Pages

21 Şubat 2024

Kâğıttan Kaplan


Son beş yılda daha da bozulan ekonomi karşısında bir sapma olarak artış yaşanan intihar vakalarında siyanür kullanımı gündeme geldi. Kol jiletlemedeki gibi yayılan bir etkiye sahip olan intihar, günümüzde bireysel boyutunu aşıp toplumsal bir düzleme geçmiştir. Siyanür kullanarak intihar eden bir ailenin haberinden sonraki intiharlar siyanürle gerçekleşince siyanür satışı yasaklandı!

Bugün İliç’te toprağa siyanür karıştı, depremde yıkılan binaların bünyesinde asbest olduğu tartışması henüz çok boyutlu biçimde yürütülmedi bile.

Siyanür, bir insana iradesi dışında kullandırıldığında intihar değil, cinayet olur. İliç’te cinayet işleniyor: maktul, vatan toprağı; fail, emperyalizm. Siyanür vatan toprağına, suyuna, deresine karıştı: sürece yayılan ölüm. Onun karıştığı toprakta bitki yeşermeyip tohum fidana dönmezse üstünde yaşayan insan da çürümeye başlar. Vatan toprağı ve onun üzerinde yaşayan halk bir bedendir, o zaman günümüzün beden teorisi tartışmaları buradan yürütülmelidir. İşçilerin zorla çalıştırıldıkları yönündeki beyanları esas alındığında, beden teorisinin emperyalizm boyutu gündeme gelir.

Sokakta yayılan başıboşluğun; yoksulun yoksula, kiracının ve ev sahibinin birbirine yönelttiği şiddetin; artan kumarın, fuhuşun, uyuşturucunun; trafikte üzerinize süren şoförün; yalanın, biat kültürünün, ilişkilerdeki bozulmaların, yayılan güvensizliğin, intiharın, kadın cinayetlerinin, tecavüzlerin; tarikat kuşatmasının, faşist söylem ve pratiklerin; zam sağanağının, barınma hakkından mahrumiyetin, gıda hakkından yoksun ve yoksul bırakılmanın; gölgesinde oturulacak bir ağaç bulamamanın, çocukların oynayacağı parkların bulunmamasının; depremler ve afetler sonucunda yaşanan ölümlerin, deprem toplanma alanlarının imara açılmasının, dere yataklarına inşa edilen evlerin; asgari ücretin, esnek çalışma modelinin; ücretli, sözleşmeli, uzman öğretmenlik uygulamalarının; salgınlarda yoksulların can vermesinin; Irak’ın parçalanarak kadınların tecavüze uğrayıp intihar etmesinin, Suriye’deki cihatçı saldırılarının, Libya’da bozulan düzenin; Afgan göçlerinin, halkların mülteci olarak göç yollarına dizilmesinin, Gazze’de on binlerce çocuğun ve kadının katledilmesinin tek faili vardır: emperyalizm.


Emperyalizm solun terminolojisinden ve mücadele hattından çıkarılmaya çalışılıyor. Bu süreç devam ediyor. Haritasını çıkarmaya çalıştığımız toplumsal gerçekliklerin ve daha fazlasının asıl nedeninin/suçlusunun kim/ne olduğu bulanık hâle getirilsin diyedir tüm bu çaba. Bu yüzden, emperyalizm karşısında direnecek tek güç olan halklardaki bu bilinci harekete geçirecek olan solun tüm genetiğiyle oynanıyor, ideolojisi ve direnme kapasitesi zayıf olan çevreler, genetiklerinin değiştirilme sürecine yeniliyorlar.

Yenilginin bir nedeni de sınıfsız sömürüsüz düzen hedefine karşı geliştirdikleri inanç yitimi. Mesele böyle olunca cüret, bedel ödeme kararlığı, mücadele azmi tarih değil, mazi oluyor. Mücadele etmesi gereken sınıflar ve halklar da tüm dünyada gelişen bu solculuk biçimine bakınca umutsuzluğa kapılıp güvensizlik zeminine düşüyor. Peşinden gideceği, yanında saf tutacağı çevrelerde gördükleri bu ilkesizlik ve inançsızlık, mecburen umutsuzluk süreciyle birlikte beraberinde pasifikasyonu getiriyor. Bu yönüyle ele alındığında, emperyalizm ilk “zaferini” zihinlerde “kazanıyor”, hem de sol aracılığıyla yayılan sınırsızlık pratiğiyle daha da perçinleniyor bu “kazanım”.

Emperyalizmin ilk dönemlerindeki fiziksel-sıcak işgal bugün geçerliliğini yitiriyor. Hangi ülkeye fiziksel işgalle girse halkların direnişiyle karşılaşıp daha fazla kayıp veriyor. Kayıp verdikçe de karşılarında saf tutan halkın moral motivasyonunun yükseldiği gibi bu durum, diğer ezilen ve sömürülen halklara da umut oluyor. Defalarca denenmiş bu yöntemin emperyalistler için tek “kazanımı”, yenilgi aldığı topraklardan çıkıp giderken bölgeyi sürdürülebilir bir kaosa ve kimlik çatışmalarına sürüklemesi.


Soğuk Savaş yıllarından itibaren geliştirilen yeni stratejinin hedefi “yeni sömürge ülkelerin” üretilmesi. Fiziki işgale gerek kalmadan bir ülkenin sömürülmesi. Bunun için yeri geldiğinde rıza, yeri geldiğinde zor devreye giriyor. Rıza-zor diyalektiği, sömürülen ülkenin direnme dinamiklerine göre şekil alıyor.

Emperyalizm, önce zihin işgaliyle başlıyor: yenilmeyeceği algısının dizayn edilmesi. Daha önce işgal ettiği bölgelerde yenildiği halde, sürdürülebilir bir kaosu ve istikrarsızlığı bırakarak bölgeden çıktığı için tüm kayıplarına rağmen halkların zihninde “galip” algısına neden oluyor.

Zihinlerin işgali medyayla gerçekleşiyor. Gerçeklik algısı manipüle edildiğinde, insanların dış gerçekliği algılaması da çarpıklaşıyor. Haber bültenleri yalan, diziler yozluğu üretiyor; halklar ve sömürülen sınıflar birer suç öznesi olarak sunuluyor. Medya, insanları tarih bilincinden yoksunlaştırıyor, çünkü sürece ve nedenlere değil, sonuca ve şimdiye odaklanıyor: Yoksul, “olağan şüphelidir”.

Halkın içindeki çeşitli sapmalar, sabah programları aracılığıyla ekrana çıkarıldığında, izleyen insanlarda birbirine, komşusuna, içinde yaşadığı halka güvensizlik gelişiyor. Bu süreç, tekil örneklerin sürekli sunulması durumunda zihnin hep aynı bölgesine işgal gerçekleşerek düşünme sistematiği gitgide deformasyona uğruyor. Diyalektik bir süreç işliyor: Nicel birikimler nitel bir sıçramaya dönüşüyor ama anti-sınıfsal bir hatta, burjuvazi ve egemenler lehine olarak.

Depremdeki can kayıplarının sorumlusu müteahhitler, zamların nedeni zincir marketler olarak yansıtılıyor. Doğru, fakat gerçek bu değil. Bunu burjuvazi de biliyor. Temel neden, bu düzene yol açan serbest piyasa ekonomisiyle dizginsiz bir sömürünün hayata geçirilmesi. Zincir marketler ve müteahhitler bunun sonucu. Serbest piyasa ekonomisinin ve neoliberal politikaların uygulanması teminatıyla emperyalizm kredileri alınarak 12 Eylüller yaşatılıyor halka. Öyle olunca da sayısı bu kadar artan müteahhitlerin yargılanması gerçekleşmiyor, çünkü ortada bir düzen sorunu var ve bunun açığa çıkması istenmiyor.

Beş yıl öncesinin verilerine göre merkezi nüfus sistemine kayıtlı yaklaşık 40 milyon konutun olduğu ülkemizde iki kişiye bir konut düşmesi gerekiyor ama ülke nüfusunun yarısı kiracı. Yapılan yeni daireleri yabancı burjuvazi alıyor. İşbirlikçi burjuvazi de OHAL döneminde Malta vatandaşlığı satın alıyor. İşlediği suçu biliyor, kaçacak yeri önceden güvence altına alıyor. Halk düşmanlığı bunu gerektiriyor.

Bugün sokak aralarına, okul önlerine, köşe başlarına kadar yayılan uyuşturucunun tek nedeni de emperyalizmdir. Uyuşturulmuş, direnme kapasitesini ve tarihini unutmuş bir halk isteniyor. Zihin ve beden işgal edilince nöbet kulübesinde uyuyan bir halk çıkıyor ortaya.

Feministler aracılığıyla “Kadının bedeni kadının kararına tabidir!” söyleminin alanı genişletilerek fuhuş, seks işçiliği adı altında manipüle ediliyor, çünkü insan, kavramlarla düşünür. “Kadın hakkındaki kararı kadın, Kürt hakkındaki kararı Kürt, eşcinsel hakkındaki kararı eşcinsel verir” deniliyor. Böyle olunca bir beden olan halk ve sınıf, organlarına ayrılarak ondan yaşamaya devam etmesi bekleniyor. Ameliyatla alınan bir organ bir süre sonra canlılığını yitiriyor. Bunun adı kimlik siyasetidir. Bu da emperyalizmin işine gelir.


Kendi içinde parçalanmış bir halk direnemez. Basit bir soru: Emperyalistler neden medyaya, LGBT derneklerine, kimlik hareketlerine fonlar ayırır? Emperyalizm bu kadar insancıl mı? Gazze topraklarında ve Ukrayna’da neden LGBT bayrağı açar askerler? Neden dört emperyalist medya kuruluşunun ortak açtığı +90 adlı YouTube kanalı, ülkemizdeki eşcinsellerle, gençlerle, fuhuş yapanlarla ilgili marjinal belgeseller üretir? Tüm bu fonlama süreci sömürülmek istenen halkları belirli bir forma büründürme çalışmasına yönelik gerçekleşiyor. O yüzden, direnen Filistinliler gerici, eşcinsellik karşıtı” olarak servis ediliyor medyada. Buna rağmen halklar, Filistin için sokaklara döküldü, emperyalizm yalnızlaştı.

Sanatta üretilen içerikler; aileden kopuş, genin bencil ve insanın da kötü olduğu, depresyon, marjinal yaşamlar, serbest ve açık ilişkiler, uyuşturucu ve cinselliğin sınırsız kullanımı, yaşamdan kaçış, küfür, yozlaşma, bireyciliğin tek geçerli yaşam biçimi olup toplumsal yapıların ve bağların insan için “pranga” olduğu yönünde.

Emperyalizm, toplumsal bağların güçlü olduğu bir halk istemez. Böyle bir halk, ancak fiziksel işgale tabi tutulur. Tanzimat'tan beri ülkemizde geliştirilen algı da Batılılaşma adı altında kendi kültüründen ve insanından “utanmak” ve fırsatını bulduğunda ülkeyi terk etmek: mültecilik. Jön Türklerden 12 Eylül’e ve OHAL dönemine kadar işleyen süreç bu.

Bugün o çok utanılan ve “geri” bulunan halk, okuma-yazma bilmediği ve köyünde yaşadığı dönem emperyalizmin işgaline karşı durdu. Aynı halk, daha sonra “aydınlık” ve güvence içinde yaşayamadıysa bunun sorumlusu kendisi değildir. 15-16 Haziran işçi direnişlerini de aynı halk gerçekleştirdi. O halkın güvendiği çevreler, 12 Eylül’ün sabahında “Darbeye direnin, emperyalizme direnin!” çağrısı yapsaydı, tarih başka bir mecrada ilerlerdi. O darbe de serbest piyasa ekonomisi de İliçler de gerçekleşmezdi. Kimliklere ve yaşam biçimi solculuğuna teslim olunmasaydı, “Milliyetçi ve muhafazakâr tabandan oy alabilecek aday” arayışına girilmezdi. Emek, sınıf ve anti-emperyalizm kavramları ve ilkeleriyle halka ulaşılsaydı, yeni Fatsalar kaçınılmazdı.

Kimliklere göre değil, sınıfsal bağlara göre hareket edildiğinde halk ortak zeminde birleştirilir. Bu yönüyle solun önemli bir bölümü, emperyalizmin yaşam biçimi, kimlik, özgürlük, renklilik, çoğulluk söylemlerine aldanarak ona teslim oldu. Bugün o teslimiyet, 70’lerde ortanın solu olma iddiasını Mayıs seçimlerinde zafere dönüştürüp solu kendine eklemleyen CHP gerçeğinde anlam kazanıyor. Sınıf mücadelesinden yaşam biçimciliğine geçiş, kendisine sol-sosyalist diyen çevrelerin sohbetlerine “Yine bizim en ‘rahat’ yaşayacağımız kesim CHPliler, en azından alkolümüze ve giyim kuşamımıza karışmazlar, seküler onlar...” cümlesiyle yansıyor.

O CHP ve sol seçmeni, verdiği oydan dolayı “aşağı” görülen halkın çok gerisinde. 70’lerde halkın bilincine atılan tohum halen taze. Sayacağımız pratikleri sol, bir yapı olarak gerçekleştiremiyorsa, o halk solu kendisinin gerisinde görüyor, demektir:

- Kayseri’de seyyar satıcı, tezgâhına el koyan zabıtaya direnerek armutlarını atıyor. Zor diyalektiği, emekçi açısından meşru zeminde işleyince çevredeki halk, ona destek veriyor.

- Kırşehir’de kamyonetiyle meyve satan emekçi zabıtaya karşı üzümlerini döküyor.

- Akbelen’de yaşını almış analar, yurdu bildiği ağaca sarılıyor ve kendilerine verilen para cezaları karşısında mücadeleye devam etme sözü veriyor.

- Tokatköy’de mahalle halkı, evlerinin kentsel dönüşüm adı altında ranta feda edilmesine karşı çatılara çıkan genç, yaşlı, çocuklar olarak direnip kendilerine uygulanan zor karşısında hortumla su sıkıyor, yolu trafiğe kapatıyor.

- Salgın zamanında, kolonya üreten küçük esnaf ücretsiz kolonya dağıtıyor.

- Salgın döneminde motosikletine ağır para cezası kesilen bir emekçi, kendi motorunu ateşe veriyor. Para cezası motosikletin ederi kadar neredeyse.

- OHAL döneminde işçiler iş bırakıyor.

- Fındık üreticisi, 15 yıl önce fındığını Karadeniz yoluna dökerek trafiği saatlerce durduruyor.

İşçi emekçi halk sınıflarının örnekleri çok fazla. Şimdi bir örneği yazının ilerleyen bölümlerinde vermek üzere, solun ne yaptığına geçebiliriz:

- OHAL dönemi ihraçları için “yol kazası” diyerek direnmeme çağrısı yapıyor. Görevlere imza atan, akil adamlık yapan konfederasyon başkanı, soluğu Avrupa’da alıyor. Bedel ödemekten kaçış bir yana, alınan kararı uygulayan emekçiyi yalnız bırakıyor.

- Salgında kapanma çağrısı yapıyor, sokağa çıkmak zorunda kalan işçi, emekçi ve emekli insanları Kovid’i yaymakla suçlayıp ilaç kapitalizminin aşı çağrıcılığını görev biliyor. Aşı yaptırmayanları bilim karşıtı ilan ediyor. Okulun kapalı tutulmasını savunarak çocuk işçi gerçeğini hiçe sayıyor.

- Kentsel dönüşümü savunuyor, çünkü yaptığı yatırımların değerlenmesini talep ediyor. Sendika genel merkez yöneticisi, 800 bin liraya aldığı Togg aracı internetten 3 milyona satılığa çıkarıp yandaş basına malzeme oluyor. Bulunduğu konumu dilediğince değerlendirebiliyor.

- Irkçı liderin seçim ittifakına oy istiyor. Oy vermeyeni de “anti demokrat ve anarşist” kabul ediyor.

- Şenyaşar’ın ve Rabia Naz’ın ailesinin mücadelesini görmeyip Soma’da verilen oy oranına bakıp işçi sınıfına düşman oluyor.

- 1 Mayıs alanı olarak Taksim diye ısrar etmemenin Cumartesi Anneleri’ni Galatasaray’dan göndermeye çalışmakla aynı sonuca vardığını kavrayamıyor. Mücadeleyi mekândan soyutluyor fakat mekândan bağımsız mücadele ve takvim olmadığını unutuyor, unutturmak istiyor.

- Halkı sokak röportajlarından tanımaya çalışıyor çünkü dernek solculuğu-sendikacılığı yapıyor. Örneğimizi şimdi verebiliriz:

Yaklaşan yerel seçimler için sokaklarda gezen parti propaganda aracının yolunu kesip elindeki poşeti göstererek “Şu poşet 200 lira!” diye tepki gösteren yaşlı bir insanın videosunun altına depremlerden, toplumsal ve sınıfsal gerilimlerden, işçi katliamlarından sonra sarf edilen yorumlar yazılıyor: “Git sor bakalım, hangi partiye oy vermiştir? Böyle tepki veriyor ama bugün seçim olsa oy tercihini değiştirmez. ‘Cahil’. Yaşlılar bizi bu hale getirdi. Oh, iyi olsun!..” Bu vb. tepkiler, solun peşine takıldığı CHP anlayışının ürünü, çünkü sol, dile getiremediği hakaretleri bu seçmen tabanı üzerinden dile getiriyor. O sol, 40 yaş altına seslenen çete artığı Sedat Peker’in yolundan gidiyor. Geri diye görülen emekli yaş grubu insanlar, kendilerini aşmaları için çocuklarını/bizleri okutan işçi emekçi insanlar. Okumadan çok yaşam mücadelesi verdikleri için çocuklarının okumasını hedeflerler.

Solun, Z kuşağı güzellemesi yaptığı yozlaşmış nihilist gençliğin durumu bu: duyarlılık yoksunluğu, değer yitimi, anti kollektivizm, sınıf dışı konumlanma çabası, depresyon bataklığı, teslimiyet... Yol kesme eylem biçimi hayatı durdurur hız çağının mekânı olan trafikte, fakat sol, bunu yapma kapasitesini yitirdi. Onun yapamadığını halk sınıfları yapıyor. Kapanma döneminde egemenler ve burjuvazi, ekonomik kriz döneminde de sol yaşını almış insanlara ceza veriyor. Sol da Nazi anlayışı gibi yaşlıyı toplumdan dışlamak istiyor ama o emekli, doğrudan hayatın içinde: Çatıda çalışarak can veriyor.

Sol, Anadolu insanının direnme kapasitesini hafife alıyor, onun gücünden korkuyor. Emekliler için bir mücadele hattı öremiyor. Alkol almayı ilericilik olarak görüyor.

Bu noktadan sonra milliyetçilik konusunu emperyalizm bağlamında açmak gerek. Duvara “milliyetçi” yazılar yazan ve okullarda etkinlik düzenleyen Ülkü Ocakları’nın bağlı olduğu parti, başka ülkelerin emperyalist askeri paktlara girmesine mecliste onay veriyor, onların şirketlerinin ülkenin kaynaklarını ve insanını sömürmesine ses çıkarmıyor. Ulusalcı bir tepkiyle de olsa anti-emperyalist bir hat çizmesi bu çevreden beklenemez, çünkü onları ortaya çıkaran ve destekleyen, emperyalistler ve onların Soğuk Savaş yıllarındaki faaliyetleridir. Milliyetçilikleri ise kimliksel boyutta olup sadece iç/kardeş kimliklere karşıttırlar. Temel görevleri, ülkedeki sınıf bilincini faşist söylemle ve paramiliter çetelerle baskı altına almaktır.

Bir diğer milliyetçi çevre de radikal demokratlardır. Onlar da anti-emperyalist bir hat çizemez, anti-emperyalizmi sınıfsal bir temelde ele alarak ulusal onur meselesi görüp sınıfsal dinamikleri harekete geçiremez. Dönemin egemen güçlerine göre şekil alır, pragmatisttir. Sol içinden görünür, solun liberal kanadına meclis koltuğu ve sendika-meslek odası yöneticiliği dağıtır. Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyinde emperyalistlerin işgal ettiği sahada petrol bekçiliği yapmayı ulusal bir mesele olarak kabul etmez. Irak parçalanıp kadınlara tecavüz edilirken, zindanlarda emperyalistler, bölge insanına köpeklerle saldırıp işkence ederken, onlar emperyalist güçlerle işbirliği geliştirip “devlet” kurarlar, onlara kurdurulur, aslında bu durum edilgendir. Eristik diyalektiğin yöntemlerini kullanarak “Ezilen halkın milliyetçiliği olmaz, komünal şölenler düzenliyoruz, kantonlarımızda seküler kadın direnişi var ve bölgeye örnek, sendikalar yeniden yapılandırılmalı çünkü emek-sermaye çelişkisi geride kaldı, uygarlık ve sivil toplum tezleri hayata geçirilmeli, biz de faşizme karşıyız, demokrasi mücadelesi güçlendirilmeli, ‘Türk solu’ ulusalcı ve ‘modası’ geçti, baskı kimliklere uyguladığından, sistemle mücadele buradan verilmelidir, Halepçe bize yaşatıldıysa Ebu Gureyb zindanları da Arap halkına haktır...” gibi söylemler üzerinden sınıf bilinci üzerinde çarpıtma gerçekleştiriliyor. Bu mücadele biçimi geçerli yol olsaydı, Hitler savaşı kazanırdı, eğer Sovyetler kimlik ayrışması yaşayıp anayurtlarını savunmasaydı.

Solun iki milliyetçi kutba karşı belirleyeceği tavır önemlidir. Her iki kutbu devre dışı bırakıp fabrika havzasına, sendikalara ve yayıncılığa çekilmek doğru bir tutum değildir. Biri duvara, diğeri bilince yazılama yapıyor. Her ikisi de emperyalizme secde ediyor, bozuk bir pusulayla kıbleyi belirliyor.

Sol; önündeki duvarı yıkmalı/aşmalı, bilincine işlenen liberalizm ile de ideolojik mücadele yürütmeli. Bu yapılmadığı durumda, mücadele de sıçrama yaşayamayacak, sadece varoluş kaygısıyla gün kurtarılacak.

Kürt yazar Kani Xulam, 2015’te emperyalist ülke başkanının heykelinin kendi bölgelerine ne kadar yakışacağından dem vuruyor ve emperyalistler sayesinde siyasete ahlak geldiğini söylüyor. Urfa’da emperyalist ülke ve başkanlarını öven sloganlar Kürtçe olarak atılıyor. Milliyetçi ideolojinin şekil verdiği insan yapısı, sosyal medya hesaplarında isimlerinin yanına emperyalist ülke bayraklarının logolarını yerleştiriyor. Parti başkanları Kardeş Türküler eşliğinde Diyarbakır Surları’nda renkli tabutlar üzerinde ve TÜSİAD’da halay çekiyor. Yorum konseri için belirlenen mekânın sahibi tehdit ediliyor, Ege Üniversitesi kampüsünde sahneye çıkıp enstrümanları kırılıyor. İşçi sınıfının gazetesi olduğunu iddia edenlerin “konuk yazarı”, emperyalizmin Suriye’den çıkmaması için kampanya düzenliyor. Radikal demokrasi partisi, Taksim’de emperyalizmin büyükelçileriyle LGBT’nin “onur” yürüyüşüne katılıyor. Aynı emperyalizm, “Kürtler birlik olursa yenilmez” diyor. Bu halk sevgisi nereden geliyor?

Bir halkın birlik olması emperyalizmin faydasına değildir. O zaman neden emperyalizm, aynı dili konuşan aynı ulusa ait insanları mezhep çatışmasına sürüklüyor? Fiziki işgal vekalet savaşına dönüşüyor. Kara gücüyle kayıp veren emperyalistler, bölgede jandarma gücü oluşturarak komünal kanton kurduruyor, amaç, sömürülen Irak ve Suriye petrolüne bekçi bulmak. Bölgenin hareketi de “Emperyalistler isterse mücadeleyi bırakırız, zaten Sovyetler’e en baştan karşıydık, onlar modaydı” söylemiyle Jerusalem Post’a röportaj veriyor.

Bu söylemler genişletildiğinde Kanadalı altın arama şirketinin CEO’su “Türkler iyi taş taşır diyor”, emperyalizmin sözcüleri de “Suriye Kürtleri iyi savaşçıdır” diyor. Her iki ulusun da onuru aşağılanıyor ama ne Türk ne Kürt milliyetçilerinin partileri ve hareketleri bu durumda herhangi bir beis görüyor.

Halkların kaderi birdir, geliştirilecek mücadele ortaklığıyla emperyalizme karşı durunca özgürleşeceklerdir.

Emperyalizm yenilmez değildir, yenilmeye mahkûmdur, bu öngörü, bizzat kendilerine aittir. Geçtiğimiz günlerde Yemen Husileri İkinci Paylaşım Savaşı’ndan beri bir ilki gerçekleştirerek, “üzerinde güneş batmayan ülke” unvanıyla tarihe geçen emperyalistlerin gemilerini Akdeniz’de batırdı. Emperyalizmin ileri karakolu olan Siyonizmin tüm askeri gücü ve katliamlarına rağmen Filistin halkı direniyor, direnişini geri çekilerek değil, saldırıya geçerek gerçekleştiriyor. Donbas halkı, emperyalistlerin diğer bir ileri karakoluna dönüşen Ukrayna yönetimine karşı yıllardır kendi topraklarında direniyor. Emperyalizm, fiziki işgal gerçekleştirdiği ve vekalet savaşı sürdürdüğü her yerde ağır kayıplar veriyor. Avrupa ülkelerinde çiftçilerin eylemleri sürüyor. Halklar, artık başçelişkinin emperyalizm olduğunu biliyor, Filistin için milyonlarca insanın sokağa dökülmesi bu yüzden.

Anadolu’ya dönersek; bizim insanımız emekçi sınıflardan oluşuyor. Son noktaya gelindiğinde, kaçanlara rağmen, yurdunu savunmuştur. Güveni arar, yanında sürekli duran hattın samimiyetine güvenir. Günlük yaşam kaygısıyla hayatını geçirir. Kendisiyle değil, fon alıp halkın değerlerini aşağılayan LGBT ile yürüyenlerin yanında saf tutmaz. Onun aradığı, kendi içinden olan hattın insan yapısıdır. Anadolu halkının genlerinde yurt bilinci, hak ve bağımsızlık değeri hep vardır. Egemenlerin döneme göre onları kanalize etmesine aldanarak doğru bir değerlendirme yapılamaz. Öyle olsaydı, ne Bedrettinler ne Pir Sultanlar ne yurt savunması ne Fatsa ortaya çıkardı.

Onun mücadele azminin darbelerle ve baskıyla geriletildiği bir gerçektir. Bu baskıya ideolojisi zayıf sollar direnemezken, bunu yapmadığı için halkı geri görmek elitizmdir. Anadolu halkına anti-emperyalizm bilincini aşılamak günün acil görevidir. Yaşanan tüm haksızlıkların nedeninin emperyalizm olduğu aşılanmalıdır. Karadeniz’in yaylasında Katar sermayesinin satın aldığı evlerden, yeni inşa edilen binaların ve rezidansların yabancı sermayeye peşkeş çekildiği, işsizliğin ve yozlaşmanın sömürü amacıyla yayıldığı, vatan toprağının emperyalist ülkelere ihale edilerek işçi emekçinin nasıl sömürüldüğü, çalıştıkları madenlerde gerçekleşen katliamların failinin emperyalizm olduğu, din-mezhep-milliyet ayrımı yapmadan emeğin en yüce değer olduğu sınıfsal bilinç geliştirecek şekilde halk sınıfları mücadele safına katılmalıdır. Sadece fabrika ve atölye işçilerinin çalışma saatleriyle mücadele belirlendiğinde o işçinin toplumsal çevresi soyutlanmış olur. Evi kentsel dönüşüme, yurdu emperyalizme, evladı uyuşturucuya ve yozlaşmaya feda edilir. Emperyalist aşama, emperyalizme karşı halk sınıflarının birleşik mücadele hattını geliştirmeyi elzem hale getirir. O zaman kâğıttan kaplanın yenilmesi kaçınılmaz hale gelir.

Solun durumuna gelince, onun yaşadığı, cam tavan sendromudur. O hayali cam tavan da radikal demokrasi hareketinin inşa ettiği hayali duvardır, o yüzden sol, gölge oyunu oynuyor. Kendini aşma gibi bir çaba ve programı hayata geçiremez. Kendi tarihiyle bağını sonlandırırken, halktaki öfkeyle ve zor karşısındaki direnme gücüyle de arasını açtı. Açılan mesafe de solu pasifikasyon ve teslimiyet düzlemine taşıdı. Onun safı ve görevi bellidir: sömürge valiliği.

Yayınlarında terminolojiyi; parti adlarında “işçi”, “emek”, “sol”, “komünist”, “sosyalist” gibi kavramları kullanır ama pratikte yaptığı, burjuvaziye ve egemenleri halkın öfkesini yarıştırma teminatını vermektir. O yüzden parti büroları açıktır. O yüzden ona tanınan alanda demokratlık temaşası sergiler. Onun safı seküler burjuvazinin ve postmodern LGBT’lerin, akil adamların, Gülşenlerin, Aysun Kayacıların, STK’ların, komünal şölencilerin, Kadıköylülerin, feministlerin, emperyalizmin dostlarının yanıdır.

Harmanda izi olmayanın hasatta sözü olmaz. O yüzden, Anadolu’nun her yerinde yükselen işçi emekçi mücadelelerini ve toplumsal mücadeleleri birleştiremez, çünkü bunun bedelini ödeyecek cürete, deneyime ve kararlılığa sahip değildir. Emekli futbolcu sahadan çekilip teknik direktörlük yapar, solun da durumu bu. Onlar gibi olmayanlar da sol için “birer Narodnik, anarşist, maceracıdır(!)” Halk da öyle olanlarla yürüyecek.

Görevdir ki o hattı güçlendirmek. Sömürülen bedenin alın terinden, bedel ödeyenin emeğinden kaçmayanlar, sınıfsız sömürüsüz düzeni getirecek, bu olacak, çünkü diyalektik süreç gereği o beklenmeyen zamanda gerçekleşecek ve dalga dalga yayılacak olan direnişe hazır olmak gerekir, kendiliğindenciliğe teslim olmadan ya da beyaz ve mor bayrakçılara.

"Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan
Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
Güzelim kırmızı elleriyle
Sessizliği burgu gibi deler de
Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde."
[Pablo Neruda, Çeviri: Hilmi Yavuz]

S. Adalı
21 Şubat 2024

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder