Jozef Stalin Söyleşisi
H. G. Wells
23 Temmuz 1934
Sayın Stalin, benimle görüşmeyi kabul ettiğiniz için
size çok teşekkür ederim. Kısa bir süre önce Birleşik Devletler’deydim. Başkan Roosevelt ile uzun bir görüşme yaptım
ve onun önemli fikirlerinin
neler olduğunu öğrenmeye çalıştım. Şimdi de size dünyayı değiştirmek için ne
yaptığınızı sormaya geldim.
Pek bir şey yapmıyorum aslında.
Sıradan bir insan olarak dünyayı dolaşıyorum ve
sıradan bir insan olarak etrafımda neler olup bittiğini gözlemliyorum.
Sizin gibi önemli halk adamları “sıradan insanlar”
değildir. Elbette, kamuya mal olmuş kişilerin ne kadar önemli olduğunu yalnızca tarih ortaya
koyabilir; hiçbir olayda dünyaya “sıradan
bir insan” olarak bakmıyorsunuz.
Alçakgönüllülük taslamıyorum. Demek istediğim, dünyayı
bir parti siyasetçisi veya da sorumlu bir yönetici olarak değil, sıradan bir
insanın gözünden görmeye çalışıyorum. Amerika Birleşik Devletleri’ne yaptığım
ziyaret zihnimi alevlendirdi. Eski finans dünyası çöküyor; ülkenin ekonomik
yaşamı yeni hatlar üzerinde yeniden düzenleniyor. Lenin şöyle demişti: “İş
yapmayı öğrenmeliyiz, bunu kapitalistlerden öğrenmeliyiz.”
Bugün kapitalistler, sosyalizmin ruhunu kavramak için
sizden bir şeyler öğrenmek zorundalar. Bana öyle geliyor ki, Birleşik Devletler’de
gerçekleşmekte olan şey, planlı, yani sosyalist bir ekonominin yaratılması,
köklü bir yeniden yapılanmadır. Siz ve Roosevelt, iki farklı başlangıç
noktasından yola çıkıyorsunuz. Peki ama Moskova ve Washington arasında bir
fikir ilişkisi, bir fikir akrabalığı yok mu? Washington’da, burada gördüğüm
şeylerin aynısını gördüm; ofisler inşa ediyorlar, bir dizi devlet düzenleme
organı oluşturuyorlar, uzun zamandır ihtiyaç duyulan Kamu Hizmetleri alanını
organize ediyorlar. Onlar da sizin gibi bu süreci yönetme becerisine ihtiyaç
duyuyorlar.
Amerika Birleşik Devletleri, bizim SSCB’de ulaşmak istediğimiz
hedeften başka bir hedefe sahip. Amerikalıların belirlediği hedef, ekonomik
sıkıntıların ve ekonomik krizin ürünü. Amerikalılar, ekonomik temeli
değiştirmeden, özel kapitalist faaliyet temelinde krizden kurtulmak istiyorlar.
Mevcut ekonomik sistemin neden olduğu yıkımı, kayıpları en aza indirmeye
çalışıyorlar. Fakat sizin de bildiğiniz üzere, burada, Sovyetler Birliği’nde, eski,
yıkılmış olan ekonomik temelin yerine tamamen farklı, yeni bir ekonomik temel inşa
edildi. Bahsettiğiniz Amerikalılar, amaçlarına kısmen ulaşsalar bile, yani bu
kayıpları en aza indirseler bile, mevcut kapitalist sisteme içkin olan
anarşinin köklerini yok edemeyecekler.
Üretimde kaçınılmaz olarak anarşiye yol açması gereken
ve yol açması kaçınılmaz olan ekonomik sistemi muhafaza ediyorlar. Dolayısıyla,
en iyi ihtimalle, toplumun yeniden düzenlenmesi, anarşi ve krizlere yol açan
eski toplumsal sistemin ortadan kaldırılması değil, ancak bazı aşırılıkların sınırlandırılması
söz konusu olacaktır. Bu Amerikalılar, öznel planda belki de toplumu yeniden
düzenlediklerini düşünüyorlar; nesnel planda ise toplumun mevcut temelini koruyorlar.
Bu nedenle, toplumu nesnel düzlemde asla yeni bir düzene kavuşturamayacaklar.
Planlı ekonomi de olmayacak. Planlı ekonomi nedir? Özellikleri
nelerdir? Planlı ekonomi, işsizliği ortadan kaldırmaya çalışır. Diyelim ki
kapitalist sistemi koruyarak işsizliği asgari düzeye çekmek mümkün. Fakat şunu
bilelim: hiçbir kapitalist, işsizliğin tamamen ortadan kaldırılmasını, amacı
işgücü piyasası üzerinde baskı oluşturmak ve ucuz işgücü arzını sağlamak olan
yedek işsizler ordusunun ortadan kaldırılmasını kabullenmez. Bu da burjuva toplumunun “planlı ekonomisindeki” yaralardan
biri. Dahası, planlı ekonomi, halk kitlelerinin özellikle ihtiyaç duyduğu
malları üreten sanayi dallarında üretimin artmasını gerektirir. Ancak
kapitalizmde üretimdeki büyümenin tamamen farklı nedenlerle gerçekleştiğini,
sermayenin kâr oranının en yüksek olduğu ekonomi dallarına aktığını biliyoruz.
Bir kapitalisti, halkın ihtiyaçlarını karşılamak
uğruna kendi zararına çalışmaya ve daha düşük bir kâr oranını kabul etmeye asla
zorlayamazsınız. Kapitalistlerden kurtulmadan, üretim araçlarında özel mülkiyet
ilkesini ortadan kaldırmadan, planlı ekonomi yaratmak mümkün değildir.
Söylediklerinizin çoğuna katılıyorum. Ancak şu noktayı
vurgulamak isterim ki, eğer bir ülke, bir bütün olarak planlı ekonomi ilkesini
benimserse, eğer hükümet yavaş yavaş, adım adım bu ilkeyi tutarlı bir şekilde
uygulamaya başlarsa, sonunda mali oligarşi ortadan kalkar ve kelimenin
Anglosakson anlamıyla, sosyalizm ortaya çıkacaktır. Roosevelt’in “Yeni Mutabakat”
başlığı altında ifade edilen fikirleri muazzam bir etkiye sahiptir ve
kanaatimce bunlar sosyalist fikirlerdir. Bana öyle geliyor ki, iki dünya
arasındaki karşıtlığı vurgulamak yerine, mevcut koşullarda tüm yapıcı güçler
için ortak bir dil oluşturmaya çalışmalıyız.
Kapitalizmin ekonomik temelini koruyarak planlı
ekonomi ilkelerini hayata geçirmenin imkânsızlığından bahsederken, ben,
Roosevelt’in üstün kişisel vasıflarını, attığı adımı, cesaretini ve
kararlılığını küçümsemek niyetinde değilim. Kuşkusuz Roosevelt, çağdaş
kapitalist dünya denilen geminin tüm kaptanları içinde en güçlü simalardan biri
olarak öne çıkıyor. Bu nedenle, kapitalizm koşullarında planlı ekonominin imkânsız
olduğuna dair inancımın, Başkan Roosevelt’in kişisel yetenekleri, becerisi ve
cesareti hakkında herhangi bir şüphe duyduğum anlamına gelmediğini bir kez daha
vurgulamak isterim. Ancak koşullar elverişsizse, en yetenekli kaptan bile
sözünü ettiğiniz hedefe ulaşamaz.
Teorik olarak, kapitalizm koşulları altında, kelimenin
Anglosakson anlamıyla sosyalizm dediğiniz hedefe doğru adım adım ilerleme
olasılığı önünde bir engel elbette ki bulunmuyor. Ama bu “sosyalizm” ne menem
bir sosyalizm olacak? En iyi ihtimalle, kapitalist kârın en dizginlenemez
bireysel temsilcilerinin bir dereceye kadar dizginlenmesi, ulusal ekonomide
düzenleme ilkesinin uygulanmasında bir miktar artıştan başka bir şeyi ifade
etmeyecek. Bunların hepsi çok iyi
gelişmeler elbette. Ancak Roosevelt ya da günümüz burjuva dünyasındaki herhangi
bir kaptan, kapitalizmin temeline karşı ciddi bir hamlede bulunur bulunmaz,
kaçınılmaz olarak tam bir yenilgiye uğrayacaktır.
Bankalar, sanayiler, büyük işletmeler, büyük
çiftlikler Roosevelt’in elinde değil. Bunların hepsi özel mülkiyet.
Demiryolları, ticaret filosu, bunların hepsi özel mülk sahiplerine ait. Ayrıca
son olarak belirtmem gerekir ki, vasıflı işçiler ordusu, mühendisler,
teknisyenler, bunlar da Roosevelt’in emrinde değil, özel mülk sahiplerinin
emrinde; hepsi özel mülk sahipleri için çalışıyor. Devletin burjuva
dünyasındaki işlevlerini unutmamalıyız.
Devlet, ülkenin savunulması, “düzenin” korunması işini
organize eden bir kurumdur; vergi toplama aygıtıdır. En yalın ifadeyle söylemek
gerekirse, kapitalist devlet, ekonomiyle pek ilgilenmez; ekonomi, devletin
elinde değildir. Bilâkis, devlet, kapitalist ekonominin elindedir. Bu nedenle, onca
enerjisine ve yeteneğine rağmen Roosevelt, korkarım ki bahsini ettiğiniz hedefe
asla ulaşamaz, tabii eğer gerçekten de böyle bir hedefi varsa. Belki birkaç
nesil içinde bu hedefe bir nebze yaklaşmak mümkün olabilir; ama ben, şahsen
bunun bile pek olası olmadığını düşünüyorum.
Belki de ben, siyasetin ekonomik yorumuna sizden daha
çok inanıyorum. Toplumun daha iyi işlemesi için, yani sosyalizm için daha iyi
örgütlenmeye doğru iten büyük güçler, icat ve modern bilim tarafından harekete
geçirilmiştir. Örgütlenme ve bireysel eylemlerin düzenlenmesi, sosyal
teorilerden bağımsız olarak mekanik zorunluluklar hâline gelmiştir. İşe bankaların
devlet tarafından kontrol edilmesiyle başlarsak, ardından da ulaşımı, genel
olarak ağır sanayii, ticareti vb. kontrol altına alırsak, böylesine her şeyi
kapsayan bir kontrol, ulusal ekonominin tüm dallarının devlet mülkiyetine
geçmesi anlamına gelecektir. Bu da toplumsallaşma sürecine denk düşecektir. Oysa
sosyalizm ve bireycilik, siyah ve beyaz gibi birbirine zıt değildir. Bunlar arasında birçok ara aşama mevcuttur. Bu
düzlemde haydutluğa varan bir bireycilikten de sosyalizme eşdeğer disiplin ve
örgütlenmeden de söz edebiliriz.
Planlı ekonominin uygulamaya konması, büyük ölçüde,
ekonomiyi örgütleyenlere, adım adım sosyalist örgütlenme ilkelerine dönüştürülebilecek
yetenekli teknik aydınlara bağlıdır. Üstelik bu, en önemli husustur. Çünkü
örgütlenme, sosyalizmden önce gelir. Bu, daha önemli bir gerçektir. Örgütlenme
olmadan sosyalist fikir sadece bir fikirden ibarettir.
Birey ile kolektif arasında, bireyin çıkarları ile
kolektifin çıkarları arasında uzlaşmaz bir karşıtlık yoktur ve olmamalıdır.
Böyle bir zıtlık olmamalıdır, çünkü kolektivizm, sosyalizm, bireysel çıkarları
yadsımaz, bilâkis, kolektifin çıkarlarıyla birleştirir. Sosyalizm, kendisini
bireysel çıkarlardan soyutlayamaz. Yalnızca sosyalist toplum, bu bireysel
çıkarları tam olarak karşılayabilir. Bunun da ötesinde, sosyalist toplum,
bireyin çıkarlarını sıkı bir şekilde koruyabilir. Bu anlamda, “bireycilik” ile
sosyalizm arasında uzlaşmaz bir karşıtlık yoktur. Ama sınıflar arasındaki, mülk sahibi sınıf, kapitalist
sınıf ve emekçi sınıf, proleter sınıf arasındaki karşıtlığı inkâr edebilir
miyiz?
Bir yanda bankaların, fabrikaların, madenlerin, ulaşımın,
sömürgelerdeki plantasyonların sahibi olan mülk sahibi sınıf var. Bu insanlar,
kendi çıkarlarından, kâr peşinde koşmaktan başka bir şey görmüyorlar.
Kolektifin iradesine boyun eğmiyorlar; her kolektifi
kendi iradelerine tabi kılmak için çabalıyorlar. Öte yanda, ne fabrikası, ne
işyeri, ne de bankası olan, emek gücünü kapitalistlere satarak yaşamak zorunda
kalan ve en temel ihtiyaçlarını karşılama imkânından yoksun olan yoksullar
sınıfı, sömürülenler sınıfı vardır. Bu kadar zıt çıkarlar ve çabalar nasıl
uzlaştırılabilir?
Bildiğim kadarıyla Roosevelt, bu çıkarlar arasında bir
uzlaşma yolu bulabilmiş değil. Tecrübelerin de gösterdiği gibi bu imkânsızdır.
Bu arada, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki durumu benden daha iyi
biliyorsunuz, çünkü oraya hiç gitmedim ve Amerika’nın meselelerini çoğunlukla yazılı
metinler üzerinden takip ediyorum. Ama sosyalizm için mücadele konusunda biraz
deneyimim var ve bu deneyim bana şunu söylüyor: Eğer Roosevelt, kapitalist
sınıfa halel getirecek şekilde, proleter sınıfın çıkarlarını karşılayacak
gerçek bir adım atarsa, kapitalistler, onun yerine başka bir başkan bulurlar.
Kapitalistler şöyle diyeceklerdir: “Başkanlar gelir, başkanlar gider, ama biz
sonsuza kadar devam ederiz; eğer şu ya da bu başkan çıkarlarımızı korumazsa,
bir başkasını buluruz.” Bir başkan, kapitalist sınıfın iradesine nasıl karşı
çıkabilir ki?
Ben, insanlığın fakir ve zengin şeklinde, basit bir
tasnife tabi tutulmasına karşı çıkıyorum. Elbette sadece kâr için çabalayan bir
insan kategorisi var. Ancak bu insanlar, Batı’da da burada olduğu kadar baş
belası olarak görülmüyor mu? Batı’da kârın bir amaç olmadığı, belli bir servete
sahip olan, yatırım yapmak ve bu yatırımdan kâr elde etmek isteyen, ancak bunu
ana amaç olarak görmeyen pek çok insan yok mu? Yatırımı uygunsuz bir gereklilik
olarak görüyorlar. Faaliyetleri kârdan başka bir şey tarafından teşvik edilen
çok sayıda yetenekli ve özverili mühendis, ekonomiyi örgütleyen insan yok mu?
Bence mevcut sistemin yetersiz olduğunu kabul eden ve
gelecekteki sosyalist toplumda büyük bir rol oynayacak olan çok sayıda
yetenekli insan var. Geçtiğimiz birkaç yıl boyunca mühendisler, havacılar,
askeri teknik elemanlar vb. gibi geniş çevreler arasında sosyalizm ve
kozmopolitizm lehine propaganda yürütmenin gerekliliği üzerine çok düşündüm. Bu
çevrelere iki taraf arasında cereyan eden sınıf savaşı anlayışını temel alan
bir propaganda faaliyetiyle yaklaşmanın bize bir faydası olmayacak. Bu insanlar,
dünyanın durumunu anlıyorlar. Dünyanın kana belenmiş bir karışıklıkla malul
olduğunun farkındalar, ama bir yandan da sizin basit sınıf savaşı
karşıtlığınızı da saçmalık olarak görüyorlar.
İnsanlığın fakir ve zengin şeklinde, basit bir tasnife
tabi tutulmasına karşı çıkıyorsunuz. Bir orta tabaka tabii ki var,
bahsettiğiniz teknik aydın sınıfı var ve bunların içinde çok iyi ve çok dürüst
insanlar da mevcut. Bunların arasında sahtekâr ve kötü insanlar da var,
bunların içinden her türden insan çıkıyor, ama her şeyden önce insanlık, zengin
ve fakir, mülk sahibi ve sömürülen olarak bölünmüştür; kendini bu temel
bölünmeden ve fakir ve zengin arasındaki karşıtlıktan soyutlamak, kendini temel
olgudan soyutlamak demektir.
Bu iki çatışan sınıftan birinin ya da diğerinin
tarafını tutan ya da bu mücadelede tarafsız ya da yarı tarafsız bir pozisyon
alan ara tabakaların varlığını inkâr etmiyorum. Ancak, tekrar ediyorum,
toplumdaki bu temel bölünmeden ve iki ana sınıf arasındaki temel mücadeleden
kendini soyutlamak, gerçekleri görmezden gelmek anlamına gelir. Mücadele devam
ediyor ve devam edecek. Sonucu proleter sınıf, işçi sınıfı belirleyecek.
Peki ama yoksul olmayan ama çalışan ve üretken olan çok
sayıda insan yok mu?
Elbette küçük toprak sahipleri, zanaatkârlar, küçük
tüccarlar var, ama bir ülkenin kaderini belirleyen bu insanlar değil, toplumun
ihtiyaç duyduğu her şeyi üreten emekçi kitlelerdir.
Ancak çok farklı türde kapitalist var. Sadece kâr
etmeyi, zengin olmayı düşünen kapitalistler de var, fedakârlık yapmaya hazır
olanlar da. Örneğin şu ihtiyar Morgan’ı ele alalım. O, sadece kâr etmeyi
düşünüyordu; toplumu sömüren bir asalaktı, sadece servet biriktirmekle meşguldü.
Ama bir de Rockefeller’ı ele alalım. Zeki bir örgütçüdür; petrol sevkiyatının
nasıl organize edileceğine dair taklit edilmeye değer bir örnek oluşturmuştur.
Ya da Ford’u ele alalım. Ford tabii ki bencil biri. Ama o, sizin de ders aldığınız tutkulu bir rasyonel
üretim örgütleyicisi değil mi?
Son zamanlarda İngilizce konuşulan ülkelerde SSCB’ye
yönelik görüşlerde önemli bir değişiklik olduğunu vurgulamak isterim. Bunun
nedeni, her şeyden önce Japonya’nın konumu ve Almanya’da yaşanan olaylardır.
Ancak uluslararası politikadan kaynaklananların dışında başka nedenler de var.
Daha derin bir neden var ki o da özel kâra dayalı
sistemin çökmekte olduğunun birçok insan tarafından kabul edilmesidir. Bu
koşullar altında, bana öyle geliyor ki, iki dünya arasındaki karşıtlığı ön
plana çıkarmamalı, tüm yapıcı hareketleri, tüm yapıcı güçleri mümkün olduğunca
tek bir çizgide birleştirmeye çalışmalıyız. Bana öyle geliyor ki Sayın Stalin, ben
sizden daha soldayım; eski sistemin sonuna sizin düşündüğünüzden daha yakın
olduğunu düşünüyorum.
Sadece kâr etmek, sadece zengin olmak için çabalayan
kapitalistlerden bahsederken, bunların en değersiz insanlar olduğunu, başka
hiçbir şey yapamayacaklarını söylemek istemiyorum. Birçoğu, şüphesiz büyük bir
örgütlenme yeteneğine sahip, bunu inkâr edemem.
Sovyet halkı olarak biz, kapitalistlerden çok şey
öğreniyoruz. Hakkında olumsuz şeyler söylediğiniz şu Morgan da hiç şüphe yok ki
iyi ve yetenekli bir örgütçüydü. Ancak dünyayı yeniden inşa etmeye hazır
insanları kastediyorsanız, elbette onları kâr amacına sadakatle hizmet
edenlerin saflarında bulamazsınız. Biz ve onlar, zıt kutuplarda duruyoruz.
Ford’dan bahsettiniz. Elbette o, üretimi örgütleme konusunda
yetenekli bir isim. Ama onun işçi sınıfına karşı tutumunu bilmiyor musunuz? Kaç
işçiyi sokağa attığından haberdar mısınız? Kapitalist, kâr denilen olgudan
vazgeçemez, ona sıkı sıkıya bağlıdır; yeryüzündeki hiçbir güç, onu kârdan koparamaz.
Kapitalizm, üretim sürecini “örgütleyenler” değil,
teknik aydınlar değil, işçi sınıfı tarafından ortadan kaldırılacaktır, çünkü
yukarıda bahsedilen katmanlar bağımsız bir rol oynamamaktadırlar. Üretim
sürecini örgütleyen bir isim olarak mühendis kendi istediği gibi değil,
kendisine emredildiği gibi, işverenlerinin çıkarlarına hizmet edecek şekilde
çalışır. Elbette istisnalar var; bu tabakada kapitalizmin iğvasından kurtulmuş,
o sarhoşluk hâlinden çıkmış insanlar tabii ki var. Teknik aydınlar, belirli
koşullar altında mucizeler yaratabilir ve insanlığa büyük yararlar
sağlayabilir. Ama aynı zamanda büyük zararlara da yol açabilir.
Biz Sovyet halkı olarak teknik aydınlar konusunda az çok
deneyime sahibiz. Ekim Devrimi’nden sonra teknik aydın sınıfının belli bir
kesimi, yeni toplumun inşası çalışmasına katılmayı reddetti; bu inşa
çalışmasına karşı çıktı ve onu sabote etti. Teknik aydınları bu inşa
çalışmasına dâhil etmek için elimizden gelen her şeyi yaptık; her türlü yolu
denedik. Teknik aydınlarımızın yeni sisteme aktif olarak yardım etmeyi kabul
etmeleri epey zaman aldı. Bugün bu teknik aydınların en iyi kesimi, sosyalist
toplumun inşacılarının ön saflarında yer alıyor.
Bu deneyime sahip olarak, teknik aydınların iyi ve
kötü yanlarını önemsiyoruz, onların bir yandan zarar verebileceğini, diğer
yandan da “mucizeler” yaratabileceğini biliyoruz. Elbette, teknik aydınları
kapitalist dünyadan manevi olarak bir çırpıda koparmak mümkün olsaydı, işler
farklı olurdu. Ama bu, bir ütopyadan, boş hayalden başka bir şey değil.
Teknik aydınlar arasında burjuva dünyasından kopmaya
cesaret edebilecek ve toplumu yeniden yapılandırmak için çalışmaya başlayacak
çok sayıda kişi olduğu kanaatinde misiniz? Örneğin, İngiltere’de ya da Fransa’da
bu türden çok sayıda insan olduğunu düşünüyor musunuz? Hayır, işverenlerinden
kopup dünyayı yeniden inşa etmeye başlayacak insan sayısı çok az.
Ayrıca, dünyayı dönüştürmek için siyasi güce sahip
olmak gerektiği gerçeğini gözden kaçırabilir miyiz? Bana öyle geliyor ki Bay
Wells, siyasi iktidar meselesini büyük ölçüde küçümsüyorsunuz, bu mesele, sizin
kavrayışınızın tamamen dışında kalıyor.
Dünyadaki en iyi niyetli insanlar bile, iktidarı ele
geçirme sorununu gündeme getiremiyorlarsa ve iktidara sahip değillerse, ne
yapabilirler? En iyi ihtimalle iktidarı ele geçiren sınıfa yardım edebilirler
ama dünyayı kendileri değiştiremezler. Bu, ancak kapitalist sınıfın yerini
alacak ve daha önce olduğu gibi her şeye egemen bir lider olmayı bilecek büyük
bir sınıf tarafından yapılabilir. Bu sınıf, işçi sınıfıdır.
Teknik aydınların yardımı tabii ki kabul edilmeli ve
bu aydınlara yardım edilmelidir. Ancak teknik aydınların bağımsız bir tarihsel
rol oynayabileceği vehmine kimse kapılmamalıdır.
Dünyanın dönüşümü büyük, karmaşık ve sancılı bir
süreçtir. Bu görev için büyük bir sınıf gereklidir. Uzun seferlere büyük
gemiler çıkarlar.
Evet
ama uzun seferler için de bir kaptan ve dümenci lazım.
Bu doğru; ancak uzun bir sefer için ilk gerekli olan
şey, büyük bir gemidir. Gemisi olmayan bir denizci, aylak bir adamdan başka
nedir ki?
Büyük gemi insanlıktır, bir sınıf değil.
Siz, Bay Wells, belli ki tüm insanların iyi olduğu
varsayımıyla yola çıkıyorsunuz. Ancak ben, pek çok kötü insan olduğu gerçeğini unutmuyorum.
Burjuvazinin iyiliğine inanmıyorum.
Teknik
aydınların onlarca yıl önceki hâlini hatırlıyorum. O zamanlar teknik aydınlar sayısal
olarak azdı, ancak yapılacak çok şey vardı ve her mühendis, teknisyen ve aydın
kendi fırsatını buluyordu. Bu yüzden teknik aydın en az devrimci olan sınıftı.
Ancak şimdi teknik aydınların sayısı çok fazla ve zihniyetleri çok net bir
biçimde değişti. Eskiden devrimci konuşmalara asla kulak vermeyen bu yetenekli
insanlar, şimdilere bu türden konuşmalara büyük ilgi duyuyorlar.
Geçenlerde
büyük İngiliz bilim topluluğu Royal Society’de [“Kraliyet Derneği”] yemek
yiyordum. Başkan, sosyal planlama ve bilimsel kontrol üzerine bir konuşma yaptı.
Otuz yıl olsa, şimdi onlara söylediklerimi asla dinlemezlerdi. Bugün Royal
Society’nin başındaki adam devrimci görüşlere sahip ve insan toplumunun
bilimsel olarak yeniden örgütlenmesinde ısrar ediyor. Zihniyet değişiyor. Sizin
sınıf savaşı propagandanız, bu gerçeklere ayak uyduramadı.
Evet,
bunu biliyorum ve bu durum, kapitalist toplumun şu anda bir çıkmaz sokakta
olduğu gerçeğiyle açıklanmalı. Kapitalistler, bu çıkmaz sokaktan, bu sınıfın
onuruyla bağdaşacak, bu sınıfın çıkarlarıyla bağdaşacak bir çıkış yolu
arıyorlar ama bulamıyorlar. Krizden bir dereceye kadar elleri ve dizleri
üzerinde sürünerek çıkabilirler, ancak krizden başları dik bir şekilde çıkmalarını
sağlayacak, kapitalizmin çıkarlarını temelden sarsmayacak bir çıkış yolu
bulamıyorlar. Bu gerçeği teknik aydınlar da görüyorlar. Bu sınıfın büyük bir
bölümü, kendi çıkarlarının, çıkmaz sokaktan çıkış yolunu gösterebilecek olan
sınıfın çıkarlarıyla ortak olduğunu fark etmeye başladı.
Pratiğin
içinden geldiğiniz için hepiniz devrimlere bir biçimde vakıf insanlarsınız.
Kitleler hiç ayaklandılar mı? Tüm devrimlerin bir azınlık tarafından yapıldığı herkesçe
kabul gören bir gerçek değil midir?
Bir
devrimi gerçekleştirmek için önde gelen devrimci bir azınlık gereklidir; ama o
en yetenekli, özverili ve zinde azınlık, milyonların en azından pasif
desteğine dayanmazsa çaresiz kalır.
“En
azından pasif” mi? Bilinçaltı düzeyinde de olsa bir desteğe gerek yok mu?
Kısmen
de yarı içgüdüsel ve yarı bilinçli, ancak milyonların desteği olmadan en iyi
azınlık, kudretsizdir.
Batı’daki
komünist propagandayı izliyorum ve bana öyle geliyor ki, modern koşullarda bu
propaganda kulağa fazlasıyla demode bir söz olarak çalınıyor, çünkü bu
propaganda isyanı temel alıyor. Toplumsal sistemin şiddet yoluyla yıkılması
lehine yapılan propaganda, istibdada karşı yapıldığında fazlasıyla hayırlıydı.
Ama günümüz koşullarında, sistem bir şekilde çökerken, ayaklanmaya değil,
verimliliğe, yetkinliğe, üretkenliğe vurgu yapılmalı. Bana öyle geliyor ki
isyancı tavrın modası geçti. Batı’daki komünist propaganda, yapıcı düşünen
insanlar için tam bir bela.
Eski
sistem tabii ki yıkılıyor ve ölüyor. Bu doğru. Ama aynı zamanda, ölmekte olan
bu sistemi korumak, kurtarmak için başka yöntemlerle, her yolla yeni çabalar
sarf edildiği de doğru.
Siz,
doğru bir önermeden yanlış bir sonuç çıkarıyorsunuz.
Haklı
olarak eski dünyanın yıkılmakta olduğunu söylüyorsunuz. Ancak kendi kendine
yıkıldığını düşünürken, yanılıyorsunuz. Hayır, bir toplumsal sistemin yerine
bir başka toplumsal sistemin geçmesi karmaşık ve uzun bir devrimci süreçtir. Bu,
basitçe kendiliğinden bir süreç değil, bir mücadeledir, sınıfların çatışmasıyla
bağlantılı bir süreçtir.
Kapitalizm
çürümektedir, ancak o, basit bir yaklaşım üzerinden, kendi kendine yere düşecek
kadar çürümüş bir ağaçla kıyaslanmamalıdır. Hayır, devrim, bir toplumsal
sistemin yerine bir başkasının geçmesi, her zaman bir mücadele, acı verici ve
acımasız bir mücadele, bir ölüm kalım mücadelesi olmuştur. Yeni dünyanın
insanları ne zaman iktidara gelseler, eski dünyanın eski iktidarı zorla geri
getirme girişimlerine karşı kendilerini savunmak zorunda kalmışlardır; yeni
dünyanın bu insanları, her zaman tetikte olmak, eski dünyanın yeni sisteme
yönelik saldırılarını püskürtmek için her zaman hazır olmak zorunda
kalmışlardır.
Evet,
eski toplumsal sistemin yıkılmakta olduğunu söylerken haklısınız; ancak bu
sistem kendi kendine yıkılmıyor. Örneğin Faşizmi ele alalım. Faşizm, eski
sistemi şiddet yoluyla korumaya çalışan gerici bir güçtür.
Faşistlerle
ne yapacaksınız? Onlarla tartışacak mısınız? Onları ikna etmeye mi
çalışacaksınız? Ama bunun onlar üzerinde hiçbir etkisi olmayacaktır.
Komünistler,
şiddet yöntemlerini zerre idealize etmezler. Ama onlar, Komünistler, gafil
avlanmak da istemezler, eski dünyanın gönüllü olarak sahneden çekileceği fikrine
güvenemezler, eski sistemin kendini şiddetle savunduğunu görürler ve bu nedenle
Komünistler işçi sınıfına şunu söylerler: “Şiddete şiddetle karşılık verin;
eski ölüm düzeninin sizi ezmesini önlemek için elinizden geleni yapın, o
düzenin eski sistemi yıkacağınız ellerinize kelepçe takmasına izin vermeyin.”
Gördüğünüz
gibi, Komünistler, bir toplumsal sistemin yerine başka bir toplumsal sistemin
geçmesini basitçe kendiliğinden ve barışçıl bir süreç olarak değil, karmaşık,
uzun ve şiddetli bir süreç olarak görmektedirler. Komünistler, gerçekleri
görmezden gelemezler.
Ama
şimdi kapitalist dünyada neler olup bittiğine bir bakın. Çöküş basit bir çöküş
değil; gangsterliğe dönüşen gerici şiddetin patlak vermesi söz konusu. Bana
öyle geliyor ki, gerici ve akılsız şiddetle bir çatışma söz konusu olduğunda,
sosyalistler yasalara başvurabilir ve polisi düşman olarak görmek yerine
gericilere karşı mücadelede polisi destekleyebilirler. Eski ayaklanmacı
sosyalizmin yöntemleriyle hareket etmenin faydasız olduğunu düşünüyorum.
Komünistler,
artık hiçbir hükmü kalmamış olan sınıfların tarih sahnesini gönüllü olarak terk
etmediğini öğreten o zengin tarihsel deneyimi temel alırlar.
İngiltere’nin
on yedinci yüzyıldaki tarihini hatırlayın. Pek çok kişi, eski toplumsal
sistemin çürüdüğünü söylemedi mi? Ama yine de onu zorla yıkmak için bir
Cromwell gerekmedi mi?
Cromwell,
anayasaya dayanarak ve anayasal düzen adına hareket etti.
Anayasa
adına şiddete başvurdu, kralın kellesini uçurdu, Parlamentoyu dağıttı,
bazılarını tutukladı ve bazılarının da kellesini aldı!
Ya
da tarihimizden bir örnek verelim. Çarlık sisteminin çürümekte olduğu, çökmekte
olduğu uzun zamandır açık değil miydi? Ama onu devirmek için ne kadar kan
dökülmesi gerekti?
Peki
ya Ekim Devrimi? Tek doğru çıkış yolunu sadece biz Bolşeviklerin gösterdiğini söyleyen
insan sayısı çok azdı.
Rus
kapitalizminin çürüdüğü açık değil miydi?
Ama
direnişin ne kadar büyük olduğunu, Ekim Devrimi’ni iç ve dış tüm düşmanlarından
korumak için ne kadar kan dökülmesi gerektiğini biliyorsunuz.
Ya
da on sekizinci yüzyılın sonunda Fransa’yı ele alalım.
1789’dan
çok önce, kraliyet gücünün, feodal sistemin ne kadar çürümüş olduğu birçokları
için açıktı. Ancak bir halk ayaklanmasından, bir sınıf çatışmasından kimse
kaçınamazdı, kaçınamadı da. Neden? Çünkü tarih sahnesini terk etmek zorunda
kalan sınıflar, rollerinin sona erdiğine en son inanan sınıflardır. Onları buna
ikna etmek imkânsız. Eski düzenin çürüyen yapısındaki çatlakların
onarılabileceğini ve kurtarılabileceğini düşünüyorlar. Bu yüzden, ölmekte olan
sınıflar silaha sarılır ve egemen sınıf olarak varlıklarını kurtarmak için her
yola başvururlar.
Ancak
Büyük Fransız Devrimi’ne önderlik edenlerin arasında avukatların sayısı hiç de
az değildi.
Aydınların
devrimci hareketlerdeki rolünü inkâr mı ediyorsunuz? Büyük Fransız Devrimi,
geniş halk kitlelerini feodalizme karşı kışkırtarak zafere ulaşan ve Üçüncü
Zümre’nin çıkarlarını savunan bir halk devrimi değil de bir avukat devrimi miydi
yani? Büyük Fransız Devrimi’nin liderleri arasında bulunan o avukatlar, eski
düzenin yasalarına uygun olarak mı hareket ettiler? Yeni ve burjuva devrimci
yasalar getirmediler mi?
Tarihin
zengin deneyimi, şimdiye kadar tek bir sınıfın bile yolu başka bir sınıfa
gönüllü olarak açmadığını bize öğretiyor. Dünya tarihinde bunun bir emsali yok.
Komünistler tarihten bu dersi aldılar. Komünistler, burjuvazinin gönüllü olarak
ayrılmasını memnuniyetle karşılayacaklardır. Ancak sürecin bu şekilde işlemesi
imkânsız; Deneyimin öğrettiği şey budur. Bu nedenle Komünistler, en kötüsüne
hazırlıklı olmak isterler ve işçi sınıfını uyanık kalmaya, savaşa hazır olmaya
çağırırlar. Ordusunun uyanıklığını azaltan, düşmanın teslim olmayacağını,
ezilmesi gerektiğini anlamayan bir komutanı kim ister? Böyle bir komutan olmak,
işçi sınıfını aldatmak, ona ihanet etmek demektir. Bu nedenle, size demode gibi
görünen şeyin, aslında işçi sınıfına neyin çıkarına olduğunu, neyin olmadığını
gösteren devrimci bir ayraç olduğunu düşünüyorum.
Gücün
kullanılması gerektiğini inkâr ediyor değilim, ancak mücadele biçimlerinin,
gerici saldırılara karşı savunulması gereken mevcut yasaların sunduğu
fırsatlara mümkün olduğunca yakın olması gerektiğini düşünüyorum. Eski sistemi
düzensizleştirmeye gerek yok, çünkü bu hâliyle o kendisini yeterince
düzensizleştiriyor zaten. Bu yüzden bana öyle geliyor ki, eski düzene, yasaya
karşı ayaklanma fikri demode, hükmünü yitirmiş bir fikir. Bu arada, gerçeği
daha net ortaya çıkarmak için kasıtlı olarak abartıyorum. Bakış açımı şu
şekilde formüle edebilirim: Birincisi, ben düzenden yanayım; ikincisi, düzeni
sağlayamadığı ölçüde mevcut sisteme saldırıyorum; üçüncüsü, sınıf savaşını
temel alan propagandanın sosyalizme ihtiyaç duyan eğitimli insanları
sosyalizmden kopartacağını düşünüyorum.
Büyük
bir hedefe, önemli bir toplumsal hedefe ulaşmak için, bir ana güç, temel bir dayanak,
devrimci bir sınıf olmalıdır. Daha sonra, bu ana kuvvet için bir yardımcı
kuvvetin yardımını örgütlemek gerekir; bu durumda bu yardımcı güç, aydınlar
içerisinden gelen en iyi unsurların ait olduğu Parti’dir. Az önce “eğitimli
insanlar”dan bahsettiniz. Peki ama aklınızda hangi eğitimli insanlar vardı? On
yedinci yüzyılda İngiltere’de, on sekizinci yüzyılın sonunda Fransa’da ve Ekim
Devrimi çağında Rusya’da eski düzenin yanında yer alan çok sayıda eğitimli
insan yok muydu? Eski düzenin hizmetinde, eski düzeni savunan, yeni düzene
karşı çıkan birçok yüksek eğitimli insan vardı. Eğitim, yol açacağı sonucu ve
etkiyi onu kullanan ellerin, hedef alınan kişilerin belirlediği bir silahtır.
Proletaryanın
ve sosyalizmin, yüksek eğitimli insanlara tabii ki ihtiyacı var. Ahmakların
proletaryanın sosyalizm uğruna vereceği mücadeleye ve yeni toplum kurma çabasına
katkı sunmaları imkânı yok. Aydınların rolünü küçümsemiyorum; aksine o role
vurgu yapıyorum. Ancak soru şu ki, hangi aydın sınıfını tartışıyoruz? Çünkü
farklı aydın türleri var.
Eğitim
sisteminde köklü bir değişiklik olmadan devrim olamaz. İki örnek vermek yeterli
olacaktır: Eski eğitim sistemine dokunmayan ve bu nedenle hiçbir zaman
cumhuriyet olmayan Alman Cumhuriyeti ve eğitim sisteminde radikal bir
değişiklikte ısrar etme kararlılığından yoksun olan İngiliz İşçi Partisi.
Bu,
doğru bir tespit.
Üç
husus üzerinde durdunuz. Bu anlamda, izin verirseniz, bu üç hususla ilgili değerlendirmelerimi
ileteyim.
Birincisi,
devrim için en önemli şey, toplumsal bir dayanağın varlığıdır. Devrimin temel
dayanağı, işçi sınıfıdır.
İkincisi,
Komünistlerin parti dedikleri yardımcı bir kuvvete ihtiyaç vardır. Parti,
akıllı işçiler ve teknik aydınların işçi sınıfına sıkı sıkıya bağlı unsurlarından
oluşur. Aydın sınıfı, ancak işçi sınıfıyla birleşirse güçlü olabilir. İşçi
sınıfına karşı çıkarsa, bir hiç hâline gelir.
Üçüncüsü,
değişim için bir kaldıraç olarak siyasi güç gereklidir. Yeni siyasal iktidar
yeni yasaları, yeni düzeni, yani devrimci düzeni yaratır.
Ben,
şu veya bu düzenden değil, işçi sınıfının çıkarlarına uygun düşen düzenden
yanayım. Bununla birlikte, eski düzenin yasalarından herhangi biri, yeni düzen
uğruna mücadelenin çıkarları için kullanılabiliyorsa, eski yasalardan tabii ki yararlanılmalıdır.
Mevcut
sisteme, halk için gerekli düzeni sağlamadığı sürece saldırılması gerektiği
yönündeki varsayımınıza itiraz edemem.
Ve
son olarak, Komünistlerin şiddet sevdalısı olduğunu düşünüyorsanız,
yanılıyorsunuz. Egemen sınıf işçi sınıfının yolunu açarsa ve iktidarı ona
vermeyi kabul ederse, işçi sınıfı şiddet yöntemlerini memnuniyetle terk
edecektir. Ancak tarihsel deneyim, böylesi ihtimalin gerçek dışı olduğunu
söylemektedir.
İyi
ama İngiltere tarihi, bir sınıfın iktidarı gönüllü olarak başka bir sınıfa
devrettiği duruma tanıklık etti. 1830 ile 1870 arasındaki dönemde, on sekizinci
yüzyılın sonunda hâlen daha önemli bir etkiye sahip olan aristokrasi, gönüllü
olarak, şiddetli bir mücadele vermeden, monarşinin duygusal bir desteği olarak
hizmet eden burjuvaziye iktidarı teslim etti. Daha sonra bu güç transferi, mali
oligarşinin egemenliğinin kurulmasına yol açtı.
Ama
siz, çaktırmadan, bir biçimde, devrim sorunlarından reform sorunlarına geçiş
yaptınız. Bu, aynı şey değil. Sizce on dokuzuncu yüzyılda İngiltere’deki reformlarda
Çartist hareket büyük bir rol oynamadı mı?
Çartistler
çok az şey yaptılar ve geride zerre iz bırakmadan ortadan kayboldular.
Size
katılmıyorum. Çartistler ve örgütledikleri grev hareketi büyük bir rol oynadı.
Herkese oy hakkı gibi reform taleplerini içeren “Halkın Bildirisi”ni temel alan
hareket, bu bildiri üzerinden egemen sınıfı, oy hakkı, “içten içe çürüdüğünü”
iddia ettiği belediyelerin kaldırılması gibi konularda bir dizi tavizi vermeye
mecbur etti.
Çartizm,
önemsiz sayılamayacak bir tarihsel rol oynadı ve egemen sınıfların bir kesimini
büyük sarsıntıları önlemek için bazı ödünler, reformlar yapmaya zorladı. Genel
olarak söylemek gerekir ki, İngiltere’nin egemen sınıfları olarak hem
aristokrasi hem de burjuvazi, kendi sınıf çıkarları açısından, iktidarlarını
sürdürme düzleminde en akıllı ve en esnek sınıflar olduklarını kanıtladılar. Yakın
tarihe ait bir örnek olarak, 1926’da İngiltere’de gerçekleştirilen genel greve
bakalım. Sendikalar Genel Konseyi grev çağrısı yaptığında, böyle bir olay
karşısında başka herhangi bir burjuvazinin yapacağı ilk şey, sendika
liderlerini tutuklamak olurdu. İngiliz burjuvazisi bunu yapmadı ve kendi
çıkarları açısından akıllıca davrandı.
Amerika
Birleşik Devletleri’nde, Almanya’da ya da Fransa’da burjuvazi, böylesine esnek bir
stratejiyi uygulayamazdı. İngiltere’nin egemen sınıfları, egemenliklerini
sürdürmek için hiçbir zaman küçük tavizlerden ve reformlardan vazgeçmediler.
Ancak bu reformların devrimci olduğunu düşünmek yanlış olur.
Ülkemin
egemen sınıfları hakkında benden daha net bir görüşe sahipsiniz. Peki ama küçük
bir devrim ile büyük bir reform arasında büyük bir fark var mı? Reform, küçük
bir devrim değil midir?
Aşağıdan
gelen baskı, kitlelerin baskısı nedeniyle burjuvazi, bazen mevcut
sosyo-ekonomik sistem temelinde kalarak, bazı kısmi reformlar konusunda tavizde
bulunabilir. Bu şekilde hareket ederek, sınıf egemenliğini korumak için bu
tavizlerin gerekli olduğu hesabını yapar. Reformun özü budur. Oysa devrim,
iktidarın bir sınıftan diğerine aktarılması anlamına gelir. Bu nedenle,
herhangi bir reformu devrim olarak tanımlamak mümkün değildir. Dolayısıyla biz,
toplumsal sistemlerin değişmesinin, egemen sınıfın tavizler vermesiyle,
reformlar yoluyla bir sistemden diğerine sessiz sedasız, hiç hissedilemeyecek
bir geçiş olarak gerçekleşeceği ihtimaline bel bağlayamayız.
Benim
için çok şey ifade eden bu konuşma için size çok minnettarım. Bana bir şeyleri
izah ederken muhtemelen aklınıza, devrimden önce illegal faaliyet yürüten kişi
ve çevrelere sosyalizmin temellerini anlatmak zorunda kaldığınız durumlar
geldi. Şu anda milyonlarca insanın fikrine ve görüşlerine kulak verdiği sadece
iki kişi var: siz ve Roosevelt. Başkaları istedikleri kadar vaaz verebilirler;
Söyledikleri asla basılmayacak veya dikkate alınmayacak.
Ülkenizde
yapılanları henüz takdir edebilecek durumda değilim. Daha dün geldim. Ama
sağlıklı erkek ve kadınların mutlu yüzlerini gördüm ve burada çok önemli bir
şey yapıldığını biliyorum. 1920 ile bugünkü hâl arasındaki karşıtlık insanı
hayrete düşürüyor.
Biz
Bolşevikler daha akıllı olsaydık, çok daha fazlası yapılabilirdi.
Hayır,
eğer insanlar daha zeki olsaydı, daha fazlası yapılabilirdi. Mükemmel bir toplumsal
düzenin ihtiyaç duyduğu pek çok şeyden mahrum olan insan beyninin yeniden
inşası için beş yıllık bir plan icat etmek bence hayırlı bir adım olacaktır.
(Gülüşmeler.)
Sovyet
Yazarlar Birliği Kongresi’nde kalmayı düşünmüyor musunuz?
Ne
yazık ki, yerine getirmem gereken çeşitli görevlerim var ve SSCB’de sadece bir
hafta kalabilirim.
Sizi
görmeye geldim ve konuşmamızdan çok memnun kaldım. Fakat benim bir niyetim de bazı
Sovyet yazarlarının Uluslararası PEN Kulübü’ne katılmaları ihtimali olup
olmadığı görmek için kimi görüşmeler yapmak. Bu, Galsworthy tarafından kurulan
uluslararası bir yazarlar örgütü; o öldükten sonra kulübe ben başkan oldum.
Örgüt hâlâ zayıf, ancak birçok ülkede şubeleri var ve daha da önemlisi,
üyelerin konuşmaları basında geniş yer buluyor. Düşüncenin, hatta muhalif
görüşün bile özgürce ifade edilmesinde ısrar ediyor.
Bu
konuyu Gorki ile tartışmayı umuyorum. Burada bu kadar özgürlüğe henüz hazır
mısınız, bilmiyorum.
Biz
Bolşevikler buna “özeleştiri” diyoruz. SSCB’de yaygın olarak kullanılan bir
yöntem. Size yardımcı olmak için yapabileceğim bir şey varsa, memnuniyetle
yaparım.
Teşekkür
ederim.
Ziyaret
için beş teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder