Pages

17 Eylül 2024

Vampirler Şatosu'ndan Çıkmak


Sınıf bilinci, kırılgan ve gelip geçicidir. Akademiye ve kültür endüstrisine hâkim olan küçük burjuvazi, sınıf bilinci denilen mevzu gündeme bile gelmesin diye her türlü saptırma işlemine ve önleme başvuruyor. Hadi diyelim mevzuu gündeme getirdiniz, küçük burjuvazi, sizi hemen büyük bir densizlik, hatta edepsizlik etmişsiniz hissine mahkûm ediyor. Yıllardır, solcu, anti-kapitalist etkinliklerde konuşurum ama bunların pek azında sınıf meselesi hakkında konuşmam istenmiştir.

Peki ben bunları niye söylüyorum?

Her şeyden önce bizim, sınıf meselesinin buhar olup ahlakçılığın her yeri sardığı, dayanışmanın imkânsız hâle gelip, suçluluk duygusu ve korkunun her yanı kuşattığı bu açmaza bizi sürükleyen söylem ve arzuların niteliklerini tespit etmemiz gerekiyor.

Biz, sağ tarafından terörize edildiğimiz için değil, burjuva öznellik tarzlarının hareketimizi zehirlemesine izin verdiğimiz için bu noktadayız. Kanaatimce, bu duruma yol açan iki libidinal-söylemsel oluşumdan bahsetmek mümkün. Bu oluşumlar, kendilerini sol addediyorlar ama aslında, pek çok bakımdan, sol denen şeyin tuzla buz olduğunun göstergesi niteliğindeler.

Buyurun Vampirler Şatosu’na

Ben, bu oluşumlardan ilkine “Vampirler Şatosu” adını veriyorum. Vampirler Şatosu, suçluluk duygusu yaymak konusunda uzmanlaşmıştır. Hareketine asıl yön verense, bir rahibin aforoz etme ve kınama, bilgiç bir akademisyenin bir hatayı tespit eden ilk kişi olma ve bir hippinin kalabalık içerisinde biricik olma arzusu türünden arzulardır. Vampirler Şatosu’nu karşınıza almak tehlikelidir, çünkü ona saldırırken, bir yandan da ırkçılık, cinsiyetçilik ve heteroseksizm karşıtı mücadelelere saldırdığınız düşünülebilir; üstelik bu izlenimi güçlendirmek için o şatonun sakinlerinin ellerinden geleni artlarına koymayacaklarına emin olabilirsiniz. Oysa, bu mücadelelerin yegâne meşru ifadesi olmak şöyle dursun, burjuva-liberal bir sapma olarak anlaşılabilecek olan Vampirler Şatosu, bizzat bu hareketlerin enerjisini emer. Vampirler Şatosu’nun doğum ânı, kimlikçi kategorilerle tanımlanmayı reddetme mücadelesinin, “kimliğini” büyük Öteki’ye kabul ettirme çabasına dönüştüğü andır.

Beyaz bir erkek olarak keyfini sürdüğüm ayrıcalıkların bir kısmı, etnik kimliğimin ve toplumsal cinsiyetimin farkında bile olmamamdan ileri geliyor; kabul. Ara sıra bu kör noktalar konusunda uyarılmanın da ayıltıcı ve zihin açıcı bir etkisi olduğu doğru. Fakat Vampirler Şatosu, herkesin kimlikçi sınıflandırmalardan kurtulduğu bir dünyanın peşinde koşacağına, insanları kimlik kamplarına; insanların, ilelebet egemen gücün terimleri üzerinden tanımlandıkları, aşırı bir özfarkındalıkla sakatlandıkları ve aynı kimlik grubuna ait olmadığımız sürece birbirimizi anlayamayacağımız konusunda direten bir tekbencilik mantığıyla yalnızlaştırıldıkları kamplara tıkmaya çalışıyor.

Zamanla şunu fark ettim: Ortalıkta her şeyi terse çevirip yansıtma, oradan da inkâr etme üzerine işleyen, sihirli bir mekanizma var. Böylesi bir gerçeklikte, “sınıf”ın adını ağzınıza aldığınız anda otomatik olarak sanki ırk ya da toplumsal cinsiyetin önemini azımsıyormuşsunuz gibi muamele görüyorsunuz. Oysa, bunun tam aksi doğru: Vampirler Şatosu, sınıf meselesini bulandırmak için en nihayetinde liberal bir ırk ve toplumsal cinsiyet anlayışına başvuruyor.

Bu yılın başında imtiyaz meselesi hakkında dönen absürt ve travmatik tweet fırtınasında sınıfsal ayrıcalıkların hiç lafının edilmemesi, oldukça dikkat çekiciydi. Her zaman olduğu gibi şimdi de esas mesele; sınıf, toplumsal cinsiyet ve ırk kategorilerini birbirine eklemlemek, oysa Vampirler Şatosu’nun ilk hamlesi, sınıfı diğer kategorilerden ayırmak oldu.

Vampirler Şatosu’nun kuruluş amacı şu soruna bir çözüm bulmaktı: Bir yandan mağdur, marjinal ya da muhalif gibi gözüküp, öte yandan muazzam bir servete ve iktidara nasıl sahip olursunuz? Oysa Kilise, bu sorunun cevabını zaten çoktan vermişti. Vampirler Şatosu da Hıristiyanlığın icat ettiği ve Nietzsche’nin Ahlakın Soykütüğü’nde tanımladığı cehenneme yol döşeyen stratejilerin, karanlık patolojilerin ve psikolojik işkence araçlarının tümüne müracaat ediyor. Nietzsche, Hıristiyanlıktan bile beter bir şeyin yolda olduğu tahmininde bulunduğunda, tam olarak vicdan azabı vaaz eden bu papazlığı, dindarlık taslayan bu suçluluk duygusu tacirlerini kastediyordu. İşte şimdi buradalar ve tam karşımızdalar.

Vampirler Şatosu, genç öğrencilerin enerjileri, endişeleri ve zaaflarıyla beslenir ama hepsinden önemlisi, tekil grupların (bu gruplar ne kadar “marjinal” olursa o kadar iyi) acılarını akademik sermayeye tahvil ederek hayatını idame ettirir. Vampirler Şatosu’nda en çok itibar görenler, yeni bir acı pazarı keşfedenlerdir. Şimdiye kadar acısından sonuna kadar faydalanılmış grupların hepsinden daha fazla ezilmiş ve köleleştirilmiş bir grup bulanlar, akademinin basamaklarını hızla tırmanacaklarından emin olabilirler.

Vampirler Şatosu’nun ilk kanunu şudur: Her şeyi bireyselleştir ve özelleştir. Vampirler Şatosu, teoride, yapısal eleştiriden yana olduğunu iddia eder ama pratikte bireysel davranışlardan başka hiçbir şeyi dikkate almaz. Unutmamak gerekir ki bireyleri suçlamak, her zaman kişilerüstü yapılara odaklanmaktan daha önemlidir.

Buna karşılık, gerçek yönetici sınıf, bireycilik ideolojisi yayar ama sınıf gibi davranır. (“Komplo” adını verdiğimiz şeylerin çoğu, yönetici sınıf arasındaki sınıf dayanışmasının tecessümüdür.) Yönetici sınıfın hizmetindeki enayi Vampirler Şatosu ise bunun tam tersini yapar: “Dayanışma”, “kolektivite” gibi mefhumları sözde destekler ama iş eyleme gelince, iktidar tarafından dayatılan bireyci kategorilerin sanki gerçek hayatta bir karşılığı varmış gibi davranır. İliklerine kadar küçük burjuva olduklarından, kendi aralarında son derece rekabetçidirler ama bunu burjuvaziye has pasif ve saldırgan bir tavırla bastırırlar. Vampirler Şatosu’nu bir arada tutan, dayanışma değil, karşılıklı korkudur; aforoz edilme, ifşa edilme ve kınanma sırasının kendilerine geldiği korkusu.

Vampirler Şatosu’nun ikinci kanunu şudur: Düşünce ve eylemin olabildiğince güç ortaya çıkmasını sağla. Hafifliğe ve mizaha asla izin verilmemelidir. Zaten mizah da doğası gereği ciddi bir iştir. Düşünmekse meşakkatlidir; en azından iç gıcıklayıcı sesi olan, alınları kırış kırış insanlar için. Karşı taraf kendisine güven duyuyorsa içine kurt düşürülmeli, şüphe tohumları ekilmeli, ona “Acele etme, bu konuyu derinlemesine düşünmemiz lazım.” denmelidir. İnanca sahip olmanın neticede gulaglara, toplama kamplarına yol açtığı gerçeği asla unutulmamalıdır.

Vampirler Şatosu’nun üçüncü kanunu: Mümkün olduğunca suçtan dem vurulmalı; insanlar sürekli kendilerini suçlu hissetmelidirler. İnsanların kendilerini kötü hissetmeleri, gerçeklerin ağırlığını idrak ettiklerine dair bir işarettir. Sınıfsal imtiyaz konusunda kendinizi suçlu hissediyorsanız, sınıfsal açıdan imtiyazlı olmakta bir sorun yoktur ama tabii alt sınıfsal konumlarda olan kişilerin de kendilerini suçlu hissetmeleri sağlanmalıdır. Neticede hepimiz yoksullar için iyi şeyler yapıyoruz, öyle değil mi?

Vampirler Şatosu’nun dördüncü kanunu, özselleştirmektir. Akışkanlık, çoğulluk ve çokluk, her daim şato üyelerinin lehine olan unsurlar kabul edilir. Bu unsurlar, her daim şato üyelerinin zengin ve imtiyazlı olduğu gerçeğini, ayrıca onlardaki burjuva asimilasyonist geçmişi örtbas eder. Akışkanlığa, çoğulluğa ve çokluğa önem veren şato üyeleri, düşmanı hep özselleştirirler, onun tekil bir vasfını mutlaklaştırıp öne çıkartırlar.

Şato üyeleri de tıpkı rahipler gibi aforoz ve mahkûm etme arzusu ile harekete geçtikleri için, “iyi” ile “kötü” arasında net bir ayrım yapılmak, “kötü” ise bir biçimde özselleştirilmek zorundadır.

Başvurdukları taktiğe dikkat edilsin: Bir kişi bir söz söyler, bir şey yapar ve bu kişinin sözü ile eylemi bir biçimde transfobik ve seksist vs. olarak yorumlanır. Buraya kadar bir sorun yok. Asıl bundan sonrası önemli. Sonrasında o sözün ve eylemin sahibi olan kişi, nedense transfobik ve seksist olarak tanımlanmaya başlanır. Kişinin tüm kimliği, yanlış yorumlanmış bir söz ve eylem üzerinden tanımlanır. Şato mensubu, cadı avına başladığı vakit, kendisine hep işçi sınıfına mensup, burjuvazinin o hem barıştan hem savaştan yana tavrının ürünü olan görgü kurallarından mahrum kişileri kurban seçer. Bu saldırı esnasında kurbanın insicamı bozulur, öfkelenir, parya olarak sahip olduğu konum üzerinden gerçekleşen saldırı neticesi iyice deliye döner.

Vampirler Şatosu’nun beşinci kanunu, “Özgürlükçüsün, o hâlde bir özgürlükçü gibi düşün”dür. Şato mensuplarının tek yapıp ettiği şey, zaten aşikâr olanı bağıra çağıra, aralıksız haykırarak, tepkiselci öfkenin ateşine odun taşımaktır. Bu insanlar, durmadan “Sermaye sermaye gibi davranıyor -ki bu, hiç hoş bir şey değil-, baskı aygıtı baskıcı, o hâlde tepkimizi ortaya koymalıyız.” derler.

İngiltere’de Yeni Anarşi

Sol hareketi zehirleyen ikinci oluşumun adı, yeni anarşizmdir. “Yeni anarşizm” derken Dayanışma Federasyonu türünden işyeri örgütleme pratiklerine dâhil olan anarşistleri veya sendikalistleri kastetmiyorum. Burada daha çok siyaset alanına dâhli, öğrenci protestolarının ve işgallerin ötesine hasbelkader geçen, işi, esasen Twitter’da yorum yazmak olan kişilere işaret ediyorum. Vampirler Şatosu’nun sakinleri gibi yeni anarşistler de genelde sınıfsal açıdan imtiyazlı kesimden değilse bile ağırlıklı olarak küçük burjuva kökene sahiptirler.

Ayrıca bu insanların büyük bir kısmı genç, yirmili veya en fazla otuzlu yaşlarında ki bu da yeni anarşistlerin mevcut konumunun dar bir tarihsel ufku temel aldığının delilidir.

Yeni anarşistler, kapitalist deneyimden gayrısını tecrübe etmediler. Önemli bir kısmı, kısa süre önce politikleşmiş olan bu kesimin politik bilince sahip olduğu, o bilinçle havalı havalı yürüdükleri dönem, esasen İşçi Partisi’nin daha çok (Tony Blair’e atfen) Bleyrcileştiği, neoliberalizmi az biraz sosyal adalet anlayışıyla birlikte tatbik ettiği dönemdir.

Yeni anarşizmin asıl sorunu, bu tarihsel dönemden çıkış için bir yol önermiyor olması değil, onun üzerine hiç kafa yormaması ve onu olduğu gibi kendi varlığında yansıtmasıdır. Görünüşe göre yeni anarşizm, İşçi Partisi’nin temel işkollarının ve tesislerin millileştirilmesinde veya Ulusal Sağlık Hizmeti isimli kuruluşun kurulmasında oynadığı rolü unutmuş, hatta belki de bu kesim, ilgili rolün bilincinde bile değil.

Yeni anarşistler, bir yandan “Parlamenter siyaset hiçbir şeyi değiştiremez” veya “İşçi Partisi hiçbir zaman bir işe yaramadı” diyorlar, bir yandan da Ulusal Sağlık Hizmeti’yle ilgili eylemlere katılıyorlar ya da refah devletinden geriye kalanların sökülüp atılması konusunda sosyal medyalarında şikâyetlerini iletiyorlar. Bu yaklaşım, esasen gizli bir kural uyarınca biçimleniyor: Parlamentonun yaptıklarını protesto etmede bir sorun yok, asıl sorun, değişim sürecini medya veya parlamentodan başlatmak için oralarda olmakta. Ana akım medya hor görülmeli, ama BBC’de Soru Zamanı programı izlenip orada duyulanlarla ilgili şikâyetler Twitter aracılığıyla iletilmeli. Saf ve temiz kalma takıntısı, zamanla kaderciliğe evriliyor. “Hâkim siyasetin kiri elimize bulaşmasın, protestolarda, işe yaramaz eylemlerde ayaklarımıza çamur değmesin” deniliyor.

Bu yeni anarşistin depresyonda olmasına şaşmamak gerek. Hiç şüphe yok ki bu depresyonu asıl besleyen, doktora döneminde hayatın dayattığı kaygılar. Çünkü tıpkı Vampirler Şatosu gibi yeni anarşizmin de doğal yuvası, üniversiteler. Yeni anarşizmin propagandasını da en çok doktora öğrencileri veya doktora tezini tamamlayıp okulu bitirmiş kişiler yapıyor zaten.

Ne Yapmalı?

Solu zehirleyen bu iki oluşum, neden bu kadar çok öne çıktı? Bunun ilk sebebi, Vampirler Şatosu’nun ve yeni anarşizmin sermayenin çıkarlarına hizmet etmesi, bu sebeple de iki kesimin sermaye eliyle palazlandırılmış olması. Sermaye, örgütlü işçi sınıfına; sınıf bilincini dağıtmak, sendikaları teslim almak, bir yandan da “çok gayretli” aileleri büyük sınıfın çıkarları yerine o ailelerin dar çıkarları ile tanımlamak suretiyle boyun eğdirdi.

İyi ama bu sermaye, sınıf siyasetini ahlakçı bireycilikle ikame eden, dayanışma yerine korku ve güvende olmama duygusunu yaygınlaştıran “sol”u kendisine neden hâlâ dert ediyor?

Bahsini ettiğimiz iki oluşumun bu kadar öne çıkmasının ikinci nedeni, Jodi Dean’in “iletişimsel kapitalizm” dediği şeydir.

Eğer Vampirler Şatosu ve yeni anarşizm, kapitalist siber uzamın hizmetinde olmasaydı, onları rahatça görmezden gelebilirdik. Ne var ki Vampirler Şatosu’nda hâkim olan ve dindarlarda görülen ahlakçı tutum, “sol”un da uzun zamandır ana özelliği hâline geldi. Dolayısıyla herkes, bu kilisenin üyesi ve neticede orada verilen vaazlara kulaklarımızı hiçbir şekilde kapatamıyoruz. Zaten sosyal medya varken artık bu mümkün değil. Bu iki söylemin yayıp durduğu ruh hastalıklarına karşı kendimizi korumamız imkânsız.

Peki, bu açmazdan nasıl çıkacağız? İlk olarak, kimlikçiliği tümden reddedip, hayatta kimlik diye bir şeyin olmadığının, yalnızca arzular, çıkarlar ve özdeşleşmeler olduğunun farkına varmamız gerekiyor.

İngiliz Kültürü Çalışmaları isimli projenin önemi, kısmen onun kimlikçi özcülüğe direnmiş olmasından ileri geliyordu (John Akomfrah, Unfinished Conversation [“Bitmemiş Sohbet”] adlı enstalasyonunda ve The Stuart Hall Project [“Stuart Hall Projesi”] başlıklı filminde bunu çok etkili ve dokunaklı bir şekilde ortaya koyuyor.) Asıl mesele, insanları hâlihazırda zaten var olan eşdeğerlik zincirlerine hapsetmek değil, her tür eklemlenmeyi geçici ve yapay görmekti.

Her zaman yeni eklemlenmeler meydana gelebilir. Hiç kimse, özü itibarıyla şu ya da bu değildir. Maalesef sağ, bu gerçeğe daha fazla vâkıfmış gibi görünüyor. Burjuva-kimlikçi sol, suçluluk duygusu yaymayı ve cadı avı düzenlemeyi iyi biliyor ama insanları kazanmak konusunda pek mahir değil.

Zaten burjuva-kimlikçi solun böyle bir derdi yok. Onun amacı, solcu bir tavrı halka mal etmek ya da insanları solun saflarına kazanmak değil, hem seçkin oluşunun getirdiği üstünlük konumunu hem de “Ne cüretle ağzını açarsın; acı çekenler adına ancak biz konuşabiliriz” demek suretiyle edindiği ahlaki üstünlükle perçinlediği sınıfsal üstünlüğünü, birlikte muhafaza edebilmek.

Oysa kimlikçilikten kurtulmanın tek yolu, sınıfı yeniden devreye sokmaktır. Sınıf meselesini merkezine almayan bir sol, olsa olsa liberal bir baskı grubu olabilir. Sınıf bilinci her zaman iki yönlü işler: Aynı anda hem sınıfın her tür deneyimi nasıl tanımlayıp şekillendirdiğini bilmeyi, hem de sınıf yapısı içinde işgal ettiğimiz tekil pozisyonun farkında olmayı gerektirir.

Unutmamalı ki mücadelemizin amacı, ne kendimizi burjuvaziye kabul ettirmek ne de tek başına burjuvaziyi ortadan kaldırmaktır. Yok edilmesi gereken, şu ya da bu sınıf değil, maddi olarak ondan kâr edenler de dâhil olmak üzere, herkesi yaralayan sınıfsal yapının bizzat kendisidir.

İşçi sınıfının çıkarları herkesin çıkarlarıdır, burjuvazinin çıkarları ise sermayenin çıkarlarıdır; yani hiç kimsenin çıkarları değildir. Mücadelemiz, sermaye tarafından şekillendirilen ve çarpıtılan kimlikleri muhafaza etmeyi değil, yeni ve şaşırtıcı bir dünya kurmayı hedeflemelidir.

Bu, zorlu ve caydırıcı bir görev gibi gelebilir ki gerçekten de öyledir. Fakat bu dünyanın habercisi olacak türden faaliyetlere bugünden girişmek mümkündür. Bu tür faaliyetler, salt zihinsel egzersizler olarak kalmak zorunda da değil; burjuva öznellik tarzlarının parçalanıp yeni bir evrenselliğin oluşmaya başlayacağı verimli bir döngüyü harekete geçirebilir, kendi kendisini gerçekleştiren bir kehanete dönüşebilirler.

Birbirimizi suçlayıp taciz ederek sermayenin işini göreceğimize, yoldaşlık ve dayanışmayı nasıl inşa edeceğimizi öğrenmeliyiz; daha doğrusu, yeniden öğrenmeliyiz. Bu, her zaman hemfikir olmamız gerektiği anlamına gelmiyor elbette; bilâkis, dışlanma ve aforoz edilme korkusu yaşamadan fikir ayrılığına düşebileceğimiz koşulları yaratmalıyız.

Sosyal medya kullanımı konusunda bir strateji geliştirmeliyiz. Sermayenin libido mühendisleri, sosyal medyanın eşitlikçi bir platform olduğunu iddia etseler de bu ortamın hâlihazırda sermayenin yeniden üretimine adanmış bir düşman toprağı olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu, toprağı işgal edip sınıf bilinci yaratmak amacıyla kullanmaya başlayamayacağınız anlamına gelmiyor elbette.

İletişimsel kapitalizmin bizi güzel sözlerle katılmaya zorladığı “tartışma”dan bir çıkış yolu bulup, bir sınıf mücadelesinin içinde olduğumuzu hatırlamalıyız. Amaç, “aktivist” olmak değil, işçi sınıfının harekete geçmesine ve kendisini dönüştürmesine yardımcı olmaktır. Bunların hepsi mümkün, iş ki Vampirler Şatosu’ndan çıkabilelim.

Mark Fisher
23 Ekim 2016
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder