Pages

16 Eylül 2024

Pandomim


12 Eylül yaklaşırken, onun üzerinde ilde uygulanan sıkıyönetimin genişletileceği, hükümet kurulamasının ve sokağın güvenliğinin sağlanması gerekçesiyle askeri darbe yapılacağına dair tartışmalar solda yürütülürken, bugünkü Evrensel gazetesini kuracak olan çevre, askeri darbeyi tahmin edemeyenler arasındadır. Kendilerine siyasi model seçtikleri, Arnavutluk Emek Partisi’dir.

Doksan ortalarında kurdukları parti de bu isimden etkilenir. Hem Çin hem de Sovyet yönetimlerine karşı olup tek ülkede sosyalizmi kendine koruma hattı olarak çizen Enver Hoca, ülkemizdeki bu siyasi çevre üzerinde etkili olur.

12 Eylül, emperyalist askeri darbe olarak gelir. Solun bir kesimi darbeyi Kemalist subayların yapmış olabileceğine umut bağlarken, bu çevrenin kendine model aldığı Arnavutluk Emek Partisi ülkemizdeki darbeci yönetimi meşru gördüğünden, muhatap alıp görüşmelere devam eder. Kendilerine yakın gelenekten Erdal Eren idam edilirken, Arnavutluk yönetiminden ses çıkmaz. İdam ve işkenceler devam eder. Kendi peşinden gelen çevreye sahip çıkmayan Arnavutluk yönetimi, belirli günlere özel tebrik mesajları gönderir. Hatta başkanlar düzeyinde görüşmeler gerçekleştirilir.

Sosyalizmle yönetilen Bulgaristan için de durum Arnavutluk’tan farklı değildir. Kenan Evren, Jivkov’a “Şeref Madalyası” verir.

Evrensel gazetesi çevresi bu durumdan bir pay çıkarmamış olmalı ki kurdukları partiye verdikleri isim de Arnavutluk’tan alıntıdır.

Bu çevreyle mahalleler üzerinde yürüttükleri hâkimiyet mücadelesi yürütüp sol içi şiddetin zirve yapmasına neden olan diğer çevre de Birgün gazetesini kuranlardır. Onlar da Afganistan sorununda Sovyetler’e karşı tutum alırlar. Afganistan’ın bugün geldiği aşamadan dolayı sokağa inip Afganistan hassasiyeti göstermeleri gerçeği yansıtmamaktadır. Onlar, Kavala’dan aldıkları parayla gazetesinin borçlarını ayakta tutanlardır. Partilerinin adını değiştirme nedenleri de liberalleri tasfiye etmektir fakat o liberalleri 2010 öncesinde radikal demokrasi partisinden vekil yapanlar da kendileridir, aynı yıllarda Kavala’dan para alanlar da. Kavala’nın bu parayı verdiği dönemle liberallerin aynı parti aracılığıyla ittifaka girip vekil olması tesadüf değildir.

Bu iki çevrenin de Ukrayna sorununa yaklaşımı emperyalizmin politikalarıyla aynı yerde buluşuyor. Sorun, Rusya’nın bugünkü politik tablosu değildir. Asıl sorun Donbass halkının emperyalizme direnirken katliamlara uğramasıdır ama bu çevreler, bunu politik ve vicdani dert edinmezler. Peşlerinden gittikleri ideologlar da işkence ve idamı emperyalizm adına gerçekleştiren darbe yönetimini meşru muhatap sayanlardır. Bu yüzden bugün Kavala’dan para alan çevrenin şefi darbe geldiğinde Avrupa’ya kaçamadığı için morali bozulup mahkemelerde de şefi olduğu geleneği tasfiye edendir, üstelik idamlar güncelken.

Arnavutlukçu çevrenin şefi de doksan başında çıktığı cezaevinden İngiltere’ye iltica etmiştir. Dönemin TKP’sinin şefleri de önce darbeye karşı çıksa da sosyalizmi tasfiye eden ülke yöneticilerinin iknasına razı olmalı ki sonradan sessiz kalmışlardır. Bugün neyse geçmişte de bu çevreler aynıdır. Yeni Çeltek ve Fatsa gibi kendilerini aşan deneyimleri bu yüzden bugün üretemiyorlar, üretemezler de. Benzer şekilde 19 Aralık geldiğinde parti bürolarının kapılarının ailelere açılmamasının talimatını verenler de yine bu çevrelerdir.

Bugün ilkeyi ve niteliği önemsemeyip niceliği ve gücü öne koyduklarından radikal demokrasi partisinin peşinden gidiyorlar. Meclise vekil göndermeleri de kitleselleşmelerine katkı sağlamıyor. Büyümek, güç olmak, düzeni değiştirmek gibi bir hedefleri yok çünkü bunun bedelleri var. Bu yüzden kazandıkları emekçinin de sınıf kinini törpüleyip onları birer partili liberal bireye dönüştürüyorlar. Politikaları bundan ibaret. Sömürü düzeni için risk içeren çevre olsalar, neden İngiltere ve AB ülkeleri bu çevrelerinin ideologlarına, insanlarına, şeflerine oturum izni versin! Emperyalistler bu kadar demokrat değil.

Tüm bu ve benzeri nedenlerden kaynaklı olarak bu çevrelerin büyüme ve genişleme diye bir hedefi olamaz. Anti-emperyalist, anti-kapitalist ve anti-faşist mücadeleye pusula olup emekçi halkın mücadelesini taşıyacak bir donanıma sahip değiller ama sahip olmak gibi bir dertleri de yok. Konumlarını, varoluşlarını, yayınevlerini, sendikaları, meslek odalarını ellerinde tutup tabelalarını indirmemek onlar için yeterli.

Bu noktada yakın geçmişe döndüğümüzde, ideolojinin tasfiye edildiği fakat belirli tarihi olayların insani acılardan dolayı konuşulmadığı ve bu tasfiye sürecini yürütenlerin de bu hassasiyetlerden yararlanıp kendilerini gizledikleri görülebilir.

7 Haziran seçim sürecinde ittifakına katıldıkları partinin binaları, insanı ve mitingleri saldırıya uğradı. Seçimden birkaç gün önce Diyarbakır mitingine saldırı gerçekleştirildi ve insanlar öldü. Seçim bittikten sonra temmuzda Suruç Katliamı gerçekleşti. Birçok benzer olay Ekim’e kadar sürdü ve sonrasında devam etti. Tüm bunlara rağmen sol, 10 Ekim için kitlesel katılımlı Ankara çağrısı yaptı.

Şurası açık ki hiçbir alan güvenliğinin sağlanmadığı, sürecin iyi çözümlenmediği, insanların ideolojik ve vicdani hassasiyetlerinin yanlış politikalarla sekteye uğratıldığı 10 Ekim eylemi, kitlesel mücadelenin tasfiye edilmesinin yolunda önemli bir eşiğe işaret eder ama bunun ideolojik temellerini tartışacak olduğunuzda size yakıştırılmayacak sıfat yoktur.

Bu katliama rağmen, iki ay sonra gidilen 29 Aralık Grevi de gerekçe edilerek emekçiler ihraç edildi. Edilenlerin önemli bir kesimi sendikal mücadeleyi büyütüp geliştiren insanlar. Bugün bu dinamizm sendikal mücadelede gerileyip zayıfladıysa, bedelini ödeyip direnme kararlılığını gösteremeyen tasfiyeci çevreler yüzündendir.

10 Ekim ve 29 Aralık, her türlü sonuç gelse de karşılığında mücadele edilmeyeceğini daha baştan ortaya koyan eylemlerdir. Sorun, sonuç her türlü bedelle gelebilir diyerek geri çekilmek değildir. Asıl sorun, eylemin sonucunda ödenebilecek bedeli göğüslememektir. İnsanlara direnmeyip OHAL komisyonunun vereceği kararı beklemesini telkin eden sendika bürokratları, açıkça düzene uygun insan şekillendirmenin ortaklarıdır.

Bugün emekçilerin değiştiğinden, sendikal mücadelenin gerilediğinden, emekçiyle sendikanın bağının zayıfladığından yakınan sendika bürokratlarına inanmamak gerekiyor çünkü özünde sendikaları çalıştırmayıp tabela büro haline getirmek isteyen, kendi siyasi çevreleridir. Yakınma sadece durumun gerçek nedenlerinin üstünü örtmek için izlenen taktiktir.

Şubelere yönetici olarak görev almaları yakın oldukları partilerinin vekil pazarlığını daha güçlü yapabilmeleri ve kendilerinin de sendikal ilişkileri kullanıp “politik” bar açınca kâr getirecek müşteri birikimini sendika üyelerinden oluşturabilmeleri içindir. Oyun bu şekilde kurulduğunda, sol kültürün değerleri de ters yüz edilir, eldeki konum her kapıyı açar.

Sendikaları, yayınevlerini, eğlence sektörünü, partileri, emlak pazarını ellerinde tutanlar bu kesimler ve kurdukları ittifak bileşenleridir. Bu yüzden, bugün OHAL’e direnmemeleri güçsüzlüklerinden değil, geçmişte de hiçbir darbeye direnmediklerindendir. Daha fazlası beklenemez. İşçicilik ile işçi sınıfının ideolojisinin emekçi halkın mücadelesinin pusula ve rota olmasının arasındaki çizgiyi bilerek çarpıttıklarından, ikincisini ve bunun gereklerini bilen çevrelere “mücahit, mürit, eril, geri, sekter, tarikat, Narodnik, maceracı, anarşist” derler. Buna bağlı olarak da değerlere yapılan hiçbir saldırıya tavır almazlar, kendilerini var edip bugün aralarında olmayan bedel ödemiş insanların adını dahi anmazlar. Ansalar, kendi insanlarının bu kişilerin yaşamlarını soracağını bilirler ve o yaşam hikâyelerini ideolojinin oluşturduğunun bilinmesini istemezler ama bugünkü konumlarının o günkü insanları var ettiğini iddia ederler. O yüzden sömürü düzeniyle mücadele ederken, bu çevrelerle ideolojik mücadele yürütmek şarttır.

Öyle bir ortam oluşturdular ki eleştiri, ülkenin mevcut koşulların dolayı saldırı gibi algılatılır duruma getirildi. Peşlerinden gittikleri burjuva hareketlere bile söz söyletmez oldular. Aslolan şu ki hiçbir sınıf hareketi, burjuva ve küçük burjuva hareketlerin peşinden gitmez, bu hareketler sınıf hareketinin peşinden gider. Bunun gereği de ideolojimizden emin olmaktır.

İnsanlar eleştirilerek kazanılır, sürekli yüceltilerek değil ama eleştirirken, onun derdiyle dertlenmek ve güven vermek gerekir. Solu hizaya getirmek gibi bir derdimiz yok bizim. Hiçbir sendika bürokratı da bu sol çevrelerin şefleri de düzelmez, sendikaları da sınıf mücadelesinin odağına getirmenin yolu sendikal bir hareket olup yönetime gelerek sınıf siyasetinin gereğini yapmaktan geçer. Diğer türlü, yan yollar için harcanan enerji, ideal düzenin gelmesini geciktirip yolu uzattığı için reformizmdir. Zaten hiçbir reformist de reformist olduğunu kabul etmez.

Derdimiz emekçi halkın sorunlarıdır ve amacımız sömürüsüz düzene adım adım yürümektir. Ancak yan yana gelip güç olarak bunu başarırız. Biz emekçileri bir yere çağıramazsak, onların gideceği yer tasfiyeci çevreler olur. Eleştirideki amaç rekabet, ukalalık ya da malumatfuruşluk değildir, onlardan düzelmelerini beklemek hiç değildir. Biz sınıf hareketi olarak güç ve umut olursak, onlar için çok da bir alan kalmaz, ideolojik mücadele yürütmek zorundayız. Aksi durumda tasfiyeci Arnavutluk ve Bulgaristan yönetimlerinin politikalarıyla bugünlerini var edip 12 Eylül’e direnmeyen sol çevreler, emperyalizme ve sömürü düzenine paratoner olmaya devam edecektir.

NOT: Hüseyin Haydar’ın şiirinden birkaç dize çıkarılsa bile fark edilmeyecek kadar iyi şiirleri olduğunu edebiyat eleştirisi olarak yazan Asım Bezirci ve diğer “ustaların” şaire uygulattığı otosansür, 12 Eylül ve solun kültürel hegemonyasının da nasıl bir ideolojik perspektife sahip olduğunu ortaya koyar. Edebiyat eleştirisi diye sunulan birkaç dize çıkarmanın asıl nedeni, yıllar sonra basılan kitabın arka kapak yazısında mevcuttur. Bu sol çevrelerin her alandaki durumu aşağıdaki cümlelerde geçmektedir:

“Acı Türkücü’nün garip bir yazgısı vardır. 12 Mart darbesi boyunca, şairin başından kalkmayan dumanlı karanlık, 12 Eylül faşizminin azgın günlerinde de dağılmaz; hatta daha da koyulaşarak yayılır. Dosya halindeyken Türkiye’nin en saygın ödüllerinden Akademi Kitabevi Şiir Birincilik Ödülü’ne değer görülmek bile onu tam olarak özgürleştiremez. Kitaplaşma sırasında bazı şiirler, bazı şiir öbekleri ve hatta bazı ‘tehlikeli imgeler’in kitabın toplattırılmasına yol açacağı düşünülerek çıkarılmasına karar verilir. Kararı verenler toplumcu şiirimizin çile çekmiş, soylu şairleridir. A. Kadir, ‘bunları koymayalım Haydar,’ der, ‘Şimdi başına iş açılacak. Sonraki baskılarda eklersin.’ Şükran Kurdakul da şöyle der: ‘Birkaç şiir için altı ay yatmaya değmez.’ Sevgili Asım Bezirci ve Kemal Özer de onaylar bu görüşü. Genç şair, şiiri için hapsi göze almıştır, ama ustaları kıramaz; ömürlerini devrime adamış öncülere karşı davranışının gereksiz bir ‘yiğitlenme’ olacağını düşünür… Acı Türkücü, 1981 Aralık ayında eksikleriyle yayımlanır. Kitap büyük bir beğeniyle karşılanır ve kısa sürede tükenirse de eksik çıkan ilk kitabın sevinci de hep yarım kalır. Şiire iddialı bir giriş yapan Hüseyin Haydar, A. Kadir’in deyişiyle, ‘Duyarlı ve yumuşak. Acılı, ama kötümser değildir.’ Otuz yılı aşkın bir aradan sonra okuyucuya sunulan yeni baskı, bu eksikleri az da olsa gidermiştir. Türkiye’nin karanlık bir dönemine ayna tutan Acı Türkücü’nün, onca hoyratlık, kuruluk içinde yüreğinizin tellerine yumuşacık, sıcacık dokunduğuna şaşacak, bunca yıl nasıl taze kaldığına tanık olacaksınız.”

S. Adalı
16 Eylül 2024

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder