Latin Amerika’nın ilk ve en özgün Marksist düşünürü, Peru’nun güney kısmında bulunan Moquegua şehrinde, 14 Haziran 1894’te dünyaya geldi.
Bugün José Carlos Mariátegui (1894-1930) nadir görülen bir devrimci aydın olarak anımsanmaktadır: Mariátegui, yirminci yüzyıldaki politik düşünceye etki etmeyi bilmiş bir isimdir. Ayrıca Mariátegui, farklı tarihsel bağlamlarda da etkisini korumuştur.
Bağımlılık teorisinden kurtuluş teolojisine, dekolonyal teoriden
Latin Amerika’da kurulan sol iktidarlara, bölgedeki radikal düşüncenin tarihi,
Mariátegui’nin ya da yoldaşlarının tabiriyle “Bilge”nin (Amauta’nın)
yazılarının kapsamlı bir tefsiri olarak okunmuştur ve bu okumanın bugün de
yapılması mümkündür.
Mariátegui’nin külliyatını Peru Gerçekliğine Dair Yedi Açıklayıcı Deneme isimli çalışma ile okumaya başlamak gerekir.
Latin Amerika’daki Marksist teorinin eşsiz bir
örneği olarak bu eserin yazılmasının üzerinden doksan yıl geçmiştir. Bu durum,
o mirası tekrar gözden geçirmek için mükemmel bir gerekçe olarak görülebilir.
Mariátegui,
çok kısa bir hayat yaşadı ama bu hayat, dopdolu ve alabildiğine yoğundu. O,
kendisini gençlik yılları boyunca yatağa mahkûm eden hastalığı yüzünden okula
da gidemedi. Gene de iyileşme sürecinde Mariátegui, kendi kendisini yetiştirdi
ve zamanla güçlü ama kimilerine göre melankolik bir mizaca sahip oldu.
Delikanlı iken Lima’daki dergilere yazılar yazmaya başladı. Ailesine bu şekilde
destek olmaya çalışan Mariátegui, 1918 yılında Rus Devrimi’nin ve şehirde
yaşanan bir grevin etkisiyle, kendisini “davaya bağlı bir sosyalist” olarak
tarif etti.
Mariátegui
ile Antonio Gramsci arasındaki benzerlikler gerçekten de çok çarpıcı. Az sayıda
biyografi yazarı, ikiliyi kıyaslama ihtiyacı duymuş. Ana çizgiye aykırı birer
Marksist, militan gazeteci ve kendi ülkelerindeki komünist partilerin
kurucuları olarak Gramsci ve Mariátegui, fiziken zayıf yapıdaydı. Her ikisi de
politik baskılarla yüzleşti. Bu tür benzerliklerin ötesinde Mariátegui, ayrıca
İtalya’da bulundu, bu ülkede 1919-1920’de iki yıl boyunca işçilerin başını
çektikleri grev sürecine [Biennio Rosso –İki Kızıl Yıl], aynı dönemde
kurulan Torino fabrika konseylerine ve ertesi yıl Livorno’da İtalya Komünist
Partisi’nin kuruluşuna ilk elden tanıklık etti.
İki
devrimcinin yollarının kesiştiğine dair elde herhangi bir delil bulunmamasına
karşın, Mariátegui’nin İtalya deneyiminden, Gramsci’ye hayrı dokunmayan ama
onun hatırlanmasını sağlayan bir üslup dâhilinde beslendiği bilinmektedir.
İtalya’da
Mariátegui, Fransa veya Almanya’dakiler gibi aynı saygınlıkta sosyalist düşünce
geleneklerinin bulunmadığını gördü. Ama gene de yarımadada canlı bir Marksist
felsefe kök salmış, Benedetto Croce’de görülen İtalyan tarihsiciliğinden kimi
sürgünler vermeye başlamıştır.
İtalya’daki
“praksis felsefesi”yle tanışan Mariátegui, gelecekte formüllerini bu felsefe
üzerinden geliştirdi. Örneğin, buradan edindiği yerli Marksizm düşüncesi, süreç
içerisinde Mariátegui’nin “Yerli-Amerikalı Marksizm”inin alamet-i farikası
hâline geldi. İtalya’nın yol açtığı etki üzerinden ayrıca Mariátegui, bir de
Marksist yönteme dair özgün bir iradeci anlayış geliştirdi. Bu anlayış
dâhilinde, düşünceyle eylemin, bilincin dönüşümüyle maddenin dönüşümünün
birliği üzerinde durdu. Mariátegui’nin önerdiği terminoloji üzerinden ifade
edersek, “sosyalizm, epik bir yaratım olmalı”ydı.
Croce,
Sorel, Marx, sürrealizm, yerlicilik gibi birbirinden farklı isimlerin ve
anlayışların etki ettiği bir isim olarak Mariátegui, çalışmalarını yorumlayan
birçok kişiye göre, dönemin yeni oluşan devrimci imkânları üzerinden kendi
kendine konuşan bir hayalperestti. Dolayısıyla, onunla Gramsci arasındaki
benzerlik, dolaysız kimi etkilerden çok, müşterek ilgi alanlarına
dayanmaktadır.
Örneğin
Gramsci’nin “Güney Sorunu” dediği şey, gerekçesini Mariátegui’nin “Peru’yu
Perululaştırın” çağrısında bulmaktadır. Gramsci’de Güney Sorunu, İtalyan
ulusunun oluşum süreci üzerinden kıyıya köşeye atılmış madunları politik
düzlemde bütünleştirebilecek bir milli-halkçı programın geliştirilmesi meselesi
etrafında dönüp durmaktadır. Mariátegui ise “Peru’yu Perululaştırın” derken,
Peru’daki melezlerin başını çektiği oligarşiye ve Avrupa’dan neşet eden
şovenist yurtseverliğin milliyetçi dayatmalarına karşı koyabilecek, aşağıdan
inşa edilmiş bir milliyetçiliği kastetmektedir.
1923’te
ülkesine döndükten sonra Mariátegui, fikri çalışmasını olgunlaştırdı. Yedi
Deneme yanında, yirmilerde Amauta dergisi çıkartılmaya başlandı.
Öğreti, sanat ve edebiyat dergisi olarak Amauta, avangart sanatı,
Marksist polemikleri ve yerli siyasetini, ülke genelinde yaşanacak kültürel
yeniden doğuş sürecine öncülük etmek amacıyla, bir araya getirecekti.
Ön
yüzünde ve merkezinde sosyalist siyasetin bulunduğu dergi, dönemin en gelişkin
tespitlerine ve fikirlerine aracılık etti, bunları kaynaştırdı, böylelikle,
belirli bir Marksizm vizyonu geliştirdi. Marksizmin tutkal görevi gördüğü bu
öncü kültür çalışması, zamanla kültürle eşanlamlı hâle geldi.
Aynı
dönemde Mariátegui, Peru solundaki yoldaşlarıyla tartışma içerisine girdi. Bu
tartışmaların en çarpıcı ve etkileyicisi, Amerikan Halkçı Devrimci İttifak’ın
(APRA) kurucusu ve lideri Victor Raúl Haya de la Torre ile yürütüldü. Bu iki
isim, yirmilerin başında ortak bir politik zemini paylaşırken, 1928’de devrimci
değişim meselesi üzerinden ayrıştı.
Haya
de la Torre, Marksizmi terk ederek, “halkçı” bir çizgiye geriledi ve yerliler,
burjuvazi ve proletarya arasında kurulacak ittifakı savunmaya başladı. Burada
amacı, feodalizmi aşmak ve emperyalizmi mağlup etmekti. Ona göre, Marksizm
fazla Avrupalı bir teoriydi, bilhassa bu yaşlı kıta için kesilip biçilmiş gibiydi
ama Latin Amerika’daki “yarı feodal” gelişme aşamasına kesinlikle uygun düşmüyordu.
Mariátegui,
ona şu cevabı verdi: “Gerçekten anti-emperyalist olan bir konum dâhilinde
gerekli olan programı ancak devrimci sosyalizm temin edebilir.” Haya de la
Torre’nin başını çektiği APRA hareketinden yükselen Avrupamerkezcilik
suçlamalarına karşı Marksist yöntemin evrenselliğini savunan Mariátegui, başka
bir cepheden gelen, farklı nitelikte suçlamalara maruz kaldı: 1929’da
Mariátegui’nin yeni kurduğu Peru Sosyalist Partisi (ki bir komünist partinin
sosyalist etiketi taşıması tuhaf bir durumdu) Komintern’in düzenlediği Birinci
Latin Amerika Konferansı’na davet edildi. Ancak Mariátegui’ye bağlı Perulu
delegeler, Komintern’in burjuva demokratik devrim için önerdiği reçeteye biat
etmemek suretiyle bir skandala sebebiyet verdiler. Komintern’e göre bu reçete,
“sömürge ve yarı sömürge uluslar” için “doğru” yoldu.
Hastalığı
yüzünden konferansa katılamayan Mariátegui’nin Yedi Deneme’si, Latin
Amerika Bürosu’nun başkanı, Arjantinli Victorio Codovilla’ya iletildi.
Stalinist çizgiye bağlı bir isim olarak Codovilla, kitaba dudak büktü. Ona göre,
“açıklayıcı denemeler” ve “ulusal gerçekler” türünden ifadeler, küçük burjuva
amatörlere hastı.
Skandala
dair haberlerin Moskova’ya ulaşması üzerine bürokrasideki isimler,
Mariátegui’nin “İnka komünizmi”ne yönelik savunusuna öfkelendiler. Bu anlayışa
göre, komünist ütopyanın tohumları, tıpkı Sovyetler Birliği’ndeki devrimci
enternasyonalizm gibi, bölgede bin yıldır yaşayan yerli topluluklarda zaten
mevcuttu. Yedi Deneme’de ifade ettiği üzere, “tarımsal hayatta ve
yerlilerin hayatında yaşayan pratik sosyalizm üzerinden bakıldığında,
topluluklar toprağın toplumsallaştırılması için gerekli doğal faktörü temsil
etmekte”ydi.
Kuşkusuz,
Mariátegui, antikapitalist komünalizmden sosyaliste devrime geçişin proleter
bir özneye muhtaç olduğunu kabul eden bir isimdi, fakat burada da yazar,
aklındakine ters şeyler söyledi. And Dağları’nda yaşayan köylüler, üretici
güçlerin gelişimi değil de sosyalist devrim aracılığıyla proleter olacak,
devrim, devrimin öznesi hâline gelme süreci üzerinden gerçekleşecek,
Mariátegui’nin şiirsel ifadesiyle, sosyalist toplumun “epik yaratım”ı için
mücadele edilecekti (burada belirtmek gerekir ki Mariátegui, esasen Che’nin İnsan
ve Sosyalizm isimli eserinde dile getirdiği iradeci, hümanist sosyalizme
benzer bir yaklaşımdan söz ediyordu.).
Komintern’deki
aydınlarca “popülist” olmakla eleştirilen Mariátegui’nin “romantik
antikapitalizmi”, sonrasında Fransız-Brezilyalı Marksist felsefeci Michael
Löwy’nin düşüncesinin köşe taşı hâline geldi. Löwy, “romantik Marksizm”
panteonunun merkezine Mariátegui’yi yerleştirdi. Burada Benjamin, Gramsci ve
Bloch gibi başka isimler de bulunuyordu. Bu düşünürler, her bir tarihsel
yenilgiyi, devrimci süreçteki açmazı, halkın mücadelesindeki yenilgiyi kendi
tarzında kavrıyorlardı. Bu isimler, geçmişin harabelerinde direniş hattına ve
geleceğe uzanan alternatif yollara çekilebilecek kimi ütopik kırıntıların
bulunulabileceği kanaatindeydiler.
Kapitalizme
yönelik romantik-devrimci eleştiri, bilhassa Mariátegui’de somutlaşan radikal
türevi, düz manada geçmişe geri dönme meselesine değil, içinde yaşadığımız
kapitalist bugünün olasılıklara açık niteliğine ışık tutabilecek tarihsel
referansların geri kazanılması ve modernitenin ihanet ettiği özgürlükçü
potansiyelinin tekrar gündeme gelmesi meselesine işaret ediyordu.
Löwy’nin
de Latin Amerika’da Marksizm isimli eserinde kabul ettiği üzere,
Komintern’le kurulan ilişki türünden gelişmelerle birlikte, Latin Amerika
Marksizminin teorik yaratıcılıkla yüklü altın çağı da kapandı (Küba Komünist
Partisi’nde Juan Antonio Mella da bu döneme ait bir isimdir). Fikri kısırlıkla
ve Sovyet kuyrukçuluğuyla geçen süreç, esasen Mariátegui’nin öldüğü 1930
yılıyla birlikte başladı.
Peru’nun
geride bıraktığı miras, altmışlarda ve yetmişlerde kıtada güçlenen yeni sol
bünyesinde yaşanan canlanmadan epey beslendi. O güne dek Mariátegui’nin fikri
projesi, on yıllarca Marksizmi bölgedeki solcu eğilimleri akamete uğratan iki
tehlikeden kurtarmaya dönük en cüretkâr girişim olarak kalmıştı. Löwy’ye göre
bunlar, evrenselliği amaç edinen her türden teoriyi, esas olarak Marksizmi
“yabancı” diye redde tabi tutan yerlici-kökenci itiraz ve evrenselliği
eleştirmeden kabul edip yerelliğin özelliklerini görmezden gelmenin kurduğu tuzaklardı.
Yedi
Deneme, Mariátegui’nin tekil ve evrensel arasında belirli bir denge
noktası bulmaya dönük çabasının en yalın tezahürü. Bu eserde Mariátegui, Peru
toplumundaki sosyo-ekonomik ve kültürel oluşumları, Marx’ın On Sekizinci
Brumaire’ini veya Lenin’in Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi’ni
anımsatacak, diyalektik bir üslup dâhilinde analiz edip açıklığa kavuşturuyor.
Nicolas Allen
15
Aralık 2018
Kaynak
* * *
Michael Löwy Söyleşisi
Sorularıma,
Yedi Açıklayıcı Deneme’nin doksanıncı yıldönümü vesilesiyle Lima’da
yapılan konferanstaki sunumunuzla başlamak istiyorum. Orada Walter Benjamin ile
José Carlos Mariátegui’yi kıyaslıyordunuz. Sizce iki isim hangi noktalarda
ortaklaşıyor?
Farklı
kültürel dünyalara ait olmalarına, biri Latin Amerika’nın And Dağları üzerine
kurulu bir ülkesinden, diğeri Orta Avrupa’dan geliyor olmasına karşın Benjamin ve
Mariátegui, birçok noktada ortaklaşıyor: iki isim de komünizme kitap dışı bir
yerden bağlılar, Lev Trotskiy’ye beğeniyle yaklaşan görüşlere sahip, ama aynı
zamanda ikisi de Georges Sorel’in düşüncelerine ilgili, sürrealizme tutkuyla
bağlı ve “dindar” bir sosyalizm anlayışına sahip. En önemlisi de iki düşünürün
pozitivizme ve “ilerleme” ideolojisine yönelik düşmanlıklarından ayrı ele
alamayacağımız, romantik bir modern uygarlık eleştirisi konusunda da
ortaklaşıyor olmaları. İki isim arasındaki benzerlikler gerçekten çok çarpıcı, doğalında
insan, birbirlerinin eserlerinden haberdar olmamalarına şaşırıyor.
Mariátegui’de
ilerlemesiz devrim, tam olarak neye denk düşüyor?
Benjamin’in
Pasajlar eserinde dile getirdiği biçimiyle, onun amacı, ilerleme
ideolojisinden kopmuş bir tarihsel materyalizm biçimi geliştirmek. Mariátegui de
aynı şeyi yaptı. “İki Hayat Anlayışı” isimli makalesinde kendi ifadesiyle, “İlerleme
fikrine bir tür batıl itikatmış gibi duyulan saygı”ya da “ruhsuz ve uysal
felsefe”ye de karşı çıktığını dile getiriyordu. Mariátegui’ye göre devrim, “ilerleme”nin
ürünü değil, Kolomb öncesi komünist geçmişin yeniden canlanmasıydı.
Bu
son tespitinizi açabilir misiniz? “Kolomb öncesi komünist geçmiş” ifadesi,
biraz Marx ve Engels’in “ilkel komünizm” dediği şeyi çağrıştırıyor. Mariátegui,
komünalist geçmişe dönmeyi mi savunuyordu?
Aslında
Mariátegui’nin dile getirdiği “Kolomb öncesi komünist geçmiş”, Marksist geleneğin
tarif ettiği ilkel komünizme belli ölçüde benziyor. Şunu belirtmekte fayda var:
Rosa Luxemburg da Politik Ekonomiye Giriş isimli çalışmasında, ilkel
komünizmin farklı biçimlerini tartışırken “İnka komünizmi” ifadesini
kullanıyordu. Peru’da bu ilkel komünizmin somut hâli aylu idi. Aylu,
And bölgesinde Kolomb Amerika kıtasını keşfetmezden, İspanyol sömürgecileri
bölgeyi fethetmezden önce varolan, İnka imparatorluğunun toplumsal zeminini
oluşturan köylü topluluklarını ifade ediyor.
Mariátegui,
tabii ki sömürgecilik öncesi geçmişe dönmeyi savunan bir isim değildi, Mariátegui,
mevcut gerçeklikte köylülük içerisinde bir komünist hareketi geliştirmek için
gereken o güçlü zemini, o yerli topluluklarının kolektivist geleneklerinde buluyordu.
Mariátegui’nin
köylüleri ve yerlileri komünist hareketin öncüleri olarak tanımlamasına imkân
veren, ona has teorik bakış açısı hakkında daha başka neler söyleyebilirsiniz?
Daha
önce söylediğim gibi, Mariátegui, yerli köylülerin komünist harekete
örgütlenmelerine imkân verecek kolektivist geleneklere sahip olduğunu
düşünüyordu. Ayrıca ona göre, yerli halk toprak mücadelesinde, kapitalistlerle toprak
sahiplerinin teşkil ettiği oligarşiyle ister istemez çatışma yaşayacak,
böylelikle köylüler, sosyalist-komünist öncüye bir şekilde örgütlenebilecek, bu
sayede radikal bir toprak reformu için verilen mücadele gerekli politik güce
kavuşacaktı.
Bazı
insanlar Mariátegui’nin “Latin Amerika’daki ilk Marksist” olduğunu söylerken
bazıları daha da ileri giderek, onun kendine has bir Latin Amerika Marksizmi
inşa ettiğini söylüyor. Latin Amerika’ya has Marksizminin “çevre Marksizmi”nden
farkı nedir? Marksizmin analiz nesnesi olarak kapitalizmin evrensel bir nitelik
arz ettiği koşullarda, bu iki husus arasındaki fark neden rahatsız edici
bulunuyor?
Bence
Mariátegui örneğinde dile getirdiğiniz üç bakış açısı da birbirini pek
dışlamıyor. Mariátegui, sahiden de Latin Amerika’nın ilk Marksistidir. Arjantin’de
Kapital’i İspanyolcaya tercüme eden Juan B. Justo gibi isimler, Mariátegui’den
çok daha önce Marx’a atıfta bulunmuşlardır ama Justo, Marx’ı hiçbir zaman
anlamamıştır. Onun fikri dünyası, daha çok Marx’tan çok dönemin pozitivist
felsefesini temel alıyordu.
Esasında
Mariátegui, Peru Gerçekliği Üzerine Yedi Açıklayıcı Deneme isimli
çalışmasında görüldüğü üzere, Latin Amerika’daki toplumsal formasyonları
Marksist analize tabi tutan ilk düşünürdür. Komünizme bağlı olan Mariátegui, Komintern’in
resmi Stalinist doktrinini hiçbir zaman benimsemedi, bu anlamda, Latin Amerika’da
“demokratik burjuva aşaması”ndan geçilmesinin şart olduğu fikrini hiç
desteklemedi. Ona göre, emperyalist hâkimiyetin yegâne alternatifi “Yerli Amerika
Sosyalizmi”ydi.
Ayrıca
“Latin Amerika Marksizmi”den de pekâlâ bahsedilebilir. Zira Mariátegui’nin
düşünce pratiği, esas olarak Peru ve Latin Amerika’ya odaklıydı. Onun bakış
açısının asıl kaynağı, kıtanın kültürü ve tarihiydi. Aynı şekilde, bir çevre
Marksizminden de dem vurulabilir, zira Mariátegui, Latin Amerikalı, Asyalı ve
Afrikalı diğer birçok isim gibi sistemin kıyısına köşesine atılmış kesimlere odaklanan bir kapitalizm anlayışına sahipti.
Ama
bu noktada ben, Mariátegui’nin Marksizminin evrensel olduğunu vurgulamanın
önemli olduğunu düşünüyorum. Bu evrensellik, sadece onun kapitalizmle ilgili
yazılarında değil, ayrıca Marksist yöntem, devrimci ahlak, mistik sosyalizm
anlayışı, kültür ve sanat gibi diğer konularla ilgili yazılarında dile
getirdiği görüşlerde de karşımıza çıkan bir husus. Bir yanılsama olarak gördüğü
ilerlemeye dair eleştirisi ile pozitivizm karşıtı felsefeye yönelik savunusu
için kaleme aldığı polemikler, söz konusu evrenselliğin dil bulduğu çalışmalardır.
Bu
çalışmalarla Mariátegui, Marksizme onu yenileyecek önemli katkılar sunar. Ben, bu
anlamda Mariátegui’nin sadece Peru gerçekliğiyle ilgili o yoğun bir zekâyla
örülmüş denemelerle ünlenmiş olmasını doğru bulmadığımı belirtmek isterim. Mariátegui,
yirmilerde ve otuzlarda başka yerlerde kalem oynatan, kendi yaşıtı olan, Walter
Benjamin, Antonio Gramsci veya Ernst Bloch gibi aydınlarla eş düzeyde “evrensel”
olan düşünceler geliştirmiş bir isimdir. Açık söylemek gerekirse, Mariátegui yirminci
yüzyılın ilk yarısının en büyük Marksist düşünürlerinden birisidir.
Peki
“Avrupamerkezcilik” suçlaması konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu suçlama
bağlamında, Mariátegui’nin Marksizmin evrenselliğine dair bir örnek olduğunu,
onun, teorinin Marx’ın ilk formüllerinin kapsamının ötesine uzanan, çevre
ülkelerdeki toplumsal formasyonlarla karşılaşma üzerinden edindiği “evrimleşme”
becerisinin canlı kanıtı olduğunu söyleyebilir miyiz?
Mariátegui,
ne Avrupamerkezci ne de Avrupa karşıtıydı. O büyük bir başarı ortaya koyarak,
Latin Amerika denilen özgüllükle Marksist yöntemin evrenselliği diyalektik
manada sentezledi. Mariátegui, Marksist yöntemi Georges Sorel ve Miguel Unamuno
gibi belirli isimlerin yardımıyla yeniden yorumlayarak, kendine has romantik ve
devrimci bir Marksizm türü geliştirdi.
Dile
getirdiğiniz bağdaştırmacılık üzerinden kitaba bağlı bir Marksist, pekâlâ Mariátegui’nin
Marksist olup olmadığını da sorgulayabilir. Buna cevabınız ne olurdu?
Elimizde
Marksist olduğunu iddia eden insanların “gerçek Marksist” olup olmadığını ölçen
bir “Marksometre” yok.
José
Carlos Mariátegui, kendisini Marksist olarak görüyordu, bir kitabının adı Marksizm
Savunusu (1930) idi, ayrıca 1928’de Komünist Enternasyonal’e katılmıştı. Onun
Marksist kimliğini kim inkâr edebilir ki!
Esasında
Marksizm denilen şey, zaten oldukça heterojen bir kategori değil mi? Fransa’nın
ünlü Gramşici Marksisti André Tosel’in de dediği gibi “binlerce Marksizm var.”
Birileri çıkıp bu Marksizmlerin bazılarını eleştirebilir veya bunların Marx’ı
tümüyle yanlış anladığını söyleyebilir, ama “gerçek Marksist kim?” sorusu
üzerinden bir tartışma yürütmenin kimseye faydası olmayacağı açık.
Mariátegui’nin
tepkilerini ve fikirlerini anlama çabası üzerinden birileri çıkıp onun kitaba
bağlı olduğunu söylüyor, birileri de kitap dışı olduğunu. Üçüncü Enternasyonal’in
kıyıya köşeye attığı bir isimken Mariátegui, sonrasında yetmişlerde Latin Amerika’da
ortaya çıkan Yeni Sol eliyle yeniden keşfediliyor. Hatta kısa süre önce Latin
Amerika’da Pembe Dalga denilen, solcu hükümetlerin kurulduğu dönemde ismi
yeniden gündeme geldi. Mariátegui’nin bugünde bir karşılığı var mı sizce? Mevcut
konjonktür bağlamında, onu yeniden okuyup anlamlandırmak mümkün mü?
Kendine
has politik güçleri içeren her dönem, Mariátegui’yi kendince bir okumaya tabi
tutacaktır. İçinde bulunduğumuz dönem açısından ben, Mariátegui’nin başka
tarihsel deneyimlerin “kopyası veya “nakledilmiş hâli” olmayan, Latin Amerika halklarının
“epik yaratımı” olarak gördüğü sosyalizm anlayışının bu halkların kültürlerini,
tarihlerini geleneklerini temel alan bir yaratım pratiği olduğunu düşünüyorum
ve bu hâliyle mevcut dönemde söz konusu anlayışı epey etkileyici ve geçerli bir
anlayış olarak görüyorum.
Mariátegui’nin
yazılarında dil bulan, komünizmin Yerli Amerikalı köklerine yönelik vurgusu
Afrikalı Amerikalıların mücadelelerine de uygulanabilir. Mariátegui’nin
sosyalizm vizyonu, çoğunlukla “çokkültürcülük” veya “çokuluslu” kurumlarla
ilişkisi dâhilinde ele alınıyor, oysa bu vizyon, esas olarak kapitalizmle açıktan
çelişki içerisinde olan halkların gelenekleriyle alakalı ve bu gelenekler, bağırlarında
devrimci manada yıkıcı bir potansiyel taşıyorlar.
Latin
Amerika solu, uzun zamandır başka sosyalizm pratiklerini, bilhassa Sovyet modelini
kopya etmekle, kendi topraklarına nakletmekle meşgul oldu. Belki de artık Mariátegui’nin
Latin Amerika’daki halk sınıflarının kültürlerinden ve pratiklerinden çıkış
alan yeni bir yolu bulmaya yönelik kışkırtıcı sözlerini tekrar keşfetmenin
vaktidir.
Sizce
kıtada bu yolu örtük olarak ya da açıktan yürüyen bir politik güç var mı? Brezilya’daki
Topraksız İşçiler Hareketi’nin lideri João Pedro Stédile’in Mariátegui’ye
hayranlıkla bağlı bir isim olduğunu biliyoruz.
Onun
örnekliğinin izinden giden Aníbal Quijano ve Alberto Flores Galindo gibi önemli
Perulu düşünürleri de anmak lazım. Yerlilerin politik mücadelelerine önderlik
eden isimlerden olan Hugo Blanco, Mariátegui’nin düşüncelerinden etkilenmiş biri.
Yakın dönemde onun Hugo Chavez ve sizin de bahsini ettiğiniz MST gibi köylü
hareketleri üzerindeki etkisinden söz etmek gerek tabii. Ama bence bugün Mariátegui’nin
genel anlayışını kendi varlığında en iyi şekilde cisimleştirmeyi bilmiş
devrimci hareket, her ne kadar yazılarının açtığı yoldan ilerlemiyor olsa da, Chiapas’taki
Zapatist deneyimidir.
Sizin
de vurguladığınız üzere, devrim kavramı Mariátegui’de özel bir öneme sahip. Yazılarında
sürekli vurgulanan bir husus olarak devrim, dini inanç statüsünde sanki. Mariátegui’nin
yazılarında devrim, insanları manevi açıdan kurtuluşa erdiren kutsal güçlerle
donatılmış bir güç olarak çıkıyor karşımıza. Bu yaklaşım, “mütevazı” ve ılımlı
politik yönelimlerin damgasını vurduğu mevcut durumda bir tür anakronizm değil
midir, hatta Latin Amerika bağlamı dikkate alındığında, karşı-devrimci çapaklar
barındırdığını söyleyebilir miyiz?
Bugün
Latin Amerika’da siyaset sahasında karşı-devrim epey güçlü. Buna hiç şüphe yok.
Bu senaryo karşısında devrim ufkunu yeniden dillendirmek gerek. Oligarşinin demir
ökçesini sırtımızdan çekip almak, neoliberalizmin gerici, otoriter ve baskıcı
biçimini söküp atmak, bunun için de temel ekonomik, toplumsal ve politik
yapıları radikal anlamda dönüştürmek şart. Devrimci süreçlerse çoğunlukla
düşmanla yüzleşmenin sınırlı biçimlerini ve somut talepleri temel alan, “mütevazı”
mücadele türleriyle başlıyorlar.
Bunun
da ötesinde, Latin Amerika’da son elli yıl içerisinde yaşanmış devrimci
olayların büyük bir kısmı, sizin tabirinizle, bir tür “dini inanç veya
insanları manevi açıdan kurtuluşa erdiren güç”le bağlantılı olarak cereyan
etti. Burada esasen kurtuluşçu Hristiyanlık’tan veya kurtuluş teolojisinden
bahsediyorum. Yetmişlerden doksanlara Orta Amerika’da yaşanan devrimci
süreçleri de 1994’teki Zapatist ayaklanmasını da bu dini unsuru akılda tutmadan
kavrayamayız. Bu kıtadaki geleneğin özgürleştirme potansiyeli zerre tükenmedi
ve hâlen daha capcanlı.
Yalnız
tarif ettiğimiz dini boyutu içermeyen geniş ölçekli tek bir hareket ortaya
çıkamaz, varolamaz. Mariátegui’nin hep bahsini ettiği “iman, tutku ve mistisizm”den
beslenmeyen bir hareketin radikal bir toplumsal değişim için mücadele etmesi, bu
konuda direniş ortaya koyması ve kavga vermesi asla mümkün değil. Mariátegui’nin
dediği gibi, “Devrimciler güçlerini bilimden değil, imanlarından, tutkularından
ve iradelerinden alırlar. Bu, dini, manevi ve mistik bir güçtür.”
Burada
siz, Mariátegui’nin devrimci mitle ilgili o çok tartışılmış fikirlerine atıfta
bulunuyorsunuz. Bugün dolaşımda olan ve her yere nüfuz eden gerici mitler
karşısında devrimci mit kavramına yeniden başvurmak gerçekten de ilginç sonuçlar
doğuracaktır. İtalya’da faşizmin yükselişine tanık olup bu konuya dair birçok
yazı kaleme almış olan Mariátegui, bugün dümenini aşırı sağa kırmış olan Latin
Amerika konusunda bize bir görüş kazandırabilir mi sizce?
Gerici
mit, devrimci mitle yüzleştiği noktada ortaya çıkar. Bildiğimiz gibi, faşist
karşı-devrimci mit, yükselen Bolşevizm dalgasını kırmak için icat edildi. Faşist
mitin derdi, yurtseverliği tekeline almaktı. Mariátegui’nin de dediği gibi faşizm,
“elindeki yurtseverlik bayrağını kendisine bağlı olan tüm savaş kaçkınlarının,
doktrinindeki ve programındaki tüm aldatıcı sözlerin üzerini örtmek için salladı.”
1925’te İtalyan faşizmiyle ilgili olarak yazılan ve Mariátegui’nin Çağdaş Sahne çalışmasında yer alan bu
sözler, günümüz Latin Amerika’sı için de geçerlidir.
Son
dönemde kaleme aldığınız çalışmaların bir kısmında, ekososyalist bakış açısının
sunduğu imkânları keşfetmeye çalışıyorsunuz. Mariátegui’nin kapitalizmin
karşısına çıkartılmış alternatif uygarlık modeli olarak sosyalizm anlayışı,
yeni gelişen ekososyalist politika konusunda yol gösterici olabilir mi, bu
politikaya ilham kaynağı olarak katkı sunabilir mi?
Ne
Mariátegui ne Marx ne de Lenin, bize bugün yüzleştiğimiz tüm sorunlar konusunda
hazır cevaplar sunabilirler. Mariátegui’nin çevreye dair herhangi bir
endişesini dile getirmediğini görüyoruz ki bu, gayet anlaşılır bir durum. Çünkü
Mariátegui, bugün içinden geçtiğimiz kriz gibi çevre sorunları konusunda da bir
şeyler söyleyemezdi.
Buna
karşın, Mariátegui, kapitalist sistem eleştirisini tüm uygarlık sistemine
yönelik eleştiri olarak yapan, yani sadece artık değer teminini eleştirmekle yetinmeyen,
burjuvazinin ilerleme ideolojisini de eleştiriye tabi tutan, yerli halkların geleneklerini
öne çıkartan bir isim. Tüm bu özelliklerini dikkate aldığımızda, onun asarının
esasında ekososyalist düşüncenin gelişimine yönelik oldukça önemli bir katkıyı
ifade ettiğini söyleyebiliriz.
Kanada’dan
Patagonya’ya tüm Amerika kıtası genelinde yerli halklar, doğayı tahrip eden
kapitalizme karşı gerçekleştirilen direnişe öncülük ediyorlar. Bu halklar,
nehirleri, ağaçları, yeryüzünü kararlılıkla savunuyorlar, zirai endüstrinin
yanı sıra çokuluslu petrol ve madencilik şirketlerinin doğayı tahrip eden faaliyetlerine
karşı yoğun bir mücadele yürütüyorlar.
Bu
itirazın kaynağı, yerli halkların maddi yaşam koşulları, bu halkların
bekasıdır. Ama bu, aynı zamanda yerli halkların manevi dünyaları ile
kapitalizmin ruhu arasındaki çatışmanın bir yansımasıdır. Mariátegui’nin yazıları,
bugün verilen toplumsal-ekolojik mücadelelerde yerli halkların öncülüğünü anlamak
için önemli bir zemin sunmaktadır.
Mariátegui’nin en önemli destekçilerinden, Perulu yerli ve köylü lideri Hugo Blanco’nun dediği gibi: “Biz Yerliler olarak bu ekososyalizm dediğiniz şeyi beş yüz yıldır uyguluyoruz.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder