Pages

03 Kasım 2024

Zak Cope İsimli Ölünün Ardından



2011 yılının sonunda Zak Cope’un Divided World Divided Class [“Bölünmüş Dünya, Bölünmüş Sınıf” -DWDC] isimli kitabını baskı öncesinde redakte etme işini üstlendim. Emperyalist merkezlerde proletarya diye bir şey olmadığına dair o eski Üçüncü Dünyacı argümanı pilav gibi ısıtıp önümüze sunmaktan başka bir şey yapmayan kitabın son hâlini uygun bulmasam da işçi aristokrasisinin varlığını ispat eden empirik verileri kapsamlı bir biçimde sunmuş olmasını takdirle karşılamıştım. Neticede kitabı uygun bulup bulmamak benim işim değildi, tek işim vardı, o da metni redakte etmek.

Sonra, 2012 yılının güz aylarında, kızımın doğumunun hemen ardından, bu kitabın yeni çıkmış elli baskısının içinde olduğu bavulu dünya genelinde sürükleye sürükleye taşımak zorunda kaldım. O kitaplar Hollanda’yı trenle dolaştı, bir seferinde de katıldığım konferansın düzenlendiği Jan Van Eyck Merkezi’ne uzanan Maastricht’in kilometrelerce uzunluktaki arnavut kaldırımlı sokaklarını arşınladı. Bir Cumartesi sabahı şehrin sokaklarında yürürken yere sert bir şekilde vuran bavulumun çıkarttığı ses yüzünden insanlar endişelenip pencerelere çıkmışlardı.

O günlerde Zak Cope’un kitabını da Marksizmi gibi eleştirip çöpe attığını, gözü dönmüş bir Teçırcı gerici hâline geldiğini bilseydim, zahmet edip de o kitapları redakte etmez, dünyanın dört bir yanında dolaştırmazdım. Ama tabii kimsede olmadığı gibi bende de yok şu peygamberlere özgü kâhinlik. Şimdi geriye dönüp baktığımızda, ta başından beri ihanetin sebep olduğu hataları bir bir görme imkânına kavuşuyoruz.

Bu DWDC isimli kitabın piyasaya çıkmasıyla birlikte Zak Cope, “Üçüncü Dünyacılık” denilen âlemde yere göğe sığdırılamayan bir âlim hâline geldi. Kendisini uzun süre önce feshetmiş olan, Maoist Enternasyonalist Hareket’ten çıkma Öncü Işık Komünist Teşkilâtı’ndan ayrılmış Devrimci Antiemperyalist Hareket, Cope’u da kitabını da varlıklarını meşrulaştırmak için ihtiyaç duydukları akademik bir metin olarak gördü.

Diğer uçta ise Lenin’in işçi aristokrasisi teorisini çöpe atmış olan post-troçkistler duruyordu. Bunlar da kitabı nefret objesi hâline getirdiler. Böylelikle Cope, Marksist âlim olarak öne çıktı. Devrimci Antiemperyalist Hareket gibi örgütlerin yücelttiği, Dayanışma gibi örgütlerinse yerin dibine soktuğu bir isim olarak Cope, bahsi geçen örgütle işçi aristokrasisi teorisiyle ilgili olarak hazırlanan belirli projelerde işbirliği yapıp, Charles Post ile teorinin işe yarar olup olmadığı konusunda tartışmalar yürüttü. Böylelikle örgütün sözcüsü hâline geldi. Esasında Devrimci Antiemperyalist Hareket’le yürütülen teorik çalışmalar, bugün Marksizmi terk etmiş bir isim olarak Cope’un eserlerini örgütün mikro sekter çizgisini öne çıkartmak için kullanan Nik Brown’un makaleleri kadar sıkıcı işlerdi. Sadece Post ile yürütülen tartışmaların ilginç olduğunu söyleyebiliriz.

Tekraren: Cope’un ulaştığı nihai sonuçlara katılmıyor, bu çıkarımlar ne kadar aydınlatıcı olursa olsun, onları sömürüyle aşırı sömürüyü birleştiren yaklaşımında görüldüğü üzere, pozitivizmin belirlenimi altında olan, nüanslardan yoksun, nihayetinde emprisist ürünler olarak görüyordum. O dönemde Cope’un anlamlı işlere imza atan Marksist bir düşünür olduğu kanaatindeydim.

Ama tabii ben de tıpkı benim tüm görüşlerime katılmayan meslektaşlarım ve yoldaşlarım gibi, eserlerini takdir ettiğim her akademisyenin görüşüne tümüyle katılmıyorum. Ben, uzlaşır ve uzlaşmaz çelişkiler arasında ayrım yapmanın önemli olduğunu düşünüyorum.

Cope’un ilk dönem Marksist çalışmalarında katılmadığım hususların uzlaşmaya kapı aralayan konu başlıkları olduklarını düşündüm. Onun bakış açısıyla benim Maoist Aklın Eleştirisi: Komuta Politikada isimli çalışmada ortaya koyduğum eğilim arasında belirli farklılıklar söz konusuydu. Ayrıca bu konuyla ilgili şunları yazmıştım:

“İşçi aristokrasisinin varlığını ve kesintisiz bir biçimde yaşamaya devam ettiği gerçeğini ispatlama çabası dâhilinde Cope, niteliksel olgulara diyalektikten kopuk, nüanslara kör bakan bir anlayış geliştiriyor. Politik ekonomideki pozitivizme teslim olan Cope, işçi aristokrasisi teorisini tarihsel materyalizmin bilimsel yöntemi uyarınca kavrama zorunluluğunu görmezden geliyor, bu anlamıyla, birçok politik iktisatçı gibi onun da iyi bir diyalektik materyalist olmadığını söylemek zorundayız.”

Fakat artık Cope’un Marksizmini ve Marksist iken kaleme aldığı tüm eserleri çöpe attığı koşullarda, onun iyi bir diyalektik materyalist olup olmadığının da bir önemi kalmıyor. Bu husus, onu artık zerre ilgilendirmiyor. Cope, artık Marksist, anarşist veya her türden antikapitalist haini bir araya getirmiş olan kampın bir parçası: Bernard Henri-Lévy gibi o da artık gericileşmiş bir solcu. “Komünisttim ama sonra büyüdüm. Bugün hâlâ Marksizmden ve kapitalizmin kötülüklerinde bahseden komünistler ufak bir çocuk” diyen burjuva ideolojisine ait hikâyeye teslim olmuş biri. Bu yavan klişe gibi onu da bir kenara atmamız gerekiyor. Ama gene de bir yandan da bu tür klişeler neden hâlâ dillendiriliyor, neden hâlâ bu türden ihanetlere tanıklık ediyoruz, (sanırım William Burroughs’un Çıplak Öğle Yemeği romanındaki lafına atfen) “her ajan kendisini neden satar” sorularını sormamız gerekiyor.

Antikapitalistler arasında her türden ihaneti ilk günaha ait bir işaret olarak anlama eğilimi mevcut. Bu eğilim uyarınca, sonradan gericileşen veya liberalleşen kişilerin eserlerinde bu ihanete yol açan şeyi bulmaya çalışıyoruz, buradan da o kişilerin ta başından beri kusurlu olduğunu söyleyip eserlerini çöpe atıyoruz.

Cope’un ihanetine belki de psikolojik faktörlerin yanında diyalektik muhakeme eksikliği sebep oldu. Ama elimizde, eserleri diyalektikle pek alakası olmayan, kusurlarla malul olan, ama gene de inatla tüm hayatı boyunca kapitalizme karşı olan insanlar var. Dolayısıyla ben, bu “ilk günah”a bakan düşünme tarzının pek üretken olmadığı kanaatindeyim.

Bence bu düşünme tarzı dini düşünme tarzını taklit ediyor: ben de başka Hristiyanlara inançlarını yitirmiş, gerçek Hristiyan olmayan kişiler olarak yaklaşan Hristiyanlar arasında yetiştim. Bu dini düşünme tarzı, şu tür bir anlayışı temel alıyor: gerçek inanç ebedi bağlılık demek olduğu için, gerçekten inanıyorsanız yolunuzu asla kaybetmezsiniz. Bu bakış açısı, özgün bir ruhun, lekesiz bir kişiliğin, zaman içerisinde değişmeyen bir öznenin var olduğu anlayışını temel alıyor. Fikren aydınlanma yaşamış olup olmamanızın bir önemi yok. İnancınızı ve dininizi terk ediyorsanız, demek ki siz ta başından beri hiç aydınlanma yaşamamışsınız.

Oysa ben tarihsel materyalistim, dolayısıyla ben, “gerçek öz” diye bir şeyin olduğuna inanmıyorum. Yakında yayımlanacak olan, özne anlayışıyla ilgili kitabım da sabit bir kişi olmadığı fikri üzerinde duruyor. Neticede toplumsal ilişkiler ve ideolojilerin belirlediği, kişiliğimizin oluştuğu süreçlerde farklı özne konumlarına iştirak ediyoruz. Analitik felsefenin takıntılı bir şekilde dile getirdiği gibi kişisel kimlik bir inşa. Her birey, kendi hayatında farklı noktalarda tümüyle farklı bir kişi olabilir, Theseus Gemisi düşünce deneyinin işaret ettiği husus.

İdeoloji ve toplumsal ilişkiler, pozitivist üstbelirlenimiyle analitik felsefeden daha kapsamlı bir izahat sunar. Kolektif varlıklar olarak toplumsal varlığımız öznelliğimizi belirler, dolayısıyla, kişiliklerimiz, hayatımız boyunca baskın olan toplumsal ilişkilere ait ideolojinin etkisi altındadır. En fazla dayatmacı olan hâkim sınıfa ait ideolojilerin ağırlığı daha fazla hissedilir, tabii bu ideolojilere karşı çıkan kolektif bir hayatın parçası değilsek. Yeni çıkacak kitabımda tam da bu sorunsalı, “özne süreçtir” anlayışını ele alıyorum.

Zak Cope’un kolektif bir hayatın parçası ya da devrimci pratiğin bileşeni olup olmadığını bilmiyorum. Ama örgütlü çalışma konusunda çok az şey yaptığını biliyoruz. Üçüncü Dünyacı pratik anlayışı iştirak edebileceği bir proleter hayatın olmadığını söylüyor. Antiemperyalist bir çalışma yürüttüğüne dair elimizde herhangi bir delil de yok.

Bugün hangi ideolojileri ikna edici bulduğunu, hangi fikirlere örgütlendiğini bilmiyorum. 7 Ekim Aksa Tufanı’na yönelik tepkisi üzerinden onun Siyonizme örgütlendiği, gerici bir fikriyata teslim olduğu açık. Onu tanımıyorum. Onu tanıyan kişilerle konuştum. Söylediklerinde zamanla yaşanan değişimin izlerini bulmak mümkün. Onun hikâyesi de öznelliğin istikrarlı bir yapı arz etmediğinin kanıtı.

Cope’un ihaneti garip karşılanmamalı. Bu ihanet, aynı zamanda diyalektikle alakası olmayan bir düşünür olması denilen o ilk günahın bir sonucu da değil. Diyalektiğe hâkim düşünürler bile, hatta devrimci pratiği daha zengin olanları da kolektif hayattan koptuklarında ihanet edebilir, hareketten kopabilir.

Kubat Gandi, canlı hareketten koptuktan sonra postmarksist bir düşünüre dönüştü. Hisila Yami (Pavarti), halk savaşı ve kadınların kurtuluşuna dair güçlü eserler üretmiş olmasına rağmen revizyonist kampa katıldı. Yıllarca hapis yatan Gandi gibi kolektif hayattan kopmuş veya halk savaşını etkisiz kılan barış sürecinde verilen çizgi mücadelesinin şiddetine maruz kalmış Yami gibi kolektif hayatı paramparça olmuş birey failler, bilinçleri değişince davayı satıyorlar.

Cope, Gandi ve Yami gibi biri değil. O devrimci değildi, devrimci pratikle tanımlı, anlama sahip bir kolektif hayat da yaşamadı. Kişiliğini değişime uğratacak bir baskı da görmedi. Ama tam da onun gibi kişilerin ihanet etmesi daha kolay oluyor. Eserinin belirli bölümlerinin ihanetiyle alakası var. İmtiyazlarla tanımlı emperyalist merkezlerde yaşıyor, dolayısıyla, aşırı kârın satın aldığı aristokrat işçi gibi o da bir ideolog olarak satın alındı. Cope, o işçi aristokrasisi teorisiyle bir “ideoloji işçisi”. Emperyalizmin ürettiği kârlardan nemalanan ve onun gibi aydınların pıtrak gibi çoğalma imkânı buldukları üniversite sistemine methiyeler dizen bir birinci dünya ideologu hâline geldi.

Asıl çarpıcı olansa Cope’un ihaneti dâhilinde ilk çalışmalarını çöpe atmış olması. Ne tür yanlışlar içeriyor olursa olsun bu eserler, gene de bugün benimsediği ideolojik konuma doğrudan karşı olan çalışmalardı. Divided World Divided Class isimli kitabında yer alan faşizm analizi, bugünkü faşizm anlayışıyla çelişiyor. Bugün Cope, Nazizmin düz manada sosyalist olduğunu söylüyor, samimiyetsiz bir yaklaşımla, o liberal nominalizmi üzerinden Hitler’in “nasyonal sosyalizm”ini sosyalizm olarak anlıyor. Bugün bu tür bir laf eden Cope, ya iki yüzlü ya da tümüyle salak. Aynı yaklaşım üzerinden sömürgecilikten ve emperyalizmden yana duruyor. O neyi çöpe atacağını, neyi eleştireceğini iyi biliyor. Kendi teorik faaliyetini geçmiş faaliyetinden kapsamlı bir kopuş ve ona yönelik bir reddiye olarak tanımlıyor.

Bence Cope gibi hainlerin çöpe attıkları ilk eserlerini mahkûm etmenin bir anlamı ve faydası yok. Onlar, artık o kitapları yazan kişiler değiller. Cope kendi kitaplarından koptu, onları çöpe attı, onlarla arasındaki bağını kesti.

Anlamlı eserler ortaya koyabilmiş olsalardı, onları o kitaplardan sorumlu tutabilirdik. Cope gibiler, tüm geçmiş eserlerini değersizleştirdiler. Cope, bugün tüm Marksist yaklaşımını küçük görüyor, mahkûm ediyor. Bu hamlenin tümüyle iki yüzlü ve sahtekârca gerçekleştirilmiş olmasına gerek yok.

Ben de üniversitede ve lisede çıkarttığım fanzinlerde birçok yazı yazdım. Onlar, dünyaya dair geliştirilmiş farklı ideolojik yaklaşımların ürünleriydi ve hepsi de boştu! Dolayısıyla ben aynı sebeple, sonradan radikalleşmiş düşünürlerin ilk eserlerine sahip çıkmak gerektiğini düşünmüyorum. Aynı şekilde, sonradan radikal çizgiden kopan düşünürlerin eserlerinin de sahiplenmesi gerektiği kanaatinde değilim.

Burada mesele sadece DWDC değil, devrimci iken sonradan teslim olan düşünürlerin eserlerine aynı şekilde yaklaşılmalı. Hisila Yami artık devrimci değil, ama halk savaşının en hararetli olduğu günlerde proleter feminizmle ilgili olarak yazdığı kitap, hâlen daha ışıl ışıl. Onun bu kitabı önemsemiyor oluşunun, çöpe atmasının bir önemi yok.

Bugün kimi iddialarda dillendirildiği biçimiyle, “Cope parayla satın alındığı için ihanet etti” demenin de kimseye bir faydası yok. Devrimci kamptaki insanlar daha önce de satın alındı, devletle işbirliği yaptı, buna karşılık, devletin paralı ajanlarının devrimci hareketin içine gönderildiği durumlara da şahit olundu.

Devrimci bir hayatı veya örgütsel deneyimi olmayan Cope gibi âlimler devletin umurunda değil. Bunlar ufak düşünürler. Belki de Cope, karşı-devrimcileşmeyi daha kazançlı buldu ve bu süreçte siyasetini dönüştürdü. Bu da bir kumar sonuçta. Yıllarca akademide olup hiçbir işi olmayan sağcı akademisyenler tanıyorum. Bunlar, çalıştığım üniversitedeki öğretim görevlileri birliği içinde çalışıp birliği dağıtmak için uğraşıyorlar. Ama üniversite, bu sağcıların önemli bir kısmına iş vermiyor çünkü bunlar sendikayı dağıtma işini ücretsiz yapıyorlar!

Cope, akademi düzeyinde bir Badiou olsaydı rüşvet alırdı, bir patron aradığı vakit gericileşirdi, ama küçük bir kitlenin takdir ettiği bir akademisyen olurdu. Müesses nizama çalışan bir akademisyen olmaksa daha kârlı. Gelgelelim, bugünlerde müesses nizama çalışan akademisyenler bile kadrolu işler bulamıyorlar.

Bu noktada ben de kendi akademisyenliğim bağlamında ileride başka birine dönüşüp dönüşmeyeceğimi, ihanet eden bir ajan hâline gelip gelmeyeceğimi merak ediyorum. İdeolojik seyir, beni tümüyle farklı bir özneye dönüştürürse, ben, şu anki hâlimin ilerideki hâlimde nefret edip onu hor göreceğini net olarak söyleyebilirim. Bugünkü kitaplarım, ileride dönüşme ihtimalim olan haine karşı. Bugünkü öznelliğim, ilerideki hâlimden hep nefret edecek. İhanet etme niyetinde olmadığımı, dümdüz bir gerici ya da boktan bir liberal olmak istemediğimi, bunun için elimden geleni yapmak istediğimi söylesem de ileride oluşacak koşullar ve yüzleşeceğim ideolojik baskılar konusunda bugünde herhangi bir tahminde bulunamam. Dolayısıyla, ihanet edersem eğer, bilinsin ki bugüne dek yazdığım yazılar ve kitaplar, oluşmamasını umduğum gelecekteki kişiliğime tümüyle karşıdır.

Joshua Mouwafad-Paul
20 Ağustos 2024
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder