Dünya
genelinde yaşanan proleterleşme süreci, milyarlarca insanın mülksüzleşmesi ve
küresel emek piyasasına fırlatılıp atılması ile birlikte oluşan ilkel birikim
dalgaları üzerinden hızlandı. Dünyadaki ücretli işgücü 1980’de 1,5 milyarken,
2006’da iki katına çıkarak 3 milyara ulaştı, zira, Freeman’ın da tespit ettiği
biçimiyle, “Çin, Hindistan ve eski Sovyet bloğundaki işçiler, küresel emek
havuzuna aktılar. Tabii bu işçiler daha önce de varlardı. Ama bu yeni dönemde
ait oldukları ülkelerin ekonomileri, birden küresel üretim ve tüketim sistemine
katıldılar.”[1]
İlgili
süreç dâhilinde sermaye, dünya genelinde emeği hem biçimsel hem de gerçek
manada kendisine bağımlı kıldı. Biçimsel de olsa toprakları üzerindeki mülkiyet
haklarını kaybetmemiş olan köylü üreticiler, dünya pazarı için üretilen ihracat
ürünleri sahasına kul edildiler, böylelikle, krediler, araç-gereç, pazarlama
gibi konularda ulusötesi şirketlere bağımlı hâle geldiler, böylelikle kendi
topraklarında birer proletere dönüştüler.
Gerçek
bağımlılık, işçilerin fabrikalarda kontrolün doğrudan sermayede olduğu
kapitalist üretim koşullarına tabi kılınması yanında, kapitalist plantasyonda
veya hizmet sektöründe işçilerin bedensel açıdan disipline edilmesi, zulüm
görmesi ve üzerlerinde hâkimiyet kurulması ile ilgili bir meseledir. Bu süreçte
işçi, bireysel güç ve özgürlük namına geride elinde ne kalmışsa yitirir ve
Marx’ın tabiriyle, “üretim sürecinin canlı eklentisi” hâline gelir. Çin’deki
terhanelerde, Latin Amerika’daki serbest ticaret bölgelerinde (maquiladora),
Hindistan’da dışarıda getirilen hizmet sektörü işçiliğinde, Kaliforniya, Kenya
ve Filipinler’deki ulusötesi şirketlere ait zırai işletmelerin
plantasyonlarında yüz milyonlarca işçi aynı kaderi paylaşır.
Biçimsel
ve gerçek bağımlılık, sermayenin reel ekonomiye sahip olmasıyla ilişkili bir
meseledir. Bu sahiplik düzleminde sermaye, emek sürecini kontrol eder, reel
ekonomik mülkiyette ise artığın temellük edilmesi, üretimin hedefleri ve
örgütlenme pratiği üzerindeki kontrolle alakalıdır. Kapitalist küreselleşme
koşullarında bu bağımlı kılma ve mülk edinme süreçleri hızlanır. Ulusötesi
sermaye, tüm dünya nüfusunu bu süreçler üzerinden kendi mantığına tabi kılıp
kendi hâkimiyeti altına alır. Bu anlamda, dünya halkları çokuluslu sermayenin
diktatörlüğü koşullarında yaşamaktadır (“Diktatörlük” burada mecazi anlamda
kullanılmamaktadır, süreçte emirleri veren, çokuluslu sermayedir). Üstelik bu
diktatörlük, tarihte görülen diktatörlüklerden daha kudretli, her yere daha
fazla hâkim ve daha zararlıdır.
Kapitalist
küreselleşmeyle bağlantılı olan bu süreçlerin merkezinde devlet denetiminden
azade kılınmış, enformelleştirilmiş, esnek kılınmış, yarı zamanlı çalışmaya
mahkûm edilmiş göçmen emeği, sözleşmeli emek ve güvencesiz emek düzenlemelerini
temel alan yeni emek-sermaye ilişkileri durmaktadır. Bu düzenlemeler dâhilinde
devletin emeği koruyan yasaları ve düzenlemeleri kaldırılmış, devletin ve
sermayenin emeğe karşı yükümlülükleri ortadan kalkmış, hatta işçinin toplumsal
üretimine dair her türden fikir iş akdinin parçası kılınmıştır. Süreç
içerisinde işçiler giderek, çıplak bir meta hâline gelmişlerdir. Dünya
genelinde işçi sınıfı içi birlikler dağılmış, krize girmiştir. Uluslararası
Çalışma Örgütü’nün raporuna göre, “1,53 milyar işçi, dünya genelinde 2009 yılı
itibarıyla her an yitirebilecekleri bir işe sahip durumdadır, bu işçilerin
istihdam süreçleriyle ilgili düzenlemeler her türden müdahaleye açıktır. Bu
rakam, dünya işgücünün yarısından fazladır.”[2]
Bu
düzenlemelerinin sebeplerini net bir biçimde ortaya koymak gerekiyor. Sivanandan’ın
görüşüne göre, “üretim güçleri denilen alanda iletişim devrimi sayesinde
gerçekleşmiş olan devrim temelinde sermaye kendisini emekten kurtardı.” Oysa
doğası gereği sermaye, kendisini emekten kurtaramaz, kurtardığı vakit sermaye
olmaz. Bu, sermayenin emekle çelişkili birliğinin önemli bir veçhesidir. Aslında
küresel sermaye, yeni yollara başvurarak, küresel emeği kendisine tabi kılma ve
sömürme imkânlarına kavuşmuştur.
Sivanandan,
“sermaye artık eski kadar canlı emeğe ihtiyaç duymuyor”[3] derken haklıdır.
Aynı şekilde, teknolojinin küreselleşmeyi mümkün kıldığını söylemek mümkündür,
ama sürecin ana sebebi o olamaz. Küreselleşmenin nedeni, dünya ekonomisinin
durgunlaşma ve kriz dönemine girdiği yetmişlerde başlayan ve üretim
ilişkilerinde meydana gelen değişimlerdir. İlgili süreç, yetmişlerde
birbirinden farklı faillerin hem Fordizmin-Keynesçiliğin hem de yeniden
dağıtımcı kapitalizme karşı verdiği cevabın neticesidir. Şimdi bu meseleleri
detaylı bir biçimde inceleyelim.
“Fordizm”,
ekonominin, üretimin merkezileştirildiği, seri üretimin sabit ve standartlara
kavuşturulmuş süreçler üzerinden işlediği yerlerde kolayca örgütlenebilen çok
sayıda işçiyle ilişkisi dâhilinde örgütlenmesi yöntemini ifade eder. “Fordizm”
ifadesinin kullanılması, otomobil üreticisi Henry Ford’un öncülük ettiği bir
süreç dâhilinde belirli bir yöntemin genele teşmil edilmesinin bir sonucudur.
Ford’a göre kapitalistlerle ve hükümetlerle, önceki yüzyılda yeni topluma
eklenen işçilerle birlikte ortaya çıkmış olan ulusal sınai kapitalizmine ait
sistemin istikrara kavuşturulması şarttır. Bunun için de yüksek ücretler,
sosyal yardımlar ve güvenceli işlerle sürece dâhil edilen işçiler üzerinde sıkı
bir kontrol mekanizması oluşturulmalı, işgücü denetime tabi tutulmalıdır (oysa
Ford sendika karşıtı bir sanayicidir).
Ford,
süreç içerisinde üretim sahasında kimi değişiklikler yaptı ve bu değişiklikler,
işçilerin kapitalistlerle devlet aracılığıyla uzlaştırıldığı sürece vurgu yapan
Fordizmi doğurdu. Bu anlayışa göre hükümet, kapitalist rekabeti ve sınıf
mücadelesini düzene sokacak tedbirler almalıydı.
İkinci
Dünya Savaşı sonrası oluşan toplumsal düzende Fordizm Keynesçilikle birleşti. John
Keynes, piyasa güçlerinin hiçbir engelle karşılaşmadan hareket etmesini mümkün
kılmak suretiyle kapitalist ekonominin doğalında dengeye kavuşacağını savlayan
klasik ekonomi teorisinden koptu. Onun tespitine göre piyasa, kendi kendine
yeterli miktarda talep üretemezdi. Keynes, otuzlardaki buhranda görülen türden
krizlerden kaçınabilmek için bu talebin teşvik edilmesi gerektiği
iddiasındaydı. Keynes’in talep yanlısı ekonomi stratejisinde esas olarak,
krediler ve istihdam alanı yaratmak suretiyle uygulanacak tedbirler, artan
oranlı vergilendirme ve talep yaratmak amacıyla kamusal işlere ve toplumsal
programlara yönelik hükümet harcamaları, bunun yanında, birikim sürecini düzene
sokacak, bu sayede istikrara kavuşturacak diğer mekanizmalar üzerinde
duruluyor. Bu sayede hükümetlerin krizlerin üstesinden gelebileceğinden, uzun
vadede büyümeyi sağlayıp istihdamı artıracağından ve kapitalist toplumu
istikrara kavuşturacağından söz ediliyor.
Keynesçi
devrim, sanayileşmiş kapitalist dünyayı ele geçirdi ve yirminci yüzyılın önemli
bir kısmında uygulanan ekonomi politikasının temelini teşkil etti. Bu devrim,
aynı zamanda Üçüncü Dünya’da güçlenen popülist, ithal ikameci sanayileşme
projelerinde de önemli bir rol oynadı.
Fordizm-Keynesçilik
veya yeniden dağıtımcı kapitalizm, yirminci yüzyılda dünya genelinde farklı
biçimler aldı. Bu görüş, karşımıza “Yeni Mutabakat kapitalizmi”, “sosyal yardım
kapitalizmi”, “sosyal demokrasi”, “Üçüncü Dünya kalkınmacılığı” gibi isimlerle
çıktı.
Fordizm-Keynesçilik,
fikir olarak, yirminci yüzyılda dünya genelinde işleyen sermaye birikim
sürecini temelde koşullandıran yeniden dağıtım mantığını ihtiva ediyordu. Ancak
bu noktada şu önemli hususa işaret etmek gerekiyor: bu yeniden dağıtım
meselesi, sermayenin cömertliği değil, dünya genelinde toplumsal ve sınıfsal
mücadelelerin, ayrıca ulusal kurtuluş mücadelelerinin bir sonucuydu. Tüm bu
olgular, sermayeyi sınıfsal açıdan tavizlerde bulunmaya, sermayenin emek
karşısında elde ettiği aşırı gücü kontrol altına almaya mecbur etti. Zira
altmışlarda ve yetmişlerde kitlesel halk mücadeleleri ve sınıf mücadeleleri
iyice yoğunlaşmıştı.
Yetmişlerdeki
krizin hemen ardından sermaye, ulusötesi sermaye sınıfının ve politik
temsilcilerinin stratejisi uyarınca küreselleşti. Bu stratejinin amacı, ilgili
kesimin sınıfsal iktidarını tesis etmek, bunun için de ulus devletlerin birikim
sürecine karşı getirdikleri sınırlamaları kaldırmaktı. Sınıfsal tavizler olarak
adlandırılan bu sınırlamalar, sermayeye dünya genelinde halk sınıflarının ve
işçi sınıfının onlarca yıl boyunca verdikleri mücadeleler üzerinden
dayatılabilmişti. Yirminci yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ulusötesi sermaye, toplumsal
süreçlerin küresel düzlemde örgütlendiği, yeni bir hareketlilik imkânının
oluştuğu biçimlerden istifade etti, böylelikle örgütlü emeğin gücünü kırdı,
emeğin parçalanması ve iş sürecinin esnekleştirilmesini esas alan yeni
emek-sermaye ilişkileri geliştirdi, ayrıca toplumsal güçlerle sınıfların dünya
genelindeki dizilimini değiştirdi. Bu temelde ulusötesi sermaye, ülke temelli
işçi sınıflarına karşı güçlendi, devleti yönetenleri daha fazla etkilemeye
başladı.
Seksenler
ve doksanlar boyunca birçok ülkede küreselci seçkinler, devlet iktidarını ele
geçirdiler veya kapitalist küreselleşme lehine olan devlet politikalarının
uygulanmasını sağladılar. Küreselleşme ve neoliberal politikalar, ulusötesi
birikim için muazzam yeni fırsatlar yarattı.
Küreselleşme
yoluyla dünyayı yeniden yapılandırmayı öngören politik reçete olarak
neoliberalizm, Keynesçiliği rafa kaldırmış olan yeni klasik iktisadın
önermelerini temel alıyordu. Serbestiyet, kıyaslamalı avantaj, serbest ticaret
ve verimlilik gibi öğretileriyle yeni klasik iktisat, birinci dünya genelinde
üniversitelerde ve hükümetler dâhilinde hegemonik bir unsur hâline geldi.
Neoliberalizmin
ilk örneklerinden biri de 1973 darbesi sonrası Şili’de kurulan Pinochet
hükümetince tatbik edildi. Fakat onun asıl gündeme gelmesini, dünya sahnesine
çıkmasını sağlayan, ABD’deki Reagan hükümeti (1981-1989), İngiltere’deki
Thatcher hükümeti oldu. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası finans
kuruluşları, bu modeli seksenler ve doksanlarda uygulamaya konulan yapısal uyum
programı üzerinden Üçüncü Dünya’nın önemli bir kısmına dayattı.
Neoiberalizmin
fikirleri veya ideolojisi hâkim model hâline geldi. Zira o, dünya genelinde
sermayenin ulusötesileştiği, yeni toplumsal üretim ilişkilerini dayatmanın ve
yeni birikim yöntemlerini geliştirmenin yollarını aradığı özel bir tarihsel
dönemde ulusötesi sermayenin işlerini kusursuzca görmeyi bildi.
Somut
bir program olarak neoliberalizm, hem bir ideoloji hem kültür hem de felsefi
dünya görüşüdür. Bu anlamda, klasik liberalizmi ve bireyciliği ifrata vardırır.
Birbirinden kopuk, mücerret bireyi, insani varoluşun kurgusal bir hâlini
yüceltir, bireyin devletin düzenlemeci müdahalesinin ve “özgürlüğü” kısıtlayan
diğer kolektif engellerin yükünden kurtulduğu vakit yaratıcı potansiyelini
açığa çıkartacağını varsayar.
Kolektifin
öldüğü dönemde Thatcher’ın ünlü sözü “Toplum diye bir şey yok, sadece birey
var” galebe çalar. Bir ideoloji olarak neoliberalizm, bireyin bekasını meşru
bir zemine kavuşturur. Herkesin kendisi için yaşaması gerektiğini, orman
kanunlarının hüküm sürdüğünü düşünür. Bireyin hayatta kalmak için kullandığı
araçlar piyasa düzleminde de kullanılmalıdır. İdeolojik yapısı dâhilinde
neoliberalizm, bu piyasaların hâkimiyet ve güç üzerine kurulu toplumsal
ilişkilerce ve devlet eliyle yaratılmadığını, yapılandırılmadığını, bilâkis,
doğanın birer ürünü olduğunu düşünür. Ulaştığı mantıksal sonuç uyarınca
neoliberalizm, topluma sunulan bir reçete olarak, toplumsal mütekabiliyeti,
toplumsal ürünün kolektif yeniden dağıtımını esas alan fikrin yanında, ailenin,
nihayetinde canlı türü olarak insanın sonunu ifade eder.
Mübadele
ve üretim alanında yaşanan küreselleşme süreci, sosyoekonomik sistemleri,
ekonomi politikalarını ve kurumları birbirine yakınlaştırır. İdeolojik ve
felsefi boyutlarından ayrı olarak, program düzeyinde küresel neoliberalizm iki
boyutu içeriyordu. Bu programın uygulanması düzleminde küresel elitler, güçlü
ve iyi örgütlenmiş ulusötesi şirketlere ait lobilerin desteğini aldılar.
Küresel neoliberalizm, ilk boyutta küresel ekonomiyi yeni bir hukuki ve
düzenlemeci zemine taşıdı, dünya genelinde piyasaları serbestleştirdi. İkinci boyutta,
her bir ulusal ekonomi içeriden yeniden yapılandırıldı ve dünyaya entegre
edildi. Bu iki boyutta işletilen programın amacı, “liberal bir dünya düzeni”
kurmak, aşırı birikmiş sermaye için yeni üretim alanları arayışı dâhilinde,
sınırlar dâhilinde sermayenin faaliyetlerini, bunun yanında, ulusötesi
sermayenin sınırları aşan hareketini serbestleştirmek, bunun için tüm ulusal
sınırları kaldıracak küresel politika düzeni oluşturmaktı.
Ekonomik
yeniden yapılanma programlarının amacı, küreselleşmiş birikim kanallarıyla
ülkeleri ve bölgeleri bütünleştirmek, ulusötesi düzlemde hareket eden
sermayenin ihtiyaç duyduğu makroekonomik denge ve serbestleşmeyi her bir ülkede
gerçekleştirebilmekti. Farklı ülkelerde mali, parasal, sınai, emekle ilgili ve
ticaretle bağlantılı politikaları uyumlu kılacak bir model geliştirildi. Bu,
ulusötesi sermayenin eş zamanlı ve hızlı hareket edebilmesi için şarttı.
Program uyarınca ekonomiye devlet müdahalesi ihtimali ortadan kaldırıldı, tek
tek her bir ulus devletin sermayenin kendi topraklarındaki faaliyetlerine düzen
ve kural getirme şansı kalmadı.
Ekonomik
entegrasyon süreçleri ve neoliberal yapısal uyum programlarına asıl yön veren,
ulusötesi sermayenin her bir ülkeyi kendi faaliyetlerine açmak, emtia ve
sermaye hareketliliği önündeki tüm engelleri kaldırmak, küresel sermayenin ülke
sınırlarını kesecek şekilde, hiçbir engelle karşılaşmadan faaliyet yürüteceği
tek ve birleşik bir alanın oluşmasını sağlamakla ilgili gaye idi.
Neoliberal
politikalar, ticaret ve finansın serbestleştirilmesine dönük adımları,
sermayenin kural ve düzenden muaf tutulmasını (ama bir yandan da sermayenin birikimle
ilgili faaliyetlerine yardım etme konusunda devletin müdahalesine son
verilmemesini) eskiden kamuya ait olan alanların özelleştirilmesini ve başka şeyler
yanında, halkın tükettiği ürünlere yönelik devlet teşviklerinin kaldırılmasını,
devletteki istihdamın daraltılmasını, sosyal yardım, halk sağlığı, eğitim gibi
sosyal programlarda kesinti yapılmasını içeren tasarruf programlarını içerir.
Süreçte
her bir ülkedeki ekonomik ortam küresel ekonomik ortamla uyumlu kılınır. Bu süreçte
neoliberalizm, küresel kapitalizmin çarklarını dönmesinde bir tür yağ olarak iş
görmüştür. Neoliberalizm yağıyla daha da hareketli kılınmış olan bir makine
olarak küresel kapitalizm, sermaye birikimine sınır getiren veya halkı koruyan
piyasa dışı tüm yapıları parçalar.
Sermayenin
kural ve düzenlemelerden muaf kılınması (Deregülasyon) yeni bölgeleri kaynak
sömürüsüne açtı. Özelleştirmeler sayesinde kamuya ve topluma ait alanlar
sermayenin hizmetine sunuldu. Bu alanlar, sağlıktan eğitime polislikten
hapishane sistemine tüm alanları içeriyordu. Buralar, kâr etme pratiğinin
hâkimiyetine teslim edildiler. Piyasa dışı alanlar, devletin yönettiği kamusal
alanlar, cemaatlerin ve ailenin belirleyici olduğu özel alanlar parçalandı,
metalaştırıldı ve sermayenin kucağına bırakıldı.
Güney’deki
ülkeler neoliberal yeniden yapılandırma süreçleri üzerinden küresel kapitalizme
entegre edildikçe üretime veya finansa dayalı yatırımlar dâhilinde, ulusötesi
yatırımcıların fazla sermayeyi boşalttıkları yeni toplumsal kesimler, emek
havuzları ve fırsat alanları temin eden “yeni pazarlar” hâline geldiler. Toplumsal
dokunun her bir katmanını ulusötesi sermaye açan neoliberalizm küresel
ekonomiyi küresel toplumdan koparttı.
Hâsılı,
neoliberal küreselleşme, yetmişlerde kâr ve yatırım fırsatlarındaki azalmayla
tanımlı krizi tetikleyen birikim sürecinin önündeki duvarları kaldırdı,
sistemin kendi içine ve etrafına doğru genişlemesini sağladı. Burada,
küreselleşmeye sebep olan toplumsal güçlerle sınıf arasındaki mücadele belirleyiciydi.
Bilim ve teknolojideki gelişmeler de mücadele içerisindeki toplumsal güçleri
etkiledi. Bilgisayar ve enformasyon teknolojisindeki devrim yanında teknoloji
sahasında yaşanan diğer ilerlemeler sayesinde yeni oluşan ulusötesi sermaye,
üretim sahasında önemli kazançlar elde etti, bunun yanında, dünya genelinde
emeği yeniden yapılandırdı, esnekleştirdi ve parçaladı.
ABD’de
işçilerin üretkenlik düzeyi 1979’dan 2012’ye gelindiğinde iki kat artarken,
ücretler olduğu kaldı, hatta ücretlilerin önemli bir bölümünün ücreti
azaldı.[4] Ücretlerin azaldığı koşullarda gelirin önemli bir kısmı sermayeye ve
tüketim düzeyi yüksek sektörlere aktarıldı, bu sayede belirli toplumsal
kesimler daha da büyüdü.
Küreselleşme
süreci ilerledikçe dünya genelinde emek sermayeye iki kanaldan daha fazla tabi
hâle geldi. Birinci kanal, insanların kitleler hâlinde mülksüzleştirilmesi, marjinalleştirilmesi,
küresel ekonomideki üretim sahasının dışına atılmasıyla ilgiliydi. Diğer kanalda
ise insanlığın önemli bir kısmı güvencesiz ve sömürü oranı yüksek iş pratiklerine
mahkûm edildi. Emek-sermaye ilişkisini daha fazla sömürü elde etmek amacıyla
düzene sokanlar, bu kitleleri kendilerine mecbur ettiler.
Bugün
dünya genelinde üretim düzleminde dünya nüfusunun üçte biri, üretim araçlarının
mülkiyeti yanında bir de anlamlı bir ücretten de mahrum. Küresel kapitalizmin
ve küresel krizin hikâyesinin merkezinde tam da bu kesim duruyor: milyarları
değilse de yüz milyonları bulan bu kesim geçim araçlarından mahrum, ayrıca
artık emek olarak kapitalist üretimden dışlanıyor. “Gecekondular gezegeni”nde ıskartaya
çıkartılan bu insanlar, daha gelişkin, daha baskıcı, her yanı kuşatan toplumsal
kontrol sistemlerine tabi hâle geliyorlar.
Marx,
Grundrisse’de üretimin geliştiği sürecin belirli bir noktasında bilim ve
teknolojinin “canlı” insan emeğinden bağımsız (örneğin otomasyon yoluyla) değer
üretebilen niteliksel üretim güçleri hâline geleceğini söylüyor.
Yaşanan
kriz, ulusötesi sermayeye daha az işçiyle daha fazla üretim yapacağı süreci
hızlandırma fırsatı sunuyor. ABD’de 2008 krizi sonrası yayınlanan bir raporda “işçilerdeki
üretkenlikten muazzam kazançlar elde eden patronlardan, işsiz sayısının çift
haneleri bulduğundan, bunun maliyetlerdeki düşüşle alakalı olduğundan,
ekonomideki rahatsız edici küçülme neticesinde yeni işverenlerin ortaya
çıktığından” bahsediliyor.[5]
Sermayenin
organik bileşimindeki artış, sabit sermaye yatırımıyla ilgili. Burada amaç,
sömürü oranını artırmak ve/veya işçideki direnci kırmak. Neticede bu çaba, yeni
niteliksel açıdan yeni bir duruma yol açıyor. Bu yeni durumda değer üreten
teknoloji, işçi sınıfının önemli bir kısmına ait işgücünü gereksizleştiriyor.
Bu, kanaatimce rezerv işçi ordusu olarak bildiğimiz şeyin sınırlarını aşan bir
durum.
Toplumsal
sınıfla ilgili anlayış dâhilinde marjinalleştirilmiş fazla işçi, üretim
araçlarından koptuğu, işgücünden başka satacak bir şeyi olmadığı ölçüde küresel
işçi sınıfına mensup kabul edilirdi.[6] İşsiz işgücü olarak bu kesimi Mike Davis
“paryalaşmış proletarya” olarak nitelendiriyor.[7] Bu gereksiz işçi ordusu,
benim “ölümcül mülksüzleşme-sömürü-dışlanma döngüsü” dediğim tuzağa yakalanmış
durumda. Fakat küsurat olarak görülen bu kişiler, sermayenin hiç işine
yaramıyor olsa da geniş planda bu fazla işgücü, küresel kapitalizm için çok
önemli. Zira bu kesim, her yerde ücretler üzerindeki baskıyı alıyor, küresel
emek piyasaları bu sayede hafifletiliyor, emeğin küresel ekonomi genelinde
hareket etmesi sağlanıyor. Böylece ulusötesi sermaye, emek piyasasında faal
olan kesimleri disipline etme imkânı buluyor. Ayrıca, huzursuzluklar,
kendiliğinden isyanlar, işsiz ve marjinalleştirilmiş kesimlerin örgütlü politik
mücadeleye girme ihtimalleri sistem için tehdit teşkil ettiğinden bu kesimin
kontrol altına alınması ve zapturapt altında tutulması gerekiyor. ABD gibi yerlerde
görüldüğü üzere toplumun kıyısına köşesine itilenler, ırk ve etnisite ayrımcılığıyla
uğraşmak zorunda kalıyorlar. Bu anlamda, önceden önlem almak adına, bu
kesimlerin bir biçimde potansiyel suçlu ilân edilmesi gerekiyor.
Krizler,
politik failliğin yapısal açıdan belirleyici unsurlara galebe çalabildiği
momentlerdir. Burada toplumsal ve sınıfsal güçlerin dizilimindeki değişiklikler
yanında, beklenmedik durumlar ve faillikler de belirleyici rol oynar. Bu anlamda
kriz, sermayeye işsizlikten ve çekilen sıkıntılardan mülksüzleştirme sürecini hızlandırmak
için istifade etme fırsatı sunar. Bu anlamda, 2008’de yaşanan finansal kriz,
önemli bir dönüm noktasını ifade eder.
Berkshire
Hathaway isimli holdingin yönetim kurulu başkanı, aynı zamanda dünyanın en
zengin isimlerinden biri olan Warren Buffet 2006’da, “Evet tamam bir sınıf
savaşı var ama bu savaşı yürüten benim sınıfım, zengin sınıf ve bu savaşı biz
kazanıyoruz” demişti.[8]
Görebildiğimiz
kadarıyla küresel kriz, çokuluslu şirketlere bu savaşı yoğunlaştırma fırsatı
sundu. Kriz yaygınlaştıkça, dünya genelinde tasarruf tedbirlerinin daha kapsamlı
bir biçimde uygulanması, emeğin daha fazla esnek kılınması, düşük istihdam ile
işsizliğin hızla tırmanması için gerekli koşulları yarattı.
Kriz
sayesinde çokuluslu sermaye emekten daha fazla değer emdi, bunu doğrudan sömürüyü
yoğunlaştırarak, dolaylı olarak da devlet finansmanı aracılığıyla yaptı. 2008
sonrası dünya genelinde toplumsal ve politik çatışma derinleşti, bu anlamda, AB
genelinde genel grevlere ve kitlesel hareketliliklere, Kuzey Afrika’da
ayaklanmalara tanık olundu. Küresel finans sermayesine kural ve düzen
getirilemediği için gerçekleşen değer kaybının yol açtığı maliyet, emeğin
sırtına yüklendi.
William I. Robinson
[Kaynak:
Global Capitalism and the Crisis of Humanity, Cambridge University
Press, 2014, s. 52-59.]
Dipnotlar:
[1] Richard Freeman, “The Great Doubling: The Challenge of the New Global Labor
Market,” Ağustos 2006, EML.
[2]
International Labor Organization, Global Employment Trends 2009: The
Challenge of Job Recovery (Cenevre: ILO, 2011).
[3]
A. Sivanandan, “All That Melts into Air Is Solid: The Hokum of New Times,” Race
and Class (I990), 31(I): s. 8.
[4]
Economic Report of the President, 2012, Washington, DC: United States
Government Printing Office, GOV.
[5]
Tom Petruno, “Corporate Giants Awash in Cash as Economy Picks Up,” Los
Angeles Times, 24 Mart 2010: AI, A8.
[6]
Hardt ve Negri şunları söylüyor: “Proletaryanın bileşimi dönüştü, bu sebeple
bizim proletarya anlayışımız da dönüşmek zorunda. […] Proletarya kategorisine kapitalist
hâkimiyete tabi ve kapitalistlerce sömürülen herkesi sokuyor oluşumuz bizim
proletaryayı homojen veya ayrışmamış bir birim olarak gördüğümüz anlamına
gelmiyor. Esasında proletarya farklılıklarla ve katmanlaşmalarla bölünmüş bir
olgu. Bazı işçilere ücret ödenirken bazılarına ödenmiyor; bazı işçiler fabrika
duvarları arasında çalışırken bazıları sınırsız olan toplumsal alanda dağınık
hâlde yaşıyor; bazı işçiler günde sekiz, haftada kırk saat çalışırken, bazıları
tüm ömürleri boyunca çalışıyor; bazı işçilere asgari düzeyde değer verilirken
bazıları kapitalist ekonominin zirvesi olarak görülüp yüceltiliyor. […] Tüm bu
birbirinden farklı emek biçimleri bir şekilde kapitalist disipline ve
kapitalist üretim ilişkilerine tabi. Proletaryayı sınıf olarak tanımlayan, bu
sermaye içre oluş ve sermayeyi yaşar kılma hâli.” [Michael Hardt ve Antonio
Negri, Empire (Cambridge, MA: Harvard University Press, 2000), s. 53. Yürüttüğüm
tartışmadan da görüleceği üzere ben de Hardt ve Negri’deki yeni küresel
proletarya anlayışına benzer bir anlayışa sahibim ama ben, bir kişiyi
proletarya üyesi olarak tanımlayan şeyin tek başına dolaylı olarak kapitalist
sömürüye tabi olmak (s. 52) diyen yazarlara katılmıyorum. Görünüşe göre
yazarların anlayışında ufak bir toprak parçasına sahip olan ve küçük ölçekli
üretim yapan bir köylü de kapitalist piyasaya bağımlı olduğu ve onun tarafından
sömürüldüğü için proleter olarak görülmeli. Ben daha çok küresel işçi sınıfını
üretim araçlarından kopartılmış, emeğinden başka satabileceği bir şeyi olmayan
herkes olarak tanımlıyorum. Bu “herkes”, işsizleri de çalışan kesimleri de
kapsıyor. Burada daha kapsamlı bir anlayış geliştirmek ve halk sınıflarından
bahsetmek mümkün. Halk sınıfları, proletarya yanında kapitalist sömürüye
doğrudan veya dolaylı olarak tabi olan diğer sınıfları ve toplumsal grupları
içeriyor. Benim kitaplarımla Hardt-Negri arasında kimi zaman bağ kuruluyor. Bazı
noktalarda benzer şeyler söylesek de bazı önemli hususlarda İmparatorluk’ta
dile getirilen tezden uzak olduğumu tespit etmem lazım. Sosyolog Jeb Sprague,
aramızdaki yakınlıkları ve farklılıkları şu makalesinde ele alıyor: “Empire,
Global Capitalism and Theory: Reconsidering Hardt and Negri,” Current
Perspectives in Social Theory (20n), 29: 187-207.
[7] Mike Davis, Planet of Slums, Verso Books, 2006.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder