Dani Wadada Nabudere’nin Emperyalizmin Politik Ekonomisi
Çalışması
Dani
Wadada Nabudere (1932-2011) velut bir Marksist-Leninist, Afrika’nın birliği
fikrinin savunucusu, antiemperyalist bir akademisyen, özgürlük savaşçısı,
avukat ve kapsamlı, çeşitlilik arz eden politik deneyiminden bilgi üretmeyi
bilen bir teorisyendi. Bu hâliyle, onun dünya genelinde pek bilinmiyor oluşu
gerçekten şaşırtıcı.
Profesyonel
olma ve politik açıdan saf kalma iddiasının hâkim olduğu, kurumların izlendiği,
yayıncılık faaliyetinin politik ekonomisine kapitalizmin ve emperyalizmin yön
verdiği koşullarda Nabudere gibi bir ismin bir değer ve anlam bulması pek
mümkün değil. Günümüzde akademide üretilen metinlerin gerçekleri örtbas eden
niteliği karşısında materyalist analizi ve açık dili ile Nabudere, teori
alanını ihya eden bir niteliğe sahip.
Hem
maddi hem de fiziki riskleri göğüsleyen Nabudere, Mao’nun şu sözünü düstur
bellemiş bir isimdi: “Tüm gerçek bilgi, dolaysız deneyimden neşet eder.”
“Devrimin teorisini ve yöntemlerini” öğrenmenin yegâne yolu ise yanlışlar
yapacağını bile bile, devrimi yapmaya dönük faaliyete iştirak etmektir.
Tanzanya’daki
Darüsselam Üniversitesi, Zimbabve Üniversitesi ve kendisinin kurduğu Marcus
Garvey Panafrika Enstitüsü (Uganda) gibi Afrika kıtası genelinde çalıştığı
kurumlara ve yazdığı yazılara ek olarak Nabudere, eylemci olarak da uzun ve
karmaşık bir tarihe sahiptir. Öğrencilerin örgütlenmesine dönük çalışmalardan
silâhlı ayaklanma sürecine ve kurumsal siyasete dek birçok alanda varolmuştur.
Tek
başına bu özelliğiyle Nabudere’nin akademik çalışmaları doğrudan pratikten
beslendiği için, onun kitaplarına bugün yeniden bakılmalıdır. Emperyalizmin
günümüzdeki tezahürleri, bilhassa Afrika’daki yansımaları ve ona nasıl
direnileceği gibi hususlarda bir şeyler öğrenmek isteyenler, empirik veriler ve
teorik birikim açısından zengin olan asarını incelemelidir.
Politik
Biyografisi
Nabudere,
siyasetle ilkin 1961 yılında Londra’da ilgilenmeye başladı. Yash Tandon gibi
Uganda’nın önde gelen Marksistleri ve Panafrikacıları ile birlikte sömürgecilik
karşıtı bir dernek olan İngiltere Ugandalı Öğrenciler Derneği’nin (UGASA)
yürütme komitesine girdi. 1964’te Uganda’ya dönen Nabudere, liderleriyle Marksist
ideolojiyi benimsemiş bir isim olarak çatışmalar yaşıyor olmasına karşın,
milliyetçi parti Uganda Halk Kongresi’ne (UPC) girdi. Ancak zamanla dışlandı ve
1965’te partiden atıldı. Sonrasında halk hareketleri içerisinde yer alan
Nabudere, Amerika’nın Vietnam halkına karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkmak
amacıyla Uganda Vietnam’la Dayanışma Komitesi’nin kuruluş sürecine katkıda
bulundu, ayrıca Uganda’nın ilk Maoist partisinin kuruluş çalışmalarına katıldı.
Nabudere’nin
İdi Amin hükümetiyle ilişkileri de benzer bir seyri izledi. İlk başta iyi olan
ilişkiler, Amin’in uyguladığı zulme gösterdiği tepkinin ardından bozuldu.[1] Hükümetteki
görevinden istifa eden Nabudere, Uganda Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni (UNLF)
kuracağı Tanzanya’ya taşındı, hatta kısa bir süre silâhlı mücadele içerisinde
yer aldı. Tanzanya ordusunun sunduğu önemli destek sayesinde UNLF, Amin
hükümetini devirdi. Yash Tandon’ın detaylarını sunduğu bu dönemde,
Nabudere’deki panafrikacılık ve enternasyonalizm anlayışı iyice pekişti. Bu
gelişme üzerine UNLF ve Nabudere, Afrika, Ortadoğu ve Asya’daki diğer devrimci
hareketlerle temas kurdu.
UNLF
hükümetinin çalkantılı seyreden ilk yılında çalışmalara katılan Nabudere, çok
geçmeden yeniden sürgüne gönderildi, zira Mayıs 1980’de UNLF hükümeti askeri
darbeyle devrildi. Diğer yoldaşlarıyla birlikte Nairobi’ye giden Nabudere,
oradan birkaç yıl boyunca lise öğretmenliği yapacağı Danimarka’ya geçti.
1993’te Uganda’ya döndü, kısa süre ABD’nin desteklediği Museveni hükümetinde
yer aldı. Kısa süren bu görevi ardından hükümeti açıktan eleştirmeye başladı.
Hayatı boyunca kendisine arkadaşlık ve yoldaşlık etmiş olan Yash Tandon’ın
aktarımına göre, “Nabudere iliklerine kadar Marksist olan bir teorisyen ve
eylemciydi, politik taktikler meselesine de hiçbir vakit dogmatik yaklaşmayan
bir isimdi.”
Politik
faaliyetlerine rağmen araştırma ve yayıncılık için gerekli vakti bir şekilde
bulan Nabudere, ekonomi ve kalkınma çalışmaları alanında kritik öneme sahip
birçok konu başlığıyla ilgili kitap yayımladı: The Rise and Fall of Money
Capital (Para Sermayenin Yükselişi ve Düşüşü -1990), Essays on the
Theory and Practice of Imperialism (Emperyalizmin Teorisi ve Pratiği
Üzerine Denemeler -1979), Imperialism in East Africa (Doğu Afrika’da
Emperyalizm -1980) ve bu yazının konusu olan The Political Economy of Imperialism
(Emperyalizmin Politik Ekonomisi -1977).
Bu
kitaplarıyla Nabudere, Afrika’daki toplumsal formasyonların politik ekonomik
analizinin gelişimine sadece empirik değil, teorik düzeyde de katkı sundu ve
Ziyad Nabulsi’nin de ifade ettiği gibi, “Marksist-Leninizmin arındırılıp
geliştirilmesi sürecini kendince besledi.”[2]
Afrika
üniversitelerinin epistemolojik ve pedagojik dayanaklarına karşı çıkan radikal
hocalar kuşağının en önemli isimlerinden olan Nabudere, altmışların sonunda ve
yetmişli yıllar boyunca Darüsselam Üniversitesi’nde yürütülen, “sosyalizm,
toplumsal kurtuluş, azgelişme ve emperyalizm”le ilgili tartışmalara iştirak
etti. Bilhassa sosyal bilimlerdeki Avrupamerkezciliğe itiraz eden katkılarında
Nabudere, Afrika bağlamını ve kıtadaki koşulları yansıtacak disipliner bir
yaklaşımın geliştirilmesini talep ediyordu.
Her
ne kadar Darüsselam Üniversitesi’ndeki hocaların önemli bir kısmı
“Dekolonyalizm Okulu”ndan çok Marksist-Leninist analize yakın duruyor olsalar
da bu isimlerin ortaya koydukları eserler, Dekolonyalizm Okulu’nun üzerinde
duracağı yöntemsel ve epistemolojik meseleleri önceden haber veren
çalışmalardı. Zira bu isimler, “Afrika tarihini sömürgecinin bakış açısı yerine
Afrikalı bir bakış açısı ve epistemoloji üzerinden yorumlamanın önemi” üzerinde
duruyorlardı.[3]
1973’te
Afrika Siyaset Bilimi Derneği (AAPS), tam da bu birikim üzerine inşa edildi.
Nabudere, derneğin ilk başkanlarındandı. Dernek içerisinde çalışma yürüten
teorisyenler arasında Okwudiba Nnoli, Emmanuel Hansen, Mahmud Mamdani, Yash
Tandon ve Hilmi Şaravi gibi isimler bulunuyordu. Yash Tandon’ın da aktardığı
gibi, Nabudere, dernekteki panafrikacı yönelimin önde gelen savunucularından
biri olarak, “Afrika’da sosyal bilimlerin Afrika’da uyum konusunda kriz yaşayan
hâkim sınıfların ideolojik ifadesi olduğunu, bu sınıflara karşı konulması
gerektiğini” ortaya koydu.
Nabudere’nin
Paolo Friere’nin görüşlerinin etkisi altında kaleme aldığı sonraki çalışmaları,
daha çok “özgürlükçü ve kurtuluşçu pedagoji” meselesini ele alıyordu. Kendi
ifadesiyle, amacı “katılımcı, aşağıdan yukarıya doğru inşa edilmiş bir bilgi
üretimi modelinin ve kendi kaderini tayin hakkı mücadelesinin parçası olarak
toplumlarda üretilen bilgiyi yüksek öğrenim alanına ait kurumlarla ilişkilendirmek”ti.
Uganda’nın
Mbale şehrinde kurduğu Marcus Garvey Panafrika Enstitüsü, devrimci pedagojinin
kurumsal karşılığıydı. Kurumun amacı, “Afrika halklarının ürettiği bilgileri
yeniden keşfedip, araştırmak ve tanımak suretiyle onları hâkim hâle getirmek,
buradan, insanın ürettiği değerli bir kazanım olarak bu bilgileri öne
çıkartmak”tı.[4]
Bilgi
Kurtuluşun Hizmetinde
Emperyalizmin
Politik Ekonomisi, pedagojiyle alakalı meseleleri ele almasa
da Nabudere’nin diğer çalışmalarıyla, kurtuluş davasına yönelik teorik bağlılık
konusunda ortaklaşır. Yeni sömürgeci yapısal uyum sürecinin başladığı günlerde
kaleme alınan kitap, sadece tarihsel değerlendirmesinin kapsamı ve derinliği ve
analizindeki keskinlik değil, ayrıca öngörüsü açısından da etkileyici bir
çalışma. İlgili sahayı analiz eden kitap, Roma İmparatorluğu’nun dağılmasıyla
başlıyor, devamında kölelik temelli üretimden feodalizme ve merkantilist
emperyalizmden rekabetçi kapitalizme geçiş sürecini ele alıyor.
Nabudere,
kitapta kapitalizm içerisinde işleyen tekelci ve finansal emperyalizme, son
olarak da kendisinin “çok taraflı emperyalizme” geçiş süreçlerini açıklarken,
Marksist kriz yorumunu devreye sokuyor.
Nabudere’nin
aktarımıyla, Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya ve İtalya’da faşizmine
tekelci ve finansal emperyalizmine geçiş süreci yol açtı. Nabudere’ye göre
“faşizm, bir sınıf olarak burjuvaziyi sosyalist devrim ihtimallerine karşı
korumak adına, tüm burjuva bireysel demokratik hakları ve kurumları ezmek
suretiyle tekelci kapitalizme yardım sundu.” Bu görüş, Trump, Bolsanaro ve Modi
gibi faşist devlet başkanlarının yükselişini izah ediyor.[5]
Nabudere’nin
tarihsel materyalist analizi, liberal ideolojinin bireylere vurgusunun ötesine
geçmemize, bunun yerine, krizin ve sermayenin tepkilerinin yapısal sebeplerine
ışık tutmamıza katkıda bulunuyor.
Nabudere’nin
analizi, aynı zamanda bizi faşizmin emperyalist sistemde hâlihazırda nasıl
varolabildiği sorusunu sormaya teşvik ediyor. Bu analize göre emperyalist
sistem, hem merkez hem de çevre ülkelerinde ırkçılık temelli sömürü ve değer
çekme pratiğini sürekli kılmak için devlet şiddetinin sürekli uygulanmasına
ihtiyaç duyuyor.
Irkçı
polis ve insanları hapishaneye tıkmayı esas alan devlet, merkez ülkelerde
toplumsal düzeni daimi kılmak için uğraşıyor. Çevre ülkelerde ise “NATO
silâhlarıyla donatılmış ve eğitilmiş kukla ordulara başvuruluyor. Bu ordular,
ABD’nin ve diğer emperyalist kurumların yardımını alıyor. Ulusal kurtuluş ve
sosyalist inşa için çalışan devrimci güçlerin ortaya çıkmasına mani olmak
isteyen küçük burjuva rejimler, bu orduları yönetiyorlar.”
Nabudere,
tarih konusunda, radikal dönüşüm ihtimaline dönük inançla devrimci pratiği
birleştiren, diyalektik bir yaklaşıma sahip.
Emperyalizmine
Son Aşamasıyla İlgili Anlayışa ve Direnişe Dönük Katkılar
Nabudere’nin
yaptığı önemli empirik ve teorik katkılar, onun kriz analizinin ürünü. Marksist
yaklaşımı dâhilinde Nabudere, krizlerin küresel kapitalist ekonomi içindeki
önemli geçiş süreçlerinin merkezinde duran ana unsur olduğunu tespit ediyor.
İlk
geçiş süreci 1870’te başlıyor. Bu dönemde liberal devlet konsolide oluyor,
nüfus artışı yaşanıyor, kapitalist sistem, kâr oranlarında tarihsel bir düşüşe
tanıklık ediyor. Bu kısmen, dış pazarların genişlemesine ihtiyaç duyan
endüstriyel gelişmenin sonucu. Nabulsi’nin tespitiyle, Nabudere’nin analizi,
Marksist-Leninist politik ekonomiden, emperyalizmin ardındaki ekonomik
zorunluluğu izah etmek için Marx’ın “kapitalizmin temel hareket kanununa, kâr
oranlarının düşme eğilimine atfettiği önem” üzerinden farklılaşıyor. Bu süreç,
ancak ucuz hammadde ve yardımcı malzemelerin giderek daha fazla tedarik
edilmesiyle ve emek sömürüsünün yoğunlaşmasını ifade eden ücretlerdeki düşüşle
terse çevrilebiliyor.[6] Endüstriyel sermaye ile banka sermayesinin
birleşmesinin sonucu olan finans kapitalin hâkimiyetiyle birlikte bu değişimler,
“modern emperyalizm”i doğuruyor.
Bu
geçiş sürecinden doğan yeni finansal oligarşi, devamında büyük emperyalist
devletlerle sömürge olmayan dünyayı ayırdı. Sonuçta kapitalistler, yeniden
yüksek oranda artı-değer elde ettiler, neticede yüksek kâr oranına ulaştılar,
ayrıca dünyadaki tüm ülkeleri tek bir ekonomi içerisinde birbirine bağlayan
süreci sonuçlandırdılar. Diyalektiğe vurgu yapan gelenek uyarınca Nabudere, tekelci
emperyalizmin ufkunun daraldığını, bunun nedeninin de Ekim Devrimi’nin damga
vurduğu sosyalist sistemin doğuşu olduğunu ortaya koydu.[7]
İkinci
Dünya Savaşı, bir sonraki büyük kapitalist krizin neticesiydi. Kriz,
emperyalist ülkeler arasındaki çelişkileri derinleştirdi, bu da “savaşta
kaybeden ve kazanan ülkelerdeki üretici güçlerin yok olmasına yol açtı.”[8] Bu
kriz, “çok taraflılık” ve “serbest ticaret” kılıfı altında ABD’nin elindeki
emperyalist gücün konsolidasyonu için gerekli şifre olarak iş gördü.
ABD’nin
yürüttüğü yeniden bölme işlemi üzerine kurulu yeni emperyalist politika, yani
“Açık Kapı” stratejisinde amaç, serbestleştirilmiş ticaret sorununu ve yeniden
inşa için sermayeyi seferber etme sorununu çözüme kavuşturmaktı.[9] Bu çözüme
kapalı pazarlar, kapalı hammadde kaynakları, iki savaş arası dönemde
gerçekleşen sermaye ihraçları için kapalı alanlarla varılamazdı. ABD
emperyalizminin hâkimiyeti altında olan ticaret, para, finans ve siyaset
kurumlarının oluşturulmasıyla, çok yönlü bir yaklaşım ile kapalı pazarlar,
kapalı hammadde kaynakları üzerine kurulu İngiliz ve Fransız sömürge malları,
ABD’nin eline geçti.[10]
Nabudere,
emperyalist merkeze çevreden değer aktarımı üzerine kurulu emperyalist birikim
tarzlarını mümkün kılmayı sürdürürken, küresel değer zincirleri üzerinden gücün
dağılması ile ilgili yanılsamayı ulusötesi şirketlere temin etme ve emperyalist
çıkarlar için gerekli kılıfı örme konusunda uluslararası finans kurumlarının
merkezi rolüne ilk vurgu yapan isimlerden biriydi.
“Çok
taraflı emperyalizm” koşullarında, uluslarla ulusal girişimler arasında
gerçekleşen işlemler, gerçekte aynı tekellere ait birimler arasındaki
işlemlerden ibarettir. Güç ve servet dağılmak şöyle dursun, bu dönemde sermaye
ve üretim yoğunlaşıyor, bir ulusötesi şirket kârlarını, tekeller arasında
cereyan eden, dünya pazarında giderek yoğunlaşan, ABD’ye ait çokuluslu
şirketlerin en fazla istifade ettikleri rekabet koşullarında bu sayede muhafaza
edebiliyor.[11]
Nabudere,
devamında IMF’in rolünü izah ediyor ve bu noktada “ilgili kurumun, emperyalizm
koşullarında tekelci kapitalizmin emirleri uyarınca para ve finans disiplinini
uygulayacak sopayı tutan, çok taraflı düzenleme pratiğine ait finans kolu” olarak
iş gördüğünü söylüyor.[12] Emperyalist hâkimiyetin sonucunda IMF’in yeni
sömürgelere sunduğu her türden tavsiye, tekellerin çıkarlarının somut ifadesi
aslında.[13]
Tıbbi
emperyalizme dair tartışmalar açısından Nabudere’nin patentlerin rolü, fikri
mülkiyet kanunu ve eşitsiz egemenlikle ilgili analizi çok önemli. Onun tespitiyle,
“biçimsel politik bağımsızlıklarını elde eden yeni sömürgeler, uluslararası düzlemde
yeni edindikleri statünün parçası olarak, yabancı tekellerin elindeki patent
haklarını koruma yükümlülüğü bulunan Uluslararası Sınai Mülkiyetini Koruma
Birliği’nin amaçlarına uygun hareket etmek zorunda.” Nabudere bu durumun, servetin
merkezde toplanması sürecini hızlandırdığını söylüyor.[14]
Emperyalizmin
politik ekonomisi ile ilgili çalışmasında Nabudere, yeni sömürge devletlere
emperyalist kurumlarla ve çokuluslu şirketlerle müzakere yürüten bağımsız
yapılar olarak yaklaşmıyor. Söz konusu yaklaşımın eşitsiz güç ilişkilerini
gizlediğini ortaya koyuyor.
1975
tarihli Lomé Anlaşması gibi anlaşmalara atıfta bulunan Nabudere, “ulusal
burjuvazinin ve küçük burjuvazinin ulusal kalkınma sürecini geliştirmek için
tekellerle pazarlık yürütmekle övündüklerini, ama aslında ne ortada böylesi bir
ulus olduğunu ne de bir kalkınma sürecinin işlediğini” söylüyor.[15] Tam da bu
noktada Mamdani ve Bagat’ın, Nabudere’yi “üçüncü dünyanın zafere ulaşmasını
sağlayacak, emperyalist hâkimiyete ciddi bir meydan okuma gerçekleştirmesini
mümkün kılacak, Afrikalı üreticilerin şartlarını iyileştirmeye yönelik hamleler
konusunda küresel güneyin elindeki imkânları küçümsemekle” eleştirdiğini
söylemek gerekiyor.[16]
Antiemperyalizm
ve Küresel Sosyalizm Mücadelesi
Nabudere’ye
göre, mülksüzleştirme işlemi üzerinden bu küresel birikim sistemini altüst
etmenin yegâne yolu, dünya genelinde yapılacak bir sosyalist devrimdir. Buna karşın,
Nabudere’de emperyalizmin merkezinde devrimin yürüdüğü yola dair fikriyat
sınırlıdır. Örneğin, “sınıf mücadelesinin küresel emekteki ve yaşam standartlarındaki
devasa eşitsizlikler”, bunun yanında, küresel kuzeydeki sendikaların
imtiyazları korumak için uğraştıkları koşullarda, gerici bir rol oynadığı
gerçeği karşısında nasıl beynelmilelleşeceği sorusuna net bir cevap
vermiyor.[17]
Nabudere,
aynı zamanda ırkçı kapitalizmin ve yerleşimci sömürgeciliğin en çok ezdiği,
sömürdüğü ve mülksüz kıldığı kesimlerin özgürlük düşlerini, deneyimlerini ve
ihtiyaçlarını merkeze koymadan emperyalizmin merkezinde proleter öncünün öznel
koşullarının nasıl oluşacağına dair tek laf etmiyor. Oysa bu, Siyahi, yerli ve beyaz
olmayan işçileri yoğun biçimde etkilemiş olan korona salgınında oluşan sağlık
krizinin ifşa edip derinleştirdiği bir gerçeklik.
Öte
yandan, Nabudere, sömürge, yarı sömürge ve yeni sömürge ülkelerde devrim
ihtimalleri konusunda daha ikna edici bir analiz ortaya koyuyor. Her ne kadar
Nabudere, her bir bağlamın hem sınıfsal analize hem de (özeldeki) somut maddi
koşullara dair bir incelemeye ihtiyaç duyduğunu söylese de çevre ülkelerde sosyalist
devrimle ulus meselesinin birbirine bağlanmasının şart olduğunu ısrarla dile
getiriyor.[18]
Mao’daki
devrimi iki aşamalı bir mücadele olarak gören anlayışa başvuran Nabudere, ulusal
demokratik devrim başarılı olacaksa, onun proletaryanın liderliğinde
gerçekleşecek sosyalist devrime doğru evrilmesi gerektiğini söylüyor.[19]
Nabudere’deki ideolojik bağlılıklar yanında politik mücadelede edindiği kişisel
deneyim, onu bu devrimin emperyalist güçlerden net bir biçimde kopulmadığı
takdirde başarısızlığa mahkûm olduğu sonucuna ulaşmaya itiyor. Buradan Nabudere
şu tespiti yapıyor: “Emperyalizme karşı gerçekleştirilecek isyan, ulusal
demokratik devrimin yegâne temelidir.”[20]
Nabudere
Eleştirileri
Nabudere’nin
analizinde kimi kusurlar mevcut. En dikkat çekeni, onun kapitalizmin tarihini
köleliğin rolünü merkeze alarak okuyamıyor oluşu. Nabudere, sömürgelerin ırk
temelli sömürülmesi gerçeğini sermaye birikimi ve kölelik tarihiyle
ilişkilendiremiyor. Irkçı kapitalizmi görmeyen analizi üzerinden Nabudere, aşırı
sömürünün, emek maliyetleri üzerinden ulaşılan kâr yüzdesinin kapsamını
anlayamıyor. Küresel kuzeydeki ırkçı baskılara maruz kalan, ezilen toplumlarda
ve küresel güneyde yeni sömürgeci birikimin bir özelliği olarak, işçilerin
işgüçlerinin yeniden üretimindeki maliyetten daha az ücret aldıkları gerçeğine
bakmıyor. Netice itibarıyla Nabudere, geçmişte devrimciliği çevre ülkelerden
gelenler, Siyahiler, yerliler, ırkçılığa maruz kalanlar üretmiş olmalarına
rağmen, emperyalist merkezlerde bu kesimleri ana güç olarak konumlandıramıyor.
Nabudere,
dünya sistemi ve bağımlılık teorisi konusunda farklı bir konum alıyor. “Yeni
Marksistlerin merkez-çevre ideolojisi” olarak adlandırdığı şeyi “tarih dışı olmakla,
dolayısıyla bilimsel olmamakla” eleştiriyor.[21] Bu noktada Arghiri Emmanuel’in
küresel güneyde görülen ilkel birikim sürecini koşulladığını söylediği, küresel
ticaretteki “eşitsiz mübadele” kavramına itiraz ediyor. Zira bu kavramın “ekonomist
açıklamaların rengi ve kokusuna sahip olduğunu” düşünüyor.
Nabudere’ye
göre Marksist-Leninist teori, Emmanuel’in küresel güneyi finans kapitali merkez
alan emperyalizmin değil, ticareti merkez alan emperyalizmin sömürdüğüne dair
yaklaşımı üzerinden doğru biçimde uygulanamaz.[22] Bu noktada Nabudere, eşitsiz
mübadelenin “dünyadaki azgelişmiş bölgelerle Avrupa arasındaki emtia
ticaretinin iki farklı üretim tarzı arasında cereyan ettiği durumda köleliği ve
sömürgeci dönemi içeren ilkel birikim döneminin ilk aşamasına uygulanabilecek,
özel bir kavram olarak görülmesi gerektiğini söylüyor.[23]
Ama
öte yandan Nabudere’nin bu eleştirisinin asıl kaynağı, bizzat eleştirdiği dünya
sistemleri teorisyenlerinin de paylaştığı antiemperyalist bakış açısı. Bu bakış
açısı, küresel güneyden artığın sistematik biçimde çekildiğini söylüyor, yeni
sömürgeciliğin ardındaki güçlerin ABD’li, Avrupalı ve Japon emperyalistlerinin
olduğuna vurgu yapıyor, bu anlamda, Samir Amin’in “üçlü bileşenli kolektif
emperyalizm”ine işaret ediyor.[24] Dolayısıyla, Nabudere de emperyalizmin
merkezi olarak küresel kuzeyi görüyor. Her ne kadar Nabudere, kuzey-güney
ilişkisini eşitsiz mübadele üzerinden okumuyor olsa da eldeki tarihsel
kayıtların çok taraflı emperyalizmin artan sermaye ihraçları üzerinden yeni
sömürgeci dünyanın sömürülmesi sürecini yoğunlaştığını, bunun yanında, yeni
sömürge ülkelerin emperyalist ülkelerdeki finans oligarşilerine politik açıdan
daha da tabi hâle geldiğini net bir biçimde ortaya koyuyor.[25]
Ama
ilginçtir ki Nabudere, çevre ülkelerdeki işçilerin aşırı sömürülmesine dair bir
analiz ortaya koyuyor. Temelde Nabudere, dünya işçi sınıfını alacalı bulacalı
bir olgu olarak görüyor ve onun sermayenin hâkimiyeti altında olduğunu,
kapitalist sömürüye maruz kaldığını söylüyor. Oysa bu, birçok İkinci
Enternasyonalcinin de paylaştığı bir konum.[26] Buradan Nabudere, yeni
sömürgelerdeki burjuvaziye dair anlayışını emperyalist merkezlerde işçilerin
sermayeye tümüyle tabi olduğuna dair görüşüne bağlıyor.
Mahmud
Mamdani ve Harku Bagat, Nabudere’nin ulusal burjuvazinin var olduğuna inanıp
inanmadığını sorguluyor. Bu yazarların iddiasına göre, Nabudere’nin ulusal
burjuvazi kavramını tırnak içine almasının ve bu meseleyi kitabında yeterince
ele almıyor olmasının, bu sınıf çevre ülkelerdeki burjuvazinin küçük bir
kısmını teşkil ediyor olsa bile, ondaki ayrıksı yönü kavrayamadığını ortaya
koyuyor. Bu anlamda Nabudere, “ulusal pazarı ve ulusal kaynakları temel alan
üretim sürecinden servet devşirdiği, dolayısıyla, emperyalistlerin sermaye ve
emtia ihracı üzerinden çıkarlarının tehdit altında olduğunu düşündüğü” gerçeğini
görmüyor.[27]
Kölelikle
ilgili az sayıda tespitinden birinde Nabudere, Avrupa’da gerçekleşen sanayi
devriminin Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki yerli halkların yağmalanması, köleleştirilmesi
ve öldürülmesine dönük adımlar olmaksızın gerçekleşemeyeceğini söylüyor.
Devamında, sömürgecilerle yürütülen ticaretin iki dışsal faktörü meydana
getirdiğini, bunlara ulusal borç, vergilendirme tarzı, korumacı sistem ve bu
sistemi İngiltere’de geçiş sürecini kısaltan bir işleme benzer biçimde, feodal
tarzı kapitalist tarza dönüştüren süreci hızlandırmak adına genişletip koruyan
savaş sisteminin eşlik ettiği iddiasında bulunuyor.[28] Ama bu analizin ötesine
geçip, köleliğin tarihine ve maddi mirasına eğilmiyor. Bu eksiklik, bize W. E.
B. Du Bois, C. L. R. James, Eric Williams ve Oliver Cox gibi Cedric Robinson’ın
“Siyahi Radikal Gelenek” olarak tarif ettiği geleneğe mensup akademisyenlerin
kaleme aldıkları o önemli Marksizm eleştirisini akla getiriyor.
Nabudere
de bu ismini saydığımız akademisyenlerle aynı amaca sahip. Bu amaç da Peter
Hudson’ın dile getirdiği gibi, “günümüzde uygulanması gereken özgürleştirme
projesinin ayrılmaz parçası” olarak bilgi üretimini gerçekleştirmekle alakalı. Bu
amaç ortaklığına rağmen Nabudere, Cox’un çıkarımlarıyla çelişen çıkarımlara
ulaşıyor. Cox, çalışmalarının merkezine köleliğe koymadığı, onu yan ve tali
unsur olarak konumlandırdığı için Marx’ı eleştiren bir isim.[29]
Nabudere’nin
Darüsselam Üniversitesi’nden meslektaşı Walter Rodney de ırkçılığın rolü
üzerinde duran bir devrimci teorisyen. Rodney, dünyanın önemli bir kısmının
sömürgeleştirildiği, Avrupa’nın başka ülkeleri köleleştirdiği dönemde,
ırkçılığın sadece üstyapının basit bir parçası olmadığını, kapitalist üretim
tarzının ayrılmaz parçası olduğunu söylüyor.
Sömürgeci
idarenin gerçekleştirdiği ilkel birikimi analiz etmek için epey zaman harcayan Nabudere,
Amsterdam’ın Cava ve Malezya’daki Hollanda Doğu Hint Şirketi’nin
gerçekleştirdiği yağma ve elde ettiği kazançların sonucunda Avrupa’nın finans
merkezi hâline nasıl geldiğini açıklıyor. Bu noktada “Hollanda’nın on yedinci
yüzyılda Avrupa’nın lider ülkesi, florinin de sterlin karşısında uluslararası
para birimi olarak egemen unsur hâline geldiğini” söylüyor.[30] Köle ticareti
ve sömürgeciliğin bir yandan da İngiltere Bankası’nın mevduat kaynaklarının on
sekizinci yüzyılın son döneminde hızla artmasını sağladığı, böylelikle
İngiltere’nin Hollanda’nın elinden Avrupa ticaretinin ve sömürgeci ticaretin
dizginlerini çekip almasını mümkün kıldığı iddiasında bulunuyor.[31]
Nabudere,
kapitalizmin canlandırılması, ırklara göre ayrışma sürecinin oluşturulması
konusunda köleliğin oynadığı rolü de kölelik tarihini de anlayamıyor. İlkel birikim
sürecindeki hırsızlık ve yağma faaliyetleriyle bugün merkez ve çevre ülkelerde
ırkçılığa maruz kalan toplumların aşırı sömürülmesi süreci arasındaki
benzerlikleri göremiyor.
Daha
da özelde, Charisse Burden Stelly’nin de ifade ettiği biçimiyle, Siyahi olan
Afrika kökenliler, artı değer üreten bir kategori olarak, politik ekonomi
düzleminde, yani birikim, birikim dışı kalma, borçlanma, planlı
işlevsizleştirme ve ekonomik krizlerin yükünü omuzlama gibi konularda belirli fonksiyonlara
sahipler.” Nabudere’nin analizi bu tespiti içermiyor, bu hâliyle ırkçı söyleme
dikkat kesilmiyor. Bu anlamda, Jemima Pierre’in “kalkınmayla alakalı ırkçı
lügat” dediği, çevre ülkelerin biçimsel bağımsızlığını normalleştiren, küresel
güneyin zenginliklerinin çalınmasını meşrulaştıran unsurla hiç ilgilenmiyor.
Son
Sözler
Bu
eksikliklerine ve içerdiği gerilimlere rağmen Nabudere’nin kitabı, öngörüsü ve
uzlaşma bilmez Marksist-Leninist analizi ile takdir edilmesi gereken bir
çalışma. Bu kitap, bize toplumların gelişimini temelde çelişkili olan hareketi
içerisinde incelememizi tavsiye ediyor. Kitap, aynı zamanda bu çelişkili
güçlerin analizi için gerekli bilimsel araçları sunan diyalektik materyalizme
dair bir incelemeyi de içeriyor. Nabudere, bu yaklaşımın tarih boyunca farklı
üretim tarzlarına dair anlayışı iyileştirmek için gerekli olduğunu söylüyor. Bu
bağlamda, çalışmasının “hem proletarya için bir ideoloji üretmeyi hem de gelişme
sürecinin belirli bir aşamasında kapitalist üretimi konusunda bilimsel bir
açıklama sunmayı amaçladığı” iddiasında bulunuyor.[32]
Her
ne kadar kitaptaki tartışma yaratan yönlerin eleştiriye tabi tutulması gerektiğini
söylesek de Nabudere’nin dünya devrimi için uğraştığı, emperyalist merkezlerde emperyalistlerin
güçlendiği, emperyalist güçlere yönelik direnişinse zayıfladığı bir dönemde,
onun düşünce ve eyleminin merkezinde antiemperyalizmin durduğu görülmeli. Tam da
bu sebeple, Nabudere’nin kitabına bakılmalı, bu kitap önemsenmeli. Onun devrimci
bilgi üretim pratiği, bilhassa emperyalizmin tetiklediği krizin son aşamasında fazlasıyla
ihtiyaç duyduğumuz ilhamı sunabilecek bir pratik.
Corinna Mullin
2 Mayıs 2021
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Nabudere, Doğu Afrika Demiryolları Yönetim Kurulu Başkanı olarak atandı.
[2]
Zeyad el Nabolsy, ‘The Leninist Legacy in East Africa: Abdul Rahman Mohammed
Babu and Dan Wadada Nabudere,’ (Unpublished Chapter, 2019), s. 22.
[3]
Dani Wadada Nabudere, ‘Research, Activism, and Knowledge Production,’ Yayına
Hz. Charles R. Hale ve Craig Calhoun, Engaging Contradictions: Theory,
Politics, and Methods of Activist Scholarship içinde (University of
California Press, 2008), s. 68.
[4]
Nabudere, ‘Research, Activism, and Knowledge Production,’ s. 83.
[5]
Dani Nabudere, The Political Economy of Imperialism: Its theoretical and
polemical treatment from mercantilist to multilateral imperialism (Zed
press, 1978), s. 37.
[6]
A.g.e., s. 77.
[7]
A.g.e., s. vii.
[8]
A.g.e., s. vii.
[9]
A.g.e., s. 147.
[10]
A.g.e., s. 147.
[11]
A.g.e., s. vii.
[12]
A.g.e., s. 260.
[13]
A.g.e., s. 260.
[14]
A.g.e., s. 250.
[15]
A.g.e., s. 250.
[16]
M. Mamdani ve H. Bhagat, ‘Comments on the Political Economy of Imperialism,’ s.
43, Debate on Class, State & Imperialism içinde (Tanzania Publishing
House, 1982).
[17]
Dani Nabudere, The Political Economy of Imperialism, s. 271.
[18]
A.g.e., s. 215.
[19]
A.g.e., s. vii.
[20]
A.g.e., s. 263.
[21]
A.g.e., s. vii.
[22]
A.g.e., s. 225.
[23]
A.g.e., s. vi. Nabudere’ye göre, eşitsiz mübadele, sadece jeopolitik
açıdan sömürgelerle ticaretle sınırlı bir husus değil. O, gelişmiş ve azgelişmiş
Avrupa devletleri arasındaki ilişkilerde de önemli bir mesele. Örneğin, “on
yedinci yüzyılda İngiltere ile Portekiz arasında imzalanan anlaşmalara
bakılabilir. Bu anlaşmalar sayesinde İngiltere, ana ürünleri ve gıda ürünlerini
ithal, tekstil ürünlerini ihraç eden ülke hâline gelirken, bir yandan da Portekiz’in
İngiltere’ye bağımlılığını güvence altına aldı ve onun sanayileşme
potansiyelini ortadan kaldırdı.” A.g.e., s. 79.
[24]
A.g.e., s. 216.
[25]
A.g.e., s. viii.
[26]
A.g.e., s. vii.
[27]
M. Mamdani ve H. Bhagat, ‘Comments on the Political Economy of Imperialism,’ s.
47.
[28]
Dani Nabudere, The Political Economy of Imperialism, s. 38.
[29]
Robinson, Marx’ın kölelik meselesini ele alış tarzına değinirken kullandığı “kapitalizm
öncesi dönemin, eski üretim tarzının geride bıraktığı utanç verici bir kalıntı”
ifadesi konusunda sert ifadelere başvuruyor. Cedric Robinson, Black Marxism
(Zed Publications, 1983).
[30]
Dani Nabudere, The Political Economy of Imperialism, s. 36.
[31]
Ama bir yandan da Nabudere, ticari kapitalizme odaklanan Jairus Banaji gibi
yazarlardan kapitalizmin tarihi konusunda ayrışıyor. Nabudere, “sömürgecilik
öncesi ticaretin, üretimin amacının artı-değer temini olduğu kapitalist üretim
tarzındaki birikim süreciyle kıyaslanamayacağını” söylüyor. A.g.e., s.
145.
[32] A.g.e., s. ii.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder