Sınıf
bilinci, kırılgan ve gelip geçicidir. Akademiye ve kültür endüstrisine hâkim
olan küçük burjuvazi, sınıf bilinci denilen mevzu gündeme bile gelmesin diye
her türlü saptırma işlemine ve önleme başvuruyor. Hadi diyelim mevzuu gündeme
getirdiniz, küçük burjuvazi, sizi hemen büyük bir densizlik, hatta edepsizlik
etmişsiniz hissine mahkûm ediyor. Yıllardır, solcu, anti-kapitalist
etkinliklerde konuşurum ama bunların pek azında sınıf meselesi hakkında
konuşmam istenmiştir.
Peki
ben bunları niye söylüyorum?
Her
şeyden önce bizim, sınıf meselesinin buhar olup ahlakçılığın her yeri sardığı,
dayanışmanın imkânsız hâle gelip, suçluluk duygusu ve korkunun her yanı
kuşattığı bu açmaza bizi sürükleyen söylem ve arzuların niteliklerini tespit
etmemiz gerekiyor.
Biz,
sağ tarafından terörize edildiğimiz için değil, burjuva öznellik tarzlarının
hareketimizi zehirlemesine izin verdiğimiz için bu noktadayız. Kanaatimce, bu
duruma yol açan iki libidinal-söylemsel oluşumdan bahsetmek mümkün. Bu
oluşumlar, kendilerini sol addediyorlar ama aslında, pek çok bakımdan, sol
denen şeyin tuzla buz olduğunun göstergesi niteliğindeler.
Buyurun
Vampirler Şatosu’na
Ben,
bu oluşumlardan ilkine “Vampirler Şatosu” adını veriyorum. Vampirler Şatosu,
suçluluk duygusu yaymak konusunda uzmanlaşmıştır. Hareketine asıl yön verense,
bir rahibin aforoz etme ve kınama, bilgiç bir akademisyenin bir hatayı tespit
eden ilk kişi olma ve bir hippinin kalabalık içerisinde biricik olma arzusu
türünden arzulardır. Vampirler Şatosu’nu karşınıza almak tehlikelidir, çünkü
ona saldırırken, bir yandan da ırkçılık, cinsiyetçilik ve heteroseksizm karşıtı
mücadelelere saldırdığınız düşünülebilir; üstelik bu izlenimi güçlendirmek için
o şatonun sakinlerinin ellerinden geleni artlarına koymayacaklarına emin
olabilirsiniz. Oysa, bu mücadelelerin yegâne meşru ifadesi olmak şöyle dursun,
burjuva-liberal bir sapma olarak anlaşılabilecek olan Vampirler Şatosu, bizzat
bu hareketlerin enerjisini emer. Vampirler Şatosu’nun doğum ânı, kimlikçi
kategorilerle tanımlanmayı reddetme mücadelesinin, “kimliğini” büyük Öteki’ye
kabul ettirme çabasına dönüştüğü andır.
Beyaz
bir erkek olarak keyfini sürdüğüm ayrıcalıkların bir kısmı, etnik kimliğimin ve
toplumsal cinsiyetimin farkında bile olmamamdan ileri geliyor; kabul. Ara sıra
bu kör noktalar konusunda uyarılmanın da ayıltıcı ve zihin açıcı bir etkisi
olduğu doğru. Fakat Vampirler Şatosu, herkesin kimlikçi sınıflandırmalardan
kurtulduğu bir dünyanın peşinde koşacağına, insanları kimlik kamplarına;
insanların, ilelebet egemen gücün terimleri üzerinden tanımlandıkları, aşırı
bir özfarkındalıkla sakatlandıkları ve aynı kimlik grubuna ait olmadığımız
sürece birbirimizi anlayamayacağımız konusunda direten bir tekbencilik
mantığıyla yalnızlaştırıldıkları kamplara tıkmaya çalışıyor.
Zamanla
şunu fark ettim: Ortalıkta her şeyi terse çevirip yansıtma, oradan da inkâr
etme üzerine işleyen, sihirli bir mekanizma var. Böylesi bir gerçeklikte,
“sınıf”ın adını ağzınıza aldığınız anda otomatik olarak sanki ırk ya da
toplumsal cinsiyetin önemini azımsıyormuşsunuz gibi muamele görüyorsunuz. Oysa,
bunun tam aksi doğru: Vampirler Şatosu, sınıf meselesini bulandırmak için en
nihayetinde liberal bir ırk ve toplumsal cinsiyet anlayışına başvuruyor.
Bu
yılın başında imtiyaz meselesi hakkında dönen absürt ve travmatik tweet
fırtınasında sınıfsal ayrıcalıkların hiç lafının edilmemesi, oldukça dikkat
çekiciydi. Her zaman olduğu gibi şimdi de esas mesele; sınıf, toplumsal
cinsiyet ve ırk kategorilerini birbirine eklemlemek, oysa Vampirler Şatosu’nun
ilk hamlesi, sınıfı diğer kategorilerden ayırmak oldu.
Vampirler
Şatosu’nun kuruluş amacı şu soruna bir çözüm bulmaktı: Bir yandan mağdur,
marjinal ya da muhalif gibi gözüküp, öte yandan muazzam bir servete ve iktidara
nasıl sahip olursunuz? Oysa Kilise, bu sorunun cevabını zaten çoktan vermişti.
Vampirler Şatosu da Hıristiyanlığın icat ettiği ve Nietzsche’nin Ahlakın
Soykütüğü’nde tanımladığı cehenneme yol döşeyen stratejilerin, karanlık
patolojilerin ve psikolojik işkence araçlarının tümüne müracaat ediyor.
Nietzsche, Hıristiyanlıktan bile beter bir şeyin yolda olduğu tahmininde
bulunduğunda, tam olarak vicdan azabı vaaz eden bu papazlığı, dindarlık
taslayan bu suçluluk duygusu tacirlerini kastediyordu. İşte şimdi buradalar ve
tam karşımızdalar.
Vampirler
Şatosu, genç öğrencilerin enerjileri, endişeleri ve zaaflarıyla beslenir ama
hepsinden önemlisi, tekil grupların (bu gruplar ne kadar “marjinal” olursa o
kadar iyi) acılarını akademik sermayeye tahvil ederek hayatını idame ettirir.
Vampirler Şatosu’nda en çok itibar görenler, yeni bir acı pazarı
keşfedenlerdir. Şimdiye kadar acısından sonuna kadar faydalanılmış grupların
hepsinden daha fazla ezilmiş ve köleleştirilmiş bir grup bulanlar, akademinin
basamaklarını hızla tırmanacaklarından emin olabilirler.
Vampirler
Şatosu’nun ilk kanunu şudur: Her şeyi bireyselleştir ve özelleştir. Vampirler
Şatosu, teoride, yapısal eleştiriden yana olduğunu iddia eder ama pratikte
bireysel davranışlardan başka hiçbir şeyi dikkate almaz. Unutmamak gerekir ki
bireyleri suçlamak, her zaman kişilerüstü yapılara odaklanmaktan daha
önemlidir.
Buna
karşılık, gerçek yönetici sınıf, bireycilik ideolojisi yayar ama sınıf gibi
davranır. (“Komplo” adını verdiğimiz şeylerin çoğu, yönetici sınıf arasındaki
sınıf dayanışmasının tecessümüdür.) Yönetici sınıfın hizmetindeki enayi
Vampirler Şatosu ise bunun tam tersini yapar: “Dayanışma”, “kolektivite” gibi
mefhumları sözde destekler ama iş eyleme gelince, iktidar tarafından dayatılan
bireyci kategorilerin sanki gerçek hayatta bir karşılığı varmış gibi davranır.
İliklerine kadar küçük burjuva olduklarından, kendi aralarında son derece
rekabetçidirler ama bunu burjuvaziye has pasif ve saldırgan bir tavırla
bastırırlar. Vampirler Şatosu’nu bir arada tutan, dayanışma değil, karşılıklı
korkudur; aforoz edilme, ifşa edilme ve kınanma sırasının kendilerine geldiği
korkusu.
Vampirler
Şatosu’nun ikinci kanunu şudur: Düşünce ve eylemin olabildiğince güç ortaya
çıkmasını sağla. Hafifliğe ve mizaha asla izin verilmemelidir.
Zaten mizah da doğası gereği ciddi bir iştir. Düşünmekse meşakkatlidir; en
azından iç gıcıklayıcı sesi olan, alınları kırış kırış insanlar için. Karşı
taraf kendisine güven duyuyorsa içine kurt düşürülmeli, şüphe tohumları
ekilmeli, ona “Acele etme, bu konuyu derinlemesine düşünmemiz lazım.”
denmelidir. İnanca sahip olmanın neticede gulaglara, toplama kamplarına yol
açtığı gerçeği asla unutulmamalıdır.
Vampirler
Şatosu’nun üçüncü kanunu: Mümkün olduğunca suçtan dem vurulmalı; insanlar
sürekli kendilerini suçlu hissetmelidirler. İnsanların kendilerini
kötü hissetmeleri, gerçeklerin ağırlığını idrak ettiklerine dair bir işarettir.
Sınıfsal imtiyaz konusunda kendinizi suçlu hissediyorsanız, sınıfsal açıdan
imtiyazlı olmakta bir sorun yoktur ama tabii alt sınıfsal konumlarda olan kişilerin
de kendilerini suçlu hissetmeleri sağlanmalıdır. Neticede hepimiz yoksullar
için iyi şeyler yapıyoruz, öyle değil mi?
Vampirler
Şatosu’nun dördüncü kanunu, özselleştirmektir. Akışkanlık,
çoğulluk ve çokluk, her daim şato üyelerinin lehine olan unsurlar kabul edilir.
Bu unsurlar, her daim şato üyelerinin zengin ve imtiyazlı olduğu gerçeğini,
ayrıca onlardaki burjuva asimilasyonist geçmişi örtbas eder. Akışkanlığa,
çoğulluğa ve çokluğa önem veren şato üyeleri, düşmanı hep özselleştirirler,
onun tekil bir vasfını mutlaklaştırıp öne çıkartırlar.
Şato
üyeleri de tıpkı rahipler gibi aforoz ve mahkûm etme arzusu ile harekete
geçtikleri için, “iyi” ile “kötü” arasında net bir ayrım yapılmak, “kötü” ise
bir biçimde özselleştirilmek zorundadır.
Başvurdukları
taktiğe dikkat edilsin: Bir kişi bir söz söyler, bir şey yapar ve bu kişinin
sözü ile eylemi bir biçimde transfobik ve seksist vs. olarak yorumlanır. Buraya
kadar bir sorun yok. Asıl bundan sonrası önemli. Sonrasında o sözün ve eylemin
sahibi olan kişi, nedense transfobik ve seksist olarak tanımlanmaya başlanır.
Kişinin tüm kimliği, yanlış yorumlanmış bir söz ve eylem üzerinden tanımlanır.
Şato mensubu, cadı avına başladığı vakit, kendisine hep işçi sınıfına mensup,
burjuvazinin o hem barıştan hem savaştan yana tavrının ürünü olan görgü
kurallarından mahrum kişileri kurban seçer. Bu saldırı esnasında kurbanın
insicamı bozulur, öfkelenir, parya olarak sahip olduğu konum üzerinden gerçekleşen
saldırı neticesi iyice deliye döner.
Vampirler
Şatosu’nun beşinci kanunu, “Özgürlükçüsün, o hâlde bir özgürlükçü gibi
düşün”dür. Şato mensuplarının tek yapıp ettiği şey, zaten aşikâr olanı
bağıra çağıra, aralıksız haykırarak, tepkiselci öfkenin ateşine odun
taşımaktır. Bu insanlar, durmadan “Sermaye sermaye gibi davranıyor -ki bu, hiç
hoş bir şey değil-, baskı aygıtı baskıcı, o hâlde tepkimizi ortaya koymalıyız.”
derler.
İngiltere’de
Yeni Anarşi
Sol
hareketi zehirleyen ikinci oluşumun adı, yeni anarşizmdir. “Yeni anarşizm”
derken Dayanışma Federasyonu türünden işyeri örgütleme pratiklerine dâhil olan
anarşistleri veya sendikalistleri kastetmiyorum. Burada daha çok siyaset
alanına dâhli, öğrenci protestolarının ve işgallerin ötesine hasbelkader geçen,
işi, esasen Twitter’da yorum yazmak olan kişilere işaret ediyorum. Vampirler
Şatosu’nun sakinleri gibi yeni anarşistler de genelde sınıfsal açıdan imtiyazlı
kesimden değilse bile ağırlıklı olarak küçük burjuva kökene sahiptirler.
Ayrıca
bu insanların büyük bir kısmı genç, yirmili veya en fazla otuzlu yaşlarında ki
bu da yeni anarşistlerin mevcut konumunun dar bir tarihsel ufku temel aldığının
delilidir.
Yeni
anarşistler, kapitalist deneyimden gayrısını tecrübe etmediler. Önemli bir
kısmı, kısa süre önce politikleşmiş olan bu kesimin politik bilince sahip
olduğu, o bilinçle havalı havalı yürüdükleri dönem, esasen İşçi Partisi’nin
daha çok (Tony Blair’e atfen) Bleyrcileştiği, neoliberalizmi az biraz sosyal
adalet anlayışıyla birlikte tatbik ettiği dönemdir.
Yeni
anarşizmin asıl sorunu, bu tarihsel dönemden çıkış için bir yol önermiyor
olması değil, onun üzerine hiç kafa yormaması ve onu olduğu gibi kendi
varlığında yansıtmasıdır. Görünüşe göre yeni anarşizm, İşçi Partisi’nin temel
işkollarının ve tesislerin millileştirilmesinde veya Ulusal Sağlık Hizmeti
isimli kuruluşun kurulmasında oynadığı rolü unutmuş, hatta belki de bu kesim,
ilgili rolün bilincinde bile değil.
Yeni
anarşistler, bir yandan “Parlamenter siyaset hiçbir şeyi değiştiremez” veya
“İşçi Partisi hiçbir zaman bir işe yaramadı” diyorlar, bir yandan da Ulusal
Sağlık Hizmeti’yle ilgili eylemlere katılıyorlar ya da refah devletinden geriye
kalanların sökülüp atılması konusunda sosyal medyalarında şikâyetlerini
iletiyorlar. Bu yaklaşım, esasen gizli bir kural uyarınca biçimleniyor:
Parlamentonun yaptıklarını protesto etmede bir sorun yok, asıl sorun, değişim
sürecini medya veya parlamentodan başlatmak için oralarda olmakta. Ana akım
medya hor görülmeli, ama BBC’de Soru Zamanı programı izlenip orada
duyulanlarla ilgili şikâyetler Twitter aracılığıyla iletilmeli. Saf ve temiz
kalma takıntısı, zamanla kaderciliğe evriliyor. “Hâkim siyasetin kiri elimize
bulaşmasın, protestolarda, işe yaramaz eylemlerde ayaklarımıza çamur değmesin”
deniliyor.
Bu
yeni anarşistin depresyonda olmasına şaşmamak gerek. Hiç şüphe yok ki bu
depresyonu asıl besleyen, doktora döneminde hayatın dayattığı kaygılar. Çünkü
tıpkı Vampirler Şatosu gibi yeni anarşizmin de doğal yuvası, üniversiteler.
Yeni anarşizmin propagandasını da en çok doktora öğrencileri veya doktora
tezini tamamlayıp okulu bitirmiş kişiler yapıyor zaten.
Ne
Yapmalı?
Solu
zehirleyen bu iki oluşum, neden bu kadar çok öne çıktı? Bunun ilk sebebi,
Vampirler Şatosu’nun ve yeni anarşizmin sermayenin çıkarlarına hizmet etmesi,
bu sebeple de iki kesimin sermaye eliyle palazlandırılmış olması. Sermaye,
örgütlü işçi sınıfına; sınıf bilincini dağıtmak, sendikaları teslim almak, bir
yandan da “çok gayretli” aileleri büyük sınıfın çıkarları yerine o ailelerin
dar çıkarları ile tanımlamak suretiyle boyun eğdirdi.
İyi
ama bu sermaye, sınıf siyasetini ahlakçı bireycilikle ikame eden, dayanışma
yerine korku ve güvende olmama duygusunu yaygınlaştıran “sol”u kendisine neden
hâlâ dert ediyor?
Bahsini
ettiğimiz iki oluşumun bu kadar öne çıkmasının ikinci nedeni, Jodi Dean’in
“iletişimsel kapitalizm” dediği şeydir.
Eğer
Vampirler Şatosu ve yeni anarşizm, kapitalist siber uzamın hizmetinde
olmasaydı, onları rahatça görmezden gelebilirdik. Ne var ki Vampirler
Şatosu’nda hâkim olan ve dindarlarda görülen ahlakçı tutum, “sol”un da uzun
zamandır ana özelliği hâline geldi. Dolayısıyla herkes, bu kilisenin üyesi ve neticede
orada verilen vaazlara kulaklarımızı hiçbir şekilde kapatamıyoruz. Zaten sosyal
medya varken artık bu mümkün değil. Bu iki söylemin yayıp durduğu ruh
hastalıklarına karşı kendimizi korumamız imkânsız.
Peki,
bu açmazdan nasıl çıkacağız? İlk olarak, kimlikçiliği tümden reddedip, hayatta
kimlik diye bir şeyin olmadığının, yalnızca arzular, çıkarlar ve özdeşleşmeler
olduğunun farkına varmamız gerekiyor.
İngiliz
Kültürü Çalışmaları isimli projenin önemi, kısmen onun kimlikçi özcülüğe
direnmiş olmasından ileri geliyordu (John Akomfrah, Unfinished Conversation
[“Bitmemiş Sohbet”] adlı enstalasyonunda ve The Stuart Hall Project [“Stuart
Hall Projesi”] başlıklı filminde bunu çok etkili ve dokunaklı bir şekilde
ortaya koyuyor.) Asıl mesele, insanları hâlihazırda zaten var olan eşdeğerlik
zincirlerine hapsetmek değil, her tür eklemlenmeyi geçici ve yapay görmekti.
Her
zaman yeni eklemlenmeler meydana gelebilir. Hiç kimse, özü itibarıyla şu ya da
bu değildir. Maalesef sağ, bu gerçeğe daha fazla vâkıfmış gibi görünüyor.
Burjuva-kimlikçi sol, suçluluk duygusu yaymayı ve cadı avı düzenlemeyi iyi
biliyor ama insanları kazanmak konusunda pek mahir değil.
Zaten
burjuva-kimlikçi solun böyle bir derdi yok. Onun amacı, solcu bir tavrı halka
mal etmek ya da insanları solun saflarına kazanmak değil, hem seçkin oluşunun
getirdiği üstünlük konumunu hem de “Ne cüretle ağzını açarsın; acı çekenler
adına ancak biz konuşabiliriz” demek suretiyle edindiği ahlaki üstünlükle
perçinlediği sınıfsal üstünlüğünü, birlikte muhafaza edebilmek.
Oysa
kimlikçilikten kurtulmanın tek yolu, sınıfı yeniden devreye sokmaktır. Sınıf
meselesini merkezine almayan bir sol, olsa olsa liberal bir baskı grubu
olabilir. Sınıf bilinci her zaman iki yönlü işler: Aynı anda hem sınıfın her
tür deneyimi nasıl tanımlayıp şekillendirdiğini bilmeyi, hem de sınıf yapısı
içinde işgal ettiğimiz tekil pozisyonun farkında olmayı gerektirir.
Unutmamalı
ki mücadelemizin amacı, ne kendimizi burjuvaziye kabul ettirmek ne de tek
başına burjuvaziyi ortadan kaldırmaktır. Yok edilmesi gereken, şu ya da bu
sınıf değil, maddi olarak ondan kâr edenler de dâhil olmak üzere, herkesi
yaralayan sınıfsal yapının bizzat kendisidir.
İşçi
sınıfının çıkarları herkesin çıkarlarıdır, burjuvazinin çıkarları ise
sermayenin çıkarlarıdır; yani hiç kimsenin çıkarları değildir. Mücadelemiz,
sermaye tarafından şekillendirilen ve çarpıtılan kimlikleri muhafaza etmeyi
değil, yeni ve şaşırtıcı bir dünya kurmayı hedeflemelidir.
Bu,
zorlu ve caydırıcı bir görev gibi gelebilir ki gerçekten de öyledir. Fakat bu
dünyanın habercisi olacak türden faaliyetlere bugünden girişmek mümkündür. Bu
tür faaliyetler, salt zihinsel egzersizler olarak kalmak zorunda da değil;
burjuva öznellik tarzlarının parçalanıp yeni bir evrenselliğin oluşmaya
başlayacağı verimli bir döngüyü harekete geçirebilir, kendi kendisini
gerçekleştiren bir kehanete dönüşebilirler.
Birbirimizi
suçlayıp taciz ederek sermayenin işini göreceğimize, yoldaşlık ve dayanışmayı
nasıl inşa edeceğimizi öğrenmeliyiz; daha doğrusu, yeniden öğrenmeliyiz. Bu,
her zaman hemfikir olmamız gerektiği anlamına gelmiyor elbette; bilâkis,
dışlanma ve aforoz edilme korkusu yaşamadan fikir ayrılığına düşebileceğimiz
koşulları yaratmalıyız.
Sosyal
medya kullanımı konusunda bir strateji geliştirmeliyiz. Sermayenin libido
mühendisleri, sosyal medyanın eşitlikçi bir platform olduğunu iddia etseler de
bu ortamın hâlihazırda sermayenin yeniden üretimine adanmış bir düşman toprağı
olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu, toprağı işgal edip sınıf bilinci
yaratmak amacıyla kullanmaya başlayamayacağınız anlamına gelmiyor elbette.
İletişimsel
kapitalizmin bizi güzel sözlerle katılmaya zorladığı “tartışma”dan bir çıkış
yolu bulup, bir sınıf mücadelesinin içinde olduğumuzu hatırlamalıyız. Amaç,
“aktivist” olmak değil, işçi sınıfının harekete geçmesine ve kendisini
dönüştürmesine yardımcı olmaktır. Bunların hepsi mümkün, iş ki Vampirler
Şatosu’ndan çıkabilelim.
Mark Fisher
23
Ekim 2016
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder