İngiliz
İşçi Partisi’nin ardı ardına dört seçimde de yaşadığı yenilgi üzerinden iki
çıkarımda bulunabiliriz.
1.
İngiliz İşçi Partisi, önemli bir çoğunluğa ulaşarak hükümet kurabilmesi için kimi
özel ve istisnai koşulların oluşması gerekiyor.
2.
Bugün bu bahsini ettiğimiz istisnai koşulların oluşması içinse Muhafazakâr
Parti’nin politika ve seçim sathında bölünmesi gerekiyor.
İşçi
Partisi’nin yaşadığı yenilgi, geleceğine dair tartışmaların da yaşanmasına
neden oldu. Bu tartışmalar dâhilinde şu türden sorular ele alındı.
Parti
,sendikalarla kurduğu bağlara doğru daralma yoluna mı gitmeli yoksa bu bağları
kesmeli mi?
Parti,
nispi temsil sistemini savunmalı mı?
Savunacaksa,
seçim yolunda liberal demokratlarla ittifak yapmalı mı?
Sosyal
yardımların herkese yapılacağı vaadinden vaz mı geçmeli?
Bu
türden sorular solu ümitsizliğe sürüklüyor, zira sol, İşçi Partisi’nin işçi
partisi olduğu önermesini sorgusuz sualsiz kabul ediyor, partinin sınıfsal
temelinin somut ifadesi olarak da onun sendikalarla kurduğu bağlara işaret
ediliyor.
Solun
görüşüne göre, sendikalarla bağların kopartılması durumunda işçi sınıfı temsil
edilme imkânını yitirecek, böylelikle, tarihsel bir yenilgiyle yüzleşecek. Bu
yüzden, işçi sınıfı nüfusun önemli bir kısmını teşkil ettiği için, sendikalarla
bağlar kopartılsın mı kopartılmasın mı sorusu yerine onların daha iyi nasıl
temsil edileceği sorusu üzerinde duran yığınla makale kaleme alınıyor.
Burada
biz, meseleye başka bir açıdan yaklaşıyoruz. Bize göre, İşçi Partisi’ni orta
sınıfın politik çıkarlarını korumak amacıyla işçi sınıfının ufak ve imtiyazlı
katmanıyla ittifak kuran, orta sınıfın radikal kesimi kurdu. Dolayısıyla, İşçi
Partisi, bugün olmadığı gibi dün de hiçbir vakit bir işçi sınıfı partisi
olmadı.
İşçi
sınıfının iyi maaşlı kesimlerinden oluşan toplumsal taban dardı, bu sebeple,
işçi sınıfının geri kalan kısmının oylarını almak için çalışmalar yürütüldü.
Söz konusu toplumsal taban, meclis içerisinde muteber bir güç olarak temsil
edilmesi için uğraşıp durdu. Ama bu durum, onu bir işçi sınıfı partisi yapmaz.
Neticede işçi sınıfının oyları seçimi kazanmaya yetmez. Dolayısıyla, orta
sınıfın en geniş kesimlerinin oylarına ihtiyaç duyar. Bu imkân, iki kez ortaya
çıktı. İlki 1945’te ikincisi 1966’da. Her iki seçim sonrası parti hükümet
kurdu, ama ya azınlık partisi olarak çalışma yürüttü ya da çoğunluğa zar zor
ulaşabildi.
Burada
sunduğumuz bakış açısı, solcuların bakış açısından farklı, çünkü biz, solun
çıkış noktasından farklı bir çıkış noktası üzerinde duruyoruz. Sol, İşçi
Partisi varolduğu dönem boyunca onun Britanya’nın büyük bir emperyalist güç
olduğu, bu olgunun partinin politik gelişimini tayin ettiği gerçeğini unutuyor.
Partiyi
işçi sınıfı içinde yer alan dar bir katman kurdu. Bu işçi aristokrasisi daha
çok kalifiye işçilerden oluşuyordu. Bu kesim, esas olarak Çartizmin yaşadığı
yenilgi sonrası İngiltere’nin dünya genelinde tekelci güç hâline gelen
sanayisinin inşa edildiği dönemde ortaya çıktı. On dokuzuncu yüzyılın son
çeyreğinde ABD ve Almanya ile girdiği rekabet, İngiltere’nin sanayi sahasındaki
gücünü bir miktar kırdı, böylelikle işçi aristokrasisinin imtiyazlı konumu
sömürgeci tekellerin verdiği kırıntılara bağımlı hâle geldi. Böylesi bir
güçlükle yüzleşen işçi aristokrasisi, mevcut konumunun zayıfladığını gördü ve düne
kadar müttefiki kabul ettiği Liberal Parti’den uzaklaştı.
İşçi
aristokrasisi, sınıfsal çıkarlarını savunmak adına, meclis içerisinde ayrı bir
grup oluşturma ihtiyacı duydu. Böylesi bir grubu oluşturmak için de radikal
orta sınıfla birlikte İşçi Partisi’ni kurdu. Bu iyi ücretli kesimin imtiyazları
İngiliz İmparatorluğu’nun devamlılığına tabi olduğu için İşçi Partisi
imparatorluğu savunmak zorunda kaldı. Neticede İşçi Partisi, kurulduğu günden
beri emperyalist bir partiydi.
Buna
karşın sol, İşçi Partisi’nin emperyalist niteliğini zımnen veya alenen
görmezden geliyor, bunun neticesinde de işçi sınıfı içerisindeki ayrışmaya dair
tespitlerden uzak duruyor. İşçi Partisi’nin işçi sınıfı partisi olduğuna dair
efsanenin bugüne dek gelmesi için gerekli teorik zemini bu yanlış yaklaşım
örüyor. Sol, politik koşullar ne vakit onu korumasını talep etse İşçi
Partisi’ne kalkan oluyor. Sol, ilgili efsaneyle uyumlu bir role sahip.
Örneğin
1992 seçiminde istisnasız tüm sol, İşçi Partisi ile Muhafazakâr Parti
arasındaki politika farklılıklarının neredeyse silinip gitmiş olmasına rağmen
gidip tıpış tıpış İşçi Partisi’ne oy verdi, onun için kampanya yürüttü.
Her
ne kadar 30 yaşın altındaki kadınları dışarıda tutsa da 1918 tarihli Halkın Temsili
Kanunu’nun işçi sınıfına oy kullanma hakkı vermesi sonrası İşçi Partisi,
mecliste önemli bir güç hâline geldi. Ama gene de aldığı oylar, partinin
çoğunluğu elde etmesine yetmedi. Bu çoğunluğu elde etmesi için partinin işçi
sınıfının çıkarlarıyla imtiyazlı üst katmanlarla orta sınıfa mensup geniş
kitlelerin çıkarlarını uzlaştırması gerekiyordu. Bu uzlaştırma girişimi, sadece
savaş sonrasında başarıya ulaştı. Ekonomik canlanmaya yol açtığı düşünülen
Keynesçi “şu çıkarları uzlaştıralım”cı anlayış, refah devletinin tesisiyle
birlikte sonuç verdi.
Yetmişlerin
sonunda Keynesçiliğin ölümü, esasen şu anlama geliyordu: işçi aristokrasisinin ve
orta sınıfın imtiyazlı koşullara sahip olduğu dönem sona erdi, aynı zamanda
işçi kitleleri, kendilerine yeterli olan yaşam standartlarını tümüyle yitirdi. Artık
o işçi aristokrasisi ve orta sınıf, zenginliğe işçi sınıfının hilafına kavuşabilirdi.
İşçi Partisi içerisinde bugün sürmekte olan sosyal yardımların hedefe konulması
ile ilgili tartışma, oluşan bu yeni gerçekliğin bir yansıması.
Yirminci
yüzyılın başından itibaren İngiliz emperyalizminin biçimi değişti ama özü hiç
değişmedi. İngiliz emperyalizmiyle birlikte işçi aristokrasisi de değişti, ama
işçi sınıfı içerisindeki ayrışma varlığını bir biçimde korudu. Usta işçiler,
yerlerini sendika memurlarına, çalışanlarına, yetenekli beyaz yakalı işçilere
ve idarecilere bıraktı. Bu, bilhassa kamu sektöründe işleyen bir süreçti. İlgili
katmana hâkim olan politik kültür tümüyle yozlaşmış, paraya teslim olmuş bir
kültürdü. Yani bu kesim, ülke içerisindeki ve ülke dışındaki fakirlikle ve zulümle
zerre ilgilenmiyordu, çünkü bu fakirlik ve zulüm, imtiyazlı ve asalak
varlığının zorunlu koşuluydu.
Söz
konusu kesim, demokrasi anlayışından uzak, ruhen köle isimlerden oluşuyordu. Ama
politik ihtiyaçlar uyarınca öyle değilmiş gibi görünmeye özen gösteriyorlardı.
İşçi Partisi üyelerinin alamet-i farikası, cahillikti.
Ülkedeki
demokratik ve politik hakların durumu bugün öyle kötü ki Avrupa Mahkemesi’ne
yapılan başvuruların önemli bir bölümü bu konularla alakalı.
İkinci
Dünya Savaşı sonrası yaşanan ekonomik canlılık döneminde sayıları giderek artan
kamu sektörü işçilerinin nispeten zengin kesimlerinden gelen solcular, bu hâkim
kültüre teslim oldular ve yerlerini almaya çalıştıkları isimlerden daha fazla
yozlaştılar. İmtiyazlı toplumsal konumları politik duruşlarını tayin etti.
Bu
politik duruşları ve işleyen süreci idrak edebilmek için işçi aristokrasisinin
yükselişi ve kitlelerle ilişkisini, işçi sınıfının mecliste bağımsız temsil edilme
imkânlarını araştırmak zorunda kalışını, 1918 anayasasının kabulünden beri yürüttüğü
faaliyetleri incelemek gerekiyor. Bu açıdan, İşçi Partisi’nin tarihi ve sicili
araştırılmayı bekliyor.
Dünya
ezilenleri açısından İşçi Partisi, gerçekte ne demokrasi ne de eşitlik ilkesine
bağlı. O, ülke içerisinde elde ettiği bir iki önemsiz başarı haricinde önemli bir
tarihsel başarı elde edebilmiş değil. Tek işi, İngiliz emperyalizminin
çıkarlarını savunmak. Bu gerçeği anlamak için 1918’den beri partinin işçi
sınıfı ile kurduğu ilişkilere bakmak gerekiyor. Bu süreçte parti, işçi sınıfını
sürekli politik hayattan uzak tuttu. İşçiler, ne vakit kendilerini savunmaya
çalıştılar, parti, elindeki tüm kaynakları kullanarak, zerre vicdan azabı duymadan,
işçilere saldırdı.
1992
seçimleri, İngiliz emperyalizminin sanayi, maliye ve siyaset sahasında yaşadığı
çöküş sürecinin hızlandığı gerçeklikte yapıldı. 1986’da başka ülkelerdeki varlıklarının
toplamı 100 milyar sterlini aşan, dünyanın en büyük borç veren ülkesi olan
İngiltere, 1991’de toplam 16 milyar sterlinlik bir varlığa sahipti. 1990’da borç
alan ülke olmaktan çıktı. Tokyo, dünyanın finans merkezi unvanını Londra’nın
elinden aldı.
Kuzey
Denizi petrolünden gelen gelirler seksenlerin ortalarında zirveye ulaştı. İmalat
sektörünün ürettiği ürünlerin 1992’deki oranı, 1979’daki seviyenin sadece yüzde
1 üzerindeydi. İmalat sektörüne yönelik yatırım ise düşüktü. Böylelikle, otuzlardan
beri hüküm süren en uzun resesyon sürecinin orta yerinde ülke, mamul ürünler
konusunda yaşadığı ticaret açığını beklenmedik bir biçimde dengeleme imkânı
buldu. Kamu kesimi borçlanma gereksinimi, hâlihazırda 34 milyar sterlin ve bu
değer sürekli yukarı çekiliyor. Reel harcamalardaki kesintilerle birlikte
hizmetlerin niteliği sürekli bozuluyor.
Buna
rağmen, daha doğrusu, tam da bu sebeple İşçi Partisi seçim kazanamıyor. Parti,
ne orta sınıfın ne de işçi sınıfının kalburüstü kesimini ikna edebiliyor. Bu kesimlerin
Muhafazakâr Parti’ye yönelik desteğini bir türlü sonlandıramıyor, işçi sınıfına,
bilhassa yoksul kesimlerine anlamlı hiçbir şey sunamıyor. Aslında parti, seçim
süreci boyunca görmezden geldi ve bu yaklaşımı seçim sonrasında da sürdürdü. İşçi
sınıfı ve yoksullardan korkuyor ya da onlara acıyor. Bu kesimleri “altsınıf” olarak
görüp çöpe atıyor. Gelgelelim, bu “altsınıf” dedikleri kesim, hızla büyüyor.
Bugün
tüm çalışanların yüzde 47’si, Avrupa Eşik Gelir Düzeyi’nin altında ücret
alıyor. “Örgütlenemeyen parya” veya “cehennemin dibini boylamış insanlar”
olarak görülen “altsınıf”, giderek işçi sınıfına dair bir örtmece hâline
geliyor. Bu örtmeceli ifade, aslında işçi sınıfının politik hayattan
dışlanmışlığını anlatıyor. 1992’deki Los Angeles isyanları, yoksul işçi
sınıfının ancak daha fazlası sunacak politikayı kabul edebileceğini gösteriyor.
O hâlde bugünün meselesi şu: bu kesimin politik çıkarlarını kim temsil edecek?
İşçi Partisi’nin temsil edemeyeceği açık.
Robert Clough
Haziran
1992
[Kaynak: Labour: A Party Fit for Imperialism, İkinci Baskı, 2014, Counterattack, s. 11-15.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder