Pages

31 Mart 2024

Kayayı Delen İncir

Sonrası Kalır

Evet, bir krizden geçiyoruz, insan krizinden. Bunun faturasını ağır ödüyoruz, ödetiliyor. Dayanışma, verdiği sözde durma, güven, disiplin, ilkeli yaşam çağın dışına itilmeye çalışılan ve “özgürlük” karşıtı değerler olarak kitlelerin zihinlerine işleniyor. Özgürlük diye anlatılan ise ezilen ve sömürülen insanların birbirinden bağımsızlaşması çünkü özgürlüğü kısıtlayan “otorite”, sınıf kardeşi insan olarak lanse ediliyor.

Her alanda insan yetiştirme bunalımından geçiyoruz. Bu bunalım sürecinde eğitime yabancılaşan ve dışsallaştırılan iki özne var: anne-baba ve öğretmen. Ailesiz, yurtsuz, haksız birey yüceltiliyor, meyve ağaçtan azade hâle getiriliyor. Evet, öğrenci dersi; çocuk anne-babayı dinlemiyor. Her iki durum da disiplin içeriyor, dikey hiyerarşiye dayanıyor, dayanmak zorunda. İnsan yetiştirme sanatının ideolojik olduğu gerçeği her gün karşımıza çıkıyor. Burada sanatçının tekil kaldıkça zorlandığı da bir gerçek.

Dönemin sanat anlayışını burjuvazi ve egemenler belirliyor. Bu dengede veli ve öğretmen zorlanıyor çünkü karşı ideolojinin kültürünü kitlelere aşılaması gerekenler de bireysel özgürlük masallarına ikna ve ortak oldu. İlke ve değerlerle çocuk ve öğrenci yetiştirmeye çalışan anne-baba ve öğretmen ne kadar zorlanıyorsa doğru hattı savunan mücadele çevreleri de aynı oranda zorlanıyor.

Bu bunalımın nedeni, halksız, yurtsuz, ailesiz mücadele yürütmeyi sınıfa ve kitlelere dayatan sol çevreler. Burjuvazi, kendi kültürünü ve insan tipini yaymak zorunda, bu, onun sömürü için ifa ettiği tarihsel görevi. Sol ise tarihsel görevini yerine getirmiyor. Sol çevreler, bekâr insan takımına dönüşmüş durumda.

Şu cümleleri onlardan duymak mümkün: “Benim/onun kredi borcu var, çocukları var, sorumlulukları var ama bunların olmadığı kişiye konuşmak/eleştirmek kolay gelir.” Bu cümlede geçen mücadele etmeme gerekçeleri sahip olunan varlıklar üzerinden ilerliyor. Tam bir küçük burjuva hassasiyeti.

Çocuklar, aile, okullar, ilkeli ilişkiler, sömürüsüz düzen için mücadele ediyoruz. Çocuğa, aileye, borca sahip olanın mücadele etmemesi... Bu yüzden veli toplantısı da basın açıklaması da miting de kadro eylemi biçimine dönüştü. Kim nereden kaçınıyorsa çözümü erteliyor. O anlamda ne bir oğul büyütülüyor ne de eylem güzeli yetiştiriliyor, her ikisi de geride bırakılmak isteniyor. En çok boşanma vakası sol bireyler arasında gerçekleşiyor çünkü aile bir yapı değil, sözleşme unsuru ev arkadaşlığı olarak kabul ediliyor.

Tarihsizlik dayatılıyor. Geçmişin-geleceğin olmadığı ve şimdinin tek zaman olduğu dayatılıyor. Geçmiş bir bağ ve yük olarak aksediliyor. Bizi var eden gerçeğe sırt dönmemiz isteniyor. Mezarın şimdiyi üreten geçmiş, ailenin ise şimdiden geleceği var edecek iki gerçek olduğu bilinçlerden kaçırılıyor. Şimdinin içine düzenin ne kadar atığı varsa dolduruluyor: bencillik, kolay yoldan köşeyi dönmek, sürekli haz peşinde koşmak, sorumsuzluk, disiplinsizlik, hesap sormamamak/vermemek, birbirinin sırtına kariyer diye basmak, ihbar kültürü, sır tutmama, her şeyin açık hâle getirilmesi, dayanışmama ve danışmama, köksüzlük... Sürekli gövdeye balta vuruluyor, meyve de tohumda çürümeye mahkûm ediliyor.

Kaçılan her gerçek, bir saldırı olarak dönüyor. Herkesin bir ailesi, sevdikleri, sevenleri, işi, aşı, mesleği, bireysel sorumlulukları var ama bunların hiçbiri mücadelenin önünde engel değil; aksine, mücadele etmek için güçlü dayanaklar.

Kayayı Delen İncir

Tarihin çağrısına kulak vermeliyiz. Anlatılan masal otuz yılda çürüdü, çürüttü, birçok şeyi kirletti. Mücadele etmekten, verdiği sözde durmaktan, bedel ödemekten, dayanışma göstermekten, aileyi-halkı-vatanı savunmaktan, geçmişi unutmadan geleceği kurma iradesinden vazgeçmemeliyiz; bizi trafiğin ortasında bırakan sola rağmen, başka çaremiz yok.

Çocuklarımıza verdiğimiz isimlerden davranışlarımıza, sanatımıza, ahlakımıza kadar her şeyimiz bir tarihe işaret etmek zorunda ama sömürülenin mücadeleci tarihine. Bugün ÇEDES ile gerçekleştirilen mezar ziyaretiyle en çok sol panikledi. Failin niyetinden bağımsız düşünüldüğünde solun kaçtığı gerçek karşısına çıktı, o yüzden yine Z kuşağının pedagojisine sığındı.

“On kalır benden geriye dokuzdan önceki on
Dokuz değil on kalır
On çiçek, on güneş, on haziran
On eylül, on haziran
On adam kalır benden, onu da
Bal gibi parlayan, kekik gibi bunalan
On adam kalır.

Ne kalır ne kalır
Tuz gibi susayan, nane gibi yayılan
Dokuzu unutulmuş on yüz mu kalır
Onu da unutulmuş bir şiir belki kalır
On çizik, on çentik, on dudak izi
Bir çay bardağında on dudak izi
Aşklardan sevgilerden
Suya yeni indirilmiş bir kayık gibi
Akıp geçmişsem, gidip gelmişsem
Bir de bu kalır." [Edip Cansever]

S. Adalı
30 Mart 2024

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder