Afrika’ya gitmek istemiyorlar. Bu, gerçekte kendi kaderlerini kontrol ettikleri, beyaz hâkimiyetinden kurtuldukları bir vatan için duyulan mistik bir arzunun ifadesi aslında.” [“On Black Nationalism”, Leon Troçki]

Malcolm’ın İslam Milleti içinde geçirdiği yıllar boyunca örgütün üye sayısı önemli ölçüde arttı. ABD Komünist Partisi, sözkonusu yıllarda McCarthy liderliğinde yürütülen tasfiye sürecinin mağduruydu. Ellilerin başında KP liderliğindeki sendikaların önemli bir bölümü, Sanayi Örgütleri Kongresi’nden ihraç edildi. Otuzlar boyunca KP, siyahî işçilerin önemli bir bölümünü örgütlemeyi başarmıştı. Ancak ellilerde parti, Demokrat Parti ile aynı argümanları kullanır hâle geldi. KP, ABD’deki ırk sorununu güney sorununa ve Jim Crow yasalarına indirgedi. Parti, kuzeydeki siyahî kitleler için bir seçenek hâline gelmeyi beceremedi.

Siyahların mücadelelerini ifade edebilecekleri uygun herhangi bir araç mevcut değildi. Friedrich Engels’in de ifade ettiği üzere, doğa boşluk kabul etmiyordu. Bu boşluk, ırkçı zulme karşı radikal nutuklar atan, birbirinden farklı dinî gruplarca dolduruldu. Aralarında Malcolm’ın da olduğu birçok siyahî genç, beyaz zulmüne karşı çıktığı gerekçesi ile Siyahî Müslümanlar Hareketi’ne meyletti. Bu hareket, kendi gençliğindeki ıstırapları anlamaya çalışan bir kişi olarak Malcolm için muazzam bir izahat sunuyordu. Mahpusta İslam’a ihtida etmesi ve ölene dek Müslüman kalmasına karşın, onun esas meselesi, halkının maruz kaldığı zulme karşı mücadele etmek olmuştu. İslam Milleti’nden ayrıştığında, zamanla, dinini politika ile ilişkisi içinde tali bir konuma çekti. İslam Milleti ile birlikte olduğu dönemde bile Eliya Muhammed’in en politik vaizlerinden biri olduğu söylenip durulmuştu. O, tüm ülkeyi ve dünyayı gezen, hareketle ilişkisi olmayan başka insanlarla hemhal olabilen politik bir simaydı.

Siyahî Müslümanlarla geçirdiği on dört boyunca o grubun en parlak sözcüsüydü. Tüm ABD’yi, Afrika’yı ve Ortadoğu’yu gezen Malcolm, buralarda şiddetli ve samimi ifadelerle, ırkçı zulme karşı konuşmalar yaptı. Onun “Amerika’nın en kızgın insanı” unvanını kazanması boşuna değildi. O, ılımlı siyahî liderlerin riyakârlıklarını reddediyordu. Müesses nizamın kendisine borçlu olduğunu düşündüğü basit kimi tavizler konusunda ondan asla ricada bulunmuyordu. Bu anlamda Malcolm, siyahî kurtuluş hareketinin en uzlaşmaz simasıydı.

Ancak ondaki bu sekterci yan (ki üyesi olduğu İslam Milleti’nin de en önemli özelliklerinden birisidir bu.) onun görece daha fazla sayıda insana ulaşmasına mani oldu. Spike Lee’nin yönettiği Malcolm X isimli filmin bir sahnesinde beyaz bir kadın öğrenci Malcolm’a yaklaşır ve cesaretini toplayarak, ona hareket için bir şeyler yapıp yapamayacağını sorar. Malcolm tepeden bakar kıza ve hakaretamiz bir ifade ile “hiçbir şey!” diye cevap verir. Siyahî Müslümanlar ile yollarını ayırmış olmasına rağmen fikriyatında hâlâ eski sekterciliğinin kimi kalıntıları mevcuttur. Ayrışma sonrası Cleveland’da buldozerin altında kalarak can veren beyaz bir insan hakları eylemcisi için düzenlenen anma toplantısında konuşması istendiğinde o şu sözleri sarf eder:

“İyi, o adamın yaptığı tabiî ki iyi bir şey. Ama bu hayli geç bir tarihte, beyazların katkıları karşısında ayağa kalkıp alkış tutacak siyah insanlar bulmanın günü değil artık. (…) Beyaz bir adamın fedakârlığını alkışlamak için tüm enerjimi harcayacağımı mı düşündünüz? Hayır, böylesi bir fedakârlık için artık çok geç.”

Böylesi bir sekterci yaklaşım, bırakalım ırkî zulme karşı geniş bir hareket teşkil etmeyi, gerçek ve uzlaşmaz bir dinamiğin bile örgütlenmesini zorlaştırıcı nitelikteydi. Ömrünün son aylarında bu sekterciliğini düzeltmeye gayreti içine girse de artık geç kalmıştı. İslam Milleti üyesi iken yaptığı kimi tespitler, insan hakları eylemcilerinin geniş bir kesiminin kendisinden uzaklaşmasına neden oldu. Sonrasında burjuva medyası, sözkonusu eylemcilerin Malcolm X’ten uzak durması konusunda ilgili sekter tutumları sürekli istismar etti.

Ayrışma ve Malcolm’ın İdeolojik Evrimi

Eliya Muhammed’in grubu politik bir örgüt olmaktan uzaktı. Gene de Siyahî Müslümanlar, işçi sınıfının geleneksel politik örgütlerinden doğan boşluğu doldurmayı bildi. Bu örgütlerin ne siyahî kitlelere ne de özellikle gençliğe alternatif teşkil etme imkânı vardı.

İslam Milleti, politikadan uzak durma siyaseti güdüyordu. Bir yandan Demokratlara ve Cumhuriyetçilere karşı destekleyici bir konum alıyor, insan hakları hareketinin iyi huylu liderlerini eleştirmiyor, ama öte yandan da politikadan uzak durma siyaseti gereği, ne siyahlara liderlik edebilme becerisi ediniyor ne de onların öfkelerinin somut bir ifade aracı olabiliyordu.

Altmışların başında İslam Milleti, çokça sert laf edip hiçbir şey yapmamakla ünlendi. Bu anlamsız siyaset, neticede Malcolm için bir deli gömleği hâline geldi. 1962’de Los Angeles polisi, yedi silâhsız Müslüman’ı vurup on altısını gözaltına aldı. Malcolm, Los Angeles’a giderek olaya yönelik tepkileri örgütlemek istedi. Diğer dinlere mensup kişilerin de duhul ettiği hareketi örgütleme esnasında Eliya Muhammed tarafından geri çekildi. Grubun sınırlarını aşma gayreti, ileride yaşanacak ayrışmanın öncelikli sebeplerindendi.

Sonrasında liderliğin yozlaşması da onun örgütten ayrılmasını etkileyen sebeplerden birisiydi. Eliya Muhammed’in ABD’deki Nazi Partisi’nin başı olan George Lincoln Rockwell ile temasta olduğu kimse için sır değildi. 1963’te Eliya Muhammed, Phoenix’teki müsriflik abidesi malikânesine çağırdığında Malcolm’a onun örgüt içindeki gençlerle cinsel ilişkiye girdiğine ilişkin dedikoduları ve söylentileri alaycı bir üslupla doğrulatmak istedi. Malcolm, örgütün tepesindekilerin, vaaz ettiklerinin aksine, pratikte farklı bir seyir içinde olduklarını görüp hayal kırıklığına uğradı.

1 Aralık 1963’te, John F. Kennedy suikastından dokuz gün sonra, New York’ta düzenlenen bir toplantıda Malcolm X, JFK’nin ölümünü, beyaz adamın yarattığı nefret ve şiddet iklimine bağladı. Devamında şunları söyledi:

“Tavuklar eve tünemek için gelirler. Tavukların eve tünemek için gelişleri yaşlı bir çiftlik insanı olarak beni asla üzmez; aksine bu, her daim memnun eder beni.”

Kimi yazarların ortak iddiasına göre, ilk tespit, Malcolm’ın İslam Milleti’nden ayrışması için katalizör görevi gördü. Her ne manaya gelirse gelsin, gerçekte Eliya Muhammed, bu tespit sonrası Malcolm’a konuşmayı yasaklamış ve sessiz kalmasını söylemişti. Malcolm ile Siyahî Müslümanlar arasındaki kopuşu tetikleyen, işte bu gelişmeydi.

Diyalektik materyalizmin izahatına göre zorunluluk kendisini tesadüfler aracılığıyla ifade eder. Malcolm X, İslam Milleti içinde devrimci bir seçenek aramış, bulamadığında da çekip kapıyı çıkmıştı.

12 Mart 1964’te örgütten ayrılıp Müslüman Camii’nin kuruluşunu ilân etti. Mekke’ye gitmesinden çok kısa bir süre sonra İslam’a ihtida etti. Orada yaşadıkları ona fikriyatını genişletme ve dini tali bir konuma taşıma imkânı verdi. İlgili mesele üzerine şu değerlendirmeyi yaptı:

“Hiçbir din, ülkemdeki halkımın koşullarını unutturamayacak bana, […] hiçbir tanrı, hiçbir din, hiçbir şey sözkonusu zulüm durana, kesilene, ortadan kalkana dek bu gerçeği unutturamayacak. Bu noktanın iyice açıklığa kavuşmasını isterim.”

Öte yandan Malcolm, Müslüman Camii’nin de ırkî zulme karşı siyahların kitlesel hareketini toparlama hususunda kâfi gelmeyeceğinin farkındaydı. Bu gerçeği aklında tutarak o, Afrikalı-Amerikalı Birliği Örgütü’nü kurdu. Bu yeni örgütün dinle bir işi yoktu. Aksine örgüt, dinî zeminine bakmaksızın, tüm Afrikalı-Amerikalılara birleşme çağrısı yaptı ve onların geniş tabanlı bir hareket meydana getirmelerini talep etti. Kuruluş programını derinliğine etkileyen en önemli husus, o günlerde Afrika’da hüküm süren kurtuluş mücadeleleriydi. Irkçı saldırılara karşı kendini müdafaaya dayalı kimi ilginç konumlar aldı. Bu, sürmekte olan ırkçı saldırılar karşısında hareketi korumasız bırakmış kimi ılımlı siyahî liderlerin desteğindeki şiddet dışılık siyasetine nazaran daha ilericiydi. Ancak örgüt, sosyalist olmaktan da uzaktı ve ekonomi siyaseti genel anlamda siyah milliyetçiliğinin küçük burjuva fikirlerine dayanıyordu. Ayrıca hareket beyazların iştirakine de karşıydı. Bu fikir, beyazlarla siyahların birleşmesinden önce, siyahların kendi aralarında birleşmeleri gerektiğini savunan Malcolm’a aitti. Zamanla bu fikir, ırkî zulme karşı mücadeleyi basit anlamda bu zulmün kurbanlarına indirgemişti. O günlerde bu siyaset, ırkî zulme karşı mücadeleye sempati duyan işçi ve öğrencilerin mücadeleye iştirak etmesine mani olmuştu.

Siyah milliyetçiliğinin kapitalizm tarafından uygulamaya konulan ırkî zulmün dolaysız bir sonucu olduğu doğrudur. Ancak o, sonuçta bir yandan da mazlum siyah işçi sınıfı ile beyaz işçi sınıfının birliğini frenleyen bir etmendi.

ABD tarihi, siyahî işçilerin somut bir şeyler kazanmak adına beyaz işçilerle birlikte mücadeleye giriştiklerinde küçük burjuvazinin etkisinin azaldığına ilişkin örneklerle doludur. İlk akla gelen örnek, toptan et satışında çalışan siyah ve beyazların Şikago’nun siyah mahallesinde kol kola yürümelerine tanık olan 1919 grev dalgasıdır.

En nihayetinde Malcolm, kapitalizmin siyahlara dayattığı ırkî zulme yönelik bir çözüm yolu olarak takdim edilen Siyah milliyetçiliğinin sınırlarının farkındaydı. Suikasta kurban gitmeden bir ay önce verdiği bir mülâkatta, Gana’da, Cezayir büyükelçisi ile yaptığı görüşmeden bahsediyordu:

“[…] Mayıs ayında Gana’dayken, kelimenin tam anlamıyla devrimci ve aşırı militan bir kişilik olan Cezayir büyükelçisi ile görüşmüştüm. […] Ona sahip olduğum politik, sosyal ve ekonomik felsefenin siyah milliyetçiliği olduğunu söylediğimde, o bana bunun nereleri geride bıraktığını sordu. Zira o beyazdı. Afrikalıydı ama Cezayirliydi ve tüm görünümü itibarıyla beyaz bir adamdı. Devamında, ona siyah milliyetçiliğinin hedefini izah ettim, tekrar aynı soruyu sordu. ‘Siyah milliyetçiliği nereleri gerisinde bırakıyor, Fas, Mısır, Irak ve Moritanya’daki devrimcilere ondan ne kalıyor?’ Böylelikle o, gerçek birer devrimci olan ve gerekli her türlü araca başvurarak sömürü sistemini yıkmaya hayatlarını adamış insanlara yabancılaştığımı bana gösterdi.”

Ayrıca Malcolm, süreç içinde ırkî zulmün sebebinin kapitalizmin çürümüş doğası olduğunu da kavradı: Harlem’daki bir toplantıda, “ırkçılık olmadan kapitalizm olmaz” dedi. Başka bir ortamda ise Afrika’daki kurtuluş mücadelelerinden bahsederken, şunları söyledi:

“Akbaba gibi olmadan kapitalist bir sistemi işletemezsiniz. […] Bana bir kapitalist gösterin ben de size onun nasıl bir kan emici olduğunu göstereyim.”

Zamanla daha da ileri gitti. Aşağıdaki alıntı, onun sınıfî bir konuma doğru meylettiğini gösteriyor:

“Bir devrim çağında yaşıyoruz ve Siyahî Amerikalıların isyanı, bu çağa niteliğini veren zulüm ve sömürgeciliğe karşı ayaklanmanın bir parçasıdır. […] Siyahların isyanını basit anlamda beyaza karşı siyah çelişkisi ya da saf anlamda bir Amerikan menşeli bir mesele olarak sınıflandırmak doğru değildir. Aksine, biz bugün mazlumun zalime, sömürülenin sömürene karşı küresel ayaklanmasına tanık olmaktayız.”

Bu cümleler, onun fikriyatındaki oldukça önemli değişimlere işaret ediyordu. Ancak gene de ideolojisindeki evrim bu noktada durmadı. Birkaç hafta değilse bile, birkaç ay içinde konuşmalarını hiçbir şekilde sulandırmaksızın, eski sekterciliğine ait kalıntılardan açık biçimde kurtuldu. Siyah ve beyazlar arası yapılan evliliklere ilişkin önyargılarından vazgeçti ve kadınların siyahların kurtuluş mücadelesindeki rolünü kabul etti. Dahası, Afrikalı-Amerikalı Birliği Örgütü’nün üyelerinin deri renklerine aldırış etmeksizin, diğer tüm örgütlerle çalışması gerektiğini söyledi, zira artık Malcolm, üstünlük yanlısı beyazlara karşı dövüşen savaşçıların yürüttüğü politikanın yegâne önemli mesele olduğunun farkındaydı.

ABD’deki iki burjuva partisine yönelik tavrı da zamanla değişti. Siyahî Müslümanlar, salt politik olmayan gerekçelerle hem Demokratlara hem de Cumhuriyetçilere karşı konumlanırlarken, Malcolm, her iki partinin de esasta beyaz yönetici sınıfının çıkarlarını temsil ettiğini biliyordu. O, ayrıca insan hakları hareketinin ipini Demokratların ellerine teslim etmeye çalışan siyahî liderlere karşı da mücadele etti.

Malcolm, ABD’deki mazlum azınlıkların en hain ve en berbat düşmanlarının Amerikan burjuvazisinin en ilerici kanadı olduğunu açığa çıkarttı. Ona göre Demokratların kökleri, ABD’nin güney eyaletlerinden gelmiş köle sahiplerine dayanıyordu.

Eleştirilerini Siyahî Müslümanlardan da esirgemedi, zira onlar, İslam Milleti çerçevesi dâhilinde inşa edemediği zulme karşı dövüşecek hakikî bir örgüt kurma gayretlerini sürekli boşa düşürüyorlardı.

Malcolm, aynı zamanda ABD’deki müesses nizamın gözünde de tehlikeli bir isim hâline gelmişti. O, hayatta kalıp düşüncelerini incelttikçe gerçek anti-kapitalist mücadelenin yanında ırkî zulme karşı uzlaşmaz mücadeleyi başlatma iradesine sahip bir kişiydi. Hâlihazırda siyahî kurtuluş hareketinin radikalleşmesine tanık olan ABD’li kapitalist sınıfın her şeyin ötesinde korktuğu gerçek buydu.

Malcolm X, sadece yönetici sınıf değil, ayrıca onu sürekli sert bir dille eleştiren İslam Milleti gibi unsurların içinde bulunduğu orta sınıf siyahlar için de ciddî bir meseleydi. Biraz muğlâk ama tam manasıyla uzlaşmaz olan fikirleri ona çokça düşman kazandırmıştı. 21 Şubat 1965’te Harlem’de tertiplenen toplantının başında vurularak öldürülmesinin nedeni de buydu.

Ülke içindeki ve dışındaki kimi Marksist grupların iddialarının aksine, Malcolm X sosyalist değildi ve hiçbir zaman öyle olduğuna ilişkin bir iddiada da bulunmamıştır. Yukarıda takdim edilen alıntının da gösterdiği üzere, onun anti-kapitalist ve anti-emperyalist bir konuma meylettiği, ilk başlarda sosyalist fikirlere yönelik husumetinin zamanla değiştiği doğrudur. Onun zafere yürüyen hareketin liderliğini yapacak yegâne sınıf olarak işçi sınıfının sahip olduğu rolü de kavradığı söylenemez. Tüm bunlara rağmen o bir devrimcidir, gerçek bir devrimci örgüt kuramamış olması bu gerçeği değiştirmez. Trajik bir biçimde uğradığı suikast yaşanmamış olsaydı Malcolm’ın sonrasında nasıl bir değişime uğrayacağını kimse kestiremez.

Tek bildiğimiz ise onun politik faaliyetinin önemli bir bölümünü, siyah orta sınıf için çözümler arayıp her daim bir avuç kırıntı için hareketi satan Tom Amca’ların ihanetlerini ifşa etmeye tahsis ettiğidir. Malcolm, siyahî orta sınıf liderlerin hareketin içinde fren görevi gördüğünü anlamış bir isimdir.

Malcolm X, kapitalist sistemin adaletsizliği ve zulmü karşısında konuşmaktan çekinmemiş bir insandı. Kimi mevcut sınırlarına rağmen o, yirminci yüzyılın en dürüst ve en uzlaşmaz savaşçılarından birisiydi.

Ray Smith
20 Temmuz 2005
Kaynak

18 Haziran 2010

Grup Yorum vs. Kardeş Türküler

“İnönü’de neden Kürd yoktu?”

Bu soru ne de çok soruluyor son günlerde. Soruyu soranların derdi, özelde Yorum’u genelde Cephe hareketini köşeye sıkıştırmak. Ondaki “milliyetçileşme eğilimi”ni ispatlamak. Hareketin politik kimi adımlarını daha baştan çelmelemek.

Soruyu soranlar, kendi birey bütünlükleri gibi bütünlükler arıyor, muhataplarında. Bu bütünlükleri kendi bireyliklerine ait düz, doğru, net, kalıplaşmış zihniyet üzerinden "eksikli" kabul ediyorlar. Oysa kolektif olana birey muamelesi yapılmamalı, eksikli, ucu açık ve geçici yönleri eleştiri konusu olmamalıdır.

İnönü’de Kürd aramak, böylesi bir kafa yapısının yanılgısı. Orada nesnel bir bütün olarak gördükleri Kürd’ü görmek isteyenler, Batman’daki DTP mitinginde “Said-i Nursi” posteri ile partiyi destekleyen Müslüman’a bu sefer de, “bunun ne işi var burada?” diyecektir.

Yorum ve Cephe, bu bireylerin kendi çaplarına uygun bütünlükler kurguladıkları ânda başka bir yerde, başka bir bütünleşmeyi gerçekleştirmektedir. Geçmişte bir Roma-Galatasaray maçında, ölüm orucu ile ilgili dağıtılan bildirilerin sahaya yumruk gibi inmesi buna bir örnektir.

“Her sene bitti” diyenlerin o senenin Bir Mayıs’ında Cephe kortejini ağzı açık izledikleri de bilinmektedir. Sormak gerek: dert ne peki, hesap ne?

Kürd’ün kendi coğrafyası var artık, göbeğini kendisi kesmiş, gücü ortada, varlığı, dost-düşman, herkesçe kabul görüyor. Daha bir Kürd neden çıkıp Yorum’u eleştirir? Kosmosunda değil ki!

Cephe’nin coğrafyası var ama çok sınırlı, göbeğini kesme imkânı, şeraiti yok, gücü malum, varlığı gene de dost-düşmanca biliniyor. Daha neden bir Cepheli Kürd’e saldırır? Kosmosu, yani misakı milliyi ortak kabul ettiği için olmasın?

Yorum, son dönemin Amerikan karşıtlığı taktiğini bu konserle zirvelendirdi o kadar. Bu minvalde ilgili anti-emperyalist söylemin çeşitli renklerini biraraya getirmiş olması gayet doğal. Ama görülmesi ve izlenmesi gereken, konserin o taktiği aşan yanları. Kolayca etiketleme ve tozlu rafa kaldırma çabası, bu yaşanan gerçeğin gözümüzün önünde silinmesini getirir. Bu ülkede Amerikan karşıtlığı birkaç bölük gerilla ile değil, elli bin kişilik bir stad konseri ile sonuçlanabiliyor. Gerçek, gerçeğimiz bu.

Elbette o renk tayfı içinde yüzeysel bir emperyalizm karşıtlığı ile “kitle avlama” stratejisini çoktan aşmış, artık emperyalist güç odakları ile pazarlık yapacak konuma gelmiş bir Kürd yer bulamazdı. “Sıklet farkı” bu olmalı.

Cumhuriyet dâhil, çeşitli medyatik unsurların konsere ilgisi konserin politik gerçekliğini karartmamalı bu açıdan. Gerçeğe tersten bakılmamalı: koşullayan politik müdahale değerlendirilmeli. O politik müdahale, doğası gereği Kürd’ün dışında. Dışında olmak kaydıyla, tabiî ki bir Kürd nezdinde “Kürd düşmanı” olarak görülecek. Çünkü Kürd, zalimin kendisini sıkıştırdığı bir alanda kendi sınırlarını çizer, o sınırın öte yanını düşman kabul eder. Cepheli Türk kadar, Baasçı Arap da onun düşmanıdır. Bu noktada, bu taraftaki Kürd’cülere ne oluyor?

Apo, “radikal demokrasi” çağrısı yapıyor ve özellikle Cephe’nin oraya gelmesini istiyor, “Biz Mahir’in intikamını almak için yola çıktık” diyorsa, birileri 1 Mayıs alanında Cephe’ye karşı “darbeciler”i savunur pozisyon alıyorsa, mahallelerde bir tür Cephe karşıtlığı ile yol almayı politik zanneden örgütler mevcutsa, Cephe gerçeğinin ve ondan yansıyan Yorum’un çektiği çizgiyi, bu çizginin kimilerince sınır kabul edilişini irdelemek gerekiyor. Örgüt bünyesindeki kimi kişilerin ahlâkından, karakterinden, özel bazı zaaflarından dem vurarak örgüt bütünde eleştiriliyorsa, çekilen sınırda çokça kan dökülüyorsa, bu sınırın -iyi/kötü değil- nesnel bir değerlendirmesi yapılmayı bekliyor.

Bu sınır, eksiği gediği ile devrimle tanımlı bir sınır. Kürd’ünki ise kurtuluş ekseninde tanımlı. Biri içten dışa, diğeri dıştan içe doğru sınırı biçimlendiriyor. Ülke içinde siyaset yapmanın sırta yüklediği yumurta küfesini taşımak Kürd için anlamsız. O, bu taşıma işlemini bile sınırlandırıcı buluyor.

Cephe, devrimciliğin içindeki iktidara yatkın sınır çizgilerini belirginleştirirken, PKK ayrımsız, her muktedir olana karşı direnç örüyor. İlki, devletin gölgesinde büyümüş kesimleri kendi varlığı ile politik anlamda bölmek isterken, ikincisi, tersten, yekpare, yekvücut bir düşman oluşturmak istiyor. Özetle, en genel anlamda Cephe’nin bölmek istediğini PKK birleştirmeye, birleştirmek istediğini bölmeye çalışıyor. Her iki örgüt de devlet karşısındaki konumsal nitelikleri açısından karşı karşıya geliyor. Bu nesnel karşıtlıkta dışarıda duran kimi sol çevrelerin Cephe nezdinde devlet, PKK nezdinde burjuvazi istismarına yönelmeleri bir anlam ifade etmiyor. En fazla, bunların her iki yapıya yönelik eleştirileri, çatışmanın şiddet yoğunluğuna dair işaretler veriyor.

Dışarıdakilerin önemli bir kısmı “halkların kardeşliği” edebiyatına sarılıyor. Tuttukları dal bu oluyor. Tam da bu edebiyat, suların karışmasına sebep olan oysa. Bu edebiyatı koşullayan ise “içteki düşman”. Bu slogan, savaş kaçkınlarını, cephe gerisini kendine örgütlemek istiyor. Önce Kürd ile Türk’ü “halk olmak”ta eşitliyor, böylelikle aslında birinin kendi özgücü ile milletleşme eğilimini diğerinin emperyalistlerce koşullanmış milletleşmişliği altında ezme imkânı buluyor. Cephe, “emperyalistlerce koşullanmış milletleşmişliği”n eksikliğini görüyor ve bu eksikliği devrime doğru tamamlamak istiyorken, PKK tam da bu eksikliklerden beslendiğinden, Cephe’nin çabasını “düşman” kabul ediyor.

Her kardeşlik çağrısı, liberal bir zulmün koçbaşı görevini görüyor. Sanılanın aksine, liberal zulüm, “açık faşizm” demek oluyor ve eskiden gizli yapılanların şimdi açıktan, pervasızca yapılmasını ifade ediyor. Hücreler liberal saldırının somut karşılığı oluyorlar.

“İşçilerin birliği, halkların kardeşliği” şiarı, işçilerin içindeki sınıf mücadelesine ve halklar arasında bu sınıf mücadelesinin tezahürü olarak yaşanan savaşlara karşı körleşmeye çağırıyor.

Her bireyi “işçi” ya da “halk” ismi altında birleşmeye çağırmak nafile yani. Bölmek için birleşenlere, birleşmek için bölenlere bakmak gerekiyor.

Bu edebiyat, ister istemez, İnönü’de Kürd arıyor. Oranın coşkusuna entel bir zombinin hayata karşı direnç göstermesi gibi, direnç geliştiriyor. Etin kemiğinden ayrılmıyorsa, sol memenin altında cevahir yumruk olup yerinden fırlamıyorsa, bunu Kürd lafzı ile örtmenin manası ne?

Yorum’a dönük medya ilgisi altında, her şeyde olduğu gibi, meselenin içini boşaltma teşebbüsü var. Aynı teşebbüs, statta Kürd sesi duymak isteyenlerde de mevcut. Kürd bulamadığı için onca küfür sallayan zevat, devletin konser ardından gerçekleştirdiği “operasyon”lara ne diyecek peki?

Devletin politikası, faşist zor’la devrimci hareketi sindirmek, korkuya uşak etmek. Bu uşaklaşmaya liberal lafazanlıkla katkı sunmak neyin nesi? Kürd’ü buna nasıl âlet edersin?

Liberal lafazanlık, “bunun Kürd’ü eksik” diye bakıyor. Açın önünde bir dilim ekmek, “bunun tereyağı yok” diye yakınıyor.

Halkların kardeşliği, işçilerin birliği”, liberal bir lafız olarak dillendiriliyor. Kürd’ün karşısına “İşçi” çıkartılıyor. İşçi örtüsü arkasına gizlenmiş birey-solcular oynadıkları oyuna figüran arıyorlar. Kürd de işçi de bunların ağzında helva misali dağılıyor.

Bu esnada Kardeş Türküler çıkıyor sahneye. Her telden türküyü piyasaya tahvil ediveriyor. Adana konserinde bir ağıt olarak yakılmış Marcel Khalife türküsü “Asfur”u oyun havası gibi çalıyor.

Kardeş Türküler, doksanların başında yaygınlaşan türkü-bar geleneğine denk düşüyor. Grup Yorum ise o barlarda kendi şarkılarının söylenmesini yasaklayan bir “Stalin sureti” olarak duruyor karşımızda.

Kardeş Türküler, Avrupa Birliği’ne “işte Türkiye gerçeği bu” denilerek, dönemin dışişleri bakanı İsmail Cem elinden yetkililere hediye edilen turistik bir malzeme. Grup, bu anlamda Japonya’dan Fransa’ya dönemin burjuvazisi tarafından gezdirilen Ajda Pekkan’dan farksız.

Kendinden menkul bir devlet düşmanlığı, burjuvaziyi, onun mirasını, birikimini kendince aklıyor. Tüm bunları üstlenen bir tür solculuk üretiyor. Tersten, esasında o mirasa, birikime balıklama dalmak için devlete husumet besleniyor. Ve artık Grup Yorum, eskiden türküden tiksinen solcu aydınlar benzeri tiplere “arkaik” ve “geri” geliyor.

Devlet düşmanlığını, onun sınıfı olan burjuvazinin imkân sahasında gezinmeyi iş ve siyaset zannedenler yapıyorlar. Devlet düşmanlığı bir bakıma burjuva-liberal kapılardan içeri girmenin parolası oluyor. Bunlarda aslında devlet ve düşmanlık sadece lafta yan yana geliyor, pratik gerçekte uzak diyarlara fırlatılıp atılmak üzere.

Entel ortamlarında Grup Yorum eleştirmek, “yaw şu Kardeş Türküler ne güzel müzik yapıyor” demek, kişilere puan kazandırıyor. Kardeş Türküler, çok şey yaparmış gibi görünüp hiçbir şey yapmamanın adı oluyor. (Eskiden Zülfü Livaneli böyleydi.)

Hayıflanılacak, üzülecek yerde, Grup Yorum’u yirmi beş yıl beslemiş damarların bir kısmının düşman tarafından kesilmesine, bir kısmının kan verilmediği için kurumasına seviniliyor. Kardeş Türküler, tam da bu katastrofik gerçekte sahte bir ümit kapısı olarak doğuyor.

O, doksanlardaki türkü-barların akademi (Boğaziçi) eliyle yüksek estetiğe duhul edilmesidir. Bir bakıma Müslüm Gürses’in Etiler-Nişantaşı hattındaki lüks barlarda çıkması türünden. O barlarda Müslüm, Afrika cangıllarında bulunup New York’a getirilmiş bir mahlûkat gibi izleniyor. Mazlumun hüznü olan, zalimin mizahı oluveriyor.

Grup Yorum estetize edilmeye direniyor. O hâlâ mapushanelerden, gerilladan, eylem alanlarından, grev çadırlarından, maden ocaklarından beslenen yanını piyasaya çıkartmaya direnen haylaz çocuk.

Onlarda da Kardeş Türküler’in halesine kapılan bir yan var artık, kabul etmek gerek. Yorum, örgüt tarafından, bir yayın organı gibi kullanılıyor. Söylenecekler orada söyleniyor, yapılacaklar orada yapılıyor. Eskiden hareketin arkasından giden grup, bugün önünden gidiyor. Bu yükün hafiflemesi için liberal rüzgârlara saçlar kaptırılıyor bir miktar. Başka bazı örgütler ise bu rüzgârda savrulan saçlarına toka niyetine takıyor Kardeş Türküler'i.

Kardeş Türküler’in halesi dâhilinde, örneğin bir Adana konserinde, Yorum bir çingene türküsü söylediği vakit, salonda tuhaf bir homurdanma duyuluyor. Onlar da liberal girdaba bir kollarını kaptırıyorlar ama gene de belli bir dirençle.

Bu söylenenden, “çingene türküsü söylenmemeli” anlamı çıkmamalı tabiî ki. Yorum, örneğin Sulukule-Ahırkapı halkı yıkımlara karşı ciddî bir direniş örmüş olsaydı, o türküyü söylerdi, kastedilen bu. Öbür türlüsü havada asılı, boş bir uğraş oluyor. Başkalarına "yakışan" bu gömlek, onların üzerinde durmuyor. Direnişin ve mücadelenin karşılığı olan Yorum, durduk yere çingene türküsü söylerse, o liberal “ezilen” yandaşlığına malzeme oluyor. Öyle de kalmıyor, giderek kendisini de o reyonda bir yere yerleştiriyor. (“vah zavallı çocuklar, türkü söyledikleri için hapse girmişler, ne yazık!” deniliyor.)

Yeni yeni liberalleşmenin nimetlerinden faydalanan solcular Kardeş Türküler’i göğe çıkartıyorlar. Onda kendi bukalemunluklarının meşru sesini duyuyorlar. Bastırılmış sesler, ticarîleşiyor, öfke, hüzün, mizah ve dirençten yoksun, mat birer renk olarak kulaklardan şöyle bir geçip gidiyor. (Arif Sağ bir yerde, “ben bir türküyü söylemek için yıllarca çalışırım, uzun uzun düşünürüm, becerebilir miyim diye, şimdiki türkücüler, stüdyoya giriyorlar, bir günde söyleyip çıkıyorlar.” der. Buradaki eleştiri, bölgenin türkülerini tüketen Kardeş Türküler için de geçerlidir. Şivan’la yaptıkları çalışmaya (Roj u Heyv -1999) yönelik Şivan’ın eleştirisi, “Kürt müziğinde vurmalıların bu kadar yeri yoktur, yaylılar daha ağırlıktadır” şeklinde olmuştur. Bu eleştiri de meselenin ne denli piyasa, ne denli üstünkörü ve liberal bir üslupla gerçekleştirildiğini gösterir.)

Müzik de futbol gibi fena hâlde politiktir.

Kitlenin olduğu yerde, beğenileri, zevkleri politik yönelimler biçimlendirir. Grup Yorum ile Kardeş Türküler’i ayıran çizgi burada netleşir. İkisini basit anlamda liberalizm-muhafazakârlık karşıtlığına oturtmak mümkün değildir. Yorum, devrimciliğin alanında tüm birikimi ile dimdik durmaktadır. Devrimcilik düşüyorsa o da düşmektedir. Yani özetle, Yorum’a değil, içte ve dışta devrimciliği düşürenlere kızmak gerekmektedir.

İnönü’de neden Kürd yok?” diye soranların “Kürd’ün Grup Yorum’u neden yok?” sorusunu sormaları gerekir.

Bu kasıtlı soruyu soranlar, liberal bir yerden, Yorum konserini eleştirirler. Mevcut oldukları için hayıflandıkları isimler, belli bir “anti-emperyalizm” başlığı altında toplanabilecek öznelerdir. Kürd’ün orada olması, bu toplanmayı bölecek, kıracaktır. Ama zaten bu bölücü ve kırıcı niteliğinden ötürüdür ki o statta ona yer yoktur. Buna kızmak değil, sevinmek gerekir aslında. Kendi politik gerçekliğinin sınırları ile paranteze alındığında İnönü’de yaşanan karşısında selâm durmak şarttır.

Eren Balkır
18 Haziran 2010

12 Haziran 2010

Ak Kara, Sap Saman ve Antisemitizm


…Ve Aydınlanma İnsan’ı yarattı.

Yahudi-Hristiyan tanrısının kötü bir kopyası ve karikatürü olarak. Bu işte İslam’a yer yoktu. Hatta yaratılan “İnsan”ın mayası, neredeyse, “anti-İslam” olarak karılmıştı. Aydınlanma düşünürleri, feyzi İslam eleştirilerinden aldılar. İnsan, sema olmak isteyen Hristiyanlık eliyle topraktan, toprak olmak isteyen Yahudi eliyle semadan uzaklaştı. Gelip varacağı yer, sema ile toprak arası, yeryüzü idi.

Ama orada da oranın politik mücadele dili olan İslam vardı. Bu İnsan’a yer açmak için İslam’ın silinmesi gerekiyordu. İslam, devrimci bir ayraç olarak Yahudi-Hristiyan külliyatını ve fiiliyatını rahatsız eden bir unsurdu. Aydınlanma düşünürleri Muhammed’e çok kızdılar, küfrettiler. O’nda kendi temellerini yıkan akıntının şiddetini gördüler. Zira Aydınlanma’daki “Akıl”, akmaz kokmaz bir fikrî pratikti. Sonrasında İslam’ı da bu sefer yeryüzünün kendisi olarak donduran yaklaşımlar türedi. İslam da Aydınlanma’nın İnsan’ına kul olan unsurlarını üretti.

“İnsan” denilen yeni tanrının mekânı Avrupa idi. Avrupa, alt kültürünü bir fetih girişimi olarak, Amerika’ya saldı. Yeni tanrı burada, aşağıdan yukarıya doğru, tekrar kuruldu. Yahudi ve Hristiyan dinlerinin kesişim bölgesinde seyreden alt tarikatlar, dinî cemaatler yerleşti yeni “özgürlük ülkesi”ne. Bir Siyah, bir İtalyan ya da Latin için esareti işaret eden ülkeye “Özgürlükler Ülkesi” unvanını kazandıranlar, Yahudiler oldular.

Aydınlanma’nın “İnsan”ı, tanrı misali, bir yok yer olarak, örgütlendi. Bu “İnsan” dünyayı kasıp kavuran savaşları başlatıp, cem-i cümleyi sömürü ve zulme boğan efendilere hizmet eden ideolojik bir formdu. Bu İnsan”ın doğuştan sahip olduğu haklardan en birincisi mülkiyetti. Esasında “İnsan”, mülk sahibi birey demekti. Tüm kâinatın sahibi tanrı, koltuğunu bu İnsan’a bırakmıştı. Ve dolayısıyla bu İnsan, iktisadî, coğrafî ve biyolojik varlık olarak, Avrupa sınırları ile tanımlı idi. Avrupa ise içteki efendilerin tabi olduğu maddî ilişkilerle.

* * *

…Ve Sosyalizm İşçi’yi yarattı.

Orada alın teri ve emek gücü ile yaşayan, bu yaşama pratiğinin sonuçları ile dövüşen işçiye kendi mevcudiyetini Aydınlanma’nın tanrısı olan İnsan’ın yanına yerleştirmek öğütlendi. İşçi, büyük “İ” ile “İşçi” olduğu vakit kurtulacak, sosyalizm donunda Aydınlanma muzaffer olacaktı. Bu işçi, akıldışı olan her şeyden kurtulmalı, giderek, kendi işçiliğinden kaynaklı kazanımlardan da uzaklaşmalıydı.

Bu İşçi’ye, İnsan’dan mülhem, mülk sahipliği öğütlendi. Henry Ford’un ağzından döküldüğü kadarıyla, onun mülkiyeti emek-gücü idi. Burjuvaların makineleri var ise onun da kolu vardı. Zenginlik için ikisinin mükemmel uyumu ön şarttı. Mülk sahipliği noktasında işçi, burjuvalarla kardeş ilân ediliyor, ortak iktisadî, coğrafî ve biyolojik hedefler için saflara çağrılıyordu.

* * *

…Ve Milliyetçilik Vatanperver’i yarattı.

Semaya ya da toprağa gömülen vatanperver, zamanla, ait olduğu milletini unuttu. O, “havaya fırlatılan bir taş”tı ve kendisine bilinç atfederek, uçtuğunu zannediyordu. Bu yanılsama içinde o, muhtemelen bir tür “emperyalizm”i, onun yol açtığı sömürü ve zulmü, şeklen de olsa görüyordu, ama ondan kurtuluşun onun gibi olmaktan geçtiğine fena hâlde inandırılmıştı. Millet, “emperyal fetihler”e hazırlanmalı, tüm civar halklar ve milletler bu oyun sahnesinde figüran kılınmalıydı. Aydınlanma’nın İnsan’ı yerine konulan “vatanperver”, tanrısal kudreti ile hakikate hüküm koyuyordu artık. Düşman, her zamanki gibi, güçlü olmayı ancak kendisinin öğretebileceği yalanını herkesin kafasına kakıyordu.

Mülk kılınan vatan, kutsî olan her şeyle karşılıklı bir rezonansa, ilişkiye sahipti. Vatan, giderek, “tanrının mekânı” olarak görülmeye başlandı. Bu, iç-dış ayrımı yaparken, içteki düşmana karşı körleşmeyi beraberinde getiriyordu.

Mülkiyet ideolojisi rekabet ideolojisiyle birlikte çıkıyordu paketten. Avrupa ve sonrasında Amerika ile girilen ürolojik yarış, ona benzemeyi matah bir nitelik olarak görmeyi koşulluyordu. Avrupa ve Amerika, BAAS örneğinde Araplara, bizde Turancılara ve neo-Osmanlıcılara en berbat imajını pazarlıyordu. Böyle yol buluyordu kendisine, hiç tanımadığı diyarlarda.

* * *

...Ve İslamcılık “Müslüman”ı yarattı.

İki yüz yıllık emperyalizm, vura vura öğretmişti kendi Kur’an’ını ve İslam’ını. Burada o Aydınlanma düşünürlerine ters gelen her sivri uç törpülenmişti. Diyalog mümkündü artık. Papalığa hizmet yemini eden Fethullah, dindışı, sol ne varsa düşman bellemişti kendisine. Dimyat’tan alınamayan pirinç evdeki İslam’dan ediyordu adamı. Komünizmle mücadele derneklerinin küresel olanını inşa ediyordu Pensilvanya’dan. Bu yolla, müminleri değil, “Müslüman”ları işe koşuyordu. Bu Müslüman ise mülkünü yitirme kaygısı taşıyan kesimleri cezp ediyor, onların soldan duydukları korkuları örgütlüyordu.

Dinî ideolojik hareketlerin, tüccarların ve esnafların maddî çıkarları dolayımı ile biçimlenmiş bir tarafı mevcuttu. Misal, Yahudilerin kalburüstü kesimi, 1590’lardan itibaren yaşanan göçle birlikte Bordo, Londra ve Amsterdam gibi liman kentlerine yerleşmişlerdi. Saray Yahudileri (hofjuden) finansörler, bankerler olarak, Hristiyanların paralarını işletiyorlardı. Eskinin tefeci-bezirgânı, kendisini kapitalist ilişkilere uyduruyordu.

Esasta tüccarların ideolojisi esnaflara sirayet ediyordu, esnaftan da avama. Mülkiyete ve rekabete dayalı fikriyat ve ameliye dini yeniden yorumluyordu. Bu din, kendi çıkışındaki mülk ve eşitsizliğe ilişkin sözleri bir çırpıda unutuyordu.

Osmanlı ellerinde bunun karşılığı kırsalda Bektaşîlik, şehirde Mevlevîlik’ti. Bu tarikatlara üye olmayana değil mal, kız bile verilmiyordu. Bu topraklarda hâlihazırda mevcut olan ve İspanya gibi yerlerden gelen Yahudiler bu tarikatlarla ilişkiyi önşart olarak görüyorlardı. Kendi şeyhlerini yetiştirdiklerine ya da varolan şeyhleri kendilerine benzettiklerine tanık olunuyordu.

İslamcılık, ideolojik planda, tam da Yahudi ve/veya mason kimi alanlarda nefes buldu. Yahudi-Hristiyan çevreler, İslam’ın, akıl, demokrasi, ilerleme gibi konulara mani olacak denli kapalı, bütünlüklü, su sızdırmaz, totaliter bir yapı olduğunu söylüyorlar, İslamcılar da tam da bu söylemler uyarınca kendilerini kuruyorlardı.

Paralel bir durum Alevîler için de geçerliydi: bir Alevî, “ben Müslüman değilim” diyorsa, o Muaviye-Yezit soyunun zulmüne ve bu zulmün saldırırken kullandığı, “sen Müslüman değilsin” söylemine fikrî ve amelî düzeyde teslim olmuş demekti oysa. Yani Alevîlik, kendi cellâdının diline göre kendisini örgütlemekteydi. Bir ideoloji olarak İslamcılık da aynı şekilde kuruyordu kendisini.

Mülkiyet ideolojisi gene işbaşındaydı. Camiler, mahalleler, Kitap, Hadis, İman vs. Her şey mülk edinilmiş, düşmana karşı muhafaza ediliyordu. Bu savunma gerçekleştirilirken, avam mevzilere koşturuluyor, arkadan esnaf, onun arkasında tüccar kendi işlerini yürütüyordu. Aydınlanma’nın İnsan’ı misali, kendisini örgütleyen, biçimlendiren “Müslüman”, Avrupa’nın Aydınlanma’sına, somut ürünlerine, sanayisine, kudretine imrenerek haset edebiliyordu sadece. AK Parti, bu duygularla başarılı biçimde oynayabildiği (daha doğrusu oynatılabildiği) için muktedirdi. O, Orta Anadolu esnafının İstanbul tüccarları ile anlaşmasının ürünüydü ve bu anlaşma, “uluslararası kamuoyu” denilen yalana ortak olmayı şart koşuyordu.

* * *

…Ve Fethullah, Ali Bulaç’ı yarattı.

Gülen ama sürekli ağlayan Fethullah, gözyaşları ile kardı Bulaç’ın hamurunu. Ve Bulaç, “biz antisemitist değiliz” dedi. Kime ne dediğini iyi biliyordu o. Mesaj, birkaç yüz bin Yahudi’nin jenosid tehdidi altında yaşadığı -misal- Yozgat ya da Erzurum halkına verilmiyordu. Mesaj, “iyi” olan, daha doğrusu, iyi ilişkilerin mevcut olduğu beynelmilel Yahudi lobilerine takdim ediliyordu. Zira “anti-siyonizm” deyip, Yahudi’yi zeytinyağı gibi üste çıkartan yaklaşım, onların talep ettikleri bir şeydi. Ama nedense aynı Yahudi, misal, Mario Levi, İsrail devletine sempati duyduğunu söylüyordu. Yani Ali Bulaç, Müslüman Arapların kanı ve teri üzerinde yükselen bir devlete sempati duyan kişiyi, Kur’an hükmüne karşı gelerek, kendisine dost tutuyordu.

Avrupalı bir misyonerin Afrikalı bir kabileye “kültürsüz” demesi gibi, Bulaç da İsrail’e “akılsız” diyordu. Oysa ilkinin kendince bir kültürü, ikincinin kendince bir aklı mevcuttu. Onun akıl dediği, Rothschild ailesinin Siyonistlere yönelik eleştirisinin arkasındaki Avrupaî akıldı. Avrupa’nın kudretli zenginlerinden bu aile, Balfour Deklarasyonu sonrası, İsrail hayallerini “ham ve boş” buluyor ama bir yandan da Filistin’e taşınan Yahudilere (aliya) maddî destek sunuyordu. Bu eleştiri mantığının bir yansıması da El-Kaide bombalarıyla sonuçlanan, Türkiye Yahudilerinin Mossad ile ilişkileriydi.

Bulaç, bir şey daha yapıyordu yazısında. Mavi Marmara katliamını iç politika malzemesi olarak istismar ediyordu. Bir Yahudi’nin Cehepe ya da Mehepe’yi değil de Ak Parti’yi desteklemesini “din kardeşliği” düzeyinde ele alıyordu. Malum, bu iki parti laikti, Ak Parti de “Müslüman”. Bulaç, “Müslümanların şemsiyesi altında kılınıza zarar gelmez” diyerek, İsrail dışı, anti-siyonist Yahudilere de mesaj veriyordu. “Açın İslam imparatorluğuna giden yolumuzu, biz de rahat edelim, Kudüs’teki Yahudi de.” anlamına gelen bu tespit, ilgili anlaşmanın gerçekleştirildiği masada nelerin teslim edildiğini gizliyordu. “Diyelim ki o imparatorluk kuruldu, ortada bir İslam kalır mı?” sorusu cevapsızdı. İsrailiyyatla içten içe çürümüş bir tür “İslam” üzerine bina ettikleri ideolojileri, sanayi patronlarının tüccarların, tüccarların da esnafların kulaklarına fısıldadıkları bir aldatmacaydı. Bu kulaktan kulağa oyununda, Ali Bulaç’ın ağzından yalan yanlış dökülen sözler, ilk fısıltıyı unutturmamalıydı.

* * *

…Ve Yahudilik, Roni Marguiles’i yarattı.

Hiçbir günahı, suçu, yanlışı ve hatayı üstlenmeme becerisi ile ona, bu aklı tamamlayan “vicdan” olmayı öğütledi. Roni de, “iyi ama Yahudi bankerlerden söz edilir de işçilerden neden söz edilmez” dedi.[1] Ve ekledi: “Filistin sorunu din değil, emperyalizm sorunu.”

Gene Yahudi, sütten çıkmış ak kaşıktı.

1894 tarihli Antisemitism: Its History and Causes [“Antisemitizm: Tarihi ve Sebepleri”] isimli çalışmasında anarşist Yahudi Bernard Lazare’a göre, Yahudilere yönelik nefretin nedeni, onların “tanrı, hayat ve ölüm anlayışları”ydı.[2] Bu anlayış, onları iyi manada “egoist” yapıyordu. İsyan, onların özlerinde mündemiçti. Anarşizm, ancak bu kadar güzel kullanılabilirdi Yahudi’yi aklamak için.

1862 tarihli Rome and Jerusalem’de [“Roma ve Kudüs”] Moses Hess, ön-siyonist bir tavırla, Yahudilerin asimilasyonuna karşı İtalyan milliyetçileşme sürecini örnek veriyordu.[3] Tarihi “ırklar savaşı” olarak gören zat, Marx’a “gel beraber İsrail’de bir berber dükkânı açalım, orada kuralım komünizmi” deyince Marx, berberlerin de proleterleşeceği öngörüsü ile, bu yalana ortak olmadı. Irkî, millî ve sınıfî bir varlık olarak Yahudi’nin inşa süreci burada başladı. Yahudi bu sefer de bir tür sosyalizmle aklandı.

Hanna Arendt’ten günümüzde Habermas’a kadar, Yahudi’nin liberalizmle aklanma süreci işledi. Roni Marguiles, bu akımla Moses Hess sosyalizminin geriliminde vücut buldu. Liberalizmdi artık moda.

Baştan ayağa dinî bir yapı olarak örgütlenen İsrail’i eleştirenlere, “mesele din değil” diyerek başka bir yönü gösteriyordu Roni. Orada, Amerikan siyaset piyasasına ait liberal sol temrinler ve Avrupa tipi solculuk vardı. Filistin’de sorun emperyalizm iken nedense Türkiye’de değildi. Partisi DSİP bu konuda tek kelâm etmiyor, edenleri de “Ergenekonculuk” ile yaftalıyordu. Sözkonusu parti, “Deniz Gezmiş’siz bir marksizm” peşinde idi, Roni ise eksik kalanı tamamlıyor, Filistin davası için dövüşmüş Deniz’i marksizmden kapı dışarı etmek için Filistin’siz bir marksizm ve solculuk üretmeye çalışıyordu.

1967 savaşının Türkiye’deki karşılığı, gençliğin önemli bir bölümünün Arap coğrafyasına ve Filistin’e yüzünü çevirmesi, buna kızan içteki Yahudi’nin solu bölüp parçalaması, Elrom sonrası Mahir’in kafasına kurşun sıkmak oldu. Kızıldere’de operasyonu Mossad’ın izlediği, hatta kumanda ettiği rivayet ediliyordu. Roni, bu gerçeğin karşısına, “işçi Yahudiler”i, bir başkası, “anti-siyonist Yahudiler”i, bir başkası, “İsrail’i eleştiren aydınlar”ı çıkarttı. Politik, salt politik gerçeklikte, bu unsurlar kendi varlıkları ile tanımlı idiler oysa. Yani İsrail’e karşı çıkan bir haham, bugünün politik gerçekliğinde artık Yahudi değil, sadece haham’dı. Yahudi işçi değil, işçi vardı belli bir momentte. Eğer bir gün Yahudi ve Müslüman işçilerin çalıştığı bir fabrikada greve gidilir, Yahudi olanlar grevi kırarlarsa, işte orada “Yahudi işçiler”den söz etmek mümkün olabilirdi.

Bu bağlamda, asıl sorulması gereken soru şuydu: “İsrail ile ilgili bir konu olduğu vakit, telefon açıldığında Roni Marguiles nedir, necidir, neden o telefonlara cevap vermektedir?” O açılan telefonda verilen cevabın Yahudi muhteviyatı eleştirildiği vakit, kim neden “antisemitist” olsun?

Roni, madem solcu, anti-emperyalist, marksist vs., o hâlde neden bir Yahudi olarak, bir Yahudi gibi telefonlara, röportajlara cevap verme gereği duyar?

Kendi dindaşları, batılılar Müslüman’a İslam’dan, Türk’e ve Arap’a Türklük ve Araplıktan çıkmayı telkin ederken, Roni Marguiles neden hâlâ Yahudi?

Piyasada dinî kimliğini metalaştırıp satmak için mi? İsrail gündeme oturduğu vakit üç beş kuruş kazanmak için mi? Ya da Yahudiliğin her şey ve hiçbir şey olabilmeyi telkin eden yüce bir ideoloji olduğunu göstermek için mi?

Roni, “mesele emperyalizm, din değil” derken, kendi dindaşlarını ve kandaşlarını neden koruma gereği duyuyor?

“[…] ‘Bütün Yahudiler İsrailli değildirler, İsrail taraftarı bile değildirler’ gerçeğini okuyucu ve izleyicilere hatırlatmanın yararlı olduğunu düşünüyorum. Batı ülkelerinde bunun özel bir yararı yoktur, çünkü herkes bunu bilir, kamuoyunun iyi tanıdığı pek çok anti-Siyonist Yahudi vardır. Ama Türkiye’de İsrail düşmanlığı ile Yahudi düşmanlığı arasındaki sınır çizgisi bazen silikleşebiliyor. Bu sınırı vurgulamak, kalınlaştırmak burada biraz daha önemli. Özellikle Müslüman eğilimli medya beni muhakkak arıyor böyle durumlarda. Çok zaman da ben daha bir şey söylemeden onlar bu sınırı çizmem için bana pas veren sorular soruyor. İçimden ‘Helal olsun!’ diye düşündüğüm çok oluyor. İsrail’e karşı duyulan öfkenin Yahudilere karşı ırkçı bir nefrete dönüşmemesi için çok dikkatli sorular sorduklarını hemen fark ediyorum. Bu nispeten yeni ve çok olumlu bir gelişme.” (Roni Marguiles)

Sorular: her durumda zeytinyağı gibi üste çıkmanın, üstte olmanın fikriyatını üretmiş Yahudiliğin İsrail’in rezillikleri noktasında kendisini kurtarma gayretine neden “Müslüman medya” âlet oluyor?

“İsrail ve Yahudi düşmanlığı” arasındaki çizginin kalınlaşması Avrupa’da gereksizken, burada neden gerekli?

Avrupa’da efendiler arasında dinî referanslarla bir kavga sürmüş ve bitmişken, burada mazlum-sömürülenlerin Yahudi efendilere karşı öfkesi, neden “anti-semitizm” edebiyatı ile susturuluyor?

Ali Bulaç örneğinde görüldüğü üzere, anti-siyonist Yahudiliğin yanına düşen Müslümanlık, döne dolaşa İsrail’in mevcudiyetini şartlı olarak tanıyor. “Biraz ahlâk, biraz hukuk, biraz da akıl veririz, bu iş hallolur” diyorlar. Ahlâktan, hukuktan ve akıldan önce gelen kimi gerçeklerin İsrail’i var ettiğini, Müslüman Araplara Müslüman Arap oldukları için zulmettiğini gizlemek kimlerin işine geliyor?

Emperyalizmin Yahudi gerçeği ile dolaylı ve dolaysız ilişkisi her gündeme geldiğinde neden “anti-semitizm” hikâyeleri anlatılıyor? Bir Filistinlinin İsrail devletine sıktığı kurşun doğası gereği, nesnel olarak anti-emperyalist. O kurşunun ideolojik zırhına, kalibresine neden bu kadar kilitleniliyor?

Dine, millete ve sınıfa saldırırken düşman, onun dinine, milletine ve sınıfına karşı sallanan öfkeli söz neden ehlileştirilmeye çalışılıyor?

Neden hâlâ faşizm umacısı ile korkutulmak isteniyor halklar? Neden faşizmin arkasındaki tekelleri görmeyip, Stalin’in arkasındaki işçi devletini ya da kimilerine göre bürokrasiyi eş tutanların ideolojik ve politik niyetleri anlaşılmaya çalışılmıyor?

* * *

“Antisemitizm” kelimesini üretmiş olan Alman Wilhelm Marr, 1848 devrimleri esnasında Almanya’da kendi burjuvazisine yol açılmasını bekleyip, bu beklentisi kursağında kalmış, bir ara patronluk yapmış, dönüp ülkesine, milleti kendi sınıfı adına galeyana getirmek için çalışmış bir isim. Fukaranın Yahudi eleştirisi ile efendilerin antisemitizmi bir mi?

İsrail’i tanımak, kendi ümmetine ve milletine İsrail gibi olmayı öğütlemekle sonuçlanıyor. Bu nedenle, İsrail, tam boy cepheden karşıya alınamıyor. “Anti-siyonist Yahudiler” edebiyatı üzerinden laf ağızda dolaştırılıyor. Tek resmî sınırı -o da kerhen- Mısır sınırı olan İsrail’in “vaat edilmiş topraklar”ı Fırat-Dicle’ye dayanıyorken, “bu sınırla ufkumuzu sınırlamayalım, Tevrat’a göre vaat edilmiş topraklar tüm yeryüzüdür” diyen bir anti-siyonist Yahudi arasında tercih yapmaya neden zorlanıyor Müslümanlar?

Roni’nin “kendi kalelerine gol attı” tespiti, onun hâlâ İsrail denen futbol kulübünün gazeteciliğini yaptığını gösteriyor. Saldırıyı “aptallık” olarak değerlendiriyor, Ali Bulaç ile yan yana düşüyor. “Aptal Yahudi” karşısında o “akıllı Yahudi” oluyor.

“Bu sağduyunun devam edeceğini umuyorum. Hep söylerim, bir Yahudi’nin bugün dünyada yaşayabileceği en tehlikeli yer İsrail’dir ve İsrail dünyadaki tüm Yahudiler için bir tehlikedir.” (Roni Marguiles)

Hamas’a kerhen sunduğu desteği ise liberal bir devlet karşıtlığı ve “antikemalizm” üzerinden kuruyor. Ama “Hamas ile birlikte mücadele edemeyeceğimize göre” demeyi de ihmal etmiyor. Bu, burada da devlete ve kemalizme karşı mücadele etmeyeceğini anlatıyor. Ama internet üzerinden, “Esed”e karşı “silâhlı” birlik bile kurmayı biliyorlar. O, Türkiye’yi, “yobaz, gerici, bağnaz” Yahudilerin elinden kurtulmuş bir İsrail olarak hayal ediyor. Bölge tasavvurları bu fikre dayanıyor.

* * *

[…] Aydınlanma’nın İnsan’ı don değiştiriyor. Mazlumların ve sömürülenlerin savaş silâhı olarak ortak ideolojik kalkanı, efendilerin elinde oyuncağa dönüşüyor, tüm aklı ve vicdanı hakikate karşı örten bir zırh hâlini alıyor. O zırh parçalanmadan, mazlumların ve sömürülenlerin hakikate vakıf olmaları mümkün görülmüyor. Efendilerin elinde, özünden soyutlanmış olan tanrı, kimi zaman “İnsan, kimi zaman “İşçi” kimi zaman “Vatanperver”, kimi zaman da “Müslüman” adını alıyor. Bunlar, bizlere tanrının ilk emirlerini gerçekleştirme kudreti değil, efendilerin arzularını tatmin etmeyi öğütlüyor. Böylesi bir tatmin girişiminin ürünü olan İsrail konusunda bizim her türden eleştirimiz, ona karşı devrimci bir mücadele veren Yahudi örgütü çıkana dek anti-semitizm ile etiketlenmeye mecbur kalıyor.

Eren Balkır
12 Haziran 2010

Dipnotlar:
[1] Roni Margulies Röportajı, Pınar Öğünç, 05.06.2010, Radikal.

[2] Bernard Lazare, Antisemitism: Its History and Causes, Britons, s. 117.

[3] Moses Hess, The Holy History of Mankind and Other Writings, Yayına Hz.: Shlomo Avineri, Cambridge, 2004, s. 136.

06 Haziran 2010

Aydınlanma ve İslam


Aydınlanma nedir? Aydınlanma Avrupa’ya iyi gelmiş olabilir, ama dünyanın geri kalan kısmı, özellikle İslam için Aydınlanma, tam bir felâkettir. Hürriyet ve kurtuluş safında ve akıl ile liberal fikriyat lehinde konum almış olan Aydınlanma düşünürleri, batılı olmayanı “akıldışı ve aşağıda, ahlâkî açıdan çürümüş ve ancak sömürgecilikle ihya olabilecek bir şey” olarak kabul etmişlerdir. Bu miras, sadece bugünlerde mevcudiyetini korumakla kalmıyor, ayrıca dogmatik laiklik ve bilimcilik gibi yeni muhafazakârlığın kılıfı ardında, önemli mevziler elde ediyor.

Voltaire, Montesquieu, Volney ve Pascal gibi önemli Aydınlanma düşünürleri için Avrupa özel bir konum işgal eder: ilgili kıta, beşeriyetin kaderidir ve bu kader de batılı insanın ellerindedir. Bu düşünürler, sömürgecilik için aklî ve meşru kimi gerekçeler bulmak için çalışmışlardır. Onlar, Ortaçağ’ın İslam ve Hz. Muhammed ile ilgili tasavvurlarını, kaygılarını ve korkularını aklîleştirmişler. Bu aklîleştirme, Pascal’ın Pensees isimli eserindeki Peygamber’e atfen kaleme alınan bölümlerde aşikârdır ve bu türden tespitler, bugün İslam’ın doğuşu itibariyle aşağılık bir din olduğunun kanıtı olarak takdim edilmektedir. Bu düşünürler, Müslümanların bilime yaptıkları katkıları sürekli kıyıya köşeye atarlar ve İslam ile Avrupa arasındaki zihnî bağları koparırlar. Onların avrupamerkezcilikleri, İslam’ı onun Batı ile sürekli çatışma içinde bulunduğu ve günümüze dek varlığını sürdüren bir konuma mahkûm eder.

Hristiyanlığın on üçüncü ve on dördüncü yüzyılında yaşamış, Roger Bacon ve John Wycliff gibi düşünürlere göre, İslam, basit anlamda bir pagan dinidir ve imparatorluğun düşmanıdır. Aydınlanma düşünürleri, kendi hesaplarına İslam’ı bir medeniyet olarak görürler. Ancak bu medeniyetin temeli, gerici bir toplum ve aşağı seviyedeki politik kurumlarla onların çekirdeğindeki dinî inançlardır. Mohammad and Fanaticism’de [“Muhammed ve Bağnazlık”] Voltaire, İslam’ı sert ve hasmane kimi ifadelerle eleştirir. Sonrasında kaleme aldığı Essai sur les moeurs [“Ahlâk Üzerine Deneme”] isimli eserinde kendisini kısmen dizginler, ancak hükmü hiç değişmez. Voltaire, İslam’ı fanatizmin, antihümanizmin, irrasyonalizmin ve şiddete meyyal iktidar iradesinin tecessümü olarak görmeyi sürdürür. Tüm bu tespitlere karşın Müslümanların kimi olumlu yönleri mevcuttur. İslam’ın cinsellikle ilgili gevşek ölçütleri uyarınca Müslümanların doğal dine yakın duran görece büyük bir hoşgörüleri vardır. İsa iyiyken Hristiyanlar hoşgörüsüzdürler. Ancak Müslümanlar, o “kötü peygamber”lerine rağmen, hoşgörülüdürler. Birinde olumlu bir gelişme yaşanmışken, diğerinde gelişme olumsuz yönde cereyan etmiştir. Bu, Voltaire’in İslam ve Müslümanlarla ilgili önyargılarını akılla nasıl uzlaştırdığını anlatmaktadır.

Dine karşı savurdukları aralıksız tehditlere rağmen Aydınlanma düşünürleri, Hristiyanlığı medenî davranışın ölçütü ve tüm dinlerin normu olarak görürler. Sonrasında insanî davranış için bir ölçüt olarak Hristiyan normların evrenselleştirilmesi içinde hiçbir vakit kesin olarak izah edilmemiş olan Ortaçağ Hristiyanlığının doğal hukuk teorisini doğallaştırırlar. İslam ise Hristiyanlığın antitezi hâline gelir. Dolayısıyla, Les Ruines [“Yıkıntılar”] isimli eserinde Volney, “Muhammed, Musa ve papaların iktidarları pahasına politik ve teolojik bir imparatorluk tesis etmeyi başarmıştır.” demektedir. “Bir imam, Muhammed’in hukukundan bahsediyorsa, bu, Allah’ın O’nu yeryüzü vekili seçtiği için anlamlıdır”; “Allah kendi hukukuna inanmayı reddedenleri kılıçla dize getirmesi için dünyayı Muhammed’e teslim etmiştir.” Volney, Hz. Muhammed’i “katliam ve cinayetten gayrı hiçbir şey vaaz etmeyen merhametli bir tanrının halifesi, her türden adalet anlayışını sarsan hoşgörüsüzlük ve seçkinciliğe dair bir ruh” olarak tarif eder. Volney’ye göre, Hristiyanlık akıldışı olduğunda bile asilken, şefkatli olduğu durumda bile İslam bilimi horgörür. Oysa Volney ve tüm diğer Aydınlanma düşünürlerinin sırtlarını yasladıkları bu tuhaf iddia, onların bilim ve felsefeyi Farabi, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd gibi isimlerden öğrenmiş oldukları gerçeği karşısında toz olup gitmektedir.

Aydınlanma akıl ile iştigal ederken, onun müdafileri, İslam sözkonusu olunca, pek de hakikat ile ilgilenmemektedirler. Bu isimler sadece, o da arsızca, felsefe, bilim gibi alanlarda İslam’dan fikir çalmakta, intihal peşinde koşmaktadırlar. Aydınlanma’nın ayırt edici niteliği olan liberal hümanizmin kökleri bile İslam’dadır. O, insan olmaya ilişkin görgü kuralları ile iştigal etmiş olan edep hareketine dayanır. İslam, sadece hukuk, ilahiyat, tıp ve doğa felsefesi gibi fakülteleri ihtiva eden üniversiteler gibi kimi kurumları değil, ayrıca pratiğe dayalı çalışma programları üzerinde yükselen ayrıntılı bir eğitim yöntemini, dilbilgisi, retorik, şiir, tarih, tıp ve ahlâk felsefesi ile yoğrulmuş bir müfredatı ve akademik kurumlar, edebiyat mahfilleri, kulüpler ve edebiyatçılarla aydınları ayakta tutan diğer ortamları koşullayan insanî kültürün teşekkülüne ilişkin kimi mekanizmaları da geliştirmeyi bilmiştir. Edep hareketi ve ona bağlı kurumlar, gerçekte İslam’daki aydınlanmaya tekabül ederler. İslam’da kimse akıl lehine isyan edemez, zira akıl, İslam’ın dünya görüşünün merkezidir: akıl, vahyin öteki yüzüdür ve Kur’an, her ikisini “Allah’ın alâmetleri” olarak takdim eder. Müslüman bir toplum, ikisinden mahrum hâlde faaliyetini sürdüremez. Aklın ve öğrenmenin dibe vurması noktasında Müslümanların suçlanması pek de mümkün değildir, Müslüman toplumlarda edep kültürünü imha eden, sömürgeciliğin kasten devreye soktuğu siyasettir.

Oysa Aydınlanmış Avrupa, edep sistemini ve onun tüm kaynaklarını su gibi içmiştir. Dış bir kültürün ve medeniyetin ürünü olması hasebiyle köken mecburen gizlenmiştir. Böylelikle klasik Arapça yerini klasik dönemin başka bir diline, Latinceye bırakmıştır. Bu gelişmeyi, İslamî fikriyatın Avrupa üzerindeki tüm izlerinin sistematik olarak silinmesi izlemiştir. Voltaire’in yaşadığı günlerden 1980’e dek Aydınlanma’ya bağlı âlimlerin gayretleri sonucu, İslam’ın felsefede, bilimde ve eğitimde hiçbir şey üretmediği lafı batıda genel kabul görmüştür.

İslam ile Avrupa’nın ortak hiçbir değere sahip olmadığını, İslam’ın sadece basit mânâda Batı üzerindeki karanlık gölge olduğunu, liberal sekülarizmin tüm insanlığın kaderini teşkil ettiğini söyleyen Aydınlanma’nın bugüne bıraktığı miras, bizim gazetelerimizde, televizyonlarımızda, edebiyat dünyamızda ve akademyada olduğu kadar siyaset alanında ve dış politikada da karşılığını bulmaktadır. Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu hipotezinin, Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması tezinin ve yeni muhafazakâr “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nin kökeni işte bu mirastır. John Ralston Saul’un 1992 tarihli muhteşem kitabına atfen, Voltaire’in Piçleri [“Voltaire’s Bastards”] işkenceyi, askerî müdahaleleri, batının üstünlüğünü aklîleştirme ve İslam ile Müslümanları şeytanîleştirme konusunda epey meşguldürler. Aydınlanma, akıl konusunda yetkin olabilir ancak, Saul’un da ikna edici biçimde gösterdiği üzere, mânâ ve ahlâktan mahrumdur.

Aydınlanma’nın safında olmayıp ona selâm durmadığım için affedin beni.

Ziyaüddin Serdar