Sonrası Kalır
Evet, bir krizden geçiyoruz, insan krizinden. Bunun
faturasını ağır ödüyoruz, ödetiliyor. Dayanışma, verdiği sözde durma, güven,
disiplin, ilkeli yaşam çağın dışına itilmeye çalışılan ve “özgürlük” karşıtı
değerler olarak kitlelerin zihinlerine işleniyor. Özgürlük diye anlatılan ise
ezilen ve sömürülen insanların birbirinden bağımsızlaşması çünkü özgürlüğü
kısıtlayan “otorite”, sınıf kardeşi insan olarak lanse ediliyor.
Her alanda insan yetiştirme bunalımından geçiyoruz. Bu
bunalım sürecinde eğitime yabancılaşan ve dışsallaştırılan iki özne var:
anne-baba ve öğretmen. Ailesiz, yurtsuz, haksız birey yüceltiliyor, meyve
ağaçtan azade hâle getiriliyor. Evet, öğrenci dersi; çocuk anne-babayı
dinlemiyor. Her iki durum da disiplin içeriyor, dikey hiyerarşiye dayanıyor,
dayanmak zorunda. İnsan yetiştirme sanatının ideolojik olduğu gerçeği her gün
karşımıza çıkıyor. Burada sanatçının tekil kaldıkça zorlandığı da bir gerçek.
Dönemin sanat anlayışını burjuvazi ve egemenler
belirliyor. Bu dengede veli ve öğretmen zorlanıyor çünkü karşı ideolojinin
kültürünü kitlelere aşılaması gerekenler de bireysel özgürlük masallarına ikna
ve ortak oldu. İlke ve değerlerle çocuk ve öğrenci yetiştirmeye çalışan
anne-baba ve öğretmen ne kadar zorlanıyorsa doğru hattı savunan mücadele
çevreleri de aynı oranda zorlanıyor.
Bu bunalımın nedeni, halksız, yurtsuz, ailesiz
mücadele yürütmeyi sınıfa ve kitlelere dayatan sol çevreler. Burjuvazi, kendi
kültürünü ve insan tipini yaymak zorunda, bu, onun sömürü için ifa ettiği tarihsel
görevi. Sol ise tarihsel görevini yerine getirmiyor. Sol çevreler, bekâr insan
takımına dönüşmüş durumda.
Şu cümleleri onlardan duymak mümkün: “Benim/onun kredi
borcu var, çocukları var, sorumlulukları var ama bunların olmadığı kişiye
konuşmak/eleştirmek kolay gelir.” Bu cümlede geçen mücadele etmeme gerekçeleri
sahip olunan varlıklar üzerinden ilerliyor. Tam bir küçük burjuva hassasiyeti.
Çocuklar, aile, okullar, ilkeli ilişkiler, sömürüsüz
düzen için mücadele ediyoruz. Çocuğa, aileye, borca sahip olanın mücadele
etmemesi... Bu yüzden veli toplantısı da basın açıklaması da miting de kadro
eylemi biçimine dönüştü. Kim nereden kaçınıyorsa çözümü erteliyor. O anlamda ne
bir oğul büyütülüyor ne de eylem güzeli yetiştiriliyor, her ikisi de geride
bırakılmak isteniyor. En çok boşanma vakası sol bireyler arasında gerçekleşiyor
çünkü aile bir yapı değil, sözleşme unsuru ev arkadaşlığı olarak kabul ediliyor.
Tarihsizlik dayatılıyor. Geçmişin-geleceğin olmadığı
ve şimdinin tek zaman olduğu dayatılıyor. Geçmiş bir bağ ve yük olarak
aksediliyor. Bizi var eden gerçeğe sırt dönmemiz isteniyor. Mezarın şimdiyi
üreten geçmiş, ailenin ise şimdiden geleceği var edecek iki gerçek olduğu
bilinçlerden kaçırılıyor. Şimdinin içine düzenin ne kadar atığı varsa
dolduruluyor: bencillik, kolay yoldan köşeyi dönmek, sürekli haz peşinde
koşmak, sorumsuzluk, disiplinsizlik, hesap sormamamak/vermemek, birbirinin
sırtına kariyer diye basmak, ihbar kültürü, sır tutmama, her şeyin açık hâle
getirilmesi, dayanışmama ve danışmama, köksüzlük... Sürekli gövdeye balta
vuruluyor, meyve de tohumda çürümeye mahkûm ediliyor.
Kaçılan her gerçek, bir saldırı olarak dönüyor.
Herkesin bir ailesi, sevdikleri, sevenleri, işi, aşı, mesleği, bireysel
sorumlulukları var ama bunların hiçbiri mücadelenin önünde engel değil; aksine,
mücadele etmek için güçlü dayanaklar.
Kayayı Delen İncir
Tarihin çağrısına kulak vermeliyiz. Anlatılan masal
otuz yılda çürüdü, çürüttü, birçok şeyi kirletti. Mücadele etmekten, verdiği
sözde durmaktan, bedel ödemekten, dayanışma göstermekten, aileyi-halkı-vatanı
savunmaktan, geçmişi unutmadan geleceği kurma iradesinden vazgeçmemeliyiz; bizi
trafiğin ortasında bırakan sola rağmen, başka çaremiz yok.
Çocuklarımıza verdiğimiz isimlerden davranışlarımıza,
sanatımıza, ahlakımıza kadar her şeyimiz bir tarihe işaret etmek zorunda ama
sömürülenin mücadeleci tarihine. Bugün ÇEDES ile gerçekleştirilen mezar
ziyaretiyle en çok sol panikledi. Failin niyetinden bağımsız düşünüldüğünde
solun kaçtığı gerçek karşısına çıktı, o yüzden yine Z kuşağının pedagojisine
sığındı.
“On kalır benden geriye dokuzdan önceki on
Dokuz değil on kalır
On çiçek, on güneş, on haziran
On eylül, on haziran
On adam kalır benden, onu da
Bal gibi parlayan, kekik gibi bunalan
On adam kalır.
Ne kalır ne kalır
Tuz gibi susayan, nane gibi yayılan
Dokuzu unutulmuş on yüz mu kalır
Onu da unutulmuş bir şiir belki kalır
On çizik, on çentik, on dudak izi
Bir çay bardağında on dudak izi
Aşklardan sevgilerden
Suya yeni indirilmiş bir kayık gibi
Akıp geçmişsem, gidip gelmişsem
Bir de bu kalır." [Edip Cansever]
S. Adalı
30
Mart 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder