Son
beş yılda daha da bozulan ekonomi karşısında bir sapma olarak artış yaşanan
intihar vakalarında siyanür kullanımı gündeme geldi. Kol jiletlemedeki gibi
yayılan bir etkiye sahip olan intihar, günümüzde bireysel boyutunu aşıp
toplumsal bir düzleme geçmiştir. Siyanür kullanarak intihar eden bir ailenin
haberinden sonraki intiharlar siyanürle gerçekleşince siyanür satışı
yasaklandı!
Bugün
İliç’te toprağa siyanür karıştı, depremde yıkılan binaların bünyesinde asbest
olduğu tartışması henüz çok boyutlu biçimde yürütülmedi bile.
Siyanür,
bir insana iradesi dışında kullandırıldığında intihar değil, cinayet olur. İliç’te
cinayet işleniyor: maktul, vatan toprağı; fail, emperyalizm. Siyanür vatan
toprağına, suyuna, deresine karıştı: sürece yayılan ölüm. Onun karıştığı
toprakta bitki yeşermeyip tohum fidana dönmezse üstünde yaşayan insan da
çürümeye başlar. Vatan toprağı ve onun üzerinde yaşayan halk bir bedendir, o
zaman günümüzün beden teorisi tartışmaları buradan yürütülmelidir. İşçilerin
zorla çalıştırıldıkları yönündeki beyanları esas alındığında, beden teorisinin
emperyalizm boyutu gündeme gelir.
Sokakta
yayılan başıboşluğun; yoksulun yoksula, kiracının ve ev sahibinin birbirine
yönelttiği şiddetin; artan kumarın, fuhuşun, uyuşturucunun; trafikte üzerinize
süren şoförün; yalanın, biat kültürünün, ilişkilerdeki bozulmaların, yayılan
güvensizliğin, intiharın, kadın cinayetlerinin, tecavüzlerin; tarikat
kuşatmasının, faşist söylem ve pratiklerin; zam sağanağının, barınma hakkından
mahrumiyetin, gıda hakkından yoksun ve yoksul bırakılmanın; gölgesinde
oturulacak bir ağaç bulamamanın, çocukların oynayacağı parkların
bulunmamasının; depremler ve afetler sonucunda yaşanan ölümlerin, deprem
toplanma alanlarının imara açılmasının, dere yataklarına inşa edilen evlerin;
asgari ücretin, esnek çalışma modelinin; ücretli, sözleşmeli, uzman öğretmenlik
uygulamalarının; salgınlarda yoksulların can vermesinin; Irak’ın parçalanarak
kadınların tecavüze uğrayıp intihar etmesinin, Suriye’deki cihatçı saldırılarının,
Libya’da bozulan düzenin; Afgan göçlerinin, halkların mülteci olarak göç
yollarına dizilmesinin, Gazze’de on binlerce çocuğun ve kadının katledilmesinin
tek faili vardır: emperyalizm.
Emperyalizm solun terminolojisinden ve mücadele hattından çıkarılmaya çalışılıyor. Bu süreç
devam ediyor. Haritasını çıkarmaya çalıştığımız toplumsal gerçekliklerin ve
daha fazlasının asıl nedeninin/suçlusunun kim/ne olduğu bulanık hâle getirilsin
diyedir tüm bu çaba. Bu yüzden, emperyalizm karşısında direnecek tek güç olan
halklardaki bu bilinci harekete geçirecek olan solun tüm genetiğiyle oynanıyor,
ideolojisi ve direnme kapasitesi zayıf olan çevreler, genetiklerinin
değiştirilme sürecine yeniliyorlar.
Yenilginin
bir nedeni de sınıfsız sömürüsüz düzen hedefine karşı geliştirdikleri inanç
yitimi. Mesele böyle olunca cüret, bedel ödeme kararlığı, mücadele azmi tarih
değil, mazi oluyor. Mücadele etmesi gereken sınıflar ve halklar da tüm dünyada
gelişen bu solculuk biçimine bakınca umutsuzluğa kapılıp güvensizlik zeminine
düşüyor. Peşinden gideceği, yanında saf tutacağı çevrelerde gördükleri bu
ilkesizlik ve inançsızlık, mecburen umutsuzluk süreciyle birlikte beraberinde pasifikasyonu
getiriyor. Bu yönüyle ele alındığında, emperyalizm ilk “zaferini” zihinlerde “kazanıyor”,
hem de sol aracılığıyla yayılan sınırsızlık pratiğiyle daha da perçinleniyor bu
“kazanım”.
Emperyalizmin
ilk dönemlerindeki fiziksel-sıcak işgal bugün geçerliliğini yitiriyor. Hangi
ülkeye fiziksel işgalle girse halkların direnişiyle karşılaşıp daha fazla kayıp
veriyor. Kayıp verdikçe de karşılarında saf tutan halkın moral motivasyonunun
yükseldiği gibi bu durum, diğer ezilen ve sömürülen halklara da umut oluyor.
Defalarca denenmiş bu yöntemin emperyalistler için tek “kazanımı”, yenilgi
aldığı topraklardan çıkıp giderken bölgeyi sürdürülebilir bir kaosa ve kimlik
çatışmalarına sürüklemesi.
Soğuk
Savaş yıllarından itibaren geliştirilen yeni stratejinin hedefi “yeni sömürge
ülkelerin” üretilmesi. Fiziki işgale gerek kalmadan bir ülkenin sömürülmesi.
Bunun için yeri geldiğinde rıza, yeri geldiğinde zor devreye giriyor. Rıza-zor
diyalektiği, sömürülen ülkenin direnme dinamiklerine göre şekil alıyor.
Emperyalizm,
önce zihin işgaliyle başlıyor: yenilmeyeceği algısının dizayn edilmesi. Daha
önce işgal ettiği bölgelerde yenildiği halde, sürdürülebilir bir kaosu ve
istikrarsızlığı bırakarak bölgeden çıktığı için tüm kayıplarına rağmen
halkların zihninde “galip” algısına neden oluyor.
Zihinlerin
işgali medyayla gerçekleşiyor. Gerçeklik algısı manipüle edildiğinde,
insanların dış gerçekliği algılaması da çarpıklaşıyor. Haber bültenleri yalan,
diziler yozluğu üretiyor; halklar ve sömürülen sınıflar birer suç öznesi olarak
sunuluyor. Medya, insanları tarih bilincinden yoksunlaştırıyor, çünkü sürece ve
nedenlere değil, sonuca ve şimdiye odaklanıyor: Yoksul, “olağan şüphelidir”.
Halkın
içindeki çeşitli sapmalar, sabah programları aracılığıyla ekrana çıkarıldığında,
izleyen insanlarda birbirine, komşusuna, içinde yaşadığı halka güvensizlik
gelişiyor. Bu süreç, tekil örneklerin sürekli sunulması durumunda zihnin hep
aynı bölgesine işgal gerçekleşerek düşünme sistematiği gitgide deformasyona
uğruyor. Diyalektik bir süreç işliyor: Nicel birikimler nitel bir sıçramaya
dönüşüyor ama anti-sınıfsal bir hatta, burjuvazi ve egemenler lehine olarak.
Depremdeki
can kayıplarının sorumlusu müteahhitler, zamların nedeni zincir marketler
olarak yansıtılıyor. Doğru, fakat gerçek bu değil. Bunu burjuvazi de biliyor.
Temel neden, bu düzene yol açan serbest piyasa ekonomisiyle dizginsiz bir
sömürünün hayata geçirilmesi. Zincir marketler ve müteahhitler bunun sonucu.
Serbest piyasa ekonomisinin ve neoliberal politikaların uygulanması teminatıyla
emperyalizm kredileri alınarak 12 Eylüller yaşatılıyor halka. Öyle olunca da
sayısı bu kadar artan müteahhitlerin yargılanması gerçekleşmiyor, çünkü ortada
bir düzen sorunu var ve bunun açığa çıkması istenmiyor.
Beş
yıl öncesinin verilerine göre merkezi nüfus sistemine kayıtlı yaklaşık 40
milyon konutun olduğu ülkemizde iki kişiye bir konut düşmesi gerekiyor ama ülke
nüfusunun yarısı kiracı. Yapılan yeni daireleri yabancı burjuvazi alıyor.
İşbirlikçi burjuvazi de OHAL döneminde Malta vatandaşlığı satın alıyor.
İşlediği suçu biliyor, kaçacak yeri önceden güvence altına alıyor. Halk
düşmanlığı bunu gerektiriyor.
Bugün
sokak aralarına, okul önlerine, köşe başlarına kadar yayılan uyuşturucunun tek
nedeni de emperyalizmdir. Uyuşturulmuş, direnme kapasitesini ve tarihini
unutmuş bir halk isteniyor. Zihin ve beden işgal edilince nöbet kulübesinde
uyuyan bir halk çıkıyor ortaya.
Feministler
aracılığıyla “Kadının bedeni kadının kararına tabidir!” söyleminin alanı
genişletilerek fuhuş, seks işçiliği adı altında manipüle ediliyor, çünkü insan,
kavramlarla düşünür. “Kadın hakkındaki kararı kadın, Kürt hakkındaki kararı
Kürt, eşcinsel hakkındaki kararı eşcinsel verir” deniliyor. Böyle olunca bir
beden olan halk ve sınıf, organlarına ayrılarak ondan yaşamaya devam etmesi
bekleniyor. Ameliyatla alınan bir organ bir süre sonra canlılığını yitiriyor.
Bunun adı kimlik siyasetidir. Bu da emperyalizmin işine gelir.
Kendi
içinde parçalanmış bir halk direnemez. Basit bir soru: Emperyalistler neden
medyaya, LGBT derneklerine, kimlik hareketlerine fonlar ayırır? Emperyalizm bu
kadar insancıl mı? Gazze topraklarında ve Ukrayna’da neden LGBT bayrağı açar
askerler? Neden dört emperyalist medya kuruluşunun ortak açtığı +90 adlı
YouTube kanalı, ülkemizdeki eşcinsellerle, gençlerle, fuhuş yapanlarla ilgili
marjinal belgeseller üretir? Tüm bu fonlama süreci sömürülmek istenen halkları
belirli bir forma büründürme çalışmasına yönelik gerçekleşiyor. O yüzden,
direnen Filistinliler gerici, eşcinsellik karşıtı” olarak servis ediliyor
medyada. Buna rağmen halklar, Filistin için sokaklara döküldü, emperyalizm
yalnızlaştı.
Sanatta
üretilen içerikler; aileden kopuş, genin bencil ve insanın da kötü olduğu,
depresyon, marjinal yaşamlar, serbest ve açık ilişkiler, uyuşturucu ve
cinselliğin sınırsız kullanımı, yaşamdan kaçış, küfür, yozlaşma, bireyciliğin
tek geçerli yaşam biçimi olup toplumsal yapıların ve bağların insan için “pranga”
olduğu yönünde.
Emperyalizm,
toplumsal bağların güçlü olduğu bir halk istemez. Böyle bir halk, ancak
fiziksel işgale tabi tutulur. Tanzimat'tan beri ülkemizde geliştirilen algı da
Batılılaşma adı altında kendi kültüründen ve insanından “utanmak” ve fırsatını
bulduğunda ülkeyi terk etmek: mültecilik. Jön Türklerden 12 Eylül’e ve OHAL
dönemine kadar işleyen süreç bu.
Bugün
o çok utanılan ve “geri” bulunan halk, okuma-yazma bilmediği ve köyünde
yaşadığı dönem emperyalizmin işgaline karşı durdu. Aynı halk, daha sonra “aydınlık”
ve güvence içinde yaşayamadıysa bunun sorumlusu kendisi değildir. 15-16 Haziran
işçi direnişlerini de aynı halk gerçekleştirdi. O halkın güvendiği çevreler, 12
Eylül’ün sabahında “Darbeye direnin, emperyalizme direnin!” çağrısı yapsaydı,
tarih başka bir mecrada ilerlerdi. O darbe de serbest piyasa ekonomisi de
İliçler de gerçekleşmezdi. Kimliklere ve yaşam biçimi solculuğuna teslim
olunmasaydı, “Milliyetçi ve muhafazakâr tabandan oy alabilecek aday” arayışına
girilmezdi. Emek, sınıf ve anti-emperyalizm kavramları ve ilkeleriyle halka
ulaşılsaydı, yeni Fatsalar kaçınılmazdı.
Kimliklere
göre değil, sınıfsal bağlara göre hareket edildiğinde halk ortak zeminde
birleştirilir. Bu yönüyle solun önemli bir bölümü, emperyalizmin yaşam biçimi,
kimlik, özgürlük, renklilik, çoğulluk söylemlerine aldanarak ona teslim oldu.
Bugün o teslimiyet, 70’lerde ortanın solu olma iddiasını Mayıs seçimlerinde
zafere dönüştürüp solu kendine eklemleyen CHP gerçeğinde anlam kazanıyor. Sınıf
mücadelesinden yaşam biçimciliğine geçiş, kendisine sol-sosyalist diyen
çevrelerin sohbetlerine “Yine bizim en ‘rahat’ yaşayacağımız kesim CHPliler, en
azından alkolümüze ve giyim kuşamımıza karışmazlar, seküler onlar...”
cümlesiyle yansıyor.
O
CHP ve sol seçmeni, verdiği oydan dolayı “aşağı” görülen halkın çok gerisinde.
70’lerde halkın bilincine atılan tohum halen taze. Sayacağımız pratikleri sol,
bir yapı olarak gerçekleştiremiyorsa, o halk solu kendisinin gerisinde görüyor,
demektir:
-
Kayseri’de seyyar satıcı, tezgâhına el koyan zabıtaya direnerek armutlarını
atıyor. Zor diyalektiği, emekçi açısından meşru zeminde işleyince çevredeki
halk, ona destek veriyor.
-
Kırşehir’de kamyonetiyle meyve satan emekçi zabıtaya karşı üzümlerini döküyor.
-
Akbelen’de yaşını almış analar, yurdu bildiği ağaca sarılıyor ve kendilerine
verilen para cezaları karşısında mücadeleye devam etme sözü veriyor.
-
Tokatköy’de mahalle halkı, evlerinin kentsel dönüşüm adı altında ranta feda
edilmesine karşı çatılara çıkan genç, yaşlı, çocuklar olarak direnip
kendilerine uygulanan zor karşısında hortumla su sıkıyor, yolu trafiğe
kapatıyor.
-
Salgın zamanında, kolonya üreten küçük esnaf ücretsiz kolonya dağıtıyor.
-
Salgın döneminde motosikletine ağır para cezası kesilen bir emekçi, kendi
motorunu ateşe veriyor. Para cezası motosikletin ederi kadar neredeyse.
-
OHAL döneminde işçiler iş bırakıyor.
-
Fındık üreticisi, 15 yıl önce fındığını Karadeniz yoluna dökerek trafiği
saatlerce durduruyor.
İşçi
emekçi halk sınıflarının örnekleri çok fazla. Şimdi bir örneği yazının
ilerleyen bölümlerinde vermek üzere, solun ne yaptığına geçebiliriz:
-
OHAL dönemi ihraçları için “yol kazası” diyerek direnmeme çağrısı yapıyor.
Görevlere imza atan, akil adamlık yapan konfederasyon başkanı, soluğu Avrupa’da
alıyor. Bedel ödemekten kaçış bir yana, alınan kararı uygulayan emekçiyi yalnız
bırakıyor.
-
Salgında kapanma çağrısı yapıyor, sokağa çıkmak zorunda kalan işçi, emekçi ve
emekli insanları Kovid’i yaymakla suçlayıp ilaç kapitalizminin aşı
çağrıcılığını görev biliyor. Aşı yaptırmayanları bilim karşıtı ilan ediyor.
Okulun kapalı tutulmasını savunarak çocuk işçi gerçeğini hiçe sayıyor.
-
Kentsel dönüşümü savunuyor, çünkü yaptığı yatırımların değerlenmesini talep
ediyor. Sendika genel merkez yöneticisi, 800 bin liraya aldığı Togg aracı
internetten 3 milyona satılığa çıkarıp yandaş basına malzeme oluyor. Bulunduğu
konumu dilediğince değerlendirebiliyor.
-
Irkçı liderin seçim ittifakına oy istiyor. Oy vermeyeni de “anti demokrat ve
anarşist” kabul ediyor.
-
Şenyaşar’ın ve Rabia Naz’ın ailesinin mücadelesini görmeyip Soma’da verilen oy
oranına bakıp işçi sınıfına düşman oluyor.
-
1 Mayıs alanı olarak Taksim diye ısrar etmemenin Cumartesi Anneleri’ni
Galatasaray’dan göndermeye çalışmakla aynı sonuca vardığını kavrayamıyor.
Mücadeleyi mekândan soyutluyor fakat mekândan bağımsız mücadele ve takvim
olmadığını unutuyor, unutturmak istiyor.
-
Halkı sokak röportajlarından tanımaya çalışıyor çünkü dernek solculuğu-sendikacılığı
yapıyor. Örneğimizi şimdi verebiliriz:
Yaklaşan
yerel seçimler için sokaklarda gezen parti propaganda aracının yolunu kesip
elindeki poşeti göstererek “Şu poşet 200 lira!” diye tepki gösteren yaşlı bir
insanın videosunun altına depremlerden, toplumsal ve sınıfsal gerilimlerden,
işçi katliamlarından sonra sarf edilen yorumlar yazılıyor: “Git sor bakalım,
hangi partiye oy vermiştir? Böyle tepki veriyor ama bugün seçim olsa oy
tercihini değiştirmez. ‘Cahil’. Yaşlılar bizi bu hale getirdi. Oh, iyi olsun!..”
Bu vb. tepkiler, solun peşine takıldığı CHP anlayışının ürünü, çünkü sol, dile
getiremediği hakaretleri bu seçmen tabanı üzerinden dile getiriyor. O sol, 40
yaş altına seslenen çete artığı Sedat Peker’in yolundan gidiyor. Geri diye
görülen emekli yaş grubu insanlar, kendilerini aşmaları için
çocuklarını/bizleri okutan işçi emekçi insanlar. Okumadan çok yaşam mücadelesi
verdikleri için çocuklarının okumasını hedeflerler.
Solun,
Z kuşağı güzellemesi yaptığı yozlaşmış nihilist gençliğin durumu bu: duyarlılık
yoksunluğu, değer yitimi, anti kollektivizm, sınıf dışı konumlanma çabası,
depresyon bataklığı, teslimiyet... Yol kesme eylem biçimi hayatı durdurur hız
çağının mekânı olan trafikte, fakat sol, bunu yapma kapasitesini yitirdi. Onun
yapamadığını halk sınıfları yapıyor. Kapanma döneminde egemenler ve burjuvazi,
ekonomik kriz döneminde de sol yaşını almış insanlara ceza veriyor. Sol da Nazi
anlayışı gibi yaşlıyı toplumdan dışlamak istiyor ama o emekli, doğrudan hayatın
içinde: Çatıda çalışarak can veriyor.
Sol,
Anadolu insanının direnme kapasitesini hafife alıyor, onun gücünden korkuyor.
Emekliler için bir mücadele hattı öremiyor. Alkol almayı ilericilik olarak
görüyor.
Bu
noktadan sonra milliyetçilik konusunu emperyalizm bağlamında açmak gerek.
Duvara “milliyetçi” yazılar yazan ve okullarda etkinlik düzenleyen Ülkü Ocakları’nın
bağlı olduğu parti, başka ülkelerin emperyalist askeri paktlara girmesine
mecliste onay veriyor, onların şirketlerinin ülkenin kaynaklarını ve insanını
sömürmesine ses çıkarmıyor. Ulusalcı bir tepkiyle de olsa anti-emperyalist bir
hat çizmesi bu çevreden beklenemez, çünkü onları ortaya çıkaran ve destekleyen,
emperyalistler ve onların Soğuk Savaş yıllarındaki faaliyetleridir.
Milliyetçilikleri ise kimliksel boyutta olup sadece iç/kardeş kimliklere
karşıttırlar. Temel görevleri, ülkedeki sınıf bilincini faşist söylemle ve paramiliter
çetelerle baskı altına almaktır.
Bir
diğer milliyetçi çevre de radikal demokratlardır. Onlar da anti-emperyalist bir
hat çizemez, anti-emperyalizmi sınıfsal bir temelde ele alarak ulusal onur
meselesi görüp sınıfsal dinamikleri harekete geçiremez. Dönemin egemen
güçlerine göre şekil alır, pragmatisttir. Sol içinden görünür, solun liberal
kanadına meclis koltuğu ve sendika-meslek odası yöneticiliği dağıtır. Irak’ın
ve Suriye’nin kuzeyinde emperyalistlerin işgal ettiği sahada petrol bekçiliği
yapmayı ulusal bir mesele olarak kabul etmez. Irak parçalanıp kadınlara tecavüz
edilirken, zindanlarda emperyalistler, bölge insanına köpeklerle saldırıp
işkence ederken, onlar emperyalist güçlerle işbirliği geliştirip “devlet”
kurarlar, onlara kurdurulur, aslında bu durum edilgendir. Eristik diyalektiğin
yöntemlerini kullanarak “Ezilen halkın milliyetçiliği olmaz, komünal şölenler
düzenliyoruz, kantonlarımızda seküler kadın direnişi var ve bölgeye örnek,
sendikalar yeniden yapılandırılmalı çünkü emek-sermaye çelişkisi geride kaldı,
uygarlık ve sivil toplum tezleri hayata geçirilmeli, biz de faşizme karşıyız,
demokrasi mücadelesi güçlendirilmeli, ‘Türk solu’ ulusalcı ve ‘modası’ geçti,
baskı kimliklere uyguladığından, sistemle mücadele buradan verilmelidir,
Halepçe bize yaşatıldıysa Ebu Gureyb zindanları da Arap halkına haktır...” gibi
söylemler üzerinden sınıf bilinci üzerinde çarpıtma gerçekleştiriliyor. Bu
mücadele biçimi geçerli yol olsaydı, Hitler savaşı kazanırdı, eğer Sovyetler
kimlik ayrışması yaşayıp anayurtlarını savunmasaydı.
Solun
iki milliyetçi kutba karşı belirleyeceği tavır önemlidir. Her iki kutbu devre
dışı bırakıp fabrika havzasına, sendikalara ve yayıncılığa çekilmek doğru bir
tutum değildir. Biri duvara, diğeri bilince yazılama yapıyor. Her ikisi de
emperyalizme secde ediyor, bozuk bir pusulayla kıbleyi belirliyor.
Sol;
önündeki duvarı yıkmalı/aşmalı, bilincine işlenen liberalizm ile de ideolojik
mücadele yürütmeli. Bu yapılmadığı durumda, mücadele de sıçrama yaşayamayacak,
sadece varoluş kaygısıyla gün kurtarılacak.
Kürt
yazar Kani Xulam, 2015’te emperyalist ülke başkanının heykelinin kendi
bölgelerine ne kadar yakışacağından dem vuruyor ve emperyalistler sayesinde
siyasete ahlak geldiğini söylüyor. Urfa’da emperyalist ülke ve başkanlarını
öven sloganlar Kürtçe olarak atılıyor. Milliyetçi ideolojinin şekil verdiği
insan yapısı, sosyal medya hesaplarında isimlerinin yanına emperyalist ülke
bayraklarının logolarını yerleştiriyor. Parti başkanları Kardeş Türküler
eşliğinde Diyarbakır Surları’nda renkli tabutlar üzerinde ve TÜSİAD’da halay
çekiyor. Yorum konseri için belirlenen mekânın sahibi tehdit ediliyor, Ege
Üniversitesi kampüsünde sahneye çıkıp enstrümanları kırılıyor. İşçi sınıfının
gazetesi olduğunu iddia edenlerin “konuk yazarı”, emperyalizmin Suriye’den
çıkmaması için kampanya düzenliyor. Radikal demokrasi partisi, Taksim’de
emperyalizmin büyükelçileriyle LGBT’nin “onur” yürüyüşüne katılıyor. Aynı
emperyalizm, “Kürtler birlik olursa yenilmez” diyor. Bu halk sevgisi nereden
geliyor?
Bir
halkın birlik olması emperyalizmin faydasına değildir. O zaman neden
emperyalizm, aynı dili konuşan aynı ulusa ait insanları mezhep çatışmasına
sürüklüyor? Fiziki işgal vekalet savaşına dönüşüyor. Kara gücüyle kayıp veren
emperyalistler, bölgede jandarma gücü oluşturarak komünal kanton kurduruyor,
amaç, sömürülen Irak ve Suriye petrolüne bekçi bulmak. Bölgenin hareketi de “Emperyalistler
isterse mücadeleyi bırakırız, zaten Sovyetler’e en baştan karşıydık, onlar
modaydı” söylemiyle Jerusalem Post’a röportaj veriyor.
Bu
söylemler genişletildiğinde Kanadalı altın arama şirketinin CEO’su “Türkler iyi
taş taşır diyor”, emperyalizmin sözcüleri de “Suriye Kürtleri iyi savaşçıdır”
diyor. Her iki ulusun da onuru aşağılanıyor ama ne Türk ne Kürt
milliyetçilerinin partileri ve hareketleri bu durumda herhangi bir beis
görüyor.
Halkların
kaderi birdir, geliştirilecek mücadele ortaklığıyla emperyalizme karşı durunca
özgürleşeceklerdir.
Emperyalizm
yenilmez değildir, yenilmeye mahkûmdur, bu öngörü, bizzat kendilerine aittir.
Geçtiğimiz günlerde Yemen Husileri İkinci Paylaşım Savaşı’ndan beri bir ilki
gerçekleştirerek, “üzerinde güneş batmayan ülke” unvanıyla tarihe geçen
emperyalistlerin gemilerini Akdeniz’de batırdı. Emperyalizmin ileri karakolu
olan Siyonizmin tüm askeri gücü ve katliamlarına rağmen Filistin halkı
direniyor, direnişini geri çekilerek değil, saldırıya geçerek gerçekleştiriyor.
Donbas halkı, emperyalistlerin diğer bir ileri karakoluna dönüşen Ukrayna
yönetimine karşı yıllardır kendi topraklarında direniyor. Emperyalizm, fiziki
işgal gerçekleştirdiği ve vekalet savaşı sürdürdüğü her yerde ağır kayıplar
veriyor. Avrupa ülkelerinde çiftçilerin eylemleri sürüyor. Halklar, artık
başçelişkinin emperyalizm olduğunu biliyor, Filistin için milyonlarca insanın
sokağa dökülmesi bu yüzden.
Anadolu’ya
dönersek; bizim insanımız emekçi sınıflardan oluşuyor. Son noktaya
gelindiğinde, kaçanlara rağmen, yurdunu savunmuştur. Güveni arar, yanında
sürekli duran hattın samimiyetine güvenir. Günlük yaşam kaygısıyla hayatını
geçirir. Kendisiyle değil, fon alıp halkın değerlerini aşağılayan LGBT ile
yürüyenlerin yanında saf tutmaz. Onun aradığı, kendi içinden olan hattın insan
yapısıdır. Anadolu halkının genlerinde yurt bilinci, hak ve bağımsızlık değeri
hep vardır. Egemenlerin döneme göre onları kanalize etmesine aldanarak doğru
bir değerlendirme yapılamaz. Öyle olsaydı, ne Bedrettinler ne Pir Sultanlar ne
yurt savunması ne Fatsa ortaya çıkardı.
Onun
mücadele azminin darbelerle ve baskıyla geriletildiği bir gerçektir. Bu baskıya
ideolojisi zayıf sollar direnemezken, bunu yapmadığı için halkı geri görmek
elitizmdir. Anadolu halkına anti-emperyalizm bilincini aşılamak günün acil
görevidir. Yaşanan tüm haksızlıkların nedeninin emperyalizm olduğu
aşılanmalıdır. Karadeniz’in yaylasında Katar sermayesinin satın aldığı
evlerden, yeni inşa edilen binaların ve rezidansların yabancı sermayeye peşkeş
çekildiği, işsizliğin ve yozlaşmanın sömürü amacıyla yayıldığı, vatan
toprağının emperyalist ülkelere ihale edilerek işçi emekçinin nasıl
sömürüldüğü, çalıştıkları madenlerde gerçekleşen katliamların failinin
emperyalizm olduğu, din-mezhep-milliyet ayrımı yapmadan emeğin en yüce değer
olduğu sınıfsal bilinç geliştirecek şekilde halk sınıfları mücadele safına
katılmalıdır. Sadece fabrika ve atölye işçilerinin çalışma saatleriyle mücadele
belirlendiğinde o işçinin toplumsal çevresi soyutlanmış olur. Evi kentsel
dönüşüme, yurdu emperyalizme, evladı uyuşturucuya ve yozlaşmaya feda edilir.
Emperyalist aşama, emperyalizme karşı halk sınıflarının birleşik mücadele
hattını geliştirmeyi elzem hale getirir. O zaman kâğıttan kaplanın yenilmesi
kaçınılmaz hale gelir.
Solun
durumuna gelince, onun yaşadığı, cam tavan sendromudur. O hayali cam tavan da
radikal demokrasi hareketinin inşa ettiği hayali duvardır, o yüzden sol, gölge
oyunu oynuyor. Kendini aşma gibi bir çaba ve programı hayata geçiremez. Kendi
tarihiyle bağını sonlandırırken, halktaki öfkeyle ve zor karşısındaki direnme
gücüyle de arasını açtı. Açılan mesafe de solu pasifikasyon ve teslimiyet
düzlemine taşıdı. Onun safı ve görevi bellidir: sömürge valiliği.
Yayınlarında
terminolojiyi; parti adlarında “işçi”, “emek”, “sol”, “komünist”, “sosyalist”
gibi kavramları kullanır ama pratikte yaptığı, burjuvaziye ve egemenleri halkın
öfkesini yarıştırma teminatını vermektir. O yüzden parti büroları açıktır. O
yüzden ona tanınan alanda demokratlık temaşası sergiler. Onun safı seküler
burjuvazinin ve postmodern LGBT’lerin, akil adamların, Gülşenlerin, Aysun
Kayacıların, STK’ların, komünal şölencilerin, Kadıköylülerin, feministlerin,
emperyalizmin dostlarının yanıdır.
Harmanda
izi olmayanın hasatta sözü olmaz. O yüzden, Anadolu’nun her yerinde yükselen
işçi emekçi mücadelelerini ve toplumsal mücadeleleri birleştiremez, çünkü bunun
bedelini ödeyecek cürete, deneyime ve kararlılığa sahip değildir. Emekli
futbolcu sahadan çekilip teknik direktörlük yapar, solun da durumu bu. Onlar
gibi olmayanlar da sol için “birer Narodnik, anarşist, maceracıdır(!)” Halk da
öyle olanlarla yürüyecek.
Görevdir
ki o hattı güçlendirmek. Sömürülen bedenin alın terinden, bedel ödeyenin
emeğinden kaçmayanlar, sınıfsız sömürüsüz düzeni getirecek, bu olacak, çünkü
diyalektik süreç gereği o beklenmeyen zamanda gerçekleşecek ve dalga dalga
yayılacak olan direnişe hazır olmak gerekir, kendiliğindenciliğe teslim olmadan
ya da beyaz ve mor bayrakçılara.
"Halkım
ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan
Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de
Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde."
[Pablo Neruda, Çeviri: Hilmi Yavuz]
S. Adalı
21 Şubat 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder