“Kendi esaretini sorgulamayanlar,
kurtuluş yolunu inşa edemezler.”[1]
“Bana kimse bir şey anlatmasın, kimse bir şey
anlatmasın bana, yaşayanlar anlatsın! Çocukluğum İstanbul’da geçti.
İlk-ortaokul yıllarında (1970’lerin başı) üniversiteli abiler gelirdi evimize,
bana kitap okurlardı, onlar okudukça gözümün önünde dünyalar canlanır, hayaller
kurardım. Her gün okula Beyazıt’a nasıl giderlerdi, paraları da yoktu. Babam
belediyede temizlik işçisiydi. Neredeyse her gün bulgur pilavı yerdik. Bana
kitap okuyan öğrencilerden biri babama ‘Abi senin bize yedirdiğin yemek
kurbandır’ derdi. İçinde bir parça et bile olmazdı ama paylaşılan yemeği kurban
eti yemiş gibi söylerdi.
İstiklal’i bitirince Taksim’e çıkarsın. O yıllarda
orada ve Galatasaray’ın önünde kitaplar satılırdı. Meyve sebze kasasını ters
çevirip peynir zeytin ekmek koyarlardı, her geçen, istediği kadar alır yerdi.
Onlar büyük insanlardı. Mütevazıydılar. O Taksim’deki 1 Mayıslar için can
verdiler, hem de kaç kere. Onlar olmasa işçiler nasıl maaşını alıp emekli
olabilirdi. Benim babam, hatta ben, nasıl emekli olabilirdik. Biz, çok büyük
bir şeyi kaybettik. Onlar çok başkaydı, şimdikiler öyle değil. Hiçbir şey
söylenmiyor, tarih okumuyorlar, yaşayanı da dinlemiyorlar. Azıcık tarih okuyun,
azıcık! Bu emekli zammına ne yapabiliyor sendikalar. Azıcık çuvaldızı kendimize
batırsak ya! Bizim içimizdekilerde hiç mi suç yok, kendime de kızdığım oluyor.
Karşımızdakiler bizden cesur hareket ediyor. O yıllar hâlen de canlanıyor
gözümün önünde. O insanlar olsa böyle mi olurduk!..” [63 yaşında çalışan bir
memur emeklisi]
“Sola sempatim ve güvenim 80 öncesine dayanır.
Çalıştığımız bir üniversite inşaatında ücretimizi alamamıştık. Üniversitenin
solcu gençleri gelip bize destek eylemleri düzenleyerek ücretimizi almamızı
sağladı.” [Emekli bir inşaat işçisi]
“78’den beri bu çevrenin içindeyim. Partinin ve
gazetenin (işçi sınıfının ‘biricik’ gazetesi) kuruluşunu bilirim. Bu partide
neden bir işçi aday olarak gösterilmez. Partiyi kuran biziz. Bizim mücadelemiz
sayesinde gazete yayınlayabiliyorlar. 80’den önce biz mücadele etmeseydik,
faşist sokak çeteleri geri adım atmazdı. Onlar korkaktır. Sendika şube
başkanlığı yapan öğretmen, evimizden (ikamet ettiği il) çıkmazdı. Şimdi belediyenin
kültür işlerine geçti. Artık o günleri de bizleri de unuttu.” [Emekli işçi, 80
öncesi mücadeleye ortaokul yıllarında başlamış ve bugün anılarıyla bilincimizde
yaşayan bir insan]
“Bu nasıl bir miting böyle! Biz başka şehirden
otobüsle geliyoruz, koca İstanbul’dan bu kadar mı insan geliyor!.. Getiremiyor
musunuz, biz mi yapalım yani, artık ayakta zor durup kişisel ihtiyacımızı zor
gideriyoruz... Böyle miting mi olur, sahnede çalınan şarkılara bak, mitingde
epik şarkı çalar, kitleye heyecan verir!” [Aynı mitinge katılan iki farklı
emekli eğitim emekçisi, reformist bir partinin İstanbul’daki bölge mitingi]
“Ben ilkokul mezunuyum. Kalabalık bir ailede büyüdüm.
Sonra da genç yaşta görücü usulü evlendim. Günün birinde o insanlarla tanışmam
90’lı yıllara girerken gerçekleşti. Çok farklıydılar. İlk başta tanımadığım bu
insanlardan biraz ürkmüştüm, sonra bu anları hatırladıkça espri yaparlardı.
Okuma kültürüm gelişsin diye ilk olarak aşk konulu kitap verdiler. Sonra başka
romanlar verdiler, mücadeleyi anlatan. Onlar mütevazıydı, inançlıydı, dinlemeye
değer verirlerdi ve yönetme becerisine sahipti. Kırıp dökmeden sorgulatarak
ikna ederlerdi, karşısındaki insana değer verirlerdi. Şimdiki gençler öyle
değiller. Zayıf düşse de o ruh bir gün yine canlanacak. Ben, dinen inançlı bir
insanım. Şimdi aramızda yoklar ama inanıyorum ki onlar bizi gözlüyor her an. O
yüzden elimizden geldiğince bozulmamak gerek bu düzene, keşke daha fazlasını
yapabilsek. Hayatta geriye gitmek yok, hep ileriye bakmalıyız, yoksa savruluruz.”
[Ev hanımı, işçi]
“Rahmetli eşim emekli öğretmendi, Töbderliydi. O zaman
öğretmenler piknik yapınca saz gitar çalıp türküler söylerdi. Şimdi öyle mi,
sadece içki içiliyor” [Ev hanımı]
“Biz o gençlerden hiçbir zarar görmedik ama bir gün
yüzü maskeli insanlar geldi, her şey değişti. Biz belediyeden köyümüze cami
yaptırmasını istemiştik, gelip yapmışlardı.” [Fatsa belgeselinden anlatımlar]
“Ben uyuşturucu içip satarken aileme para verirdim,
hiç sorun yapmazlardı. Daha sonra içinde yer aldığım sınıf hareketiyle
tanıştım, bağımlılıklarımı onlar sayesinde bıraktım. Öncesinde de sol müzikler
dinlerdim, aslında uzak değilmişim. Bir gün yolum kesişti. Şimdi diğer
kardeşlerim bana ‘Yanlış yoldasın, ne zaman bırakacaksın’ diyor.” [Sınıf
hareketini neden seçtiğini anlatan bir genç]
Yukarıdaki anlatımlar, anılar denizinden birkaç damla
ama şelale şeklinde akan damlalar...Bugün halk sınıfları reformizmin anlamını
bilmez ama nasıl bir şey olduğunu iyi bilir. Anlatımları çok değerli. 80 öncesi
ve 90 sürecinde bir şekilde mücadeleyle tanışmış, içinde yer almış, halen o
insanlar üzerinden mücadelenin tek geçer yol olduğunu biliyorlar. Reformist ve
liberal solun “narodnik, işçi sınıfından kopuk, maceracı, küçük burjuva
solcuları, geri” dediği çevreler, onların bugün rahat solculuk yapabilmesi için
bedeller ödeyenler.
Halk sınıfları onlara “reformist” diyor, hem de hayatın terminolojisi içinde. Solun tanımak istemediği halk gerçeği bu. Bugün Batıcılık hülyasına kapılarak halk sınıflarının saflarını terk eden yurtsuz solcular, kimlik, uygarlık, çevre, cinsiyet, beden teorilerinin peşinden giderek, karbon ayak izi safsatasını kendi çizgilerine uyarlayarak, emperyalizmin ayak izini büyütüp mücadele tarihinin ayak izini küçültmeye çabalıyor. O iz, halen halk sınıflarının belleğinde tazeliğini koruyor.
Özlenen yeni insanın mimarı olacak
mücadele hattı, halk sınıflarının içinde yer alındığında, onun derdiyle dertlenildiğinde, alından dökülen teri kendi teriyle bir gömlekte buluşturduğunda, işte o zaman sınıflar mücadelesi halk sınıflarının lehine zafere ulaşacaktır.
Anılarını paylaşan kişiler, yer aldıkları sınıfla
tanıtıldı. Bu insanların içinde Türk, Sünni, Alevi, Kürt, Karadenizli insanlar
var ama buluştukları zemin, sınıf siyasetine uygun mücadeledir. Bugün
renkliliği bir yaşam biçimine, yaşam biçimini de siyasi pratiğe dönüştürerek onu halka dayatan çevreler, biçimle uğraşıp özü ıskaladılar. Tarihe tanıklık
edenleri dinlemek yerine, onları hor görmekle uğraştılar. Eğitim emekçisi bir
kadının dediği gibi “Aykırılık göz için midir, öz için midir?”
Bugün her şey, göze hitap edecek şekilde hayata
geçiriliyor. Tabelası var ama sendikası da partisi de sadece varoluş amacıyla
günü kurtarıyor. Ne kitlesel miting ve yürüyüş fotoğrafları var ne de halkın
belleğinde iz bırakacak eylemliliği.
Halk sınıfları, Sovyet tipi yönetimin kavramlarını ve
literatürünü bilmez ama sınıfsız sömürüsüz, eşit, adil, emeğin karşılığı alınan
bir düzen ne demektir onu bilir. Literatür bilgisi sınıfın bilincini harekete
geçirecek sınıf hareketi ve partisinin görevidir. Bugün tek ihtiyacımız olan,
anıları, değerleri, ilkeleri, tarihi, mücadeleyi hayata geçirecek ideolojik ve
politik hat. Sokak röportajlarından tanınmaya çalışılıp liberal solun “güldüğü”
halkın da özlemi bu. Aradığı da güven, umut, verdiği sözde durma kararlılığı.
Anıları paylaşanlar yaşını almış insanlar. Geçtiğimiz
günlerde Sendikaorg’da yayınlanan (anı içeren) bir yazıda üniversite gençliği
değerlendiriliyor. Yazar, kendi öğrencilik yıllarında şahit olduğu bir anısını
paylaşıyor. 2001 krizinde kampüse giren “erkek” esnafla öğrencilerin birlikte
mücadele ettiği konu ediliyor. Yazının manşetinde de “...gençlik hareketinde
ölü, yaşayanı yakalayamaz. Ve evet, biz öldük arkadaşlar”[2] deniyor. İlgili
sitede bu türden yazılara imza atan epey belirli bir yaş üstü yazar var.
İçerikler, genel olarak bu ana düşünce etrafında gelişiyor. Çoğu da belirli
siyasi çevrelerde önceden mücadele etmiş kişiler.
Mücadele ölmedi. Gençlik hareketinde “ölü” diye
nitelenen şey; anti-emperyalizm, anti-kapitalizm, anti-faşizm ve bu mücadele
hattının ilkeleri, programı, değerleri, yöntemleri, ahlakı, kültürü. O yüzden
esnafın cinsiyeti önem arz ediyor yazıda.
Ölü, yaşayanı yakalayamaz. Bu tespit doğru. Buradaki
ölü kimdir? Gençlik nasıl bir hattadır? Önce bu soruların yanıtlanması gerekir.
Ölü, bir başka ölüye derman olabilir mi?
Emperyalizm; kültürü, sanatı, ahlak yapısı, yaşam
biçimi, siyaseti ülkeyi kuşatmazdan evvel dönemin mücadeleci gençlik
hareketleri, halk sınıflarının değerleriyle sınıfsız sömürüsüz düzen
ideolojisini aynı potada eritip ondan değerli eserler üreten bir kuyumcu
gibiydi. Bu değerler 12 Eylül’de duraklama, 95 sonrasında dağılıp tarih terk
edilince ortaya bir ölü çıktı: reformizm, meşruiyetten ve sınıftan kaçış, sivil
toplumculuk, ekolojik mücadele, kimlik siyaseti, veganizm, cinsel kimlik ve
beden teorileri, radikal demokrasi, sol liberalizm. Bu ölünün hiçbir derde
derman olabilme özelliği yoktur.
Bir günde değil, süreç gereği aşama aşama gerçekleşti.
Önce halk sınıflarını yalnız bırakıp onlara üstten bakan dernek siyaseti
türedi. Daha sonra reformist particilik, alanı doldurdu. 2000 sonrası süreçte
özellikle de 2007-2008 küresel ve bölgesel dengelerin değiştiği aşamada sol,
sivil toplumcu uygarlık tezi sunan radikal demokrasi hareketinin peşinden
gitti. 2010 sonrası süreç ise ölümün gerçekleştiği aşamadır.
Gençlik ve hareketi nedir? Gençlik, önceki kuşaklara
göre yeni bir tarihyazımının içine doğdu. Kapitalist değerlerin insan
ilişkilerine hâkim olduğu, bencilliğin ve kariyerizmin tek geçer yol kabul
edildiği, ailenin parçalandığı, cinsel kimlik ve “renkliliğin” mücadele
biçimine dönüştüğü kavşakta solun göklere çıkardığı Z kuşağı diye adlandırılan
bir kuşak var. Tüketim bağımlısı, değerlerden uzak, yüceltilmeyi esas alan,
kendinden önceki kuşakların değer ve deneyimlerine önem vermeyen, özel alana
çekilip kendini aykırı zanneden fakat birbirinin kopyası bireyler toplamı. Bu
eleştiri, onları suçlamak için değil. Her ne kadar emperyalizm ve radikal
demokrasi hareketi şimdiki sola bu şekli verdiyse de günümüz gençliğine de aynı
şekli verdi.
Sol, disiplinden ve bedelden kaçtığı için Z kuşağına
baktığında ulaşmak istediği solcu ruhunu görüyor. Serbest cinsellik,
sınırsızlık, disiplinsizlik, “özgür yaşam”, alkol ve uyuşturucu, eylemsizlik
yasasının ürettiği “aykırı” insan tipi. Sol da gençlik de tarihten kaçıyor ve o
yüzden deneyime sırtını dönüyor. Öldüğünü iddia eden ya da etmese de aslında
ölmüş olan çevreler, önce bar masalarında anıları tüketti, sonra bar-meyhane
solculuğu birer anıya dönüştü, bu süreç kendini tüketmeye kadar götürdü onları.
Artık emekçi, işçi ve halk yok; onlar için erkek-kadın/LGBT, ilerici-gerici,
Alevi-Sünni, Kürt-Türk-Arap, özgür birey-aile/toplum çatışması var. Bu
çatışmaların hepsi de sınıfsal temelden bağımsız ele alındığından, sınıfa dair
söz yok. Oysa işçi sınıfı, bir şekilde birbirinden bağımsız da hareket etse,
direniyor, hakkını arıyor ve kazanıyor.
Sokak röportajında diplomaya dayalı bilgilere sahip
olmayan işçi, emekçi, halk “geri kafalı”. O yüzden konuşulan dile “keşkeler” hâkim:
keşke “Alevi olsaydım, Avrupa ülkelerinden birinde doğsaydım, bu etnik kimlikte
doğduğumdan utanıyorum, bu halktan utanç duyuyorum, fırsatım olsa bir dakika
burada kalmam, Batı insanı bizim gibi değil ve çok özgür, şu mahallede oturmam,
Kadıköy’e gidince nefes alıyorum, boğuluyorum bu coğrafyada" vb. Bu
cümlelerden önce de şunlar sarf ediliyordu bir dönem: “Aslında dedemin
dedesinin anne tarafı Ermeni’ymiş, bir taraftan belki Alevi olabiliriz, bizde
Kürtlük olabilir, bizle bu kültürlerden birinin gelenekleri aynı, Horasan
tarafından gelmişiz, şu kimlikten olma ihtimalimiz çok yüksek, Yörükler de Türk
değil ki” vb. Güce/kitlenin rüzgârına kapılınca, rüzgâr ne yandan eserse kimlik
siyaseti de oradan mutasyona uğruyor. Bugün Kürt güçlüyse/kitleselse Kürt’ün,
Alevi güçlüyse Alevi’nin, kadın hareketi güçlüyse kadın hareketinin, LGBT
güçlüyse LGBT’nin, çevreciler güçlüyse çevrecilerin şeklinde eklemeler
yapılacak bir liste. Güçten kasıt da kitlesellik. Ölüm, böyle gerçekleşti. O
gençlik de bu ölüye bakınca derman bulamadı, yalnızlaştı ve yönsüzleşti. Ölü de
gence bakınca ondaki kapitalist yaşam biçimine bakıp imrendi. Ölü ve gençlik
edebiyatı/solu bu kurgudan ibaret.
Oysaki insan ölür ama ruhu ölmez, ölürse ten ölür,
canlar ölesi değil. Gerçek bundan ibaret ve biyolojik yaş değil, mücadele
dinamizmi yaşlılığı belirler. O yüzden, rüzgâra kapılan değil, rüzgarla bir
olan canlıdır.
“Gökyüzünün fazlası kâğıttan bir turnadır
Sesimizin fazlası şiir, ağıt, türkü” [Tozan Alkan]
Yazının başında anılarına yer verilen insanların
önemli bir bölümü yaşıyor. Aramızdan bedenen ayrılmış olsalar da sözleri ve
anıları hâlen canlı. Benzer anılara sahip çok insan var. Bu insanlar, sınıfsız
sömürüsüz düzen ideolojisiyle bir şekilde tanışmış ya da onun içinde yer almış.
O insanları kendi çocukları ve gençler dinlemiyor, çünkü günümüz solu
dinlemiyor. Öldüğünü kabul edene ağıt yakılır, destan değil. Destanları
bestelenmiyorsa yaşarken de ölü oldukları içindir. O yüzden yaşarken de onların
hikâyesini besteleyecek kültürü inşa edememişlerdir.
Anıların gösterdiği bir gerçek var ki o da hakkımız
olan düzene kolay ulaşamayacağımız gerçeği. Süreci hızlandıracak bir gerçek var
ki o da sınıf hareketinin inşa edilmesi.
S. Adalı
2 Mart 2024
Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Karbondioksiti Övmek”, 3 Ekim 2022, İştiraki.
[2] Özge Yurttaş, “Beyazıt’ta Dolaşan Bir Hayalet Değil, Yaşayanların Rüzgârıdır”, 23 Şubat 2024, Sendika.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder