Amerika’da
başkanlık seçimine giren iki parti, politik strateji bağlamında aynı noktada
buluşuyor. Demokrat Parti’nin başkan yardımcısı adayı olarak gösterdiği Tim
Walz ile Cumhuriyetçilerin adayı J. D. Vance, görünüşe göre, Amerikan işçi
sınıfının elinde kalanları ganimet olarak görüp yağmalamak için yarışıyor.
Sınıf
kimliğiyle ilgili meselelerse seçim kampanyalarında pek fazla ele alınmıyorlar.
Oysa hâlen daha dünya kapitalizmi denilen düzenin tam göbeğinde yaşıyoruz.
Dolayısıyla sınıf, bir mesele olarak kenara itilemez. Meseleyi
önemsizleştirmeye dönük ifadelerde bile seçmenlerin sandıkta her şeyden önce
cüzdanlarının durumuna göre oy kullandığı söyleniyor. Dolayısıyla siyasetçiler,
sınıfı anıştıran şeylere üstün körü değiniyorlar, ardından da seçim denilen
gösterinin tali yönlerine abanıyorlar.
Tim
Walz, Amerika’daki sendikaların sevdiği bir isim. Oysa J. D. Vance, emekçi
Amerika denilen hayaleti açığa çıkartma konusunda daha uygun bir aday: Hillbilly
Elegy: A Memoir of a Family and Culture in Crisis [“Kırolara Ağıt: Krizde
Olan Bir Ailenin ve Kültürün Hatırası”] isimli otobiyografisinde Walz, işçi
kökenli olduğunu açıktan söylüyor, ama tabii bu hikâyeyi sonradan nasıl
başarılı olduğunu anlatmak için aktarıyor. “Maganda”, “dürzü” gibi olumsuz
anlamlara sahip olan “Kıro” kelimesini bilerek kullanan yazar, esasında
yönetici elitle arasındaki mesafesine vurgu yapmak istiyor.
Demek
ki bugün sınıfsal aidiyetleriyle ilişkili meseleleri Demokrat Partililere
nazaran daha rahat dile döken Cumhuriyetçilerin at koşturduğu postmodern bir
düzensizliğin ortasında debeleniyoruz.
Demokrat
Parti’nin başkan adayı olan, şu Asya kökenli siyahî kadın, kimlik siyasetiyle
ilişkili meselelerin cisimleşmiş hâli olarak arz-ı endam edecek fiziki avantaja
sahip, buna karşın, Harris seçim süresince yürüttüğü propaganda faaliyetlerinin
merkezine bu meseleleri koymama konusunda epey dikkatli davranıyor.
Tüm
bunlar, tesadüfen yaşanmadı. Sol kültür, politika ve akademi düzleminde
dönüştü. Bir zamanlar radikal olan isimler bile bu dönüşüme ayak uydurdular.
Amerikan
seçimlerinden önce, yılın başında yayımlanmış olan Kültür Savaşları ve
Neoliberalizm isimli kitabında Mimmo Cangiano şunu söylüyor:
“Regınizmin ve Teçırizmin
ne pahasına olursa olsun kopup uzaklaşılması gereken bir kimlik olarak gösterip
şeytanlaştırdığı işçi sınıfı, tarihin barikatın yanlış tarafında konumladığı
bir tür kimlik hâline geldi.”[1]
Sınıfı
kimliğe indirgemek demek, “varolma”yı “yapma”dan öncelikli görmek demektir. Bu
anlayışa göre, toplumsal üretim ilişkileri bağlamında belirlendikleri hâliyle,
ilişki temelli bir yapının parçası olarak çalışma denilen faaliyetle bağlantılı
yönler, kültürel statünün gölgesinde kalır.
Kültür
zemininde değerlendirildiğinde, toplumsal cinsiyet veya ırki imtiyazları
temelinde, işçi sınıfı pekâlâ “hain, hoş görüşüz, Trampçı (veya Melonici)” imiş
gibi görülebilir.[2] Bu anlayış üzerinden işçi sınıfı, bir ifade olarak politik
sözlükten silinir.
“Kültür alanında bu terim,
daha çok kimliğe işaret eden (beyaz işçi sınıfı, erkek işçiler gibi) sıfatlarla
birlikte anılır hâle gelir.”[3]
Venedik
Ca’ Foscari Üniversitesi Edebiyat Eleştirisi ve Karşılaştırmalı Edebiyat
kürsüsünde profesör olarak çalışan Cangiano, fikirlerin tarihine ait izleri
takip ediyor. Kitabında bu dönüşümün Fransız postyapısalcılığı ile başladığını,
Fransız Teorisi’nin Amerikan yorumunu keserek ilerlediğini, oradan da İngiliz
ve Amerikan Kültürü Çalışmaları alanıyla birlikte devam ettiğini söylüyor.
Sonrasında
bu hikâye dallanıp budaklanıyor. Bir kol, duyarcılık kültürü olarak çıkıyor
karşımıza. Bu akım, ırkçılık, cinsiyetçilik, lubun haklarının inkârı gibi
toplumsal ayrımcılıkları merkeze koyan politik alana denk düşüyor. Burada biz,
bahsi geçen soykütüğüne eğilmeyeceğiz, sadece yazarın konusunu ele alırken
başvurduğu iki bakış açısını değerlendirmek adına, metinde sunulan diğer izleri
takip etmekle yetineceğiz:
“Ben, burada solcu laflar
eden aşırı sağcıların kanaatinin aksine, duyarcılığın piyasanın mevcut işleme
tarzlarıyla neden kusursuz bir biçimde uyumlu olduğunu, antikapitalist
mücadelenin etkili ve güçlü bir aracı hâline neden geldiğini anlamaya
çalışıyorum.”[4]
Öncelikle
kimlik siyasetinin dillendirdiği,
“devrimci öznenin ve/veya
direnişin öznesinin tercihlerini mağdurun koşulunun belirlediğine dair kanaati
ele alalım. Bu yaklaşım, Marksizmin terk edildiğinin ispatı aslında. Çünkü
Marx’ta sınıf, ezildiği, mağdur olduğu için merkezi bir unsur değildir. Onun
merkeze oturtulmasının sebebi, tüm ekonomik sistemin, kapitalist üretimin
özünün işçinin satılan işgücünü temel alıyor olmasıdır.”[5]
Burada
esas olarak yazar, zulmü sömürüden, yani ekonomik-maddi köklerinden
ayrıştırıyor. Bu mantık uyarınca kapitalizm, her an kâr teminini amaç edinen
toplumsal ilişkilerin tanımladığı bir sistem olmaktan çıkartılıp, “giderek
ahlaki-kültürel bir güç olarak görülüyor”.[6]
Hâkimiyet
sisteminin tepesine ise ırkçılık ve cinsiyetçilik gibi zulüm ve ayrımcılık
mekanizmalarını üreten bilgi-iktidar hiyerarşileri yerleştiriliyor. Bunun
sonucunda da kültürcü bir anlayış geliştiriliyor. Cangiano, söz konusu kültürcü
anlayışı, ekonomik sistemin değişmez olduğuna dair algıyla bağlantılı bir
semptom olarak görüyor. Kültür savaşları, sınıf savaşının yerini alıyor.
Örneğin ırkçılıkla mücadele, ırkçılığı besleyen sömürü biçimlerinin ortadan
kaldırılmasını amaçlamıyor, sadece reformist bir ruh üzerinden ırkçılık karşıtı
eğitim talebinde bulunabiliyor. Özetle, ekonomik ilişkiler politika alanının
dışına atılırken, toplumsal ilişkiler dâhilinde oluşan kapsamlı alanlar giderek
politikleşiyor.
Ekonomik
sistem doğallaştırılıyor, neticede ezilen öznelere kendi çektikleri çileler,
yani kim oldukları üzerinden kabul görme talebini dillendirmekten başka bir
seçenek kalmıyor. Bunun sonucunda “ekonomik sistem denilen ortak referans
noktasını yitirmiş olan kabileler arasında bitmek bilmeyen bir mücadeleye tanık
olunuyor. Bu kabileler, ya birbirlerini suçluyorlar ya da politik doğruculuk
gibi düzenleyici araçlara başvurarak birleşme yolu buluyorlar.”[7] Böylelikle
madunlar cephesi un ufak olup dağılıyor. “Toplumun mağdura bahşettiği acı
verici yardım olarak metayı kapmanın amaç hâlini aldığı gerçek manada rekabetçi
bir mekanizma oluşturuluyor.”[8] Her ezilen kimlik, “müttefik” olma, “yoldaş”
hâline gelme imkânını yitiriyor. Kendini özel dünyasında ayrıştırma hakkı
üzerinden birey, özgül yanlar barındıran kimliksel özellikleriyle Batı toplumuna
has olan, kaynaşmadan mahrum kaynaşmanın temellerinden biri hâline geliyor.
Cangiano’ya
göre, birey ve politik öznelerdeki parçalanmayı iki şekilde okumak mümkün. İlk
okumaya göre, sayesinde evrenselci soyutlamaları aşma imkânı bulduğumuz
parçalanma, ahlaki-kültürel bir ilerleme olarak cereyan ediyor. İkinci okuma ki
yazar bu yöntemi benimsiyor, parçalanma, tarihin belirlediği mevcut durumun
somut bir semptomu.
“Neoliberal piyasa,
herkesi bölüp parçalıyor ve bunu rekabet için yapıyor. Ayrıca Fordist üretim
tarzının galebe çalması yanında işçi sınıfını temel alan solun hegemonyasını
yitirdiği Batı’da sürecin ürettiği sembolik ve kültürel öğelerde görülen
şişkinlik de parçalanmanın sonucu.”[9]
Yazar,
buradan bir başka argümanını dillendiriyor: kapitalist kültür tek taraflı
okunuyor. O, çoklu, akışkan, marjinal, melez, göçebe, göçmen vs. olan her şeyi
inkâr edip normalleştirme eğiliminde olan monolojik ve evrenselleştirici
mekanizma olarak görülüyor. Oysa her şey çok daha karmaşık.
“Kapitalist evrenselciliğe
‘parçacılığın’ gelişimi eşlik ediyor. Kapitalizmde evrensel ve özel, monolojik
ve çoklu bir arada varoluyor. Yani toplumda bireyler birbirine yabancı,
birbirlerinin metaı olarak hareket ediyor, birbirlerine araçlık yapıyor,
birbirleriyle bencil (‘özel’) çıkarları temelinde ilişki kuruyor, sadece üretim
ve tüketim tarzının pragmatik kurallarına mecburi bağlılık ve ideolojiye ait
soyutlamalar temelinde bir araya gelebiliyor. Dolayısıyla kapitalistler, hem
evrenselcilikten hem de farklılıktan fayda sağlayabiliyorlar. Çünkü kapitalist
evrenselcilik düşmanlığı, sınıf, toplumsal cinsiyet, ırk arası ayrışmaları,
başka insanlardan yabancılaşmayı, kapitalistler arasındaki rekabeti temel
alıyor. Yanlış bilinç, bu düşmanlık ve ayrışma ile birlikte sürekli besleniyor.”[10]
Cangiano’nun
Lacan’dan aldığı ifadelerle, kapitalizmin kültürü “efendinin söylemi” temelinde
dümdüz ediliyor. Çalışma pratiği ve birikim için depolanmış enerjileri yeniden
dağıtmak adına devreye baskı, perhiz, tasarruf gibi gündemler hayata
dayatılıyor.
Gelgelelim,
kapitalizm kültürel bir duruma indirgenemez. İdeolojik açıdan kapitalizm, her
masada vardır. Bilhassa küreselleşme çağında Lacan’ın “kapitalistin söylemi”ni
üstlenen kapitalizm, tüm sınırları aşan, ölçü-ölçek nedir bilmeyen bitimsiz
hazzı tüketimci bir zorunluluk olarak dayatır. Tam da bu özelliklerinin bir
sonucu olarak haz denilen güç, kural dışı olan her şeyi, çoklu, akışkan ve
melez olan şeyleri besler, çoğaltır. Bu sebeple, bugün ilericiler, çoklu,
akışkan ve melez olanın mevcut hâl ve gidişatla çeliştiğini düşünürler. Ama
çelişkiler burada son bulmaz. Ahlak ve siyaset düzleminde, kendi epistemolojik
görecelikçiliğiyle çelişkili bir hâl dâhilinde duyarcılık kültürü, bir tür “özcülüğe”
ricat eder, zira o, iyi (yani melez, göçebe, kural dışı) ile kötü (tek sesli,
tek tek mantıklı, evrenselci) arasında kaba ve ikilikçi bir ayrım yapan
anlayışı destekler.”[11]
Özetle,
direnişin öznesi, zulmün mağduru olarak sahip olduğu beceriye ve imkâna göre
tanımlanır. Buradan da zulüm, sömürüden kopartılır, neticede de kapitalizm
kültürün konusu kılınır.
Oysa
kapitalist kültürü tek taraflı olarak tanımlayan, patronun dilidir. Bu dile
karşı çıkan tüm unsurlar, mevcut hâl ve gidişatla doğalında çelişen şeyler
olarak görülürler, ama bu unsurların kapitalistin dili ve söylemi için işlevsel
olabilecekleri gerçeğinin üzeri örtülür.
Buraya
kadar duyarcılığın piyasanın mevcut işleyiş tarzıyla uyumlu olabileceğini
anlatmaya çalıştık. Şimdi bizim duyarcılığın düzenle çelişen bir dil için
işlevli olup olamayacağına bakmamız gerekiyor. Burada meseleyi diyalektik bir
yaklaşımla ele almak şart.
Bu
noktada yazarımız Cangiano’nun eleştirilerini solcu görünümlü aşırı sağcıların
duyarcılığa yönelttikleri kaba düşmanlıktan ayrıştırmak lazım. Bu solcu
görünümlü aşırı sağcılar, duyarcılığın kapitalizmle ilişkisini ve ona yaptığı
suç ortaklığını görmüyorlar. Bu yaklaşımlarıyla efendinin dilinden de duyarcı
cümleler dökülebileceğini anlamıyorlar. Bu anlamda sol görünümlü aşırı
sağcılar, meseleyi tek taraflı ele alıyorlar, eleştirmeye çalıştıkları
ideolojiyle yan yana geliyorlar.
Duyarcılığın
düzenle çelişme ihtimali bulunan yanlarını ele alırken, bizim bugünün
dünyasının toplumsal yapısını ele almamız gerekiyor. Cangiano’nun da
ifadesiyle,
“Bugün biz, sınıftan da
devrimin öznesinden de mahrumuz. En azından Batı’da (kapitalizm içi maddi
dönüşümlere bağlı olarak) sınıf içerisinde hegemonya sahibi özneden (sanayi
işçisinden) mahrum kaldık. Bu da bizi oldukça güç bir konuma mahkûm ediyor,
zira artık bir sınıf olarak varolan ama üretim tarzıyla ilişkileri aleni
olmayan bir dizi özne ve toplumsal grupla çalışma yürütmek zorundayız.”[12]
Bugün
net bir biçimde görüldüğü üzere, sınıf deyince aklımıza homojen bir bütünlük
gelmiyor, çünkü toplumsal cinsiyet, ırk gibi meseleler, tarihsel düzlemde değişmekte
olan kimi yollardan, emeğin ilişkilerini de özneleşme süreçlerini de etkiliyor.
Azınlık denilen kesimlerin girdiği kavgalar üzerinden zulmün belirli
biçimlerini tanımlarken farklı kimliklere başvurulmaya başlandı. Böylelikle talepleri
esas alan dil galebe çaldı. Cangiano’nun da ifadesiyle, bu bağlamda,
“Sermayenin işleyiş tarzıyla
materyalist anlayış dâhilinde yeniden ilişki kurma imkânı bulunan duyarcı,
kendisini mücadelenin temel aracı olarak takdim etti. Zira duyarcılık, toplumun
merkezinde duran sınıfın yerine eskiden yan etkilere sahip şeyler olarak
görülen toplumsal özneleri koydu.”[13]
Bu
yol üzerinden kesişimsellik anlayışı geliştiriliyor. Burada “Materyalist düşünce
temelinde mağdurun koşulundan değil üretim ve piyasayla ilişkiden yola çıkılıyor.”[14]
Yazarın iddiasına göre işçi sınıfının üretim tarzıyla ilişkisi, sömürü
düzlemiyle bağlantılı olan, zulmün farklı biçimlerinin kesiştiği alan olarak
tasavvur edilmeye başlandı. Bu alan, aynı zamanda farklı şekillerde ezilip
sömürülmelerine karşın muhtelif madun gruplarının tabi oldukları sistemin dayandığı
mantığın sömürüyü, işgücünden elde edilen artı-değeri temel aldığını gördükleri
yerdi. Sınıfı meydana getiren farklı özneleri içeren birleşik bir eylemlilikten
ancak bu mantık anlaşıldığı vakit söz edilebilirdi. Özetle, sınıf olma bilinci
(ve sonuçta verilen sınıf mücadelesi) sayesinde ezilen özneler, tarihsel-nesnel
koşullarını keşfetme imkânı buluyor, toplumsal ilişkilerin bütünlüğü
içerisindeki konumlarını idrak edebiliyorlardı.
Bütünlükten
söz ettiğimizde parçacılığa ve ezilenlerin küçük öbekler hâlinde bölünmesine karşı
çıkmış oluruz. Burada evrenselcilik önceden varsayılmış bir yer değil, bir
savaş alanı olarak görülmeli:
“Bu alan, sadece hegemonya
tesis etmek için yürütülen muharebenin alanı değil, kapitalist üretim tarzının
tarihsel planda meydana getirdiği, toplumsal gruplar arasındaki çelişkilerin
ortadan kalktığı yerdir. Dolayısıyla burada mesele, soyut bir evrenselcilik (veya
iktidar) meselesi değil, bölünmemiş topluma işaret eden somut evrenselcilik
için mücadele yürütme meselesidir.”[15]
Oysa
bugün evrenselcilik, bütünlük ve genele vurgu yapan anlayış, hem duyarcılık
kültürüyle ilişkisi içerisinde parçalı olgular hâlinde kendi içinde bölünmüşlüğü
hem de sınıfı kendi içindeki ayrım çizgilerini görmeden bütün bir toplumun
kendisi olarak anlayan sol görünümlü aşırı sağcıların önceden varsayılan,
önceden varolan bir bütün olarak algılanması tehlikesiyle karşı karşıya. Kimlik
politikasını tanımlayan ana yaklaşım, kimliği mutlak kabul eder. Toplum anlayışının
değiştiği koşullarda toplum, sömürgeci veya eski sömürgeci alan üzerinden idrak
edilir.[16]
Sonuç
olarak, duyarcılık kültürü eleştirilmelidir ama bu eleştiri,
“bize son kırk yıl
içerisinde tartışmanın merkezine birçok yeni meselenin taşındığı, bu meselelere
sırt dönülemeyeceği gerçeğini unutturmamalıdır. Mesele, bu olguların maddi
düzlemle ilişkisinin kurulması, yani onların ifade yolları buldukları liberal
ve kültürcü anlayıştan kopartılmalarıdır. Bunun için de bir alternatif
sunulmalıdır. Yani sömürü ve zulümle ilişkili olan yaşam tarzı sömürü ve zulmün
diyalektik ilişkisi içerisinde sorgulanmalıdır.[17]
Uğursuz
bir dizi savaşa girdik ve bu savaşlar bahsini ettiğimiz kitabın ele aldığı
çelişkileri daha da derinleştirdiler. Bu savaşlar, efendiyi merkeze alan, ötekiyi
ezen, kendisini feda etsin diye homojen bir toplumsal beden inşa eden söylem ve
dile ihtiyaç duyuyor. Bir yandan da yaşanan askeri çatışma kendisini medeniyetler
çatışması ve Batı kültürü olarak takdim ediyor, böylelikle kendisinin dünyanın
geri kalan kısmından üstün bir güç olduğunu söylüyor. Tüm bunlar, kapitaliste
ait dil ve söylem olmadan anlamsız.
Bu
bağlamda, duyarcılık kültürü tanrı, vatan ve aileden kurtulma çabasına karşı
bir tür direniş etmeni olabilir. Aynı zamanda duyarcılık kültürü, Batı’ya ait
ideolojik cephaneliğe gerekli silâhları temin edebilir. İslam karşıtı ırkçılığın
bileşeni olarak LGBT hakları eşcinsel bir milliyetçilik bağlamında
kullanılabilir.
Özetle,
kültür savaşları medeniyet savaşlarında kullanılan silâhları besleyecek barutu
temin eder. Tam da bu sebeple kültür savaşları, zulümle sömürüyü birbirinden
ayırır. Çünkü eğer savaşın kapitalizmden kaynaklanan yönlerini anlayamadığımızda
özgürlükçü politika anlayışı üzerinden ideolojik çatışmaya ya başından ya da
kuyruğundan dâhil oluruz. Bu çatışma öyle bir çatışma ki Büyük Rus Patrikliği’ne
karşı Ukraynalı eşcinsel askerler Azak Tugayı’na mensup olan ve Kant’ın Ebedi
Barış İçin eserini dikkatle okuyan Nazilerle birlikte savaşır. Tanrı
zenneyi korusun!
Fabio Ciabatti
17
Eylül 2024
Kaynak
Dipnotlar:
[1] M. Cangiano, Cultural Wars and Neoliberalism, Nottetempo 2024, s. 38.
[2]
A.g.e., s. 37.
[3]
A.g.e., s. 38.
[4]
A.g.e., s. 25.
[5]
A.g.e., s. 21.
[6]
A.g.e., s. 35.
[7]
A.g.e., s. 37.
[8]
A.g.e., s. 36.
[9]
A.g.e., s. 40.
[10]
A.g.e.
[11]
A.g.e., s. 50.
[12]
A.g.e., s. 169.
[13]
A.g.e.
[14]
A.g.e., s. 177
[15]
A.g.e., s. 168.
[16]
A.g.e.
[17] A.g.e. s. 180.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder