Bugün CHP, seçim sathına “daha güçlü Türkiye” sloganıyla çıkıyor. Onun kuyruğuna
tutunarak varolmayı seçmiş olan sosyalist hareket de aynı dile başvuruyor. Bu slogan, esasında Türkiye’nin verili hâliyle güçlü
ve zengin olduğunu söylüyor. “Daha güçlü” olacak ülkenin daha önce güçlü
olması gerekiyor.
Sol, bu slogan şahsında, başka bir kattan, başka bir yerden konuşuyor. Yoksulun, işçinin, ezilenin yanında değil, başkalarının kıyısında düşünüyor. Çünkü o gücün bu kesimlerle bir alakası bulunmuyor.
Özellikle pandemi yağmasından beri ezilenin, işçinin ve yoksulun “toplam güç”teki
payı iyice azalmış durumda. Bu gerçeği bilen sosyalist hareket, CHP’nin kuyrukçusu
olmanın bedelini ödüyor. Bu hâlinden gayet memnun görünüyor. Yoga yapmayı devrimci
yol olarak gördüğüne göre, demek ki bu hâlde olmayı kendisi istemiş.
“Daha
güçlü Türkiye” sloganı ve yürütülen seçim çalışması, örtük olarak, AKP’yi
övüyor, yüceltiyor, “Sağol, buraya kadar getirdin, ülkeyi büyüttün,
güçlendirdin, bundan sonrası bizde” demiş oluyor. CHP, AKP’yi öne çıkartacak,
belirgin kılacak, iri gösterecek bir fon olmanın ötesine geçemiyor. Sermaye ve
devlet, bu iki aparatıyla birlikte yürüyor.
Bunun sebebini, Engels’in bu tür solcuların ecdadı
olan Fabyusçularla ilgili yaptığı şu tespitte aramak gerekiyor:
“Fabyusçular,
bir avuç kariyerist olarak, toplumsal başkaldırının kaçınılmaz olduğunu
görüyorlar, ama bu büyük görevi eğitimsiz proletaryaya veremiyor, dolayısıyla
ona öncülük edemiyorlar. Fabyusçuların
faaliyetlerine asıl yön veren unsursa devrim korkusudur. Sonuçta onlar, gayet
eğitimli insanlardır. Bu ekibin bağlı olduğu sosyalizm, belediye sosyalizmidir.
Ona göre üretim araçlarının sahibi olması gereken millet değil, komündür (belediyedir).
Her hâlükârda çıkış noktası olarak alınması gereken odur. Onlardaki sosyalizm,
burjuva liberalizminin en uç ve doğal sonucudur.”[1]
Bu gelenek, CHP’de ve stepnesi TİP’te güncelleniyor.
Muhtemelen TİP yönetim kurulu ve CEO’su, bir ara toplanmış. Gezi ile birlikte
CHP’ye kanalize edilen orta sınıf, kentli, plaza çalışanı, yüksek maaşlı
“aristokrasi”nin temsilcilerini karşılarına oturtmuş. Onlara, “siz nasıl bir CHP
görmek isterdiniz? Nasıl bir CHP’ye oy verirdiniz?” sorularını yöneltmiş. Bu
alınan cevaplara göre TİP’in ideolojisini ve politikasını biçimlendirmiş.
Muhtemelen parti, böylesine basit bir işlemin ürünü. Düzen demiş ki, “bizim bu muhalif
kitleyi absorbe edebilmemiz için CHP’nin kimyasıyla oynamamız gerekiyor. Ama bu, zor bir iş. Oynarsak, elimizde CHP kalmaz. O zaman
başka bir parti kuralım.” Bunun ardından, gidip kendi yetiştirdiği elemanı
Kemal Okuyan’ın kapısını çalmışlar. Hikâye, basitçe bu şekilde ilerlemiş gibi
görünüyor.
* * *
Bugün sosyalist hareketin içeriğini ve biçimini “toplumsal
başkaldırı görevini eğitimsiz proletaryaya vermek istemeyen küçük burjuvalar” tayin
ediyorlar. Onların ilerleyişinden de yürüyüşünden de devlet ve sermaye gayet
memnun.
“Ülkeyi daha büyük yapmak” isteyen bir CHP varsa ona
uygun, ona teslim olmuş bir sosyalist hareket, illaki olmalı. Bugün TİP, TKP,
ÖDP vs. adayları, en fazla, ranttan ve rantın halka üleştirilmesinden dem
vurabiliyorlar. Halka bu şekilde yalan söylüyorlar. Onu kandırabileceklerini
düşünüyorlar. Örtük olarak efendilerine hizmet ediyorlar. O rantın ve sosyal
yardımların maddi kaynağına ve maddi zeminine hiçbir şey söylemiyorlar. Orada
duran hükümeti allayıp pulluyorlar. AKP’nin bir zenginlik ürettiğini, tek sorunun,
bu zenginliğin sınırlı sayıda elde toplaşması olduğunu söylemiş oluyorlar.
Halkı politik irade değil, tüketim nesnesi ve basit bir piyasa aparatı olarak
görüyorlar. Fabyusçuluktaki sömürgecilik, bu anlayışta güncelleniyor.
Bunların atası olan TKP’liler, otuzlarda Dersim katliamıyla ilgili yazdıkları bildiride, halka yönelik katliama değinmiyor, zulümden ve kıyımdan bahsetmiyor, sadece toprakların askerin eline geçmesi yerine halka dağıtılmasını istemekle yetiniyor.[2] Bu sol sömürgecilik de Fabyusçu geleneğin bir ürünü. Çünkü onlar, medenileştirme misyonuna inanıyorlar ve sömürgelerin gelişimini piyasalar için çok önemli görüyorlar.[3]
Türkiye sosyalist
hareketindeki izlekleri ve seyri anlamak için bu sömürgeci fikriyatı lime lime
edip sorgulamak gerekiyor. O dönemde TKP’nin “her şey de askerin elinde, olmaz ki
canım!” eleştirisi, bugün Erdoğan’a yöneltiliyor. Esasında Erdoğan ve partisi,
TKP gibi sol partilerin asr-ı saadet dönemi olarak gördükleri otuzlarda CHP ne
yapıyorsa onu yapıyor. Çünkü devlet ve sermaye, yapmasını istiyor. Sola, devleti
ve sermayeyi gizleyip Erdoğan’ı karalama görevi düşüyor.
Karl
Marx’ın, kral ve burjuvazi arasında kurulan ilişkiye dair sözleri bugüne de ışık
tutuyor. Bugün “burjuvazinin sol kanadı”na sarılmış olan SDP ve Halkevleri türü sosyalist örgütler,
bu alıntıda “kral” kelimesi yerine Tayyip Erdoğan’ı koyuyorlar:
“Burjuvazi, kendi idaresinin sorumluluğunu
üstlenmeksizin, idareyi elinde tuttuğu, burjuvazi ile halk arasında duran kukla
bir yönetimin burjuvazi için hareket edip bir tür perde işlevi gördüğü döneme
geri dönmek isteyebilir. Bu dönemde iktidarda, eskiden olduğu gibi
proletaryanın burjuvaziyi hedef aldığında yumruğunu salladığı, başında taç
bulunan bir kral vardır. Günah keçisi olarak iş gören bu krala karşı burjuvazi,
o günah keçisi başa bela olduğunda ve kendi başına iktidar olmaya çalıştığında
güçlerini proletarya ile birleştirir. Burjuvazi, kralı kendisini halka karşı
korusun diye bir tür paratoner olarak kullanabilir, aynı şekilde o, gene
kendisini krala karşı korusun diye halkı bir tür paratoner olarak kullanabilir.”[4]
Sosyalist
hareket, o paratonere yalandan saldırınca burjuvaziye saldırmış olmuyor. AKP
şahsında burjuvaziyi hedefe almıyor. Onun iktidarıyla hesaplaşmıyor. Güç ve
ilerleme masallarına kanıyor. Paratoneri ve işlevini büyütüyor. O güce ve
ilerlemeye bakıyor.
Mahirleri
o samanlıkta devlete teslim eden, mahkemede onların toplumun ilerlemesine karşı
olduğunu söyleyen Ertuğrul Kürkçü, o nedenle hâlen daha sosyalist hareketi
yönetebiliyor. “Daha güçlü Türkiye”, sosyalist hareketin de benimsediği bir
lafız. O, her durumda ve olayda burjuvaziyi paranteze, koruma altına alıyor,
yüz yıldır burjuvazinin gücüne ve ilerlemesine iman ediyor. Başka da bir şey
yapmıyor. O güce ve ilerlemeye edebi ve sanatsal süsler iliştirmekten başka bir
işe yaramıyor.
* * *
Bugün o rantın ve sosyal yardım siyasetinin ardında
dökülen tere ve kana sosyalist hareket, hiçbir şey söylemiyor. Çünkü
Akkuyu’daki nükleer santralinde çalışan üst düzey yöneticilerden biri, bir sosyalist partinin üyesi, ama bu kişinin o
“sicil”le öylesine stratejik bir yere nasıl girdiğini kimse sorgulamıyor. En
fazla o kişi, santralde “menenjit salgını” haberi yaptırabiliyor.
Misal, hapishaneden çıkıp bu ülkenin en stratejik
kurumlarından biri olan nüfus müdürlüğüne bankamatik memuru olan “devrimci”,
nasıl oluyorsa, canı sıkılınca iş değiştiriyor ve Fethullahçıların çiftliği
olarak kurulan aile bakanlığına girebiliyor. Bu bağları kimse tartışmıyor.
Bireyin üzerine kutsal bir hale geçirildiği için kimse ona tek laf edemiyor.
Gücün
ve ilerlemenin önündeki yegâne engel olarak gösterilen Erdoğan, hâlinden
memnun. Bir zamanlar kendisinin de ifade ettiği gibi, o bir “paratoner”. Asıl hedeflere
yıldırım düşmesin diye var. “Daha güçlü Türkiye” söylemi, o gücün ve
ilerlemenin içeriğine tek laf etmiyor. Onu paranteze, koruma altına alıyor. Yani
her karış toprağın emperyalistlerle ilişkiler dâhilinde madenciliğe açılmasına
sosyalistler de dâhil tüm sol tek laf etmiyor, sadece bir iki kaza olunca onu
Erdoğan’a bağlamakla yetiniyor. Çünkü bu ülkede solun maddi imkânlarını TMMOB
gibi yapılar yönetiyor. Onlar ne derse o oluyor. Mimar-mühendislerin inşaat
rantına, maden mühendislerinin topraktaki emperyalist maden işgaline ses etmesi
mümkün değil. Bu ülkede Klaus Schwab eleştirisi yayınlayan “sosyalist” sitenin
bir üyesi, çalıştığı şirkette o Schwab adına şirketlere yeşil dönüşüm lisansı
dağıtıyor mesela. Bu ülkede TKP gibi örgütler, yayınlarında “kıyma ateş pahası!” diye
haber yapıyor ama bir yandan da “insanlar böcek yesin, et yemesin” diyen “bilimsel”
raporları yayınlıyor. Böcek yenmesini savunan veganları baş tacı ediyor.
Cem
Karaca’nın “Sahibi Geldi” isimli bir şarkısı vardı. İstanbul’a göç sonrası, özellikle Leman gibi dergilerde yankı bulan, köylü halkı aşağılayan dili
eleştiriyordu. “Duvara astığın çorapların, altına aldığın kilimlerin sahibi geldi”
diyordu. Küçük burjuvazi, o süreçte kendince tarif ettiği, o tarifle birlikte belirli
bir mesafede tuttuğu köylülüğün gerçek varlığıyla tanıştı. Ona olan kini büyüdü.
Devletin ve sermayenin gücü ve ilerleyişine bu kin üzerinden bağlandı.
İşçi-köylünün iradesi, bugün işte bu sınıfsal kinin saldırısı altında. Teoriden,
ideolojiden ve politikadan tasfiye ediliyor. Asıl mesele bu.
Eren Balkır
27
Mart 2024
Dipnotlar:
[1] Frederick Engels, “Engels to Friedrich Adolph Sorge”, 18 Ocak 1893, İştiraki.
[2] Eren Balkır, “Hibrit”, 5 Mayıs 2017, İştiraki.
[3] Jessica Whyte, “Fabyusçular ve İmparatorluk”,
2019, İştiraki.
[4] Karl Marx, “Paris’te Çıkan Réforme Gazetesinin Fransa’daki Durumla İlgili Görüşleri”, 2 Kasım 1848, İştiraki.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder