Pages

26 Temmuz 2024

George Bernard Shaw

Burjuva Üst İnsanı Üzerine Bir İnceleme


Fabyusçuların içerisinde nadiren tesadüf edebileceğiniz iyi insanlardandı.
[Lenin]

 

Shaw, ömrü boyunca hem İngiltere’de hem de Amerika’da “orta sınıf”ın sıradan üyeleri arasında sosyalist düşüncenin temsilcisi olarak kabul edildi. Shaw, bir olgu olarak, birçok yönden ilginç ve önemli; o, burjuva yanılsamasının ne kadar inatçı olabileceğinin kanıtı.

Bir burjuva, Marksizme aşina olabilir, toplumsal sistemi sert bir dille eleştirebilir, onu büyük bir hevesle değiştirmek isteyebilir, ama gene de bu burjuva, insanın kendi içinde özgür olduğuna inandığından, ortaya koyduğu tüm bu çabalar, boş yere havanda su dövmekle neticelenir.

Eski anarşist, vejetaryen ve Fabyusçu bir isim olarak Shaw, son demde sosyal faşist oldu. Bu hâliyle bir ütopik sosyalist olması, tabii ki kaçınılmaz. Ondaki ütopya düşüncesi, Back to Methuselah [“Methuselah’a Dönüş”] kitabında gayet iyi izah ediliyor. Bu kitap, pratikte sanatsal yaratım ve bilimle alakalı çalışmalara giren ayran gönüllü gençleri horgören ve günlerini düşünerek geçiren eski çağ insanlarının yaşadığı cenneti tasvir ediyor.

Bu türden çalışmalarıyla Bernard Shaw, ait olduğu, nitelik itibarıyla burjuva olan sosyalizm anlayışındaki zafiyeti ve özünü ifşa ediyor. Onun sosyalizm anlayışı, katışıksız tefekkür işlemini önceleyen, önemli gören bir anlayış. Bu katışıksız tefekkürde insan yalnızdır, her türlü işbirliğinden, tümüyle azadedir ve özel bir dünyanın içine hapsolmuştur. Buradan da şu türden bir kanaat geliştirilir: Katışıksız tefekkürde yalnız olan insan, tam manasıyla ancak burjuva düşüncesiyle özgür olabilir.

Peki bu, bilim insanında görebileceğimiz türden bir yanılsama mıdır? Hayır, bilim, katışıksız fikir değildir, o, eylemle ittifak hâlinde olan, tüm fikirlerini gerçekliğin mahkemesinde yargılayıp sınamış fikirdir. Bilim, her daim bilmekle olmak, düşle dış gerçeklik arasında seyreden diyalektik hareket dâhilinde oluşan fikirdir. Shaw, modern bilimden ondaki insani zayıflıklar sebebiyle tiksinmez, özünde modern bilimden, pratikte yaratma konusunda üstlendiği rolü layıkıyla yerine getirdiği için nefret eder.

Karşımızda hepimizin aşina olduğu bir kişilik türü var: bir aydın, her zaman olduğu gibi gene düşman gördüğü gerçekliğe katışıksız fikirle hâkim olmaya çalışıyor. İnsanın hayal âlemine çekilip kategoriler veya etkili olduğuna inanılan büyülerle gerçekliği kendisine tabi kılacağı vehmine kapılması, insana has bir zayıflıktır. Bu kusur, “teori” insanının, peygamberin, mutasavvıfın ve metafizikçinin kusurudur. Hastalık düzleminde değerlendirirsek, bir nevrotiğin işleyebileceği bir kusurdur. Burada hepimizde kalıntıları bulunan, büyüye inanan ilkel insanın izlerini bulmak mümkündür. Shaw’da bu kusur, bildiğimiz burjuva biçimine bürünmektedir.

Shaw, hakikatin özgürlük getirdiğini görür ama bu anlayışın zeki bir insanın tek başına bulduğu bir şey değil de toplumsal bir ürün olduğunu görmeyi reddeder. Shaw, insanın dünyaya hükmedecek düşünceler biçimini almış saf aklı toplumsal eylem olmaksızın, tartışma ve akıl yürütme yoluyla, kendisindeki Platoncu ruhtan devşirebileceğine, yeni ve daha yüce bir bilinçlilik düzeyine ulaşabileceğine hâlen daha inanmaktadır.

Bu noktada şu önemli hususu vurgulamak gerekiyor: gerçek bilim insanı gibi gerçek bir sanatçı da bu tür bir yanlışı yapmaz. Bilim insanı da sanatçı da gerçeklikle sürekli temas hâlindedirler, gerçekliği kendilerinin dışında ararlar, bulmayı arzularlar.

Gerçeklik, geniş, çetin ve insan tanıdıkça giderek karmaşıklaşan maddedir. Onu bilmek için insanların nesiller boyu toplumsal düzeyde akıttığı tere ihtiyaç vardır. Bugün bilim o denli karmaşıklaşmıştır ki bir insan, ancak onun küçük bir kısmını tam anlamıyla kavramayı ümit edebilir. Bir zihinde tüm bilgilerin toplanabileceğine dair o eski düş, yok olup gitmiştir. İnsanlar, bu devasa duvar halısına birkaç ilmek atarak katkı sunmakla yetinmek zorundadır, hatta bu birkaç ilmek, Newton veya Darwin’in o büyük buluşları kadar karmaşık da olabilir.

Bugün Shaw, o burjuva bireyciliğiyle, tek bir keskin zekânın gerçeklik üzerinde kuracağı hâkimiyete getirdiği kısıtlamalara hiçbir şekilde tahammül edememektedir. Shaw, bilimin araçlarını kullanmada ustalaşabileceğini umamadığı için tüm o araçları birer hurafe diye çöpe atar. “Güneşin dünyadan doksan milyon mil uzakta olması saçmalık” der. Doğal seleksiyon mantık dışıdır. Böylelikle Shaw, onca terle elde edilmiş olan bu anlayışlar yerine, dünyaya dair teoriler geliştiren bir Hindu mutasavvıfı gibi, kendi arzularından devşirilmiş fikirler atar ortaya. Tüm bilimi saçma bulup çöpe atan Shaw, gerçekliğin tarihini büyücülere has “yaşam gücü” ve boş yere hayaller kurduran Tanrı anlayışı üzerinden yazar.

Shaw’un kozmoloji, kâinat anlayışı, yabani ve ilkel ve idealisttir. Shaw, bu çetin, sıkıntı verici, dikenli gerçekliğe, o bildiğimiz nevrotik yöntemle, kendi arzularının gerçekleşmesine dair, zihninde kurguladığı bir dizi vesveseyle hükmettiğini düşünür. Bunun nedeni Shaw’daki aptallık değil, doğal yollardan edindiği keskin zekâsıdır. Bu zekâ öylesine keskindir ki Shaw, onun sayesinde, salt düşünme pratiğiyle, toplumun yardımı olmaksızın, tüm bilgiye hâkim olabileceğini düşünmek gibi bir kibre kapılır. Onun kozmolojisinin bizde, hayat hakkında teoriler üreten, istisnai bir zekâya sahip tıp insanının yol açacağı türden bir etkiye sebep olmasının nedeni buradadır. Vasat bir aydın, hâlen daha ilkel bir teorileştirme pratiğinin etkisi altında olduğu için, onun Shaw’un tüm felsefesinin özündeki kabalığı tespit edememesine hiçbir şekilde şaşırmamak gerekir. Onda burjuva, burjuvayla konuşur.

“Düşünceden azade eyleme inanmak” denilen ilkellik, faşistlere özgü bir sapkınlıktır. Ama aynı şekilde, “Eylemden azade düşünceye inanmak” denilen ilkellik de burjuva aydınına özgür bir sapkınlıktır. Düşünce eylemden kopartıldığı an eli kolu bağlanır, daha doğrusu, hiçbir şey üretmeyen bir makine gibi hareket edip durur, çünkü düşünce, eyleme yardım eden bir araçtır. Düşünce eyleme yön verir, rehberlik eder, ama rehberlik etmeyi de eylemden öğrenir. Var olmak, tarihsel planda her daim bilmeyi önceliyor olmalıdır, çünkü bilmek, var olmanın bir uzantısı olarak gelişir.

Shaw’un eylemden arınık, yapayalnız düşünceye öncelik veren içgüdüsel burjuva inancını sadece o gülünç kozmolojisinde ve itici ütopya anlayışında değil, ayrıca, muhtelif hayvanatın uzun boyna sahip olmaya karar verebildiklerinden, zihinlerini amaçlarına odaklayıp büyümeyi bildiklerinden söz eden (İngiliz yazar Samuel Butler’a atıfla) Batlırcı biyoloji anlayışında da görmek mümkündür. Shaw’daki bu Batlırcı yeni Lamarkçılık, tüm o gülünç hâliyle, burjuva zihnini duygusal yönden epey etkilemiştir. İlgili fikriyat öylesine güçlüdür ki, bu hipotez konusunda ortada tek bir delil bulunmadığını, eldeki tüm delillerin aksi görüşü desteklediğini kabul etmelerine rağmen ciddi bilim insanları, sırf kendilerine hoş geliyor diye bu hipoteze koşullu da olsa onay verirler. Tümüyle özgürlük ve bireyin zihninin özerkliği gibi burjuva anlayışlara takıntılı olan bir akıl için bu türden bir anlayış, determinizmin redde tabi tuttuğu cenneti vaat ediyormuş gibi görünür.

Eğer Shaw’un Fabyusçuluğu, tüm eserlerine nüfuz edip o eserlerin sanatsal ve politik değerini çalmamış olsaydı, bu söylenenin bir önemi yoktu. Düşüncenin kendine kapalı üstünlüğüne inandığı için onun kaleme aldığı oyunlarda insanlık yoktur, sadece yürüyen akıl olarak insanlar vardır. Neyse ki insanlar yürüyen akıl değildirler. Öyle olsalardı, insan ırkı, mantığın ve metafiziğin kimi düş ve kurgularında çoktan yok olup gitmişti.

Bilinçsiz varlıklar olarak insanlar, dürtü ve basit hayatta açılmış eski oluklarda ilerleyen, ara sıra zirvesinde bilincin nurunun belirdiği birer dağdır. Bu bilinçli nur, değerini ve gücünü duygulara ve dürtülere borçludur. Sadece formunu düşüncenin akılla oluşmuş biçimlerinden almıştır. İnsanlar, her çağda bu bilinci daha yoğun kılmak için uğraşırlar. Bu uğraş dâhilinde sanatçı, duyguları inceltip yoğunlaştırır, bilim insanı ise düşünce denilen formu daha eksiksiz ve daha gerçek kılar. Her iki hâlde de bu iş, varlığı inceden inceye yanan ateşe atarak ifa edilir.

Shaw ise daha çok ateşle, varlıktan azade nurla ilgilidir. Bu şekilde varlıktan soyutlanmış olan fikirler, boş ve önemsizdirler. Geride bıraktıkları ufak çınlamayla çekip giderler. Böylelikle Shaw’un oyunları, “renksiz cansız kategorilerin yerli yersiz dans ettikleri bir sahne”ye dönüşür.

Bu bilinçle ilgili olarak geliştirilmiş olan fikir ve duygu karmaşası, toplumsal iktidarın kaynağı değil, sadece bileşenidir. Toplum, atölyeleri, binaları, maddi sağlamlığı ile her daim gerçek varlığın altında duran bir şey olarak takdim edilir. O, her insanda bilinmeyenin, bilinçsiz ve akıl dışı olanın devasa havuzu olarak görülür. Öyle ki her insanın bilinçli hayatı, tüm varoluşunun ana kütlesi üzerinde ara sıra beliren bir parıltıdan ibarettir.

Ayrıca, toplumun bilinçli kısmının sert ve her türden değişime direnen bir kabuğu vardır. Üstelik bu direnç, tüm genellemelerin gerisinde, malzeme ve teknikteki değişimde, varlık gerçek manada detaylı hâle gelirken bir biçimde hissedilir. Bu direnç sayesinde her insanda bir gerilim oluşur. Bu gerilim, toplumdaki gerçek dinamik güçtür. Sanatçıları, şairleri, peygamberleri, delileri, nevrotikleri ve tüm o belirsizlikleri, akıl dışılıkları, itkileri, aniden gelişen nedensiz duyguları, tüm hazları ve korkuları, hayatı hayat yapan, sanatçıyı aşka getiren, nevrotiği korkutan şeyleri bahsini ettiğimiz gerilim üretir. O toplamda, huzursuz, muhafazakârlık karşıtı ve devrimcidir. Bugünle yetinemeyen her şeydir: âşıkların aşktan usanmalarına, çocukların o mutlu ebeveyn kucağından kaçmalarına, insanların kendilerini faydasız olduğu aşikâr olan çabalarda heba olmasına neden olan odur.

Tüm mutluluğun ve kederin kaynağı olarak gerilim, insanın varlığı ile bilinci arasındaki mesafeyle ilgilidir. Toplumu yöneten, hayatı canlı kılan odur. İşte Shaw, ölü olan düşünce alanının altında duran her şeyi ve onları yaratan tüm bu gerilimi yok eder. Bu gerçek manada faal olan varlığı teolojik düzeyde ikame eden fikir olarak Hayat Sevgisi’ni Shaw, düşünsel düzeyde oluşturur. Bu sebeple, onun karakterlerinin insanla bir alakası yoktur. Bu karakterlerin tüm çelişkileri akıl düzleminde oluşur ve hiçbir çelişki çözüme kavuşturulmaz. Zaten mantık, yalnızca eylemde sentezlenebilecek ebedi zıtlıkları nasıl çözüme kavuşturabilir ki?

Bahsini ettiğimiz gerilim, Sezar ve Jan Dark gibi henüz sistematik bir ifadeye kavuşturulmamış, deneyime yön verecek rehber uyarınca, doğasını hiç bilmedikleri, ama tarihin itaat ediyormuş gibi göründüğü muazzam yetenekleri haiz güçleri var kılan kahramanlar yaratandır. İşte Shaw, bu türden kahramanları tahayyül ve tasavvur etme kabiliyetinden mahrumdur. O, o güçlerin sebep oldukları şeyleri bile isteye yaptıklarını varsaymak zorundadır. Dolayısıyla bu kahramanlar, Shaw’a bir burjuva tarih kitabından fırlamış, insanlıktan pek nasibini almamış figürler olarak görünür. Onların hayatlarını toplumsal değişime yol açan akımlara dair bir sınav kâğıdını inceler gibi sakin yaşadıklarını düşünür. Yazdığı oyunlar birer tiyatro eseri değildir. Bunlar, sanat olarak görülemezler. Burada sadece tartışma söz konusudur, dolayısıyla, hiçbir yere çıkmayan tartışmalar gibi trajik bir sondan, zamansal ilerlemeden veya sanatsal birlikten mahrumdur.

Bu sebeple, Shaw’un bir tür entelektüel aristokrat olduğunu söyleyebiliriz. Onu harekete geçiren dürtüleri en iyi oyunlarındaki komik veya ikinci sınıf figürler akli yoldan ifade ederler. Oyunlarında dil bulan talepleri en çok da bu tiplerin ağzından işitiriz. Aktörler birer hiçtir, düşünürlerse her şey.

Gerçek hayatta kudretli, heybetli ama alabildiğine beyinsiz olan biri bile, misal “Binbaşı Barbara” oyunundaki silâhtar, Shaw’un düşüncesine göre sahneye çıktığında seyirciyi etkilesin diye zeki bir teorisyene dönüştürülmelidir. Oysa biz biliyoruz ki zihnini biçimlendirme becerisinden yoksun, ama gerçekliği, pek çok aydın dostumuzdan çok daha fazla, çok daha yoğun, çok daha güçlü bir şekilde etkileyen insanlar var ve biz bu insanlara hayranızdır. Tüm hayatımız boyunca yaşanan olaylarda düşüncenin tek başına dünyaya yön vermeye yetmeyeceğini biliriz. “Hayali” ve “akıldışı” sanata, bize sadece kendi deneyimlerimizi anlatan, kısa süreli de olsa saf duygusal bilincimizi canlandıran sanata hürmetimiz, bunun kanıtıdır.

Savaşta, sanatta, devlet adamlığında ve ahlak sahasında dünya tarihi açısından belirli bir öneme sahip olan insanların hiçbirisi, Shaw’un oyunlarında karşımıza çıkmaz. Shaw, burjuva diyalektiğini iyi savunan biri olmadan, insanları etkileyen bir karakter yaratamaz. Bu acizlik, doğalında Shaw’un aktardığı proleter karakterlerde karşılık bulur. Binbaşı Barbara’da anlatılan, askeriyeye ait yurttaki proleterlerde görüldüğü gibi hepsi de birer karikatür tiptir. Bu kişiler, ancak İnsan ve Üstinsan oyununda gördüğümüz şoför gibi “eğitim” gördüğü takdirde saygın biri hâline gelirler.

Görüldüğü üzere Shaw’un idealize ettiği, yücelttiği dünya, komünizmin dünyası değil, tıpkı Wells’in dünyası gibi, yoksul, kafası karışık işçilere rehberlik eden aydın Samuray’ın yönettiği dünyadır. Bu, esasında faşizmin dünyasıdır.

Özgürlüğün doğası konusunda yanlış bir görüşe sahip olan burjuva aydınları, bu anlayışlarının özünde olan çelişkiler sebebiyle özgürlüğün karşıtı olan faşizme sürüklenirler. Shaw’un Ütopya’sı, aydınların teşkil ettiği bürokrasinin örgütlediği, yukarıdan aşağıya dayatılmış, planlı bir dünyayı ifade eder. Bu, esasen komünizmin dünyasınca redde tabi tutulmuş, yadsınmış bir dünyadır. Komünizmin dünyası ise herkesin yönetim süreçlerine dâhil olduğu, varlık âlemiyle rabıtasını kesmemiş, aktif aydınların bilinçli işçiden öğrendiği, aynı şekilde, işçilerin taleplerine düşüncenin yön verdiği bir dünyadır. Düşünce ile eylem arasındaki ölümcül sonuçlar doğuran sınıfsal yarık kapanmıştır. Görevden alınıp yerlerini başkasına bırakan memurların yürüttükleri görev için özel eğitim almadıkları bu dünya, Fabyusçuların gördüğü düşün veya kâbusun karşıtıdır. Bu Fabyusçuların sınıfsal Ütopya’sında yönetici sınıf, sürekli iktidarda kalan, entelektüel, eğitimli bürokrasi biçimini almıştır ve devletin imkân ve yetkilerini proletaryanın hayrına olacak şekilde kullanır. Aslında bu, tıpkı kapitalist gibi dünyaya sahip olmayan ama aynı zamanda proletarya gibi o dünyaya bir gün sahip olacağı kesin olan orta sınıfın gördüğü güzel bir düştür. Gerçekleşmesi imkânsız olan bu düş, aydını proletaryadan uzaklaştırır ve onu gericilikle faşizmin kalesi hâline getirir.

Shaw, özgürlüğün bir tür ilâç gibi iyi niyetli bir insanın cahil işçiye dışarıdan dayatabileceği bir şey olduğunu söyleyen fikirden hâlen daha kopabilmiş değildir. Oysa bu bahsi edilen özgürlük, proletarya değil, burjuvazi için ilâçtır. Shaw, aydının da işçinin de özgürlüğe sahip olmadığını, onların bu paha biçilmez bir şey olarak özgürlüğü kimseye veremeyeceğini, her ikisinin de kendi dönemlerine ait kategorilerin sınırlarına tabi olduğunu, kimsenin kimseye bahşedemeyeceği gerçek özgürlüğü fiiliyatta ancak komünizmin yaratabileceğini görmez.

Özgürlük, bir keşif yolculuğudur, ama gene de bu yolculukta bir konuda netiz: Romalının, feodal lordun ve burjuvanın elde ettiği özgürlüğün hayali olduğu görülmüştür. Bunun basit nedeni şudur: çünkü Romalı da feodal lord da burjuva da yönetici sınıfın özgürlüğe kavuşacağına ve onu topluma dayatacağına inanmıştır. Oysa gördük ki bu güçler başarısız oldular. Dolayısıyla, bugün insan her yerde esir. Çünkü bu güçler, özgürleşirken kölelerini, serflerini veya sömürdükleri proleterleri özgürleştirmediler. Özgürleştirmediler çünkü bunu yapsalardı, yönetici sınıf olma vasıfları ortadan kalkacaktı ki bu, ancak üretici güçler, yönetici sınıfların artık gerekli olmadığı aşamaya geçecek kadar geliştiğinde mümkün olabilecek bir şeydi.

Bu anlamda, Shaw gibi iyi niyetli bir aydın, bu erişilmesi zor olan özgürlüğün peşine düşmeden evvel, toplumun dizginlerinin bir sınıfa değil de tüm insanlara teslim edildiği yeni bir toplumsal ilişkiler sisteminin inşa edilmesi çalışmalarına katkıda bulunmalıdır. Özgürlüğü elde edebilmesi için insanın kendisini yönetebiliyor olması gerekir. Oysa insan, bir toplumda yaşadığı, toplum da üretim ilişkileriyle ve bu ilişkiler içerisinde yaşadığı için, toplum üretim ilişkilerini bizatihi yönetmeden insanlar özgürlüklerine kavuşamazlar.

İnsanın kendisini yönetebilmesi için öncelikle toplumun insanı yönetim sürecinin dışında tutan bir sınıfın idaresi altında olmamalıdır. Özgürlük arayışı, ancak sınıfsız devlette, tümüyle kendi kendisini yöneten toplumun özgürlüğe uzanan o çetin ve zor yolları öğreneceği koşullarda başlar. Peki ama insan, kaderi bir sınıf tarafından planlanıyorsa, piyasadaki pazarlıkların ve işlemlerin kontrolündeyse veya soylu bir Samuray’ın şirketince düzene sokuluyorsa, nasıl özgürlüğe kavuşabilir? Şimdiye dek iki felsefecinin mutlak hakikat ve adalet konusunda anlaştığı görülmemişken bu aydın Samuraylar bu işi nasıl becerecekler?

O bitmek bilmez olumlanma-olumsuzlanma sürecinde düşünceye onay verecek tek bir hakem vardır o da eylemdir. Peki ama düşüncenin muktedir olduğu, eyleminse dilini tuttuğu bir dünyada mesele nasıl çözüme kavuşturulacak? Eylem, toplumun tüm gözeneklerinden sızar: toplumun hayatı, her insanın eylemidir. Toplumun biçimini imtiyaz sahibi olan, çoğunluğun eyleminden uzak duran bir avuç kişinin düşüncesi tayin ettiği an o toplum paramparça olur.

Shaw, düşüncenin varlıktan neşet ettiği, insanın bilincini toplumsal ilişkilerini değiştirmek suretiyle değiştirdiği, değişimin o ilişkilerin tabi olduğu gerçek varlığın baskısı sonucu yaşandığı ile ilgili temel gerçeği örtük olarak reddeder. Dolayısıyla Shaw, propaganda faaliyetleriyle kıyaslandığında devrimci eylemin daha etkili olduğu gerçeğini doğalında inkâr eder. Tıpkı Wells gibi Shaw da vaazların tek başına dünyayı harekete geçirebileceğine inanır. Oysa dünya vaazlarla ve vaazlar yoluyla hareket etse de bu, onun tüm vaazlarla harekete geçtiği anlamına gelmez. Hareket yasası ile birlikte hareket eden dünyayı, eylem çizgisi boyunca ilerleyen ve olayların özüne vakıf olmuş bir vaaz harekete geçirebilir. Buna karşılık, bir burjuva aydını, her daim vejetaryenlik, eşit gelir veya aşı karşıtlığı gibi mutlak hakikat ve adalet anlayışı saydığı şeyin dünyaya başarılı bir tartışma yoluyla dayatabileceğine inanır. Shaw’un oyunları da bu inanç üzerine kuruludur.

Yalnız bu noktada Shaw bir açmazla yüzleşir. Mutlak doğrularını dünyaya mantıksal bir zemine sahip tartışma süreci üzerinden dayatmak zorundadır. Fakat o doğruları dayattığı, hiç düşünmeyenlerin veya az düşünenlerin dünyası aşağı ırka mensup yaratıklardan, salt emekçilerden, aydın olmayan geri zekâlı kişilerden, yaratılışın entelektüel efendilerinin tanrısal komutlarıyla felâketten kurtaracağı şekilsiz ama her şekle girebilen bir kitleden oluşmaktadır. Bu yaratıklara kim nasıl bir anlayış kazandırabilir ki? Küçük kafalarını ne cezbedebilir? Dolayısıyla, bu kitleye bir çocuk gibi muamele edilmeli, akıl, çelişki, mizah, canlı ve tuhaf olaylarla tatlandırılıp o şekilde verilmeli.

Shaw, zihinsel bilincin öncelikli ve üstün olduğuna inanır. Bu inanç onun sanatçı olmasına mani olur. Aynı bilinç, Shaw’un bugünkü bilinç dünyasında gerçek bir güç veya ciddi bir düşünür hâline gelmesini de engelledi. Neticede Shaw, dünyanın soytarısı hâline geldi. Verdiği mesajlar, her zaman mizahın şerbetine daldırıldığı için hep gülünüp geçilecek şeyler olarak algılandı.

Marx’ı görmezden gelen, Lenin’i aşağılayan, kendi Tom Mann’larını hapse gönderen İngiliz burjuvazisi, Shaw’u bir çeşit saray soytarısı olarak görerek, hoşgörü ve güler yüzle karşıladı. Onu hor gördüğü kişiler hor gördü. Hapını daldırdığı şerbet, hapın etkisini azalttı.

Buna karşılık Marx, Kapital’i İngiliz burjuvazisinin yorgun beyni için çekici kılmaya çalışmadı. Çok satanlar listesine girmek veya tiyatro âlemindeki başarılarıyla görüşlerini perdelemek için uğraşmadı. Basına komik mülâkatlar vermedi. Kendi döneminde ismini sadece bir avuç İngiliz biliyordu, oysa Shaw’u milyonlar tanıyor.

Marx, mesajını ciddiyetle aktardığı, insan ırkına mensup olan herkese eşit muamele ettiği, herkesi eşit gördüğü için mesajı da ciddiyetle ve layıkıyla alındı. Marx düşüncenin dünyayı yönettiğine inanmadığı, düşüncenin eylemin özüne uygun hareket etmesi gerektiğine inandığı için onun düşüncesi dünyanın inşasına herkesten çok daha fazla katkı sundu. Marx’ın düşüncesi, sadece dünyanın altıda birinde yeni bir uygarlığı var etmekle kalmadı, ayrıca diğer tüm ülkelerde devrimci unsurların kendi etrafında toplaşmasını sağladı. Günümüzde tüm siyaset, Marx’a karşı veya Marx’ın yanında olabildiği ölçüde anlama ve öneme sahip olabiliyor.

Marx’ın Shaw’dan çok daha büyük bir akıl olduğunu söylemeye bile gerek yok. Hiç şüphesiz, Shaw, Marx olabilseydi olurdu. Şimdiye dek aklı ve zekâyı ölçecek bir standart belirlenebilmiş değil, çünkü akıl kendi içinde varolan bir şey değil, ancak uluorta tüm çıplaklığıyla işlediği, düşünme pratiğini var ettiği ölçüde var olabilir.

Shaw da Marx da keskin zekâya sahip isimlerdi. Yazdıkları bunun kanıtıdır. Her iki isim de deneyimleri üzerinden, açgözlü burjuvanın tesis ettiği toplumsal ilişkilerin iflas ettiğinin farkındaydı. Fakat Marx’ın zihni geleceğe sıçrama becerisini gösterirken Shaw’un zihni o hor gördüğü burjuvalığa ait kategorilerin tutsaklığından bir türlü kurtulamadı. Çünkü Shaw, mesajını muhatabını küçümseyerek, saygısız bir üslupla iletiyor, insanları aşağılık varlıklar olarak görüyordu. Bu sebeple, o mesaj çok okundu ama çok az kaydedildi. Shaw’un mesajı, verilirken takınılan tavırdaki yanlışlığı ve gerçek dışılığı ele veriyor.

Shaw gençliğinde Marx’ı okudu. Buradan onun Marx sayesinde, dünyayı orta sınıfın kurtaracağına dair hayaller kuran bir reformist yerine tehlikeli bir devrimci olma seçeneğinden haberdar olduğunu anlıyoruz. Ama Marx, kendisine burjuva hayatının işlediği günahları ve yaptığı yanlışları göstermiş olmasına rağmen Shaw, geleceğin sınıfının bu çürüyen sınıfı alaşağı etmesinin zorunlu olduğu görüşünü benimsememeyi tercih etti. O andan itibaren Shaw kendi içinde bölündü.

Bu kararı Shaw’un kişisel hikâyesiyle izah etmek mümkün. Zenginken fakirleşen, toplumsal konum itibarıyla sıkıntıya düşen bir orta sınıf ailesine doğan hırslı bir genç olarak Shaw, çocukluğundan beri, ailesinin eski statüsünü yeniden kazanmak zorunda olduğu fikrinin etkisinden kurtulamadı ve bu amaç doğrultusunda, başarıya ulaşmak adına Londra’ya geldi. Burada bir işçi kadar fakir olan Shaw, geçimini bir süre yazarak sağladı. Ancak üzerindeki takım elbisesi ve piyano çalma konusunda sahip olduğu yetenek sayesinde rafine zevklere sahip Kensington sosyetesine dâhil olma imkânı buldu. Proleterleşme ihtimaliyle yüzleştiği noktada burjuva sınıfına sarıldı. Aynı şekilde, Marx okudu ama okuduklarına karşı direnç geliştirerek Fabyusçuluğa, ondaki burjuva geleneklere ve toplumsal saygınlığa bağlandı.

Bu sorun ve ona bulduğu cevap, Shaw’un ideolojisini, aynı zamanda sanatını belirledi. Ondaki Marx bilgisi, Shaw’a tüm burjuva kurumlarına elindeki balyozla saldırma imkânı verdi. Ama şu soruya hiçbir zaman cevap veremedi: “Burada ve şimdi, konuşma dışında tüm bunları düzeltip geliştirmek için ne yapmalıyız?” Bu soru, eserlerinde her tür suça ve günaha bulaştığı için lekeli olarak gördüğü parayla ilgili kılıf altında birçok kez gündeme gelir: Dul Kadının Evleri, Binbaşı Barbara, Bayan Warren’ın Mesleği gibi oyunlarında bu mesele üzerinde durulur ama hep üstünkörü ele alınır. Ona göre, sistem değişene dek meseleler olduğu gibi kabul edilmelidirler. Sistemi değiştirmek için, konuşma dışında ilk elden hiçbir adım atılmamalıdır.

İnandığı İsa’nın sermayeye satıldığını görünce dehşete düşen Binbaşı Barbara, hikâyenin sonunda İsa’yı satın almış olan silâh fabrikasının müdürüyle evlenir. Muktedir sınıfın tepeden tırnağa çürüdüğünü, varlığını işçileri sömürmesine bağlı olduğunu gören Shaw da aynı şekilde, hikâyenin sonunda ideolojik düzeyde parayla, saygınlıkla, şöhretle, barışçı reformizmle ve en nihayetinde Mussolini’yle evlenir. Sistemi değiştirmek için fiiliyatta somut adımlar atmayanlar, sistemin sürdürülmesine katkıda bulunurlar.

Shaw, Marx’ı okuduğu için gene de sunduğu çözümün temel çelişkilerini görür. Bu sebeple, kaleme aldığı oyunları kasten ve zorla dayatılmış fikri değişimlerle, ikna edicilikten uzak çözümlerle ve hayal ile mizah üzerinden gerçeklikten kaçışla yüklüdür.

Shaw, ömrü boyunca hayvanların çektikleri çilelerin ürettiği lekeli ürünler meselesiyle uğraşıp durdu. Ona göre, hayvanların kesilmesiyle elde edilen etle hayvanların ameliyat edilmesi üzerinden temin edilen serum, hiçbir şekilde kullanılmamalıdır. Shaw, kişilerin uzak durmasına rağmen bu kötü işlerin mutlu mesut yollarına devam edeceği üzerinde durmaz. Ama paranın, burjuva saygınlığının gayri maddi getirileri, bunun yanında, tehlikeli bir devrimci olarak ezilmek yerine Fabyusçu bir aydın olarak elde edilecek şöhreti reddetmek söz konusu olduğunda işler değişir.

Et ve serum, toplumun hayatı için zaruri değildir, dolayısıyla onlardan uzak durmak mümkündür. Burjuva toplumunda o toplumu bir arada tutan şey, paradır. O olmasa kimse et yiyemez. Dolayısıyla, ondan kimse uzak duramaz. Bu anlamda, Shaw’un sorunla ilgili olarak bulduğu, uzak durma üzerine kurulu burjuva çözümün, toplumun sırtından geçinen ama savaşmayan barışçının sunduğu çözüm gibi, boş ve anlamsız olduğu görülmektedir.

Daha düşük düzeydeki kötülüklerden uzak duran Shaw’un toplumsal kötülüklere yönelik ikircikli tutumu, onun toplumun ana ekseni olan asıl kötülükten korktuğunu ortaya koyar. Ondaki vejetaryenlik, büyük meseleye kör bakmak için ödediği bir tür bedel gibidir. Bu anlamda vejetaryenlik, onun tüm reformist yaklaşımının simgesidir. O uzak durur, eleştirir ama asla eyleme geçmez.

Eyleme geçmeme hâli, eleştirisini zehirler, uzak duruşunu gericiliğin faal bir silâhı hâline getirir. Tam da bu sebeple, tüm oyunlarında ve kaleme aldığı önsözlerde para, tanrı olarak çıkar karşımıza. Onsuz hepimiz güçsüz ve biçare birer hiçizdir. “Paran olsun ki erdemli olabilesin. Paran yoksa iyi biri bile olamazsın.” Shaw, bu cümleyi öyle sık ve öyle gür bir sesle yineler ki kendisini ve başkalarını ikna edemeyeceği konusunda kaygılanıp duran biri gibi görünür. Herkesten şunu ister: “Vazgeçin ondan. Bu fedakârlığınızın kime faydası var? Onu bir lağım çukuruna atsanız bir alçak gelip onu oradan alır. Sistem değişene dek bekleyin.”

Peki ama bu değişim nasıl gerçekleşecek? Shaw, bize tek bir ikna edici cevap sunmaz. Shaw’u bu kasti samimiyetsizliği yüzünden suçlamaya gerek yoktur. Shaw, tüm biçareliğiyle burjuva düşüncesine ait kategorilerin esiridir. Shaw, varlık, bilmenin önkoşulu olduğu için, burjuva sınıfının tüm o zekiliğiyle yıkılmaya, işçilerinse tüm o aptallıklarıyla eskinin yıkıntıları üzerine yeni bir uygarlık inşa etme sürecinde pratikte yaratıcı bir rol oynamaya yazgılı olduğunu göremez. İşçi ve burjuva arasında tercih yapma zorunluluğuyla yüzleştiğinde, ardındaki o parlak burjuva kültürüyle Shaw, burjuvayı yoksulluğun vahşileştirdiği, cahil ve akıl dışı olan işçiye tercih eder. Buradan da ömrü boyunca boğuşup durduğu soruyla yüzleşir: “Bu burjuva sınıfını günahlarından arınmaya nasıl ikna edeceğiz?” Bu konuda bulduğu çözümse şudur: ya onları kendi fikrine bağlayacak ya da çaresizce ellerini birleştirecek. Ama Marx’ı okuduğu için burjuvaların geleceğine de yürekten inanmaz.

Onu yüzleştiği tüm o güçlüklere sürükleyen şey, ait olduğu sınıfın ve deneyimin ürünü olan bu karardı. Yaptığı bu tercihti. Fabyusçulukla yeniden dirilecek burjuva sınıfına gerçek manada inanamadı. Yaşanan olaylar da bu sınıftaki ümitsizliğin ve çürümenin daha net bir biçimde görünmesini sağlıyordu. Böylelikle, kaleme aldığı oyunlar, giderek daha da anlamsız ve tereddütlü bir nitelik arz etmeye başladı.

O oyunlarda uygarlık ya “Kayalar”a oturur ya da “Elma Arabası”na [“Bir Çuval İncir”] bindirilir. Methuselah’a Dönüş’te görüldüğü üzere, Ütopya için işleyen Yaşama Gücü’ne dönük inancın çare olacağına inanılır. Azize Jan Dark oyununda olduğu gibi Shaw, bir yandan da bağlı olduğu burjuva sınıfının yaratıcı bir rol oynadığı döneme bakarak kendisini rahatlatmaya çalışır. Bu noktada Jan Dark’ı geberip gitmekte olan ortaçağ koşullarında burjuva bireyliğinin kahramanı ve peygamberi olarak takdim eder. Kalbi Kırıklar Evi’nde Çehov’da gördüğümüz nesnellik ve yanılsamalardan uzaklığa dair notlar düşer.

Görünen o ki Shaw’daki tüm kusurlar, onun kendisindeki yeteneklerin vaat ettiği sanatsal ve düşünsel düzeye çıkmasına mani olan her şey, burjuva sınıfını tercih etmenin yanlış olduğu bir tarihsel dönemde burjuva sınıfından yana saf tutmuş olmasının bir sonucudur. Tüm oyunları, bu tercih yüzünden gerçeklikten kopuktur, dramatik bir sondan yoksundur, tartışmayı diyalektiğin yerine koyar, yaşamsal güçlere ve düşünce temelli ütopyalara inanır, insanların sevgiyle tedavi edilebileceğini düşünür, bilimsel bilgiden uzaktır. Shaw, esasen kendisiyle alay ederken başkalarını alaya alan, kendisini hor görürken başka insanları daha fazla hor gören, üçkâğıtçı şarlatan gibi konuşmaktadır.

Shaw, burjuva sınıfının zayıflıklarını ifşa ederek faydalı bir iş gördü. Ama Shaw, burjuva kültürünün çürümüşlüğünü açığa vururken bir yandan da geleceği bu kültürün ellerine teslim ediyor, gelgelelim, ne o ne de okurları bu kültürün başarılı olacağına inanıyor. Dolayısıyla Shaw, sembolik düzeyde, suçluluk duyan, kendisine güvenini yitirmiş burjuva aklını simgeler. Gününü doldurmuş bir dünyanın çürümesine katkı sunan, yenilmiş ve ümitsizliğe kapılmış güçlerin parçası olarak aktif bir rol üstlenmektedir. Ne var ki bu çürümüş yapıyı yıkıp yenisini inşa edecek devrim güçleri yoksa bu dağılmışlık hastalıklıdır.

Shaw, bu güvene de onun ihtiyaç duyduğu görüşe de vakıf olamamıştır. Wells, Lawrence, Proust, Huxley, Russell, Forster, Wassermann, Hemingway ve Galsworthy gibi kendi çağının tipik bir örneği olan Shaw da burjuva kültürü karşısında yaşadığı hayal kırıklığını dile dökmüş, bir uyanış yaşamış, ama insanı özgürlük arayışı ve bireycilikle bataklığa sürüklemiş olan bu burjuva kültürü için daha iyi şeyler dileme gafletine düşmüş, onu daha yakından kavrama becerisini gösterememiştir. Bu isimler, her daim burjuvaların özgürlüğünü savunurlar. Bu da onları üzülecek tipler değil acınacak kişilere dönüştürür, çünkü onlardaki biçareliğin sebebi, karşı konulmaz koşullar değil, onlardaki yanılsamadır.

Christopher Caudwell
1938
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder