“Refah devleti denilen olgu, bu dönemde muhtemelen işçi
sınıfındaki sosyalizm vizyonunu bir biçimde bulanıklaştıracaktır.”
[Kwame Nkrumah]
Ülke içerisinde yaygın olarak anlatılan hikâyeye göre, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, fedakarlıklarının karşılığını almak isteyen İngiliz işçileri, refah devletini inşa eden İşçi Partisi hükümetine oy vererek daha adil bir topluma kavuşmak adına güçlerini birleştirdi. Bu herkesin dilinde olan “45 Ruhu”nun merkezinde duran isimse Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin (NHS) mimarı “Sülün” lakaplı Aneurin Bevan’dı (1897–1960).
Bevan, İşçi Partisi içerisindeki sol kanadın romantikleştirdiği putlar arasında gururlu bir yere sahipti ve genel kabule göre, partinin “sosyalist ruhu”nu temsil ediyordu.
Bir zamanlar “Muhafazakâr Parti’nin politika
sahasından tümüyle silinmesi” çağrısında bulunan, dünyaya sınıf savaşı penceresinden bakan bu efsaneleştirilmiş, gençken madenci olarak çalışmış olan adamın
geçmişine baktığımızda, karşımıza oldukça karmaşık ve çelişkili bir tablo
çıkıyor.
İngiltere,
İkinci Dünya Savaşı sonrası bu refah devleti anlayışı üzerinden belirli bir
uzlaşma zeminine kavuştu. Esasında bu zemin, türlü pazarlıklarla sömürgelerden
çekilme süreci üzerinden gelişti. Üstelik bu çekilme süreci, hiç de barışçıl ve
düz bir yol izleyerek ilerlemedi. İmparatorlukla kurulan ilişkiler korundu, bu
ilişkiler üzerinden, kapitalist ulus-devletin sınırları içerisinde belirli bir uzlaşmaya
varıldı.
Bevan’a
göre sosyalizm, her şeyden önce “önceliklerin belirlenmesinde kullanılan bir dil”di.
Bevan’ın parlamentodaki kariyerine eleştirel bir gözle baktığımızda, onun
Afrika, Asya ve Karayipler’deki sömürge halklarını tabi unsurlar olarak kabul
ettiğini görüyoruz. Onun uzun süre Hindistan bağımsızlık hareketinin lideri
Cevahirlal Nehru’nun arkadaşı olmuş olması, bu gerçeği değiştirmiyor.
Refah
devletine, İngiltere’nin sömürgecilik düzleminde kendisine bağımlı olan
ülkelerden getirilen göçmen işgücünün hizmet ettiği, bu göçmenlerin İngiltere’ye
vardıklarında zaman zaman Bevan’ın da destek sunduğu ırkçı ve dışlayıcı
dürtülerle karşılandığı gerçeği, çoğunlukla unutuluyor. Benzer “yerlici”
eğilimler, bugün tanık olduğumuz sosyal demokrasideki canlanma sürecinde de
karşımıza çıkıyor. Bu durum, bizi geleneksel işçi hareketinin emperyalizmle iç
içeliğini sorgulamak zorunda bırakıyor.
Yeni
Sömürgeci Sözleşme Olarak Refah Devleti
Devlet
tarafından gerçekleştirilen sosyal yardım reformları, esasen çelişkili bir
sınıfsal niteliğe sahipti. Bir yandan işçiler için acil kazanımlar
oluştururken, aynı zamanda değer yaratan bir işgücünün yeniden üretilmesine
yardımcı oluyorlardı. Bu anlamda, ilgili reformlar, kapitalizmin meşruiyetini
artırabilecek tavizleri ifade ediyorlardı. Dolayısıyla, sosyal yardım sahasında
alınan önlemler, sınıf mücadelesinin kontrolünde, aniden kabarmasını sağlayıp
süreçte gerici manada sınırlandırılmasında bir araç olarak kullanıldılar.
İki
savaş arası dönemde İngiltere, Kıta Avrupası’nı sarsan toplumsal sarsıntılardan
tümüyle muaf değildi. Savaş döneminde parlamentodaki bir Muhafazakâr Partili, o
ünlü konuşmasında şu uyarıyı yapıyordu: “Eğer halka toplumsal reform havucunu
vermezseniz o da sizi toplumsal devrim sopasıyla döver.”
1945-1951
arası dönemde reformdan yana olan İşçi Partisi hükümeti, bu havuç-sopa
siyasetini benimsedi. Sosyal konut projelerini artırdı, kamusal eğitim alanını
genişletti, ücretsiz sağlık hizmetlerini yaygınlaştırdı, tüm bunlara işyeri
disiplinini pekiştiren adımlar eşlik etti.
İddialara
göre Bevan, Marksist siyasi eğitim almış bir isimdi, gelgelelim, o aslında
parlamenter demokrasiye iman etmiş, ülke genelinde sanayinin dizginleri elinde
tutmasının “yukarıdan” sosyalizmin inşası için gerekli temeli teşkil ettiğine inanan
biriydi. İngiliz başbakanı Clement Attlee’nin kurduğu Acil Durumlar İçin
Bakanlık Komitesi üyesi olan bu eski militan sendikacı, verimlilik meselesiyle
ilgili tartışmalar üzerinden millileştirilmiş olan sanayi kollarındaki grev
dalgasının kırılmasına katkıda bulundu. Bevan, bu grev kırıcılığına dönük
faaliyeti dâhilinde, yirmi yıl önce, 1926’da yapılan genel grevin
sonlandırılması çabalarına katkıda bulunmuş olan Tedarik ve Nakliye Teşkilâtı’ndan
istifade etti. 1925’te örgüt, sağcı faşist unsurlarca, grevdeki işçilerin işlerini
yapmak suretiyle grevleri kırmak, bu noktada nakliye ve iletişim gibi işleri
üstlenmek amacıyla kurulmuştu.
Sosyal
yardım tavizleri, esasen ülkedeki sınıfsal güç dengesinin bir yansımasıydı, ama
bu tavizler, hikâyenin sadece belirli bir kısmını teşkil ediyordu. İngiliz yeni
solunun tarihini inceleyen John Saville’in 1957’de dile getirdiği biçimiyle, “yeni
bir toplumsal mutabakatın planlanması konusunda yönetici sınıfın sahip olduğu esneklik
ve manevra kabiliyeti, temelde ülkenin dünyanın en büyük imparatorluğuna sahip
olmasının bir sonucuydu.”
İşçi
Partisi hükümeti bu temel sayesinde, kapitalist sömürüyü ortadan kaldırmadan,
ülke içinde (göreceli) sınıf barışını sürdürme imkânı buldu. Afrika’nın Birliği
fikrini savunan Kwame Nkrumah, 1965 yılındaki ufuk açıcı çalışması Yeni
Sömürgecilik’te Avrupa ve Kuzey Amerika'daki yönetici seçkinlerin savaştan
sonra ülke içindeki toplumsal taleplerle başa çıkmanın bir yolunu nasıl
bulduğunu şu şekilde açıklıyor:
“Bilinçli bir çaba dâhilinde,
zengin sınıfın elinde toplanan ve sömürgelerden gelen kazanç, refah devletini
finanse etmek için kullanıldı. […] Bu yöntemi savaştan önce sömürge halklarını
ülke içerisindeki kapitalist düşmanlarına karşı doğal müttefikleri olarak gören
işçi sınıfının liderleri bile benimsedi.”
Savaşın
hemen ardından İngiltere, İşçi Partisi’nin sosyal planlarının sorgulanmasına
neden olan bir para dengesi kriziyle karşı karşıya kaldı. Bevan, başbakan Attlee’nin
“Yeni Kudüs”ü için paranın nereden geleceği konusunda net değildi, ancak eski
bir Marksist ve İşçi Partisi hükümetinde gıda bakanı olan meslektaşı Evelyn
John Strachey, daha açık sözlüydü. Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin kurulduğu yıl
olan 1948’de Sömürge Gelişimi yasa tasarısı üzerine yapılan parlamento
tartışması sırasında Strachey, konuşmasının sonunda şunu söylüyordu:
“Her ne pahasına olursa olsun,
sömürgelerde, sömürgeleştirilmiş topraklarda, Britanya İmparatorluğu’na bağlı
bölgelerde birinci öneme sahip her türden üretimin geliştirilmesinin ülke
ekonomisi için ölüm kalım meselesi olduğunu söylersek abartmış olmayız.”
Attlee
hükümeti, Malaya’dan kauçuk ve kalay, Gana’dan kakao gibi önemli ihracatlardan
kazanılan dolarlar karşılığında, sömürgelere “borç” verme politikası izliyordu.
İngiltere’nin savaş sonrası girdiği yeniden yapılanma süreci, işçi
bürokrasisinin aktif desteğiyle “sömürgelerin imparatorluk tarihinde daha
önceki herhangi bir zamanda olduğundan daha sistematik bir şekilde
sömürülmesini” içeriyordu.[1] Sendika lideri Ernest
Bevin, konuyla ilgili şunları söylüyordu:
“Ben,
Britanya İmparatorluğu’nu feda etmeye hazır değilim, çünkü onun yok oluşu,
seçmenlerimizin yaşam standartlarının önemli ölçüde kötüleşmesi ihtimalinden
başka bir anlama sahip değil.” Trinidadlı Marksist George Padmore’un belirttiği
gibi, emperyalizmin bu işçi vekilleri, İngiliz işçi sınıfını kolektif “İmparatorluğun
paydaşları” hâline getirmek istiyorlardı.
İngiliz
Sosyalizminin Medenileştirme Misyonu
Sosyalist
gazete Morning Star’da yazan sendikacı ve tarihçi Graham Stevenson, dış
politikanın Bevan’ın yetki alanında olmadığını öne sürerek, refah devletinin
mirasını savunmaya ve onu Attlee’nin Kore, Malaya ve İran’da giriştiği
emperyalist maceralardan ayırmaya çalışıyordu. Ancak Bevan’ın Sömürgeler Bürosu’nu
istediği ve “yumuşak sol” olarak nitelendirilen Kürsü grubunun karizmatik
lideri olarak uluslararası ilişkilerde etkili bir ses olduğu, herkesin bildiği
bir husus.
Bevan’ın
savaş öncesinde sömürgelerin sahip olduğu statükoya karşı çıkmış olması, onu
İşçi Partisi’nin sağıyla ayrılığa düşürse de, Bevan gene de sömürgeleştirilmiş
ülkeler İngiliz parlamenter demokrasisi altında yeterince vesayet altına
alınana kadar, her türden “tam özyönetim önerisine karşı” olduğunu vurgulayıp
durdu.
Bevan,
özünde “Sosyalist Milletler Topluluğu”nun medenileştirme misyonuna inanıyordu.
1948’de Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin gelişiyle birlikte İngiltere’nin “dünyanın
ahlaki lideri” olduğunu söyledi. “Beyaz adamın sırtındaki yük”ten dem vurup
duran ve alabildiğine vesayetçi olan bu zihniyet, İşçi Partisi’ndeki ahlaki
sosyalist geleneğin tipik bir örneğiydi. Söz konusu zihniyet Bevan gibileri, bu
öneriyi açıktan reddeden Komintern’e bağlı olan sömürgelerin “aydınlanmış”
güçlerin vesayetinde olması gerektiğini savunan bu görüşe karşı çıkan
Emperyalizme Karşı Birlik ve Manchester Afrika’nın Birliği Kongresi’nin
yaklaşımından uzaklaştırdı.
Bevan,
İngiltere’nin serbest ticaret emperyalizmine damga vuran, “bağımlı ülkeler”le
kurulmuş olan eşitsiz ekonomik ilişkilere de veya kendisinin ifade ettiği
biçimiyle, “dünya ticaretiyle ilgili meşru hak iddiaları”na da hiçbir vakit
karşı çıkmadı. İngiltere’nin çıkarlarını ahlakileştirme konusunda sahip olduğu
üstün beceri, Bevan’ın eşi ve milletvekili Jennie Lee’de de mevcuttu. Lee, 1956’da
düzenlenen İşçi Partisi konferansında açıktan şunları söylüyordu:
“Buradaki ve
sömürgelerdeki hayat standartlarının yükseldiği, özgür ve dost ulusların bizden
kendilerinin bankacıları olmamızı isteyecekleri günler için çalışmalıyız.”
Bevan’ın
emperyalizme meyilli olan görüşleri, bilhassa Ortadoğu’yla ilgili
değerlendirmelerinde öne çıkıyordu. Bevan, Mısır’daki İngiliz-Fransız işgaline
karşı çıkarken ırkçı bir dille “Ali Baba” olarak nitelendirdiği Başkan Cemal
Abdünnasır’ın İngilizlere ait olduğunu düşündüğü petrolün taşınması için
kullanılan Süveyş Kanalı’nı millileştirmesine öfke kusuyordu. 700.000
Filistinliyi şiddet araçlarına başvurarak yerinden eden Siyonist sömürgeci projeyi
meşrulaştıran Bevan, kabine toplantısında şu görüşü savunuyordu:
“Arap devletleri bizden
uzaklaşmamalı görüşü, kesinlikle yanlış. Bize dost bir Yahudi devleti, herhangi
bir Arap devletinde bulacağımız güvenden daha fazlasını sunacak bir askeri üs hâline
gelecektir.”
Bevan,
bu düzlemde, Avrupalılaşmış Yahudi yerleşimcilerin Arap dünyasının “Ortaçağ’dan
miras kalmış olan kurumları”nı yıkıp sosyalist demokrasinin zeminini inşa edebileceklerini
düşünüyordu. Bu anlamda Bevan, ırkçı bir öze sahip medeniyetçi gelişim görüşüne
sırtını yaslıyordu.
Ne
var ki sömürgecilik temelli kurtuluşu savunan ama bu konuda tereddütlü ifadelere
başvuran bir siyasetçi olarak Bevan, partisi içerisindeki solcu kesimde ayrıksı
bir isim olarak görülemez. Misal, partinin sömürgeler bakanı olarak,
İngilizlerin elinde bulunan Gine’nin (Guyana) sosyalist başbakanı Cheddi Jagan’ın
devrilmesi sürecini yöneten isim, Sömürgelerin Özgürlüğü Hareketi’nin eski
saymanı Anthony Greenwood’du. Komünist Parti teorisyeni Rajani Palme Dutt, Batı
sosyal demokrasisinin bu denenmiş ve sınanmış modelini tanımlama yoluna
giderken, İşçi Partisi içerisinde güya sınıfın sözcüsü olduğunu söyleyen
isimler, “emperyalist mekanizma dâhilinde anti-emperyalist görüşleri dile
getirmekten alıkoyan, ama aynı zamanda onları emperyalist politikaları savunmak
denilen resmi görevi ifa etmeye mecbur kılan mevkilere getiriliyorlardı.”
Nihayetinde
ülke içerisinde eşine daha önce rastlanmamış olan sosyal güvenlik
uygulamalarını yürürlüğe sokan hükümet, bir yandan da Küresel Güney’deki
ilerici siyasi faaliyetlerin geleceğini karartıyor, Nkrumah’nın Afrika Birleşik
Devletleri projesinde somutluk kazanan bölgesel arzuları bastırıyor, toprak ve
kaynaklar üzerindeki egemenliği savunan ulusal kurtuluş hareketlerini eziyordu.
İşçi
Partisi, sömürgeler konusunda berbat bir sicile sahipti. Bu sicil, bir açıdan,
Bevan’ın Muhafazakâr Parti üyelerine emperyalist politikalar konusunda verdiği
derste dil buluyordu. Bevan, Nkrumah’nın hapse atılmasından bahsettiği sırada kendisini
dinleyen Muhafazakâr Parti üyeleri, ona bu işten kendisinin sağlık bakanı
olarak görev yaptığı Attlee hükümetinin sorumlu olduğunu hatırlattı! Bevan, bu
sözü savuşturmak adına şu cevabı verdi: “Evet onu hapse biz attık. Sayın üyeler
kahkahalarını bir anlığına dizginlerlerse, şunu söyleyeceğim: bu olay, bahsini ettiğim
mücadelelerle ilgili o klasik hikâyenin bir parçası olarak cereyan etti.” Bevan’ın
hiç düşünmeden verdiği bu cevapta, Nkrumah’nın tutuklanmasından aylar önce Gana’da
silahsız protestocuların öldürülmesinden hiç bahsedilmiyordu. O günlerde Dr.
Nkrumah’nın da eski üyesi olduğu Batı Afrika Öğrenci Birliği, ABD
emperyalizminin sömürgelerin bağımsızlığı konusunda “İngiliz Sosyalizmi”nden
daha az tehdit teşkil ettiğini söylüyordu.[2]
Attlee’nin
dış politikasının bir başka dayanağı da Batı Avrupa’nın ABD’ye ait Marshall
Planı kapsamında yeniden askerileştirilmesini desteklemekti; bu destek sebebiyle,
Britanya Komünist Partisi, İşçi Partisi'nin kurduğu refah devletini gerçek
manada bir “savaş devleti” olduğunu söyleme imkânı buldu.[3]
İkinci Dünya Savaşı öncesinde Bevan, Avrupa'daki faşist tehdide karşı
komünistlerle Birleşik Cephe çağrısında bulunarak İşçi Partisi liderliğini
kendisinden uzaklaştırmıştı. Ancak Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte
Sovyetler Birliği tarafından desteklenen sömürgecilik karşıtı hareketler,
batılı emperyal güçlerin hegemonyasını istikrarsızlaştırdıkça yakınlık duyduğu
odaklar değişti. Böylelikle Bevancılar, Batılı sosyal demokrasiyi
Marksizm-Leninizmle karşı karşıya getiren ideolojik bir mücadelenin tuzağına
düştüler. Bevan’ın 1951’de İşçi Partisi’ndeki militarizme karşı gerçekleştirdiği
“isyan”, Kore Savaşı’nın ulaştığı soykırım boyutuna karşı geliştirilmiş bir itirazı
hiçbir şekilde içermiyordu. Esasında Bevan, Kore Yarımadası’nın İngiltere ve
Amerika tarafından işgal edilmesi fikrine destek sunuyor, özünde partideki
militarizme, yüksek seviyelere ulaşmış olan savunma harcamalarının artık kendisinin
örgütlediği sağlık hizmetlerinde kesinti yapılmasına neden olduğunu düşündüğü
için karşı çıkıyordu.
İmparatorluk
ve Ulusal Sağlık
Refah
devleti, yurt içinde de imparatorluğun damgasını taşıyordu. Sağlık hizmetleri
temel bir toplumsal gereklilik olsa da, tarihsel olarak tıbbi hizmetlerin
devlet tarafından sağlanması, emek verimliliği ve on dokuzuncu yüzyılın
sonlarından itibaren emperyalist ırksal hijyen ideolojileri çerçevesinde ele
alınan bir konuydu. Liberal iktisatçı William Beveridge’in 1942 tarihli sosyal
yardım temelli çözüm planı, “iyi hayvanların üremesine izin verilirken, kötü
hayvanların devlet müdahalesi yoluyla ıslah edilmesi” tavsiyesinde bulunuyor,
öjeni fikrinden etkilenen benzer fikirler, Fabyusçular Derneği üzerinden İşçi
Partisi içerisinde yayılıyordu.[4]
1945-1951
arası dönemde uygulanan millileştirme politikaları, kapitalist devlet
tarafından yukarıdan yönetilen ve hiçbir şekilde sosyalist olmayan
politikalardı. Bevan, Ulusal Sağlık Hizmetleri’ni “saf sosyalizm” olarak
tanımlasa da ilgili alan, esas olarak, bağımsız yüklenicilerin devam eden
varlığı ve özel muayenehanelerin sürdürülmesi nedeniyle başından beri verilen
tavizlerle tanımlıydı. Bununla birlikte, savaş sonrası reformlar, kolektif
sosyal güvenlik açısından ileri bir adımdı ve onları yöneten ulus-devlete olan
bağlılığı artırdı: Refah devleti denilen yapının bayrağı, hâlen daha Britanya
İmparatorluğu bayrağıydı. Sosyalizmin dili, düzen tarafından iç edildi,
değersizleştirildi. Bunun için, tam da Tom Nairn’in dile getirdiği biçimiyle, “İşçi
Partisi’nin sınıfı millileştirmesine dönük adımları”ndan istifade edildi. İşçi
sınıfının kendisini kudretli kılmasına dair geliştirilmiş olan Marksist
değerler, yurtsever toplumsal sözleşmenin oluşturulduğu süreçte yitip gitti.
İngiltere’de
ulusal aidiyet ve ülke üzerinde hak sahibi olma anlayışı, savaştan sonra
giderek daha fazla ırkçı bir zemine kavuştu. Satnam Virdee’nin de dediği gibi, İngiliz
sosyal demokrasisinin zirveye ulaştığı dönem, aynı zamanda beyaz üstünlükçülüğünün
ve hukuk düzleminde açığa çıkan ırk ayrımcılığının altın çağıyla örtüştü.”[5] Beyaz olmayan “Yeni Milletler Topluluğu”ndan gelen göçmen
işçiler, İngiltere’nin kamu hizmetlerini ve durgunlaşan endüstrilerini
desteklemeye ikna edildiğinde, istihdam ve barınma konularında genellikle
beyazların hâkim olduğu sendikalar tarafından desteklenen bir ayrımcılık
politikasıyla karşılandılar. Liverpool’un siyahî sakinlerine yönelik şiddetli
saldırıların yaşandığı 1948’de Bevan, “Sömürge halklarına mensup kişiler, madem
ki buraya kendi sorumluluklarıyla geliyorlar, o vakit hiçbir şey yolunda
gitmiyor diye şikâyet edemezler” diye yazıyordu.[6]
Ulusal
Sağlık Hizmetleri bünyesinde, farklı ırklara mensup çalışanların, eğitim
seviyeleri ne olursa olsun, en düşük ücretli istihdam dereceleriyle
sınırlandırıldıkları, gayri resmi bir kast sistemi oluşturuldu. Brixton
merkezli bir siyahî feminist örgüt, sağlık hizmetinin yönetilme şekli bakımından
sömürgeyi nasıl andırdığını şu cümlelerle izah ediyordu: “Karayipler’den gelen
siyahî hemşirenin kafasının içinde kölelik, Asyalı hemşirenin kafasının
içindeyse Sahib ve Memsahib’e hizmet etmenin çilesi yankılanıyor.”[7]
Bu
süreçte İngiltere, bir yandan da gelişmekte olan ülkelerden vasıflı tıbbi
işgücünü çekiyordu. Bu gelişmenin etkileri Walter Rodney’nin Avrupa Afrika’yı
Nasıl Geri Bıraktı? kitabında anlatılmaktadır.
Siyahî
ve melez kadınların aşırı sömürülen emeğinin varlığını kabul eden Bevan, Ulusal
Sağlık Hizmetleri (NHS) denilen sistemin ulaştığı başarıyı ise “İngiliz halkındaki
canlılığa ve deha”ya[8] bağlıyordu.
Sağlık hizmetleri, hızla halk arasında gelişen göçmen
karşıtı söylemlerin merkezine oturdu. NHS’in yürürlüğe girmesinden sadece bir
yıl sonra Bevan, seçmen kitlesine “göç memurlarının bu ülkeye sağlık hizmetleri
sisteminin sunduğu sosyal güvenlikle ilgili imkânlardan faydalanmak için gelen
yabancıları geri göndermeleri adına gerekli düzenlemeyi yapacağına dair güvence
verdi.” İngiliz olmayan “yabancıların” NHS’i istismar ettiğine dair imaj,
sonrasında Muhafazakâr Parti milletvekili Enoch Powell’ın yaptığı o ünlü “Kan
Nehirleri” başlıklı konuşmada büyük etkiye yol açacak bir tür kinayeye evrildi.
Bevan’ın
eleştirilere boyun eğdi. Ondaki bu teslimiyet, esasında Bevan’ın göçmen karşıtı
söylemler karşısında ilkeli bir duruş sergileyememesinin bir sonucuydu. “Korkunun
Bedeli: Ücretsiz Sağlık Hizmeti” başlıklı o ünlü makalesi, bir tür gerilimle maluldü.
Bu gerilim, sosyalist evrenselcilik üzerinden geliştirilmiş olan “kolektivizm
ilkesi”ne dönük savunu ile göçmenlerin milli gelire sundukları katkıya vurgu
yapan, ayrıca, hastanelerde pasaport kontrolleri üzerinden doğacak masraflara
değinen maliyet-fayda yaklaşımı arasındaydı.
Bevan,
1958’de Notting Hill’de yaşanan ırkçı ayaklanmanın ardından Sendikalar Kongresi’nin
göç kısıtlamaları çağrısını sert bir dille eleştirdi. Ancak Bevan, esasında bu
eleştiriyi proleter enternasyonalizmine bağlı olduğundan değil, çağrının “uluslar
tarihindeki en büyük kurucu deneyim olarak Milletler Topluluğu’nun sahip olduğu
imaja zarar vereceği” kaygısıyla yapmıştı.
Bugün
imparatorluğun mirası, koronavirüs bağlamında yeniden canlanan tıbbi ırkçılığın
da ispatladığı biçimiyle, sağlık hizmetleri alanında varlığını sürdürüyor. NHS,
aynı zamanda hâlâ Filipinler ve Nijerya gibi gelişmekte olan ülkelerden getirilen
güvencesiz göçmen işçi emeğine bağımlı durumda. Dolayısıyla, İngiltere’de
sağlık hizmetlerini savunmaya yönelik mevcut mücadelenin, emperyalist
ulus-devletin sınırları içinde sosyal reform arayışının doğasında var olan
tehlikelere ilişkin tarihsel bir bilinçle birleştirilmesi gerekiyor.
Bizim
bugün Bevan’da gördüğümüz seçkinci parlamenter sosyalizmin ötesine geçip, kapitalist
rekabete ait parametrelerin dayattığı sınırlar dâhilinde sınıfsal uzlaşma
zemini arayışına hiçbir şekilde girmeyen, buna karşılık, yaşam koşullarının ve
ücretlerin tüm ırkları ve milletleri kapsayacak şekilde eşitlenmesi fikrini
savunan Dutt ve Padmore gibi emperyalizmin merkezlerinden konuşan sömürgecilik
karşıtlarına bakmamız gerekiyor.
Yetmişler
ve seksenlerdeki deneyimler, bir yandan da sağlık sektöründe, genelde düşük
ücretler alan siyahî yardımcı işçiler tarafından başlatılan kitlesel mücadelelerin
işçi hareketini son derece ilerici bir şekilde harekete geçirebileceğini ortaya
koydu.[9] Biz, bugün bu derslerden istifade etmek, kapitalist sömürüye has
olan, sağlıksızlığın toplumsal kökenlerini hedef alan, işçileri ve hastaları
merkeze koyan, radikal sosyalist sağlık hizmeti anlayışlarıyla yeniden bağ
kurmak zorundayız.
Alfie Hancox
15
Temmuz 2021
Kaynak
Dipnotlar:
[1] John Callaghan, The Labour Party and Foreign Policy:
A History (Routledge, 2007), s. 164.
[2] Hakim Adi, West Africans in Britain,
1900–1960 (Lawrence & Wishart, 1998), s. 133.
[3] R. P. Dutt, J. R. Campbell & Harry
Pollitt, Welfare State or Warfare State? An Appeal to Every Sincere Labour
Man and Woman (Londra: CPGB, 1950).
[4] Robbie Shilliam, Race and the Undeserving
Poor: From Abolition to Brexit (Agenda Publishing, 2018), Dördüncü Bölüm.
[5] Satnam Virdee, Racism, Class and the
Racialized Outsider (Palgrave Macmillan, 2014), s. 98–9.
[6] Shirley Joshi & Bob Carter, “The Role of
Labour in the Creation of a Racist Britain”, Race & Class 25, 3
(1984), s. 60.
[7] Brixton Black Women’s Group, “Black Women and
Nursing: A Job Like Any Other”, Race Today 6, 8 (1974), s. 226.
[8]
Christopher Kyriakides & Satnam Virdee, “Migrant Labour, Racism and the
British National Health Service”, Ethnicity & Health 8, 4 (2003), s.
287.
[9] Beverley Bryan, Stella Dadzie & Suzanne
Scafe, Heart of the Race: Black Women’s Lives in Britain (Verso,
2018), s. 45–50.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder