İktidarda sol soslu işçi-köylü, Kürd, Alevi ve
devrimci/komünist düşmanı bir klik olur, ama nedense iktidarın safında yer
alırlar. Burada başvurdukları bahane, iktidarın sol soslu olmasıdır, üstelik bu
bahaneyi, Marksist ustaların devrimci demokratik mücadele ile ilgili
teorileriyle desteklerler.
Ulusal ve uluslararası konjonktür gereği eğer ortada
yükselen bir sınıf hareketi varsa, bu ihtiyacı giderecek tek bir adım
atmayanlar, mevcut suni dengeyi korumak için sol soslu halk düşmanını
kendilerince geliştirdikleri, eksikliklerle malul faşizm tanımlamalarıyla
açıklarlar. Bu tanıma göre politik faaliyet yürütürler.
En kötüsü de faşist sermaye partilerinden solcu
çıkaranlar, kendi yoldaşları eylemde gözaltına alındığında, o çok “devrimci”
yayın organlarında onları “vatandaş” diye tanımlarlar. Bunlar, bırakalım
“devrimci”yi, “halk” kavramını bile o yoldaşlarına çok görürler.
Peki bu kavramların çok mu önemi var? Evet var! Zira
“vatandaş” türünden kavramlar, onların postmarksist özünün birer tezahürüdür.
Tesadüf değildir, devrimci yayın organlarında sermayenin temsilcileri, misal
Ekrem İmamoğlu için “dolara iyi geldi” diye manşet atarlar.
Bir de bu keskin sınıf savaşçısı enternasyonal
devrimciler, bulundukları bölgeyi kendi mülkiyeti olarak görürler. Başka
devrimci/komünist kurumları görünce güneş ışığı görmüş kuduz köpek gibi
dişlerini gösterirler. Ama mülkü olarak gördüğü bölgede halka, pardon
vatandaşın karşısına geçip, CHP’nin sol işlerine bakan vekilleriyle paneller ve
söyleşiler düzenlerler.
İktidarda gerici-dinci halk ve komünist düşmanı bir
klik olur, bu sefer de muhalefet safında yer alırlar. Buradaki bahane ise
genelde “şeriat gelecek”tir. Yine Marksizm ustalarının gerici iktidarlara karşı
yürüttükleri devrimci demokratik mücadeleye ek olarak bir de birleşik cephe
teorileriyle pratiklerini desteklerler. Bu desteği çok yoğun bir biçimde,
başkalarından da isterler.
Feryat figan, kan ter içinde “kardeşim şeriat gelecek
şeriat! Siz hâlâ sekter maceracı pratikler sergiliyorsunuz” diye çıkışırlar.
Onca feryada ve figana karşın şeriatla mücadele konusunda işaret ettikleri
güçse CHP’dir.
O CHP ki Diyanet’i kurandır, imam hatipleri açandır,
altı oktan bile vazgeçilebileceğini söyleyendir, halkımızın tabiriyle,
“kendisine bile hayrı olmayan” faşist, pragmatik, işgüzar partidir. Bu parti,
bugün zor zamanlardan geçen AKP’ye koltuk değneği olmakta, uluslararası
meselelerde ona omuz vermekte, “yolunuzdan dönmeyin, dönen namerttir”
demektedir. CHP, faşist yerli ve yabancı sermayenin güzide bir temsilcisidir.
Bu gerçeklik karşısında “bizim en büyük
talihsizliğimiz, mert bir düşmanla karşı karşıya bulunmamamızdır” diyen Kemal
Pir haklıdır. Bu konuda talihsiz olduğumuzu söylemek gerek.
Bu liberal-reformist klikler, patron-ağa devleti
kavramını duyunca bıyık altından gülüyorlar. “Ağa mı kaldı” diyorlar. Bunu
diyenler, burjuvazinin de destek verdiği yarım yamalak “faşizm” tanımlamaları
dâhilinde sermayenin adını bile anmıyorlar.
Üstelik “ağa mı kaldı” diyenler, feodalizme dair olan
din ve şeriat gibi kavramları ağızlarından düşürmüyorlar. Emperyalist bir çağda
temel çelişkiyi feodalizme ait argümanlarla tanımlıyorlar.
Ne var ki emperyalist bir çağda gerici olanın
emperyalizm olduğunu unutuyorlar, zira en azgın gerici güç, emperyalizmin ta
kendisidir.
Din, emperyalist sistemin başvurduğu ideolojik
aygıtlardan sadece biridir. Reformist sol da böylesi bir aygıttır, o da en az
din kadar kullanışlıdır.
Bu kullanışlı reformist ideolojik-teorik çizgiye ve
sahiplerine bütün olarak baktığımızda, onların sermayenin ve onun elindeki
aygıtın doğrudan veya dolaylı olarak yanında oldukları görülüyor. bunlar,
kapitalist sistemden, burjuvaziden, özel mülkiyetten, üretim ilişkilerinden,
toplumsal rollerden hiç bahsetmiyorlar. Her şeyi bireye ve bireyin partisine
indirgiyorlar. Olan biten her şeyi, yarım yamalak, eksik gedik faşizm
tanımlamaları üzerine kurulu analizlerde, iktidarın halk düşmanı neoliberal
politik faaliyetlerini kişi-özne üzerinden açıklamaya çalışıyorlar, yasayı,
yargıyı, hukuku, yönetim şeklini bir kişinin tercihleri olarak görüyorlar.
Dost-düşman ayrımını o faşizm tanımlamalarındaki özne olan parti üzerinden
yapıyorlar, o sözde “birleşik cephe”yi bu temel üzerinde inşa edeceklerini
sanıyorlar.
Neticede bu klikleri (Halkevleri, Sol Parti/Devyol,
TKP, Troçkistler, EMEP, SYKP vb.) Tanrı veya Allah mevcut kodlarla ve genle
yaratmadı. Bu tür bir yaklaşım saçma ve metafiziktir. Saçmalığını ortaya koymak
için metafizik yöntemlere başvurmaya bile gerek yoktur.
Bir burjuva öğretisi olan Varoluşçuluk bile bahsi
edilen kliklerin pratiklerin altında yatan sebepleri ortaya koyabilir. Zira
Varoluşçuluk’ta varoluş özden önce gelir, önce var olur, sonra da o özün
tercihlerini ve yönelimlerini meydana getirir. Esasen Varoluşçuluk, bir burjuva
öğretisi için oldukça ilerici bir yan barındırır. Maddi yaşam koşullarını,
maddeyi/bilinci ve bunlar arasındaki etkileşimi işin içine katmasa da onun gene
de hakkını vermek gerekmektedir.
Zira iyi ya da kötü, bir sorumluluk taşır, ondan
kaçmaz, sonuçları metafiziksel yöntemlerle, mistik bir tavırla, havada asılı
bırakmaz. Buna karşın bir burjuva öğretisinden, doğayı ve toplumu Diyalektik
Tarihsel Materyalizm teorisi ve yöntemi üzerinden anlayıp çözümlemesini
beklememek gerekir. Hâsılı, öğretinin özünü kavrayıp hakkını vermek
gerekmektedir.
Asıl konumuza dönmek kaydıyla, Sartre’dan şu alıntıyı
yapmadan geçmeyelim. İnsanlık tarihinin tek geçerli yorumunun Marksizm ya da
Diyalektik Materyalizm olduğunu söyleyen Sartre şu tespiti yapar: “En azından
bizim dönemimiz için Marksizm aşılamazdır.”
Şimdi asıl konuya dönelim: Bu “keskin sınıf savaşçısı”
liberal reformist solun kodları bir ilah eliyle oluşturulmuş değildir. Onlar,
tümüyle sınıfsal ve ideolojik-teorik konumlanışları gereği bu hâldedirler.
Bu örgütler, büyük ihtimalle ikiyi bir yapan,
reformist-restorasyoncu çizgiden besleniyorlar. Paydaşçı ve devletçi kapitalizm
anlayışına yanaşıyorlar. Avro-komünizmin konformist ideo-politik çizgisi, bu
örgütleri besliyor.
Devrimci demokratik mücadele gereklidir ama zamanla
“devrimci” sıfatı düşürülmüştür. Çünkü bu klikler, “yirmi birinci yüzyılda ne
devrimi ne sınıfı be kardeşim el insaf!” diyorlar. Sonra da şunu söylüyorlar:
“Elimizde kimlik siyasetine ait argümanlar ile LGBT birey kavramı var, vegan
var, feminizm var, ekoloji var, meslek odaları var, STK var, var oğlu var! İlle
de devrim kavramı istiyorsan altı oktaki devrimciliği verelim sana. Elimizdeki
bunlar, ister birini al, ister hepsini al, mozaik yap. Ama nihayetinde hepsi
bu, aksini iddia edersen ekonomik determinist, cins körü, olmadı, düşman diye
fişlerim seni. Yaparım bilirsin!”
Bu kliklerin Marksist literatürdeki karşılığı
reformist, kapitalizm yolcusu, orta yolcu vs.’dir. Ama bu klikler bu tespitleri
kabul etmiyorlar, hatta onları dile getirenlere kızıyorlar, çünkü onlar,
kendilerini keskin birer sınıf partisi olarak görüyorlar.
Oysa gerçek hayat, somut nesnel pratikler ve
deneyimler, bunun aksini söylüyor. Emperyalist haydutlar ve komprador
patron-ağa devleti de kendisini “insanlık abidesi” olarak görüyor, gösteriyor.
Ne var ki işçi sınıfına, köylülere, emekçilere karşı uyguladıkları halk düşmanı
pratiklere, Kürd ulusunun üzerine yağdırdığı bombalara, katliamlara, imha ve
inkâr siyasetine, cins, cinsiyet, inanç ve kültür farklılıklarına karşı
yaratılan suni düşmanlıklara ve daha nice zulme bakınca bunun böyle olduğunu
görüyoruz. Gerçekte varolan şey, faşist Kemalist diktatörlüktür. Bu tanımlama,
ne devletin ne de reformist-liberal solun dediği gibi, bizim kişisel olarak
tercih ettiğimiz bir şey değildir.
Bu kavramlar tercih değil zorunluluk gereğidir. Kimin
dillendirdiğinin bir önemi yoktur. Ayrıca, reformistlerle yürütülen polemik ve
faşist diktatörlüğün mahkûm edilmesine dönük çabanın kendisi, esasen birey özne
üzerinden yürütülen bir şey de değildir. Asıl mesele, kurum olarak devlettir.
Politik sahada kişisel hiçbir şey yoktur, teorik sahada hiçbir şey münferit ve
birbirinden kopuk ele alınamaz. Sınıflı toplumlarda sınıf çatışmasının ortaya
koyduğu tarihsel, toplumsal ve sınıfsal olaylar/olgular birbirleriyle
bağlantılıdır, aralarında karmaşık ama açıklanabilir, analize tabi tutulabilir
bir ilişki söz konusudur.
Her şey değişir dönüşür, güçlü olan, yerini güçsüz
olana bırakır. Bu, yengi-yenilgi diyalektiği için de geçerlidir. Ama bu,
kendiliğinden olmaz. Bunun için sağlam bir ideolojik ve teorik birikime, somut
araçlara, asgari program düzleminde anın ihtiyaçlarını karşılayan politikalara,
azami program düzleminde ise devrimci iktidarı hedefleyen, aracı amaç kılmayan,
somut durumun somut analizi üzerinde duran, değerlere bağlı kalarak,
oportünist-revizyonist ideolojik çizgilere, bunların politik tezahürlerine karşı
amansız ideolojik mücadeleye ve tarihin seyrini işçilerin-emekçilerin, ezilen
ulus ve halkların çıkarlarına uygun kılmaya dönük kavgaya ihtiyaç vardır.
Eninde sonunda tarih, elbette ki işçi-köylü
iktidarını, ezilen ulus ve halkların, inançların, kültürlerin ve kimliklerin
kurtuluşunu getirecek iktidarı, büyük ve kalın harflerle, bir daha hiç
silinmemek üzere yazacaktır. Bu farklılıklar arasındaki suni düşmanlıklar
tarihin çöplüğüne atılacaktır. Çünkü devrim ve sosyalizmle birlikte birilerinin
özel mülkiyetlerine halel gelmesin diye yaratılan yapay kaoslara, savaşlara,
farklılıkları dışlayan gerici suni düşmanlıklara artık gerek kalmayacaktır.
Serkan Yıldırım
14 Şubat 2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder