Marksizm
ve din arasında kapatılması mümkün olmayan bir yarık bulunduğu, artık herkes için
açık.
Doğanın
diyalektiğini kabul edenler, dünyanın kendi kendine hareket etme özelliğini
temel alan bir dünya resmi sunuyorlar (bu noktada Engels’in dünyanın ebediyete
dek kurulmuş bir saat mekanizması olduğunu söyleyen Newton’la giriştiği polemik
hatırlansın.)
Tarihsel
materyalizm ve onun içinde yer alan bir unsur olarak Marksist ahlak, insanlığın
kendi kendine hareket etme özelliğini, insanlığın kendi kendisini yarattığını
ortaya koyuyor.
Çok
sayıda dine meyilli insanla politik çalışma yürütmek mümkün olsa da veya bunu çok
arzulasak da bahsini ettiğimiz felsefi ayrım ortadan kaldırılamaz, kaldırılmamalı.
Bu noktada insanların iki hatalı uca savrulduğuna tanıklık ediyoruz.
Bir
uçta, Marksist partilerin felsefi veya dini anlayışlarına bakmadan, demokrat insanlarla
ve örgütlerle işbirliğine ihtiyaç duyan, içerik itibarıyla doğru olan demokratik
taktiklerine direnç geliştiren solcular duruyor. Bu solcular, bu tür bir
işbirliğinin gerekli olduğunu söyleyenleri dar kafalı sekterlikle ele
alıyorlar.
Oysa
Lenin, gerçek manada devrimci bir ekonomik ve politik mücadeledeki güçlerin üçüncü
sınıf görüşler veya anlamsız fikirler üzerinden bölünmesine izin vermenin
yanlış olduğunu ortaya koyuyor.[1]
Bugün
bizim faşizmin kalıntılarına ve faşizmi diriltme girişimlerine karşı yeni
demokrasiyi inşa etmek için mücadele ettiğimiz koşullarda, bu türden dünya
görüşüyle alakalı farklılıklara vurgu yapmak, onları öne çıkartmak, hiyerarşik
olarak en tepeye yerleştirmekle ilgili her türden çabanın yalnızca gericiliğe
hizmet edeceğini görmeliyiz.
Solun
savrulduğu diğer uçta ise aradaki ilişkileri yanlış anlayanlar veya abartanlar,
dini dünya görüşlerine gereksiz yere müsamaha gösterenler duruyor. Bugün
örneğin dinlerle, ahlaka dair meseleler konusunda anlaşabileceğimizi söyleyen
anlayışlara rastlanıyor. Biz, bu türden anlayışların yanlış olduğunu
düşünüyoruz.
Dağdaki
Vaaz’da, Havarilerin İşleri’nde vs. dil bulan Hristiyan ahlakının sahip olduğu o
büyük önemi kimse inkâr edemez, ama burada da bahsini ettiğimiz yarığın,
mesafenin varlığından söz etmemiz gerekiyor. Zira Marksist dünya görüşü,
insanlığın kendi kendine hareket etme özelliğine dair tespiti yanında, özü
itibarıyla her türden “ötedünya”yı ve ötedünyadan gelen yardım fikrini reddediyor.
Marksizmle
din arasındaki bu türden farklılıkları net bir şekilde idrak etmiş olmak,
taktiksel işbirliklerine asla mani değil. Ama Marksizm ve dinin bir olmasına da
izin vermemeliyiz. Felsefi düzlemde verilecek tavizlerle ve aradaki felsefi farklılıkları
silmek suretiyle Marksistlerle dine meyilli kişiler arasında güven ortamını
tesis edebileceğimizi söyleyen görüş, yanlış.
Biz,
tam aksine, bu türden müsamaha üzerine kurulu yaklaşımların akıllı ve idrak sahibi
insanların samimiyetsiz, kötü manada “taktiksel” bir yaklaşıma sahip olan kişilermiş
gibi görünmelerine neden olacağına inanıyoruz. Karşılıklı güvene, felsefi
konularda fikirleri açık bir dille aktarmanın, politik işbirliği dâhilinde dürüst
olmanın ve dünya görüşleri arasındaki farklılıkları demokratik araçlarla giderme
niyetinin yol açabileceğini düşünüyoruz.
Marx
ve Lenin, bugün varolan dini duyguların ve bunların toplumsal niteliğinin
temellerini net bir biçimde görmüşlerdi. Bugünkü dini duygular, kapitalizm
koşullarında hayatın yüzleştiği, çözümü bulunmayan dehşetten ve belirsizlikten
kaynaklanıyorlar. Bu açıdan bakıldığında, faşizmin, İkinci Dünya Savaşı’nın ve
onu takip eden dönemin dinin ve kiliselerin etkisini zayıflatmak şöyle dursun
daha da güçlendirmiş olmasına şaşırmamak gerek.
Marksistlerin
görevi, harekete geçmiş kitlelerin dikkatini faşizmin toplumsal özüne, ondan
gerçek manada kurtulacağımız gerçekliğe ve faşizmin ortadan kaldırılmasına,
emperyalizme ve savaşa karşı mücadeleye vs. çekmektir. Bugün herkes, pratikte
bu görevin bilincindedir. Fakat bugün, Lenin gibi, dine dair taktiksel
anlayışın materyalist ve ateist olan Marksizmle çelişmediğini anlamak
gerekiyor. Dinlerin toplumsal köklerinin ancak Leninist bir anlayış ve taktik
temelinde, yavaş yavaş ve düz olmayan bir seyir dâhilinde ortadan kalkacağını,
işçilerin ve köylülerin verdikleri hayat mücadelesinde materyalist eğitimin bir
yandan işletilmesi gerektiğini, bunun mümkün olduğunu, ilerici ama dine meyilli
kişilerle kurulacak ittifakın ancak bu temelde sağlam bir nitelik arz edeceğini
bilmeliyiz.
Bu
noktada üzerinde kısaca durulması gereken bir husus da bugün aydınlarda
gördüğümüz ateizm meselesidir. Bu ateizm, on dokuzuncu yüzyıl ve yirminci
yüzyılda yavaş yavaş gelişti. İlk başta insanı ezen, kahreden bir kederle ve
ihtimallerin yokluğuna dair fikirle birlikte neşvünema buldu. Bu fikri gelişim
neticesinde ortaya Nietzsche’nin ve Dostoyevski’nin kimi karakterlerinde
gördüğümüz dindar ateizm çıktı. Bugün bu dindar ateizmin felsefesi, karşımıza
Heidegger ve Sartre’da çıkıyor. Bu gelişim süreci dâhilinde nihilizm, bir unsur
olarak daha da güçlendi. Buna paralel olarak, ilgili anlayışlar her türden gerici
ve çürümüş spiritüel akıma açık hâle geldi.[2]
Biz,
bu ateizmin gerici görüşler içerisinde hüküm sürdüğünü göstermek adına yoğun
bir ideolojik mücadele vermeliyiz. Zira gördüğümüz gibi ateizm, maddenin kendi
kendine hareketini, insanlığın toplum bilincine vardığı günden beri kendi
bilinciyle işlettiği hareket anlamında, toplumun kendi kendine hareketini temel
alan dünyanın olumsuz bir sonucudur. Bu anlayış dâhilinde Tanrı, geride bir kalıntı
bırakmadan, ortadan kayboluyor.
Buna
karşılık, Nietzsche ve Dostoyevski’ye göre Tanrı öldü. Bu ölümden önce Tanrı
ile yüklü, anlama sahip bir dünya vardı, Tanrı’sız dünya ise boş ve anlamsızdı.
Heidegger ve Sartre da aynı şekilde “Tanrı yok” diyor, ama bu isimler, Tanrı’nın
terk ettiği dünyanın boş bir yer olduğunu düşünüyorlar.
Dinin
felsefesinin ontolojik temeli, hayattaki dehşet ve belirsizlik. Bu toplumsal
temel neticesinde dine hâlen daha ihtiyaç duyuluyor. Din, varlığını koruyor. Dolayısıyla,
bahsi geçen isimler, kendilerindeki ateizmin yanında, dine yönelik ihtiyaçlarını
gizem ve mitoloji temelinde gideriyorlar. Kendisindeki ateizme rağmen Heidegger,
Kierkegaard’un kavramlara dair teolojik tanımını benimseyebiliyor.
Oysa
Marksist ateizm, tüm insanlık için dini ihtiyaçların ortadan kalkacağı bir
hayat yaratacak olan toplumsal pratiğin parçası. Bu hedef doğrultusunda
bilinçle ve militan bir üslupla mücadele edenler için dini ihtiyaçlar diye bir
şey, bugün zaten yoktur. Çünkü bu noktada gerçeklik, insanlığın kendisini
kurtarmak için verdiği mücadelenin sahnesidir. Tanrı’sız dünya, insanı teselli
etmeyen, yavan bir dünya değildir.
Bu
kusursuz laiklik türü, bugüne dek dini ya da yarı dini bir biçimde yaşamış olan
her türden ruhani ve ahlaki değer tümüyle ortadan kalktığında ortaya çıkar.
İnsanlar,
kendilerini emekleriyle yaratırlar. Buradan şu söylenebilir: İnsanlık,
kendisini sakin, dünya görüşüyle yüklü bilgi ve tarihin bu dönüm noktasında duran
kişiler olarak bizdeki özfarkındalık uyarınca bilinçle yürütülen kolektif çalışma
üzerinden yaratabilir. Bahsi edilen değerler sisteminin ahlaki yanı bize
insanlığın “tarihöncesi”nin sona yaklaştığını söylüyor.
Dünyadaki
tarihsel süreç bölünmez bir bütündür. Bu anlamda, dindar ateizm, Marksist
ateizmin yüzleştiği aynı dünya durumunun ürettiği bir şeydir. Fakat dindar ateizm,
Marksist ateizmin kafası karışık bir karikatürüdür. Aynı şekilde, Kierkegaard
da farkında olmadan, genç Marx’ın çalışmalarına karikatüre benzeyen şekiller
iliştirmiş bir isimdir.
Dindar
ateizmle Marksist ateizm arasındaki karşıtlık, her meselede karşılık
bulmaktadır. Marksistlere göre ateizm, toplam sürece ait bir unsurdur. Dindar
ateizm ise kapitalist toplumda yalnızlaştırılmış olan bireyle ilgili
felsefi-dini tartışmanın bir ürünüdür.
Marksizm,
her türden ötedünya fikrini reddeder. Dindar ateizm, “Tanrı öldü, Tanrı yok. Dolayısıyla,
insan Tanrı’nın rolünü oynamalı” der. Bu anlayış üzerinden dindar ateizm, ister
istemez nihilizmle mistisizmin eklektik birliğine dönüşür.
Georg
Lukacs
[Kaynak:
The Culture of People’s Democracy: Hungarian Essays on Literature, Art, and
Democratic Transition, 1945-1948, Yayına Hz. ve Çeviren: Tyrus Miller,
Brill, 2013, s.204-207.]
Dipnotlar:
[1] Lenin, Vladimir, Lenin, [1905], “Socialism and Religion”, Collected
Works içinde, Cilt. 10, Moskova: Progress Publishers. 1965, s. 83–7.
[2] Lukács, “dindar ateizm” kavramını 1954 tarihli Aklın Yıkımı kitabında geliştirdiği felsefi irrasyonalizm eleştirisi dâhilinde geliştirdi. Bu kitap, İkinci Dünya Savaşı esnasında Sovyetler Birliği’nde hazırlandı ama ancak savaştan sonra yayımlanma imkânı bulabildi. Bu kitap dindar ateizmin ana temsilcilerini ele alıyor. Bu temsilcilerin ilki, Lukács’ın söz konusu eğilimin kurucusu kabul ettiği Arthur Schopenhauer, ikincisi Nietzsche, üçüncüsü ise Heidegger. Lukács, ilgili akımın Kierkegaard’daki bilinçsizce dillendirilmiş yankılarını da ele alıyor. Bu bağlamda Lukács, ilgili kavramı varoluşçu felsefeye yönelik yürüttüğü ideolojik mücadelede bir tür silâh olarak kullanıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder