2011
yılının sonunda Zak Cope’un Divided World Divided Class [“Bölünmüş
Dünya, Bölünmüş Sınıf” -DWDC] isimli kitabını baskı öncesinde redakte etme
işini üstlendim. Emperyalist merkezlerde proletarya diye bir şey olmadığına
dair o eski Üçüncü Dünyacı argümanı pilav gibi ısıtıp önümüze sunmaktan başka
bir şey yapmayan kitabın son hâlini uygun bulmasam da işçi aristokrasisinin
varlığını ispat eden empirik verileri kapsamlı bir biçimde sunmuş olmasını
takdirle karşılamıştım. Neticede kitabı uygun bulup bulmamak benim işim değildi,
tek işim vardı, o da metni redakte etmek.
Sonra,
2012 yılının güz aylarında, kızımın doğumunun hemen ardından, bu kitabın yeni
çıkmış elli baskısının içinde olduğu bavulu dünya genelinde sürükleye sürükleye
taşımak zorunda kaldım. O kitaplar Hollanda’yı trenle dolaştı, bir seferinde de
katıldığım konferansın düzenlendiği Jan Van Eyck Merkezi’ne uzanan Maastricht’in
kilometrelerce uzunluktaki arnavut kaldırımlı sokaklarını arşınladı. Bir
Cumartesi sabahı şehrin sokaklarında yürürken yere sert bir şekilde vuran bavulumun
çıkarttığı ses yüzünden insanlar endişelenip pencerelere çıkmışlardı.
O
günlerde Zak Cope’un kitabını da Marksizmi gibi eleştirip çöpe attığını, gözü
dönmüş bir Teçırcı gerici hâline geldiğini bilseydim, zahmet edip de o
kitapları redakte etmez, dünyanın dört bir yanında dolaştırmazdım. Ama tabii
kimsede olmadığı gibi bende de yok şu peygamberlere özgü kâhinlik. Şimdi geriye
dönüp baktığımızda, ta başından beri ihanetin sebep olduğu hataları bir bir görme
imkânına kavuşuyoruz.
Bu
DWDC isimli kitabın piyasaya çıkmasıyla birlikte Zak Cope, “Üçüncü Dünyacılık”
denilen âlemde yere göğe sığdırılamayan bir âlim hâline geldi. Kendisini uzun süre
önce feshetmiş olan, Maoist Enternasyonalist Hareket’ten çıkma Öncü Işık
Komünist Teşkilâtı’ndan ayrılmış Devrimci Antiemperyalist Hareket, Cope’u da
kitabını da varlıklarını meşrulaştırmak için ihtiyaç duydukları akademik bir
metin olarak gördü.
Diğer
uçta ise Lenin’in işçi aristokrasisi teorisini çöpe atmış olan post-troçkistler
duruyordu. Bunlar da kitabı nefret objesi hâline getirdiler. Böylelikle Cope,
Marksist âlim olarak öne çıktı. Devrimci Antiemperyalist Hareket gibi
örgütlerin yücelttiği, Dayanışma gibi örgütlerinse yerin dibine soktuğu bir
isim olarak Cope, bahsi geçen örgütle işçi aristokrasisi teorisiyle ilgili
olarak hazırlanan belirli projelerde işbirliği yapıp, Charles Post ile teorinin
işe yarar olup olmadığı konusunda tartışmalar yürüttü. Böylelikle örgütün
sözcüsü hâline geldi. Esasında Devrimci Antiemperyalist Hareket’le yürütülen
teorik çalışmalar, bugün Marksizmi terk etmiş bir isim olarak Cope’un
eserlerini örgütün mikro sekter çizgisini öne çıkartmak için kullanan Nik Brown’un
makaleleri kadar sıkıcı işlerdi. Sadece Post ile yürütülen tartışmaların ilginç
olduğunu söyleyebiliriz.
Tekraren:
Cope’un ulaştığı nihai sonuçlara katılmıyor, bu çıkarımlar ne kadar aydınlatıcı
olursa olsun, onları sömürüyle aşırı sömürüyü birleştiren yaklaşımında görüldüğü
üzere, pozitivizmin belirlenimi altında olan, nüanslardan yoksun, nihayetinde
emprisist ürünler olarak görüyordum. O dönemde Cope’un anlamlı işlere imza atan
Marksist bir düşünür olduğu kanaatindeydim.
Ama
tabii ben de tıpkı benim tüm görüşlerime katılmayan meslektaşlarım ve
yoldaşlarım gibi, eserlerini takdir ettiğim her akademisyenin görüşüne tümüyle
katılmıyorum. Ben, uzlaşır ve uzlaşmaz çelişkiler arasında ayrım yapmanın
önemli olduğunu düşünüyorum.
Cope’un
ilk dönem Marksist çalışmalarında katılmadığım hususların uzlaşmaya kapı
aralayan konu başlıkları olduklarını düşündüm. Onun bakış açısıyla benim Maoist
Aklın Eleştirisi: Komuta Politikada isimli çalışmada ortaya koyduğum eğilim
arasında belirli farklılıklar söz konusuydu. Ayrıca bu konuyla ilgili şunları
yazmıştım:
“İşçi aristokrasisinin
varlığını ve kesintisiz bir biçimde yaşamaya devam ettiği gerçeğini ispatlama
çabası dâhilinde Cope, niteliksel olgulara diyalektikten kopuk, nüanslara kör
bakan bir anlayış geliştiriyor. Politik ekonomideki pozitivizme teslim olan
Cope, işçi aristokrasisi teorisini tarihsel materyalizmin bilimsel yöntemi
uyarınca kavrama zorunluluğunu görmezden geliyor, bu anlamıyla, birçok politik
iktisatçı gibi onun da iyi bir diyalektik materyalist olmadığını söylemek
zorundayız.”
Fakat
artık Cope’un Marksizmini ve Marksist iken kaleme aldığı tüm eserleri çöpe
attığı koşullarda, onun iyi bir diyalektik materyalist olup olmadığının da bir
önemi kalmıyor. Bu husus, onu artık zerre ilgilendirmiyor. Cope, artık
Marksist, anarşist veya her türden antikapitalist haini bir araya getirmiş olan
kampın bir parçası: Bernard Henri-Lévy gibi o da artık gericileşmiş bir solcu. “Komünisttim
ama sonra büyüdüm. Bugün hâlâ Marksizmden ve kapitalizmin kötülüklerinde
bahseden komünistler ufak bir çocuk” diyen burjuva ideolojisine ait hikâyeye
teslim olmuş biri. Bu yavan klişe gibi onu da bir kenara atmamız gerekiyor. Ama
gene de bir yandan da bu tür klişeler neden hâlâ dillendiriliyor, neden hâlâ bu
türden ihanetlere tanıklık ediyoruz, (sanırım William Burroughs’un Çıplak
Öğle Yemeği romanındaki lafına atfen) “her ajan kendisini neden satar” sorularını
sormamız gerekiyor.
Antikapitalistler
arasında her türden ihaneti ilk günaha ait bir işaret olarak anlama eğilimi
mevcut. Bu eğilim uyarınca, sonradan gericileşen veya liberalleşen kişilerin
eserlerinde bu ihanete yol açan şeyi bulmaya çalışıyoruz, buradan da o
kişilerin ta başından beri kusurlu olduğunu söyleyip eserlerini çöpe atıyoruz.
Cope’un
ihanetine belki de psikolojik faktörlerin yanında diyalektik muhakeme eksikliği
sebep oldu. Ama elimizde, eserleri diyalektikle pek alakası olmayan, kusurlarla
malul olan, ama gene de inatla tüm hayatı boyunca kapitalizme karşı olan
insanlar var. Dolayısıyla ben, bu “ilk günah”a bakan düşünme tarzının pek
üretken olmadığı kanaatindeyim.
Bence
bu düşünme tarzı dini düşünme tarzını taklit ediyor: ben de başka Hristiyanlara
inançlarını yitirmiş, gerçek Hristiyan olmayan kişiler olarak yaklaşan
Hristiyanlar arasında yetiştim. Bu dini düşünme tarzı, şu tür bir anlayışı
temel alıyor: gerçek inanç ebedi bağlılık demek olduğu için, gerçekten
inanıyorsanız yolunuzu asla kaybetmezsiniz. Bu bakış açısı, özgün bir ruhun, lekesiz
bir kişiliğin, zaman içerisinde değişmeyen bir öznenin var olduğu anlayışını
temel alıyor. Fikren aydınlanma yaşamış olup olmamanızın bir önemi yok. İnancınızı
ve dininizi terk ediyorsanız, demek ki siz ta başından beri hiç aydınlanma
yaşamamışsınız.
Oysa
ben tarihsel materyalistim, dolayısıyla ben, “gerçek öz” diye bir şeyin
olduğuna inanmıyorum. Yakında yayımlanacak olan, özne anlayışıyla ilgili
kitabım da sabit bir kişi olmadığı fikri üzerinde duruyor. Neticede toplumsal
ilişkiler ve ideolojilerin belirlediği, kişiliğimizin oluştuğu süreçlerde
farklı özne konumlarına iştirak ediyoruz. Analitik felsefenin takıntılı bir
şekilde dile getirdiği gibi kişisel kimlik bir inşa. Her birey, kendi hayatında
farklı noktalarda tümüyle farklı bir kişi olabilir, Theseus Gemisi düşünce
deneyinin işaret ettiği husus.
İdeoloji
ve toplumsal ilişkiler, pozitivist üstbelirlenimiyle analitik felsefeden daha
kapsamlı bir izahat sunar. Kolektif varlıklar olarak toplumsal varlığımız öznelliğimizi
belirler, dolayısıyla, kişiliklerimiz, hayatımız boyunca baskın olan toplumsal
ilişkilere ait ideolojinin etkisi altındadır. En fazla dayatmacı olan hâkim
sınıfa ait ideolojilerin ağırlığı daha fazla hissedilir, tabii bu ideolojilere
karşı çıkan kolektif bir hayatın parçası değilsek. Yeni çıkacak kitabımda tam
da bu sorunsalı, “özne süreçtir” anlayışını ele alıyorum.
Zak
Cope’un kolektif bir hayatın parçası ya da devrimci pratiğin bileşeni olup
olmadığını bilmiyorum. Ama örgütlü çalışma konusunda çok az şey yaptığını
biliyoruz. Üçüncü Dünyacı pratik anlayışı iştirak edebileceği bir proleter
hayatın olmadığını söylüyor. Antiemperyalist bir çalışma yürüttüğüne dair
elimizde herhangi bir delil de yok.
Bugün
hangi ideolojileri ikna edici bulduğunu, hangi fikirlere örgütlendiğini
bilmiyorum. 7 Ekim Aksa Tufanı’na yönelik tepkisi üzerinden onun Siyonizme
örgütlendiği, gerici bir fikriyata teslim olduğu açık. Onu tanımıyorum. Onu tanıyan
kişilerle konuştum. Söylediklerinde zamanla yaşanan değişimin izlerini bulmak
mümkün. Onun hikâyesi de öznelliğin istikrarlı bir yapı arz etmediğinin kanıtı.
Cope’un
ihaneti garip karşılanmamalı. Bu ihanet, aynı zamanda diyalektikle alakası
olmayan bir düşünür olması denilen o ilk günahın bir sonucu da değil. Diyalektiğe
hâkim düşünürler bile, hatta devrimci pratiği daha zengin olanları da kolektif
hayattan koptuklarında ihanet edebilir, hareketten kopabilir.
Kubat
Gandi, canlı hareketten koptuktan sonra postmarksist bir düşünüre dönüştü. Hisila
Yami (Pavarti), halk savaşı ve kadınların kurtuluşuna dair güçlü eserler
üretmiş olmasına rağmen revizyonist kampa katıldı. Yıllarca hapis yatan Gandi
gibi kolektif hayattan kopmuş veya halk savaşını etkisiz kılan barış sürecinde verilen
çizgi mücadelesinin şiddetine maruz kalmış Yami gibi kolektif hayatı paramparça
olmuş birey failler, bilinçleri değişince davayı satıyorlar.
Cope,
Gandi ve Yami gibi biri değil. O devrimci değildi, devrimci pratikle tanımlı,
anlama sahip bir kolektif hayat da yaşamadı. Kişiliğini değişime uğratacak bir
baskı da görmedi. Ama tam da onun gibi kişilerin ihanet etmesi daha kolay
oluyor. Eserinin belirli bölümlerinin ihanetiyle alakası var. İmtiyazlarla tanımlı
emperyalist merkezlerde yaşıyor, dolayısıyla, aşırı kârın satın aldığı aristokrat
işçi gibi o da bir ideolog olarak satın alındı. Cope, o işçi aristokrasisi
teorisiyle bir “ideoloji işçisi”. Emperyalizmin ürettiği kârlardan nemalanan ve
onun gibi aydınların pıtrak gibi çoğalma imkânı buldukları üniversite sistemine
methiyeler dizen bir birinci dünya ideologu hâline geldi.
Asıl
çarpıcı olansa Cope’un ihaneti dâhilinde ilk çalışmalarını çöpe atmış olması. Ne
tür yanlışlar içeriyor olursa olsun bu eserler, gene de bugün benimsediği ideolojik
konuma doğrudan karşı olan çalışmalardı. Divided World Divided Class isimli
kitabında yer alan faşizm analizi, bugünkü faşizm anlayışıyla çelişiyor. Bugün Cope,
Nazizmin düz manada sosyalist olduğunu söylüyor, samimiyetsiz bir yaklaşımla, o
liberal nominalizmi üzerinden Hitler’in “nasyonal sosyalizm”ini sosyalizm
olarak anlıyor. Bugün bu tür bir laf eden Cope, ya iki yüzlü ya da tümüyle
salak. Aynı yaklaşım üzerinden sömürgecilikten ve emperyalizmden yana duruyor. O
neyi çöpe atacağını, neyi eleştireceğini iyi biliyor. Kendi teorik faaliyetini
geçmiş faaliyetinden kapsamlı bir kopuş ve ona yönelik bir reddiye olarak
tanımlıyor.
Bence
Cope gibi hainlerin çöpe attıkları ilk eserlerini mahkûm etmenin bir anlamı ve faydası
yok. Onlar, artık o kitapları yazan kişiler değiller. Cope kendi kitaplarından
koptu, onları çöpe attı, onlarla arasındaki bağını kesti.
Anlamlı
eserler ortaya koyabilmiş olsalardı, onları o kitaplardan sorumlu tutabilirdik.
Cope gibiler, tüm geçmiş eserlerini değersizleştirdiler. Cope, bugün tüm Marksist
yaklaşımını küçük görüyor, mahkûm ediyor. Bu hamlenin tümüyle iki yüzlü ve sahtekârca
gerçekleştirilmiş olmasına gerek yok.
Ben
de üniversitede ve lisede çıkarttığım fanzinlerde birçok yazı yazdım. Onlar,
dünyaya dair geliştirilmiş farklı ideolojik yaklaşımların ürünleriydi ve hepsi
de boştu! Dolayısıyla ben aynı sebeple, sonradan radikalleşmiş düşünürlerin ilk
eserlerine sahip çıkmak gerektiğini düşünmüyorum. Aynı şekilde, sonradan
radikal çizgiden kopan düşünürlerin eserlerinin de sahiplenmesi gerektiği
kanaatinde değilim.
Burada
mesele sadece DWDC değil, devrimci iken sonradan teslim olan düşünürlerin
eserlerine aynı şekilde yaklaşılmalı. Hisila Yami artık devrimci değil, ama halk
savaşının en hararetli olduğu günlerde proleter feminizmle ilgili olarak
yazdığı kitap, hâlen daha ışıl ışıl. Onun bu kitabı önemsemiyor oluşunun, çöpe
atmasının bir önemi yok.
Bugün
kimi iddialarda dillendirildiği biçimiyle, “Cope parayla satın alındığı için
ihanet etti” demenin de kimseye bir faydası yok. Devrimci kamptaki insanlar
daha önce de satın alındı, devletle işbirliği yaptı, buna karşılık, devletin
paralı ajanlarının devrimci hareketin içine gönderildiği durumlara da şahit
olundu.
Devrimci
bir hayatı veya örgütsel deneyimi olmayan Cope gibi âlimler devletin umurunda
değil. Bunlar ufak düşünürler. Belki de Cope, karşı-devrimcileşmeyi daha
kazançlı buldu ve bu süreçte siyasetini dönüştürdü. Bu da bir kumar sonuçta. Yıllarca
akademide olup hiçbir işi olmayan sağcı akademisyenler tanıyorum. Bunlar, çalıştığım
üniversitedeki öğretim görevlileri birliği içinde çalışıp birliği dağıtmak için
uğraşıyorlar. Ama üniversite, bu sağcıların önemli bir kısmına iş vermiyor
çünkü bunlar sendikayı dağıtma işini ücretsiz yapıyorlar!
Cope,
akademi düzeyinde bir Badiou olsaydı rüşvet alırdı, bir patron aradığı vakit
gericileşirdi, ama küçük bir kitlenin takdir ettiği bir akademisyen olurdu. Müesses
nizama çalışan bir akademisyen olmaksa daha kârlı. Gelgelelim, bugünlerde
müesses nizama çalışan akademisyenler bile kadrolu işler bulamıyorlar.
Bu
noktada ben de kendi akademisyenliğim bağlamında ileride başka birine dönüşüp
dönüşmeyeceğimi, ihanet eden bir ajan hâline gelip gelmeyeceğimi merak
ediyorum. İdeolojik seyir, beni tümüyle farklı bir özneye dönüştürürse, ben, şu
anki hâlimin ilerideki hâlimde nefret edip onu hor göreceğini net olarak söyleyebilirim.
Bugünkü kitaplarım, ileride dönüşme ihtimalim olan haine karşı. Bugünkü öznelliğim,
ilerideki hâlimden hep nefret edecek. İhanet etme niyetinde olmadığımı, dümdüz
bir gerici ya da boktan bir liberal olmak istemediğimi, bunun için elimden geleni
yapmak istediğimi söylesem de ileride oluşacak koşullar ve yüzleşeceğim ideolojik
baskılar konusunda bugünde herhangi bir tahminde bulunamam. Dolayısıyla, ihanet
edersem eğer, bilinsin ki bugüne dek yazdığım yazılar ve kitaplar, oluşmamasını
umduğum gelecekteki kişiliğime tümüyle karşıdır.
Joshua Mouwafad-Paul
20 Ağustos 2024
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder