Pages

14 Kasım 2024

Antagonizmle Neoliberalizm Arasında Duyarcılık Kültürü


Amerika’da başkanlık seçimine giren iki parti, politik strateji bağlamında aynı noktada buluşuyor. Demokrat Parti’nin başkan yardımcısı adayı olarak gösterdiği Tim Walz ile Cumhuriyetçilerin adayı J. D. Vance, görünüşe göre, Amerikan işçi sınıfının elinde kalanları ganimet olarak görüp yağmalamak için yarışıyor.

Sınıf kimliğiyle ilgili meselelerse seçim kampanyalarında pek fazla ele alınmıyorlar. Oysa hâlen daha dünya kapitalizmi denilen düzenin tam göbeğinde yaşıyoruz. Dolayısıyla sınıf, bir mesele olarak kenara itilemez. Meseleyi önemsizleştirmeye dönük ifadelerde bile seçmenlerin sandıkta her şeyden önce cüzdanlarının durumuna göre oy kullandığı söyleniyor. Dolayısıyla siyasetçiler, sınıfı anıştıran şeylere üstün körü değiniyorlar, ardından da seçim denilen gösterinin tali yönlerine abanıyorlar.

Tim Walz, Amerika’daki sendikaların sevdiği bir isim. Oysa J. D. Vance, emekçi Amerika denilen hayaleti açığa çıkartma konusunda daha uygun bir aday: Hillbilly Elegy: A Memoir of a Family and Culture in Crisis [“Kırolara Ağıt: Krizde Olan Bir Ailenin ve Kültürün Hatırası”] isimli otobiyografisinde Walz, işçi kökenli olduğunu açıktan söylüyor, ama tabii bu hikâyeyi sonradan nasıl başarılı olduğunu anlatmak için aktarıyor. “Maganda”, “dürzü” gibi olumsuz anlamlara sahip olan “Kıro” kelimesini bilerek kullanan yazar, esasında yönetici elitle arasındaki mesafesine vurgu yapmak istiyor.

Demek ki bugün sınıfsal aidiyetleriyle ilişkili meseleleri Demokrat Partililere nazaran daha rahat dile döken Cumhuriyetçilerin at koşturduğu postmodern bir düzensizliğin ortasında debeleniyoruz.

Demokrat Parti’nin başkan adayı olan, şu Asya kökenli siyahî kadın, kimlik siyasetiyle ilişkili meselelerin cisimleşmiş hâli olarak arz-ı endam edecek fiziki avantaja sahip, buna karşın, Harris seçim süresince yürüttüğü propaganda faaliyetlerinin merkezine bu meseleleri koymama konusunda epey dikkatli davranıyor.

Tüm bunlar, tesadüfen yaşanmadı. Sol kültür, politika ve akademi düzleminde dönüştü. Bir zamanlar radikal olan isimler bile bu dönüşüme ayak uydurdular.

Amerikan seçimlerinden önce, yılın başında yayımlanmış olan Kültür Savaşları ve Neoliberalizm isimli kitabında Mimmo Cangiano şunu söylüyor:

“Regınizmin ve Teçırizmin ne pahasına olursa olsun kopup uzaklaşılması gereken bir kimlik olarak gösterip şeytanlaştırdığı işçi sınıfı, tarihin barikatın yanlış tarafında konumladığı bir tür kimlik hâline geldi.”[1]

Sınıfı kimliğe indirgemek demek, “varolma”yı “yapma”dan öncelikli görmek demektir. Bu anlayışa göre, toplumsal üretim ilişkileri bağlamında belirlendikleri hâliyle, ilişki temelli bir yapının parçası olarak çalışma denilen faaliyetle bağlantılı yönler, kültürel statünün gölgesinde kalır.

Kültür zemininde değerlendirildiğinde, toplumsal cinsiyet veya ırki imtiyazları temelinde, işçi sınıfı pekâlâ “hain, hoş görüşüz, Trampçı (veya Melonici)” imiş gibi görülebilir.[2] Bu anlayış üzerinden işçi sınıfı, bir ifade olarak politik sözlükten silinir.

“Kültür alanında bu terim, daha çok kimliğe işaret eden (beyaz işçi sınıfı, erkek işçiler gibi) sıfatlarla birlikte anılır hâle gelir.”[3]

Venedik Ca’ Foscari Üniversitesi Edebiyat Eleştirisi ve Karşılaştırmalı Edebiyat kürsüsünde profesör olarak çalışan Cangiano, fikirlerin tarihine ait izleri takip ediyor. Kitabında bu dönüşümün Fransız postyapısalcılığı ile başladığını, Fransız Teorisi’nin Amerikan yorumunu keserek ilerlediğini, oradan da İngiliz ve Amerikan Kültürü Çalışmaları alanıyla birlikte devam ettiğini söylüyor.

Sonrasında bu hikâye dallanıp budaklanıyor. Bir kol, duyarcılık kültürü olarak çıkıyor karşımıza. Bu akım, ırkçılık, cinsiyetçilik, lubun haklarının inkârı gibi toplumsal ayrımcılıkları merkeze koyan politik alana denk düşüyor. Burada biz, bahsi geçen soykütüğüne eğilmeyeceğiz, sadece yazarın konusunu ele alırken başvurduğu iki bakış açısını değerlendirmek adına, metinde sunulan diğer izleri takip etmekle yetineceğiz:

“Ben, burada solcu laflar eden aşırı sağcıların kanaatinin aksine, duyarcılığın piyasanın mevcut işleme tarzlarıyla neden kusursuz bir biçimde uyumlu olduğunu, antikapitalist mücadelenin etkili ve güçlü bir aracı hâline neden geldiğini anlamaya çalışıyorum.”[4]

Öncelikle kimlik siyasetinin dillendirdiği,

“devrimci öznenin ve/veya direnişin öznesinin tercihlerini mağdurun koşulunun belirlediğine dair kanaati ele alalım. Bu yaklaşım, Marksizmin terk edildiğinin ispatı aslında. Çünkü Marx’ta sınıf, ezildiği, mağdur olduğu için merkezi bir unsur değildir. Onun merkeze oturtulmasının sebebi, tüm ekonomik sistemin, kapitalist üretimin özünün işçinin satılan işgücünü temel alıyor olmasıdır.”[5]

Burada esas olarak yazar, zulmü sömürüden, yani ekonomik-maddi köklerinden ayrıştırıyor. Bu mantık uyarınca kapitalizm, her an kâr teminini amaç edinen toplumsal ilişkilerin tanımladığı bir sistem olmaktan çıkartılıp, “giderek ahlaki-kültürel bir güç olarak görülüyor”.[6]

Hâkimiyet sisteminin tepesine ise ırkçılık ve cinsiyetçilik gibi zulüm ve ayrımcılık mekanizmalarını üreten bilgi-iktidar hiyerarşileri yerleştiriliyor. Bunun sonucunda da kültürcü bir anlayış geliştiriliyor. Cangiano, söz konusu kültürcü anlayışı, ekonomik sistemin değişmez olduğuna dair algıyla bağlantılı bir semptom olarak görüyor. Kültür savaşları, sınıf savaşının yerini alıyor. Örneğin ırkçılıkla mücadele, ırkçılığı besleyen sömürü biçimlerinin ortadan kaldırılmasını amaçlamıyor, sadece reformist bir ruh üzerinden ırkçılık karşıtı eğitim talebinde bulunabiliyor. Özetle, ekonomik ilişkiler politika alanının dışına atılırken, toplumsal ilişkiler dâhilinde oluşan kapsamlı alanlar giderek politikleşiyor.

Ekonomik sistem doğallaştırılıyor, neticede ezilen öznelere kendi çektikleri çileler, yani kim oldukları üzerinden kabul görme talebini dillendirmekten başka bir seçenek kalmıyor. Bunun sonucunda “ekonomik sistem denilen ortak referans noktasını yitirmiş olan kabileler arasında bitmek bilmeyen bir mücadeleye tanık olunuyor. Bu kabileler, ya birbirlerini suçluyorlar ya da politik doğruculuk gibi düzenleyici araçlara başvurarak birleşme yolu buluyorlar.”[7] Böylelikle madunlar cephesi un ufak olup dağılıyor. “Toplumun mağdura bahşettiği acı verici yardım olarak metayı kapmanın amaç hâlini aldığı gerçek manada rekabetçi bir mekanizma oluşturuluyor.”[8] Her ezilen kimlik, “müttefik” olma, “yoldaş” hâline gelme imkânını yitiriyor. Kendini özel dünyasında ayrıştırma hakkı üzerinden birey, özgül yanlar barındıran kimliksel özellikleriyle Batı toplumuna has olan, kaynaşmadan mahrum kaynaşmanın temellerinden biri hâline geliyor.

Cangiano’ya göre, birey ve politik öznelerdeki parçalanmayı iki şekilde okumak mümkün. İlk okumaya göre, sayesinde evrenselci soyutlamaları aşma imkânı bulduğumuz parçalanma, ahlaki-kültürel bir ilerleme olarak cereyan ediyor. İkinci okuma ki yazar bu yöntemi benimsiyor, parçalanma, tarihin belirlediği mevcut durumun somut bir semptomu.

“Neoliberal piyasa, herkesi bölüp parçalıyor ve bunu rekabet için yapıyor. Ayrıca Fordist üretim tarzının galebe çalması yanında işçi sınıfını temel alan solun hegemonyasını yitirdiği Batı’da sürecin ürettiği sembolik ve kültürel öğelerde görülen şişkinlik de parçalanmanın sonucu.”[9]

Yazar, buradan bir başka argümanını dillendiriyor: kapitalist kültür tek taraflı okunuyor. O, çoklu, akışkan, marjinal, melez, göçebe, göçmen vs. olan her şeyi inkâr edip normalleştirme eğiliminde olan monolojik ve evrenselleştirici mekanizma olarak görülüyor. Oysa her şey çok daha karmaşık.

“Kapitalist evrenselciliğe ‘parçacılığın’ gelişimi eşlik ediyor. Kapitalizmde evrensel ve özel, monolojik ve çoklu bir arada varoluyor. Yani toplumda bireyler birbirine yabancı, birbirlerinin metaı olarak hareket ediyor, birbirlerine araçlık yapıyor, birbirleriyle bencil (‘özel’) çıkarları temelinde ilişki kuruyor, sadece üretim ve tüketim tarzının pragmatik kurallarına mecburi bağlılık ve ideolojiye ait soyutlamalar temelinde bir araya gelebiliyor. Dolayısıyla kapitalistler, hem evrenselcilikten hem de farklılıktan fayda sağlayabiliyorlar. Çünkü kapitalist evrenselcilik düşmanlığı, sınıf, toplumsal cinsiyet, ırk arası ayrışmaları, başka insanlardan yabancılaşmayı, kapitalistler arasındaki rekabeti temel alıyor. Yanlış bilinç, bu düşmanlık ve ayrışma ile birlikte sürekli besleniyor.”[10]

Cangiano’nun Lacan’dan aldığı ifadelerle, kapitalizmin kültürü “efendinin söylemi” temelinde dümdüz ediliyor. Çalışma pratiği ve birikim için depolanmış enerjileri yeniden dağıtmak adına devreye baskı, perhiz, tasarruf gibi gündemler hayata dayatılıyor.

Gelgelelim, kapitalizm kültürel bir duruma indirgenemez. İdeolojik açıdan kapitalizm, her masada vardır. Bilhassa küreselleşme çağında Lacan’ın “kapitalistin söylemi”ni üstlenen kapitalizm, tüm sınırları aşan, ölçü-ölçek nedir bilmeyen bitimsiz hazzı tüketimci bir zorunluluk olarak dayatır. Tam da bu özelliklerinin bir sonucu olarak haz denilen güç, kural dışı olan her şeyi, çoklu, akışkan ve melez olan şeyleri besler, çoğaltır. Bu sebeple, bugün ilericiler, çoklu, akışkan ve melez olanın mevcut hâl ve gidişatla çeliştiğini düşünürler. Ama çelişkiler burada son bulmaz. Ahlak ve siyaset düzleminde, kendi epistemolojik görecelikçiliğiyle çelişkili bir hâl dâhilinde duyarcılık kültürü, bir tür “özcülüğe” ricat eder, zira o, iyi (yani melez, göçebe, kural dışı) ile kötü (tek sesli, tek tek mantıklı, evrenselci) arasında kaba ve ikilikçi bir ayrım yapan anlayışı destekler.”[11]

Özetle, direnişin öznesi, zulmün mağduru olarak sahip olduğu beceriye ve imkâna göre tanımlanır. Buradan da zulüm, sömürüden kopartılır, neticede de kapitalizm kültürün konusu kılınır.

Oysa kapitalist kültürü tek taraflı olarak tanımlayan, patronun dilidir. Bu dile karşı çıkan tüm unsurlar, mevcut hâl ve gidişatla doğalında çelişen şeyler olarak görülürler, ama bu unsurların kapitalistin dili ve söylemi için işlevsel olabilecekleri gerçeğinin üzeri örtülür.

Buraya kadar duyarcılığın piyasanın mevcut işleyiş tarzıyla uyumlu olabileceğini anlatmaya çalıştık. Şimdi bizim duyarcılığın düzenle çelişen bir dil için işlevli olup olamayacağına bakmamız gerekiyor. Burada meseleyi diyalektik bir yaklaşımla ele almak şart.

Bu noktada yazarımız Cangiano’nun eleştirilerini solcu görünümlü aşırı sağcıların duyarcılığa yönelttikleri kaba düşmanlıktan ayrıştırmak lazım. Bu solcu görünümlü aşırı sağcılar, duyarcılığın kapitalizmle ilişkisini ve ona yaptığı suç ortaklığını görmüyorlar. Bu yaklaşımlarıyla efendinin dilinden de duyarcı cümleler dökülebileceğini anlamıyorlar. Bu anlamda sol görünümlü aşırı sağcılar, meseleyi tek taraflı ele alıyorlar, eleştirmeye çalıştıkları ideolojiyle yan yana geliyorlar.

Duyarcılığın düzenle çelişme ihtimali bulunan yanlarını ele alırken, bizim bugünün dünyasının toplumsal yapısını ele almamız gerekiyor. Cangiano’nun da ifadesiyle,

“Bugün biz, sınıftan da devrimin öznesinden de mahrumuz. En azından Batı’da (kapitalizm içi maddi dönüşümlere bağlı olarak) sınıf içerisinde hegemonya sahibi özneden (sanayi işçisinden) mahrum kaldık. Bu da bizi oldukça güç bir konuma mahkûm ediyor, zira artık bir sınıf olarak varolan ama üretim tarzıyla ilişkileri aleni olmayan bir dizi özne ve toplumsal grupla çalışma yürütmek zorundayız.”[12]

Bugün net bir biçimde görüldüğü üzere, sınıf deyince aklımıza homojen bir bütünlük gelmiyor, çünkü toplumsal cinsiyet, ırk gibi meseleler, tarihsel düzlemde değişmekte olan kimi yollardan, emeğin ilişkilerini de özneleşme süreçlerini de etkiliyor. Azınlık denilen kesimlerin girdiği kavgalar üzerinden zulmün belirli biçimlerini tanımlarken farklı kimliklere başvurulmaya başlandı. Böylelikle talepleri esas alan dil galebe çaldı. Cangiano’nun da ifadesiyle, bu bağlamda,

“Sermayenin işleyiş tarzıyla materyalist anlayış dâhilinde yeniden ilişki kurma imkânı bulunan duyarcı, kendisini mücadelenin temel aracı olarak takdim etti. Zira duyarcılık, toplumun merkezinde duran sınıfın yerine eskiden yan etkilere sahip şeyler olarak görülen toplumsal özneleri koydu.”[13]

Bu yol üzerinden kesişimsellik anlayışı geliştiriliyor. Burada “Materyalist düşünce temelinde mağdurun koşulundan değil üretim ve piyasayla ilişkiden yola çıkılıyor.”[14] Yazarın iddiasına göre işçi sınıfının üretim tarzıyla ilişkisi, sömürü düzlemiyle bağlantılı olan, zulmün farklı biçimlerinin kesiştiği alan olarak tasavvur edilmeye başlandı. Bu alan, aynı zamanda farklı şekillerde ezilip sömürülmelerine karşın muhtelif madun gruplarının tabi oldukları sistemin dayandığı mantığın sömürüyü, işgücünden elde edilen artı-değeri temel aldığını gördükleri yerdi. Sınıfı meydana getiren farklı özneleri içeren birleşik bir eylemlilikten ancak bu mantık anlaşıldığı vakit söz edilebilirdi. Özetle, sınıf olma bilinci (ve sonuçta verilen sınıf mücadelesi) sayesinde ezilen özneler, tarihsel-nesnel koşullarını keşfetme imkânı buluyor, toplumsal ilişkilerin bütünlüğü içerisindeki konumlarını idrak edebiliyorlardı.

Bütünlükten söz ettiğimizde parçacılığa ve ezilenlerin küçük öbekler hâlinde bölünmesine karşı çıkmış oluruz. Burada evrenselcilik önceden varsayılmış bir yer değil, bir savaş alanı olarak görülmeli:

“Bu alan, sadece hegemonya tesis etmek için yürütülen muharebenin alanı değil, kapitalist üretim tarzının tarihsel planda meydana getirdiği, toplumsal gruplar arasındaki çelişkilerin ortadan kalktığı yerdir. Dolayısıyla burada mesele, soyut bir evrenselcilik (veya iktidar) meselesi değil, bölünmemiş topluma işaret eden somut evrenselcilik için mücadele yürütme meselesidir.”[15]

Oysa bugün evrenselcilik, bütünlük ve genele vurgu yapan anlayış, hem duyarcılık kültürüyle ilişkisi içerisinde parçalı olgular hâlinde kendi içinde bölünmüşlüğü hem de sınıfı kendi içindeki ayrım çizgilerini görmeden bütün bir toplumun kendisi olarak anlayan sol görünümlü aşırı sağcıların önceden varsayılan, önceden varolan bir bütün olarak algılanması tehlikesiyle karşı karşıya. Kimlik politikasını tanımlayan ana yaklaşım, kimliği mutlak kabul eder. Toplum anlayışının değiştiği koşullarda toplum, sömürgeci veya eski sömürgeci alan üzerinden idrak edilir.[16]

Sonuç olarak, duyarcılık kültürü eleştirilmelidir ama bu eleştiri,

“bize son kırk yıl içerisinde tartışmanın merkezine birçok yeni meselenin taşındığı, bu meselelere sırt dönülemeyeceği gerçeğini unutturmamalıdır. Mesele, bu olguların maddi düzlemle ilişkisinin kurulması, yani onların ifade yolları buldukları liberal ve kültürcü anlayıştan kopartılmalarıdır. Bunun için de bir alternatif sunulmalıdır. Yani sömürü ve zulümle ilişkili olan yaşam tarzı sömürü ve zulmün diyalektik ilişkisi içerisinde sorgulanmalıdır.[17]

Uğursuz bir dizi savaşa girdik ve bu savaşlar bahsini ettiğimiz kitabın ele aldığı çelişkileri daha da derinleştirdiler. Bu savaşlar, efendiyi merkeze alan, ötekiyi ezen, kendisini feda etsin diye homojen bir toplumsal beden inşa eden söylem ve dile ihtiyaç duyuyor. Bir yandan da yaşanan askeri çatışma kendisini medeniyetler çatışması ve Batı kültürü olarak takdim ediyor, böylelikle kendisinin dünyanın geri kalan kısmından üstün bir güç olduğunu söylüyor. Tüm bunlar, kapitaliste ait dil ve söylem olmadan anlamsız.

Bu bağlamda, duyarcılık kültürü tanrı, vatan ve aileden kurtulma çabasına karşı bir tür direniş etmeni olabilir. Aynı zamanda duyarcılık kültürü, Batı’ya ait ideolojik cephaneliğe gerekli silâhları temin edebilir. İslam karşıtı ırkçılığın bileşeni olarak LGBT hakları eşcinsel bir milliyetçilik bağlamında kullanılabilir.

Özetle, kültür savaşları medeniyet savaşlarında kullanılan silâhları besleyecek barutu temin eder. Tam da bu sebeple kültür savaşları, zulümle sömürüyü birbirinden ayırır. Çünkü eğer savaşın kapitalizmden kaynaklanan yönlerini anlayamadığımızda özgürlükçü politika anlayışı üzerinden ideolojik çatışmaya ya başından ya da kuyruğundan dâhil oluruz. Bu çatışma öyle bir çatışma ki Büyük Rus Patrikliği’ne karşı Ukraynalı eşcinsel askerler Azak Tugayı’na mensup olan ve Kant’ın Ebedi Barış İçin eserini dikkatle okuyan Nazilerle birlikte savaşır. Tanrı zenneyi korusun!

Fabio Ciabatti
17 Eylül 2024
Kaynak

Dipnotlar:
[1] M. Cangiano, Cultural Wars and Neoliberalism, Nottetempo 2024, s. 38.

[2] A.g.e., s. 37.

[3] A.g.e., s. 38.

[4] A.g.e., s. 25.

[5] A.g.e., s. 21.

[6] A.g.e., s. 35.

[7] A.g.e., s. 37.

[8] A.g.e., s. 36.

[9] A.g.e., s. 40.

[10] A.g.e.

[11] A.g.e., s. 50.

[12] A.g.e., s. 169.

[13] A.g.e.

[14] A.g.e., s. 177

[15] A.g.e., s. 168.

[16] A.g.e.

[17] A.g.e. s. 180.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder