Joseph
Stalin büyük bir adamdı; yirminci yüzyılda onun ayarında çok az insan var.
Basit,
sakin ve cesaretliydi. Soğuk kanlılığını nadiren kaybederdi. Sorunlara dair
kafa yorarken hiç acele etmez, neticede net ve kesin kararlar alırdı. Asla gösterişçilik
tuzağına düşmez, hakkıyla elde ettiği konumu onuruyla korumaktan da asla geri
durmazdı.
Stalin
bir köylünün oğluydu, ama büyüklerinin önünde sinirlenmeden veya zerre tereddüt
etmeden, sakince dururdu. Stalin, sıradan insanı tanır, onun sorunlarını dert
eder, onun kaderini onunla birlikte yaşardı ki bu, onun büyüklüğünün en yüce
kanıtıydı.
Stalin,
eğitim yolculuğunda herkesin geçtiği duraklardan geçmiş bir isim değildi. Bundan
daha fazlasıydı. O, derinlemesine düşünen, okuduğu her şeyi idrak eden, bilgi
nereden gelirse gelsin ona kulak veren biriydi. Onun kadar saldırıya ve iftiraya
uğrayan çok az kudretli insan vardır. Ama gene de o, nezaketini ve dengesini
nadiren kaybederdi. Ayrıca maruz kaldığı saldırılar onu inançlarından asla
uzaklaştırmaz, doğru olduğunu bildiği konumları terk etmesine kesinlikle sebep
olmazdı. Hakir görülen az sayıda insan gibi Stalin de önce Rusya’yı ırksal önyargıları
yeneceği yola soktu, onu 140 halk grubunun özgün yanlarını yok etmeden, bu
gruplardan oluşan bir millet hâline getirdi.
İnsanlara
dair derin yargılara sahipti. Dünyayı, özellikle Amerika’yı kandıran Trotskiy’deki
gösterişçiliği ve teşhirciliği erkenden gördü. Bugün ABD’deki Liberallerin tüm
terbiyesiz ve aşağılayıcı tutumu, Trotskiy’nin dünya çapında yürüttüğü muhteşem
yalan propagandasını safça kabul etmemizin sonucu. Stalin, bu propagandanın karşısında
kaya gibi durdu, sağa sola sapmadan, ülkesini Trotksiy’nin önerdiği sahte
sosyalizme değil, gerçek sosyalizme doğru taşımayı sürdürdü.
İktidardayken
Stalin, üç kez önemli kararlar almanın eşiğine geldi ve üçünde de muhteşem
kararlar aldı: İlki köylüler sorunu, ikincisi Batı Avrupa’nın saldırısı,
üçüncüsü de İkinci Dünya Savaşı ile ilgiliydi. Yoksul Rus köylüsü, çarlık
rejiminden, kapitalizmden ve Ortodoks Kilisesi’nden en fazla mağdur olmuş
kesimdi. O küçük beyaz babadan çok kolay vazgeçti. Onun ikonalarına kolayca ama
somutta idrak edilecek biçimde sırt döndü. Gelgelelim, kulakları, toprak sahibi
zengin çiftçileri, kapitalizme inatla bağlı kaldılar. Bunlar devrimi mahvetmek
üzereyken, Stalin ikinci devrimi riske attı ve kırsaldaki kan emicileri silip süpürdü.
Sonra
sıra ülkeye yönelik müdahaleye geldi, Büyük Buhran’ın ortadan kaldırdığı, tüm
milletlerce gerçekleştirilecek saldırı tehdidini Hitlerizm yeniden gündeme
getirmişti. Sovyetler Birliği’ni Batı Avrupa ve ABD denilen iki ateş arasından
Stalin geçirdi. Batı Avrupa ve ABD, Sovyetler’i Hitler’e satmak istiyordu, ama
sonra İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler’in kapısını çalıp ondan yardım
dilendiler. Stalin büyük bir insan olmasaydı, Münih’ten intikam almak isterdi,
ama ondaki irfan, vatanı için adalet talep etmekle yetindi. Roosevelt bu
adaleti vermeye yanaştı, ama Churchill geri durdu. İngiliz İmparatorluğu’nun
önerisi, Hitler Sovyetler’i ezerken, önce gidip Afrika ve güney Avrupa’da sahip
olduğu konumu geri elde etmek üzerine kuruluydu.
İkinci
Cephe işi ağırdan aldı, ama Stalin, zerre tereddüt etmeden, ilerleyişini
sürdürdü. Hitler ve Mussolini diktatörlüklerini ezip geçmek için sosyalizmin
tümüyle yıkılması riskini göze aldı. Stalingrad sonrasında Batı Dünyası ağlasa
mı alkışlasa mı, bilemedi. Zaferin Sovyetler Birliği’ne maliyeti korkunç
düzeydeydi. Bugüne dek Sovyet dışı dünya, çekilen acıyı, yaşanan kayıpları ve
yapılan fedakârlıkları hiç bilmedi. Stalin, o sakin ve sert liderliğiyle, başka
yerlerde olmasa bile, tüm Rusya halkları şahsında, kendisine yönelik derin
hayranlığa yol açan bir isim.
Sonrasında
gündeme barış sorunu geldi. Avrupa ve Amerika için de zor olan bu sorun, Stalin
ve Sovyetler için daha zordu. Dünyanın geleneksel yöneticileri, Stalin’den de
Sovyetler’den de nefret ediyor, onlardan korkuyor, sadece bu sosyalizm
girişiminin nihai olarak başarısız olduğunu görmek istiyorlardı. Ayrıca Japonya
ve Asya’ya yönelik korku da aynı ölçüde gerçek bir korkuydu. Bu sebeple, ele
diplomasi silâhı alındı ve bu silâh Stalin’e doğrultuldu. Bu saldırının mağduru
olan Stalin, eğitimli ve besili aristokrasinin temsil ettiği İngiliz
emperyalizmiyle bir konferansa çağrıldı. Konferansta elli yıldır dünyadaki en
liberal liderin temsil ettiği, o muazzam zenginliği ve potansiyel gücüyle
Amerika da vardı.
Burada
Stalin, gerçek büyüklüğünü ortaya koydu. Ne hasımları karşısında ezilip büzüldü
ne de onlara horozlandı. Ne had bilmezlik etti ne de teslim oldu. Roosevelt’in
dostluğunu, Churchill’in saygısını kazandı. Ne kendisinin ve ülkesinin aşırı
ölçüde övülmesini istedi ne de intikam talep etti. Makul ve uzlaşmacıydı. Fakat
zaruri gördüğü hususlarda hiç esneklik göstermedi. Sovyetler’e hakaret etmiş
olan Milletler Cemiyeti’ni yeniden diriltmek istiyordu. Japonya’nın o vakitler
Sovyetler Birliği için bir tehdit oluşturmamasına ve savaş İngiliz
İmparatorluğu ile Amerikan ticareti için ölüm anlamına gelme ihtimali
bulunmasına rağmen, Japonya ile savaşmaya niyetliydi. Öte yandan, Stalin’in
kararlı bir duruş sergilediği iki temel konu vardı: Clemenceau’nün “Karantina
Kuşağı” adını verdiği, komünizmin yayılmasına mani olmak için teşkil edilen,
bir tehdit görülüp ondan çalınan toprakların Sovyetler’e iadesi. Ayrıca
Balkanlar, Batı’nın topraklar üzerinde tekel olup sömürmesi karşısında çaresiz bırakılmamalıydı.
İşçiler ve köylüler söz sahibi olmalıydı.
İşte
bugün o mezarda, uluyarak ortalığı velveleye veren, kuduz olmuş Batı’nın ciğeri
beş para etmez adamlarının hedef alıp durduğu insan yatıyor. Hayattayken
üzerine çalışılmış hakaretlere sürekli maruz kalmış olan Stalin, kendi
sorumluluğu dâhilinde ağır ve acılara yol açan kararlar almak zorunda kaldı. Onun
ödülü, sıradan insanın onu vakarla alkışlamasıdır.
W. E. B. Du Bois
16
Mart 1953
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder