Antiemperyalizmin İki Dalgası
Beni altmışların sonunda politik olarak
harekete geçiren, Vietnam halkının ABD emperyalizmine karşı verdiği mücadeleyle
dayanışma hareketiydi. Üyesi olduğum örgüt, yetmişlere kadar Üçüncü Dünya’daki
diğer kurtuluş hareketlerini destekleyerek antiemperyalist mücadeleyi sürdürmek
ve genişletmek, Che Guevara’nın önerdiği gibi iki, üç Vietnam yaratmak
istiyordu.
Bu mücadelelerden biri de Filistinlilerin
mücadelesiydi. Biz, bilhassa FHKC’yi destekliyorduk. Bu, rastgele bir seçim
değildi. FHKC komünistti, kitlesel bir tabanı vardı, silahlı mücadele
yürütüyordu ve enternasyonalistti. Ama en önemlisi, bir Filistin devletinin
kurulması, “karadaki bir savaş gemisi” olan İsrail yerleşimci devletine karşı
bir savaştı ve geniş petrol rezervleri ve stratejik jeopolitik konumu ile
Ortadoğu’yu kontrol eden, Kızıldeniz, Arap Körfezi, Süveyş Kanalı ve Asya-Afrika-Avrupa’dan
oluşan, ticaret koridorları üçgenini koruyan ABD’nin yakın bir müttefikiydi.
FHKC’yi desteklemek küresel antiemperyalist mücadeleyi desteklemek anlamına
geliyordu.
Antiemperyalizm, seksenlerin sonlarından
itibaren neoliberal karşı saldırının dünyayı kasıp kavurmasıyla geriledi. Ancak
kırk yılı aşkın bir sürenin ardından yeni bir antiemperyalizm dalgası güç
kazandı.
Gazze’deki savaş, Küresel Kuzey’de altmışların
sonu ve yetmişlerin başında Vietnam mücadelesiyle dayanışma hareketinden bu
yana görülmemiş yeni bir antiemperyalist katman yarattı. O dönemde dayanışma
çalışmaları, daha geniş bir emperyalizm analizine ve antiemperyalistler ve
sosyalizm mücadelesi için uzun vadeli bir stratejiye dayanıyordu. Bu tür bir
analize ve stratejik düşünceye şu anki yeni antiemperyalizm dalgasında da
ihtiyaç var. Filistin ile dayanışma, daha geniş bir antiemperyalist mücadele
perspektifine yerleştirilmelidir. Filistin mücadelesiyle dayanışmayı
geliştirmek, aynı zamanda bir örgütlenme okuludur; devletin şiddet ve tahakküm
araçlarının nasıl işlediği, medyanın rolü ve genel olarak emperyalizm hakkında
öğretici olacaktır.
Sosyalizme doğru uzun bir geçiş sürecine
inandığım için, antiemperyalizmin sürekli bir mücadele olduğunu ve bu nedenle
deneyim ve bilginin bir nesilden diğerine aktarılmasının önemli olduğunu
düşünüyorum. Antiemperyalist bir strateji geliştirmek için emperyalizmin nasıl
işlediğine dair sağlam bir analize ve bundan yola çıkarak belirli bir pratiğe
ihtiyacımız var. Şu tür bir hat doğrultusunda düşünmeliyiz: Analiz - Strateji -
Praksis. Emperyalizmi yenmek için yarın, gelecek ay ve gelecek yıl ne
yapacağımızı, bütünlüklü bir kavrayış ve stratejik bakışla belirlemeliyiz.
Vietnam mücadelesi ile Gazze’deki Filistin
mücadelesinin yarattığı yeni antiemperyalizm dalgası arasında benzerlikler ve
farklılıklar var. Küresel bağlamla başlamama izin verin. Vietnam ulusal kurtuluş
mücadelesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dekolonizasyon sürecinin bir
parçasıydı. Çin ve Küba’dan kaynaklanan güçlü bir sosyalist akım ve Sovyetler
Birliği’nin ABD karşısında dengeleyici güç olması, ulusal kurtuluş
mücadelesinin gerçekleşmesi için siyasi ve askeri bir alan yarattı.
Filistin mücadelesi, son ulusal kurtuluş
mücadelelerinden biri olarak, ABD’nin İsrail yerleşimci devletine verdiği
destek koşullarında gelişmektedir ve ABD hegemonyasının gerilediği, Çin'in
yükseldiği ve çok kutuplu bir dünya sisteminin ortaya çıktığı bir dönemde
gerçekleşmektedir. Antiemperyalizmin iki dalgası arasında elbette farklılıklar
var. Altmışlı yıllardaki mücadele, güçlü bir sosyalist ideolojik ruha sahip
olmasına rağmen Üçüncü Dünya’nın ekonomik gücü zayıftı. Şimdiki dalga,
ideolojik olarak biraz daha karışık, ancak Çin’in başını çektiği çok daha güçlü
bir Küresel Güney ekonomisinin varlığı koşullarında gelişmektedir. Yetmişlerde
Üçüncü Dünya, yeni bir dünya düzeni talep etti ama bu talep boşa çıktı; bugün
ise bu düzeni kendi güçleriyle inşa ediyorlar. Filistin direniş hareketinin 7
Ekim 2023'te sadece hafif silahlar kullanarak gerçekleştirdiği küçük saldırı,
bir çığ gibi büyüyen olayları tetikledi. Bu, dünya sisteminin bugün ne kadar
farklı ve istikrarsız olduğunun bir işaretidir.
İki mücadele arasındaki yerel bağlam
farklılıklarına dönecek olursak: Vietnamlılar, “halk savaşı” stratejisi ve Ho
Chi Minh ile Vo Nguyen Giap’ın Çin devriminden uyarladıkları gerilla taktiğiyle
önce Fransız sömürgecileri, ardından da ABD emperyalizmini yenilgiye
uğrattılar. Filistinliler de aynı stratejiyi denediler, ancak güvenli bir ana
üsleri ve bu tür bir savaş için gereken geniş ormanlar ve dağlardan oluşan
coğrafyaları olmadığından, önce 1970’te Ürdün’den, ardından 1982’de Lübnan’dan
sürüldüler. Sonraki on yıllarda, İsrailli yerleşimciler, giderek daha fazla
toprak ele geçirdikçe, az çok kendiliğinden yinelenen “intifadalar” sonuç
vermedi. Coğrafi eksiklikleri telafi etmek için Gazze’deki direniş hareketi
kapsamlı bir tünel sistemi inşa etti ve İsrail ordusuna karşı bir şehir savaşı
stratejisi geliştirdi. Bu, uzun vadeli bir askeri strateji değildir. Gazze’de
devam eden savaş sona erdiğinde, direnişin bu strateji doğrultusunda saldırıyı
tekrarlaması ve bu tür bir savaşı sürdürmesi mümkün olmayacaktır. Ancak Gazze’deki
savaşın yerleşimci devleti zayıflatmayı başardığı kesin. İsrail, Gazze’deki
savaşı siyasi ve ahlaki olarak kaybetmiştir.
Dünya uluslarının ve halklarının büyük
çoğunluğu, İsrail devletine küçümseyerek bakıyor. AB ve Kuzey Amerika’daki
hükümetler dışında, Yahudi yerleşimci devletine duyulan sempati artık yok.
Onların devam eden desteği, insan hakları ve demokrasiden bahseden Batılı
güçlerin ikiyüzlülüğünü tüm dünyanın gözleri önüne serdi.
İsrail, ana müttefikleri olan ABD’nin
bölgedeki ve genel olarak Küresel Güney’deki itibarını zedeledi. ABD’nin
bölgedeki baş düşmanı olan İran’ı Arap dünyası ile birleştirdi.
İsrail, daha büyük, daha güçlü ve Filistin
mücadelesine her zamankinden daha fazla adanmış yeni bir direniş hareketinin
tohumlarını ekti.
İsrail, gelecekte Gazze ve Batı Şeria’yı
nasıl yönetecek? Bu, hem ekonomik hem de siyasi açıdan çok zor olacak. Bir
zamanlar sağlam ve sarsılmaz görünen Siyonist yerleşimci devletin kırılgan
olduğu, içeriden aşındığı ve dışarıdan artan bir baskı altında olduğu
kanıtlandı. Gazze’deki savaşı kazanmış olsa da Siyonist devlet, şimdi gelecekte
varlığını korumak için savaşıyor. Bu açıdan bakıldığında, Gazze halkının
çektiği muazzam acılara rağmen strateji başarılı olmuştur. İki milyondan fazla
insanın evi enkaz haline geldi; hastane yok, okul yok, su, elektrik ya da
kanalizasyon sistemi yok. 40.000 ölü. Çok daha fazlası yaralı, fiziksel engelli
ve zihinsel olarak mahvolmuş durumda. İki milyondan fazla insan harap olmuş bir
ortamda, hayatta kalmanın hiçbir yolu olmadan kapana kısılmış durumda yaşıyor.
Filistin direnişi, şimdi gelecekteki
mücadelesi için kapsamlı bir strateji geliştirmelidir. Sadece Gazze’yi değil,
Batı Şeria’yı, İsrail ve diasporadaki Filistinlileri de kapsayan eşgüdümlü bir
strateji. Emperyalistler, yakında İsrail yerleşimci devletini kurtarmak ve bir
Filistin komprador devleti kurmak için bir “iki devletli barış süreci”
başlatacaklar. Buna, farklı etnik-kültürel grupların aynı topraklarda yan yana
yaşayabileceği seküler bir devlet hedefi doğrultusunda, Filistin’in
sömürgesizleştirilmesi mücadelesiyle karşı çıkılmalıdır. ABD ve G7’nin geri
kalanı tarafından desteklenen, siyasi olarak zayıflamış ama hâlâ ağır silahlara
sahip yerleşimci devlete karşı böyle bir direniş stratejisi, bölgedeki
antiemperyalist mücadeleye ve ABD önderliğindeki emperyalizm ile Küresel Güney
devletlerinin çoğunluğu arasındaki küresel çatışmaya dâhil edilmelidir. Bu
çatışmaya daha geniş bir perspektiften bakalım.
Neoliberal Küreselleşmeden Jeopolitik Çatışmaya
Küresel neoliberalizmin 2007’den bu yana yaşadığı
krizler, ABD hegemonyasının gerilemesi, Çin’in yükselişi ve çok kutuplu bir
dünya sistemine doğru gidişle birlikte dünya, son yüz yılda görülmemiş derin
bir değişimden geçiyor. Merkez, artık yüksek teknolojili endüstriyel üretim
tekeli avantajına sahip değil ve küresel finans üzerindeki hakimiyetini de
kaybediyor. ABD, hegemonyasını sürdürmek için, elli yıldır kendisine çok iyi
hizmet eden ve Küresel Kuzey’deki tüketicilere büyük kârlar ve ucuz mallar
sağlayan neoliberal dünya pazarını bölüyor ve altını oyuyor. Bunu ticaret
savaşları, yaptırımlar ve ablukalar yoluyla yapıyor. ABD, jeopolitik bir
hakimiyet mücadelesinde siyasi baskı ve askeri araçlara yönelmiştir. Bu
strateji, gücün değil, zayıflığın bir ifadesidir.
Neoliberal küreselleşmenin yarattığı
işbölümü, Asya’nın “dünyanın fabrikası”, Batı’nın ise tüketici toplumlar
olması, ticaret yollarını kontrol etmenin jeopolitik öneminin çok büyük olduğu
anlamına geliyordu. Kuzeyde Asya’ya açılan kapının -Ukrayna- ve güneyde
Filistin, Süveyş, Basra Körfezi ve Kızıldeniz’in önemi buradan gelmektedir.
Jeopolitik bir mücadele içinde ABD liderliğindeki NATO, Avrupa-Asya koridorunun
hâkimiyetini sağlamaya, Rusya ve Çin’de Batı yanlısı Yeltsin tipi hükümetlerin
gelmesi ve rejim değişikliği için çalışmaktadır.
ABD, Ukrayna topraklarında Rusya ve NATO
arasındaki vekalet savaşı aracılığıyla Avrupa’yı yeniden ABD komutası altında
disipline etti. ABD, Avrupa’yı Rusya, Çin, İran, Küba, Venezuela ve genel
olarak Küresel Güney ile çatışmaya sürüklüyor. NATO üyeliği alakart bir yemek
değildir; Avrupa, ABD’nin Orta ve Uzak Doğu politikaları da dâhil olmak üzere
tüm Amerikan menüsünü yutmak zorundadır.
Son Oyunun Çelişkisi
“1968 kuşağı”ndan birçoğumuz, kapitalizmin
sonunu defalarca öngördük ve dünya devrimine dair umutlarımız boşa çıktı. Bu
durum, kapitalizmin tüm eleştirileri absorbe edebileceği ve tüm sorunların
üstesinden gelebileceği gibi yanlış bir inanca yol açtı. Kapitalizm, 200 yıldır
varlığını başarılı bir şekilde yeniden üretmiştir, ancak bu yeniden üretimin
sınırları vardır. Denge hâlinde bir sistem değildir. Emperyalist değer
aktarımının yarattığı merkez ve çevre arasındaki kutuplaşma, onun kendini
yeniden üretmesine izin vermiştir. Ancak Çin’in yükselişi bu dinamiğe meydan
okumaktadır. ABD hegemonyasının gerilemesi kapitalizmin sonunun habercisidir.
Küresel Kuzey’den ABD, hegemonyasını
sürdürmek için verdiği umutsuz mücadelede, küreselleşmiş üretim ve ticaretin
emperyalist boru hattı sistemini bozmaktadır. Güney kanadından Çin, Batılı
şirketlerin ve finans kurumlarının teknolojik tekelini kırarken eşitsiz mübadelenin
emperyal rantını azaltmayı başarmış ve Küresel Güney’in ekonomik kalkınması
için bir alternatif sunmuştur.
“Oyunun sonunda” küresel kapitalizm, üretimi
genişletme ihtiyacı ile buna karşılık gelen tüketim gücünün eksikliği
arasındaki içsel çelişkinin yarattığı ekonomik krizlerle boğuşacaktır. Kârlar
düşecek ve birikim durma noktasına gelecektir.
Mevcut Temel Çelişki
Bu geçişteki itici güç nedir? Bu soruyu
yanıtlamanın ilk adımı temel çelişkiyi tanımlamaktır. ABD, AB, Japonya, Yeni
Zelanda ve Avustralya, ABD hegemonyasını sürdürmek için birleşmişlerdir.
Bunlar, mevcut temel çelişkinin bir yönünü oluşturmaktadır. Diğer yönü ise Çin’in
başını çektiği, farklı nedenlerle ABD hegemonyasının devamına karşı çıkan ve
çok kutuplu bir dünya sistemi isteyen devletler topluluğudur. Son iki yüzyıldır
dünya sistemine hâkim olan Kuzey-Güney yapısını değiştirme ve Güney-Güney
ilişkilerini genişletme arzusunda birleşmişlerdir.
Kapitalizmin son oyunu, ekonomik, siyasi ve
ekolojik yapısal krizi çerçevesinde gerçekleşmektedir. Yapısal kriz, sistemin
dengesinin bozulması ve konjonktürün düzenli dalgalar âlinde değil, kontrol
edilemeyen ani salınımlar hâlinde gerçekleşmesi anlamına gelmektedir.
İklim değişikliği bir gerçek; belirsiz olan,
yıkımın hızıdır. Bir sonraki felâket nereye vuracak ve ne kadar büyük olacak?
Artan ekolojik ve iklimsel sorunlar ile dünyanın doğal kaynakları için verilen
mücadele devrimci durumları tetikleyebilir, yaşam koşullarını değiştirebilir,
doğal felâketlere ve mülteci hareketlerine neden olabilir. Ayrıca gerileyen
hegemonun neden olduğu jeopolitik mücadelenin yoğunlaştığı bir dünya
sisteminde, nükleer savaş tehlikesi de bulunuyor. Dünyanın önde gelen güçleri
arasındaki bir savaş, nükleer silahların kullanımına kadar tırmanırsa dünyanın
temel çelişkisi hâline gelebilir. Kapitalizmin sonu kaos ya da sosyalizme geçiş
olabilir; bu, bizim mücadelemizin sonucuna bağlıdır.
Bugün Antiemperyalizm
Antiemperyalizm, bugün “uzun altmışlar”da
olduğu gibi olamaz. Tarih tekerrür etmez; ileriye doğru hareket eder. Yüksek
devrimci ruh ve kırkların sonundan yetmişlerin ortalarına kadar uzanan süreçte sömürgecilik
karşıtı mücadelenin elde ettiği başarı, dünya sistemindeki çelişkilerin bir
bileşimidir. Sosyalist Blok ile ABD arasındaki çelişki ve bir tarafta
gelişmekte olan Üçüncü Dünya ile diğer tarafta ABD’nin yeni sömürgeciliği
arasındaki çelişki. Birbiriyle bağlantılı bu küresel çelişkiler dizisi, Asya,
Afrika ve Latin Amerika’da sosyalist bir perspektifle antiemperyalist bir
kurtuluş mücadelesi dalgasının önünü açtı.
Tüm bunlar, yetmişlerin ortalarından itibaren
neoliberal küreselleşmenin karşı saldırısıyla değişti. Ulusal kurtuluşu
sosyalist bir dönüşüme doğru devam ettirmek zorlaştı. Ancak neoliberalizm “tarihin
sonu” değildi. Bir yandan sanayi üretiminin dışarıya taşınması, değerin Güney’den
Kuzey’e aktarılmasıyla sonuçlandı. Diğer yandan, Küresel Güney’deki üretici
güçlerin gelişimi, zengin Kuzey ile yoksul Güney arasındaki yüzyıllık
kutuplaşmayı kırmaya başladı. Yetmişlerde Üçüncü Dünya “yeni bir dünya düzeni”
çağrısında bulundu, ancak bundan bir sonuç çıkmadı. Bugün Küresel Güney, yeni
bir dünya düzeni yaratıyor.
Örneğin BRICS+ dünya nüfusunun yüzde 46’sını
ve dünya ekonomisinin yüzde 36’sını temsil ederken, dünya nüfusunun sadece
yüzde 10’una ve dünya ekonomisinin yüzde 30’una sahip G7'yi (ABD, Kanada,
İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya ve Japonya) dengelemektedir. BRICS+ antikapitalist
bir örgütlenme değildir. Ancak doğru yönde atılmış bir adımdır. Ortaya çıkmakta
olan çok kutuplu dünya sistemi, hegemonyacılık ve karşı hegemonyacılık,
muhafazakâr ve ilerici, kapitalist ve sosyalist güçler arasındaki çelişkili
akımlar kompleksinden oluşmaktadır. Dünya bu şekilde görünüyor.
Marx’ın şu sözlerini aklımızda tutmalıyız: “Hiçbir
toplumsal düzen, kendisine yer bulan tüm üretici güçler gelişmeden ortadan
kalkmaz.” Biz bu noktaya ulaşıyoruz. Ardından, Marx’ın devam ettiği gibi,
toplumsal devrim dönemi geliyor.[1] Zor olan, bu birbirine bağlı çelişkiler
denizinde yolumuzu bulmaktır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ve “uzun
altmışlar”a kadar antiemperyalist mücadele, Sovyetler Birliği, Çin ve Küba gibi
geçiş dönemi devletlerinin desteğiyle, ulusal kurtuluş için savaşan halk
hareketleri tarafından yürütüldü.
Sömürgecilikten kurtulma süreci sayesinde
sömürülen ve ezilen halklar, ulusal kurtuluşlarını elde edebilecek hareketler
örgütlemeyi başardılar. Ancak bu yeni doğan devletler, hâlâ egemen emperyalist
merkezin sömürü ve baskısının kurbanlarıydı.
ABD’nin dünya sisteminin tek hâkimi olduğu yirminci
yüzyılın zorlu son çeyreğinde, bazıları emperyalist işbirlikçiliğe geri
döndüler.
Ancak neoliberalizmin gerilemesi ve Çin’in
yükselişiyle birlikte, dünya sistemini merkez-çevre şeklinde kutuplaştıran iki
asırlık eğilim kırılmış, Küresel Güney devletleri nefes alma alanı ve
dolayısıyla antiemperyalist bir duruş benimseme fırsatı kazanmıştır. Mevcut
antiemperyalizm dalgasında, geçiş dönemi devletleri dünya sisteminde daha güçlü
bir ekonomik ve siyasi aktör hâline gelerek, diğer devletlerin emperyalist
hakimiyetten uzaklaşmaları ve sosyalizme doğru hareket etmeleri için alan
sağlamıştır.
Altmışlı yıllarda olduğu gibi, hegemonyasını
sürdürmeye çalışan Kuzey ile Küresel Güney arasındaki çelişki, sosyalizme doğru
ilerlemek için mücadele eden hareketler ve uluslar için alan yaratabilir.
Küresel Güney’deki üretici güçlerin gelişimi, onları bu hedefe ulaşmak için
altmışlı yıllara kıyasla çok daha iyi bir konuma getirmiştir. ABD, hâlâ temel
çelişkinin baskın yönüdür, ancak Güney saldırıya geçerek merkezi kuşatmaktadır.
Altmışlı yıllarda Üçüncü Dünya’nın dönüştürücü gücü “devrimci ruha”, ekonomik
kalkınma üzerinde ideolojik hâkimiyet kurma girişimine dayanırken, Küresel
Güney’in mevcut dönüştürücü gücü ekonomik gücüne dayanmaktadır.
Olaylar beklediğimizden daha hızlı
gelişebilir. Önümüzdeki on yıllar dramatik ve tehlikeli olacaktır. Geçiş süreci
bir çay partisi olmayacak. Siyasi ittifaklarda ani değişimler göreceğiz ve bu
senaryoda rotadan sapmamamız ve net bir sosyalist perspektife sadık kalmamız
gerekiyor. Aynı zamanda iklim değişikliği nedeniyle zamanın baskısı altında
çalışıyoruz.
Burada, Küresel Kuzey’de bizim için soru
şudur: Bu mücadeleye nasıl katkıda bulunabiliriz? Benim deneyimim esas olarak,
ABD ile birlikte Irak, Afganistan, Libya, Suriye ve şu anda Kızıldeniz’de yer
alan en NATO yanlısı ülkelerden biri olan Danimarka’ya dayanıyor. Küresel Kuzey’deki
ülkeler arasında sosyal ve ekonomik koşullar açısından farklılıklar olduğunun
farkındayım, ancak düşüncelerimi anlamlı kılan benzerlikler de olduğunu
düşünüyorum.
Canavarın Göbeğinde Antiemperyalizm
Altmışlarda olduğu gibi, merkezdeki
antiemperyalist hareketler, Üçüncü Dünya’daki mücadeleler eliyle yaratılmaktadır.
Bu hareketleri dün yaratan Vietnamlılardı, bugün Filistinlilerdir.
Antiemperyalist mücadelenin arkasındaki itici güç biz değiliz. Küresel
Güney’deki sömürülenler ve ezilenlerdir.
Kuzey’deki antiemperyalistler, azınlık ama
önemli bir azınlık olacaktır. Mülteciler ve göçmen işçiler, Küresel Kuzey
içinde antiemperyalist bir “Truva Atı” olabilirler. Üretim ve hizmetlerdeki
konumları nedeniyle güçsüz değildirler ve ailelerine olan bağlılıkları ve
Küresel Güney’deki anavatanlarının ekonomik kalkınmasına yönelik umutları,
kalmalarına zar zor tahammül eden bir devlete olan bağlılıklarından daha güçlü
olabilir.
Bizim rolümüz, Güney’deki mücadeleyi siyasi
ve maddi olarak desteklemek ve merkezin emperyalizm için güvenli bir ana üs
olmamasını sağlamaktır. Bu, bizi devlet düşmanı yapacaktır. Devlet,
propagandadan kriminalize etmeye kadar her türlü yöntemle bizi susturmaya
çalışacaktır. Ulusal hain olarak damgalanacağız ama bu sınıf haini olmaktan
daha iyidir.
Mücadelemizde halkın geniş desteğini
alamayacağız. “Sudaki balık” gibi olmayacağız. Küresel Kuzey’deki nüfusun
çoğunluğu, özgürlüklerini ve yaşam biçimlerini savunduğuna inandıkları NATO’yu
destekliyor. Nüfusun büyük bir bölümü sağa dönüyor, göçe karşı çıkıyor. Bununla
birlikte, onları antiemperyalist olmanın uzun vadeli çıkarlarına uygun olduğuna
ve NATO’nun yanında yer almanın tehlikeli olduğuna ikna etmeye çalışmalıyız. Bu,
zor bir görev olacaktır. Ancak, merkezde devam eden siyasi ve ekonomik kriz,
uzun vadede tutum değişikliği için uygun bir zemin hazırlayacaktır. Böyle bir
kriz, emperyalist merkezin düşüşünü hızlandıracağı için memnuniyetle
karşılanmalıdır. Batı’nın 500 yıllık sömürgecilik ve emperyalizmden sonra
gerilemesinin kucaklamamız gereken bir şey olduğunu ve Küresel Güney’in
yükselişinin ve çok kutuplu bir dünya sisteminin daha eşit ve sürdürülebilir
bir dünya sistemine yol açabileceğini anlatmalıyız. Bulunduğumuz coğrafyada
devrimci bir durum, Küresel Güney’in emperyalizme karşı zaferi ve dolayısıyla
merkezde (Kuzey’de) ekonomik ve siyasi bir kriz olmadan mümkün değildir.
Bulunduğumuz coğrafyada antiemperyalist
olmak, olmayı seçtiğiniz bir şeydir. Sosyo-ekonomik koşullara bağlı değildir.
Bu, bir zorunluluk değildir. Filistin’de olduğu gibi, var olmak için direnmek
zorunda değiliz.
Son elli yılda antiemperyalist örgütlerin bir
üyesi olarak, yoldaşların gelip gittiğini gördüm. Bazıları mücadeledeki
gerileme dönemlerinde projeye olan güvenlerini ya da ilgilerini kaybettiler ve
koptular. Diğerleri, antiemperyalizm artık çalışma planlarına, kişisel
yaşamlarına veya profesyonel kariyerlerine uymadığında; yaşlandıklarını, daha
olgun, daha bilge, daha az naif olduklarını savunarak bıraktılar ve bu, böyle
devam etti. Bazıları önemli işlere giriyor ya da iktidar koridorlarında yer
alıyor, eski görüşlerinden ve kişisel ilişkilerinden utanıyorlar. Bu, kişisel
bir eleştiri değildir. Bu, canavarın göbeğinde antiemperyalizm için seferber
olmanın şartlarıdır.
Küresel Kuzey’deki antiemperyalist örgütlenme
istikrarsız ve kırılgandır. Örgütler inşa ederken ve stratejiler geliştirirken
bunu göz önünde bulundurmalıyız. Dünyada adanmışlık, disiplin ve uzun soluklu
mücadeleye hazır yoldaşlar aramalıyız.
Önümüzdeki on yıllarda kapitalizm oyunun
sonuna doğru ilerledikçe mücadele daha da yoğunlaşacaktır. Bu “parkta
yaptığımız yürüyüş” gibi olmayacak. Buna örgütsel ve kişisel düzeyde
hazırlanmalıyız. Bu da önümüzdeki yıllarda, dünya sisteminin nasıl gelişeceğine
dair sağlam bir analize sahip olmak anlamına geliyor. Buradan yola çıkarak
somut bir pratiğe dökülebilecek bir strateji geliştirebiliriz. Tüm bunlar,
soyut ve genel terimlerle değil, mümkün olduğunca spesifik ve somut terimlerle
yapılmalıdır.
Hangi hareketler, örgütler ve uluslar en
önemli antiemperyalist güçlerdir? Onları siyasi ve maddi olarak nasıl
destekleyebiliriz? Mücadelenin şu anki aşamasında bunu yapmak için hangi
becerilere ve örgütlenme biçimlerine ihtiyaç var? Düşman tarafının da analizine
ihtiyacımız var. En önemli emperyalist örgütler ve uluslar hangileridir? Onlara
karşı nasıl mücadele edebiliriz? Direnişimize karşı tepkileri ne olacak? Bu
karşılaşmaya en iyi nasıl hazırlanabiliriz?
Kendimizi kişisel düzeyde de hazırlamalıyız.
Hem devletin hem de çevremizdekilerin toplumsal baskısı altında olacağız. Ana
akım medya ve kültürden üniversitelere ve aileye kadar. Tükenmemek için nasıl
mücadele edeceğinizi seçin. Ho Chi Minh bize bazı tavsiyelerde bulundu. Kulağa
sıradan gelebilir ama üzerinde biraz düşünün:
“Konuşmadan
önce düşünün.
Harekete geçerken kararlı olun.
Yazarken temkinli olun.
Karar anında sakin ve soğukkanlı olun.
Öfkelendiğinizde kendinizi kontrol edin.
Melankolinizi unutun.
Kişisel üzüntülerinizi daha büyük bir amaç için bırakın.”
Özetlemek Gerekirse:
1. Emperyalizm, küresel bir sistemdir ve
küresel bir anti-sistemik yanıt gerektirir. Emperyalizmle yalnızca ulus-devlet
sınırları içinde, diğer mücadelelerden soyutlanarak mücadele edilemez.
2. Sistem karşıtı hareket, küresel olarak
koordine edilmeli ve öncelikleri, yerel çıkarlar temelinde kısa vadeli hedefler
olarak değil, buna göre belirlenmelidir.
3. Antiemperyalist mücadelenin merkezi,
sömürü ve baskının en ağır olduğu ve çevresel yıkımın en büyük olduğu Küresel
Güney’dir. Küresel Güney’deki halk mücadelelerini sadece sözle değil, eylemle
ve maddi araçlarla da desteklemeliyiz.
4. Küresel Kuzey’deki bizler, Küresel Güney’deki
proletaryanın bulunduğumuz coğrafyada devrimci bir durum yaratmasını bekleyen
pasif seyirciler olmamalıyız. Kuzey’in emperyalizm için güvenli bir “hinterland”
olmamasını sağlamalıyız; bu da sağcı milliyetçiliğe, ırkçılığa ve hepsinden
önemlisi, Küresel Güney’deki emperyalist siyasi ve askeri müdahaleye karşı
mücadele etmek anlamına gelmektedir.
5. Mücadelemiz sözden öteye geçerse,
sonuçları olacaktır. Hem kişisel hem de örgütsel olarak bunu planlamalı ve buna
hazırlıklı olmalıyız. Önümüzdeki on yıl içinde küresel mücadele nasıl
gelişecek? Ben ve örgütüm, değişimin nesnel ve öznel güçlerinin analizine nasıl
dahil olabiliriz? Ne tür bir destek sunabiliriz? Mücadelede kullanılacak
spesifik yollar ve araçlar; örgütün türüne ve belirli siyasi durum ve yere
bağlı olacaktır.
6. Antiemperyalizmin kriminalize edilmesine yönelik
girişimler artacaktır. Kişisel düzeyde, sadece devletle değil, aynı zamanda hâkim
söyleme bağlı toplumla da karşıtlık içinde olmak kolay değildir. Bizi sisteme
entegre etmeyi amaçlayan kuvvetli güçler var. Sisteme karşı açık ve net bir
muhalefet yürütmek, ekonomik ve siyasi krizlerin kapitalizmin “son oyun”unun
bir parçası olduğunu kabul etmek zor olacak ve bunu memnuniyetle
karşılamalıyız.
Zafer, ezilenlerin ve sömürülenlerin olacak!
Torkil Lauesen
26
Haziran 2024
Kaynak
Çeviri: Komün Gücü
Dipnot:
[1] Marx, Karl (1859). Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı. Birinci Bölüm
Önsöz. Toplu Eserler. Cilt 29. Moskova: Progress Publishers, 1977.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder