Twitter
kurulalı on üç yıl oldu. Her politik çizgiden kullanıcı, bu site üzerinden, sonrasında
geleneksel medyanın haber yaptığı, hatta benimsediği, ismi herkesçe işitilen
sayısız kampanya yürüttü.
Hashtag
Activism: Networks of Race and Gender Justice [“Heştek Aktivizmi: Irk
ve Cinsiyet Adaleti Ağları”] isimli kitabın yazarları Sarah J. Jackson, Moya
Bailey ve Brooke Foucault Welles, Twitter’ın “aktivistlerin savunacakları,
harekete geçirecekleri ve iletişim için kullanacakları önemli bir âlet hâline geldiğini”
söylüyor. Yazarların tespitine göre söz konusu platform, marjinal grupların
güçlü bir kamuoyu oluşturma aracına dönüşmüş durumda. Bu marjinal gruplar,
Twitter’daki etiketleri politik ittifaklar ve ağlar kurmak için kullanıyorlar.
Daha da özelde kitap, Twitter aktivizminin, liberal, sosyal adaleti hedefleyen,
bilince odaklı, kimlikçi, kesişimselci, azınlıkçı ve ahlakçı olan, özel ve
ayrıksı bir politik kültür üzerinden tanımlanan yönünü inceliyor.
Kitap,
yürüttüğü çalışmasının kapsamını internette gelişen özel kültüre doğru daraltsa
da kitabın yazarları, ele aldıkları konu başlığını tüm detaylarıyla birlikte
inceliyorlar. Yazarların müdahalesiyle kitap, sosyal adalet temelli heştek
aktivizmine odaklanıyor ve onun yürüttüğü kampanyaların dürüst ve görev
bilinciyle kaleme alınmış bir kaydını sunuyor. Bunu yaparken, tarihsel sürecin
ana hatlarını veriyor, gidişatı aktarıyor ve dijital ortamın genel bir resmini
sunuyor. Ama ilginçtir, yazarların bu kampanyalara dair değerlendirmeleri,
kitabın teknolojiye iyimser yaklaşan teziyle çelişiyor.
Yazarlar,
inceledikleri internet aktivistlerine ait ifadeleri çalışmaya dâhil etmek
adına, Twitter’ın etnografik yönüne yoğunlaşsalar da araştırmalarında daha çok
“disiplinlerarası karışık yöntemler yaklaşımı”nı benimsemişler. Yazarlar,
hikâye yanında empirik olgulardan söz etmenin gerilime sebep olduğunu kabul
ediyorlar, “olgunun önemi ve etkisine odaklanmanın normatif bir tercih
olduğunu” söylüyorlar, ama buradan, incelediği kişileri “işbirliği yapanlar” ve
“kendinden araştırmacılar” olarak tasnif eden bakış açısı teorisinin ille de
niceliksele yönelik dikkati yasaklamadığı sonucuna ulaşıyorlar.
Çalışmada
yazarlarla işbirliği yapan isimlerden biri de heştek aktivisti ve kitabın
önsözünü kaleme alan Genie Lauren. Lauren, o eski rahatsızlığa dair epey kafa
yormuş, ona aşina olan, değerlendirmeye tabi tutmuş bir isim.
2008
finans krizinin hemen ardından üniversiteden mezun olan Lauren, öğrenci
kredilerini ödemek için iki işten birden çalıştı. Biri perakende işi, diğeri
yirmi dört çalışan bir çağrı merkeziydi. İkinci iş, kendisine mesaideyken blog
yazıları yazma ve tvit atma konusunda epey fırsat sundu. İlk başta Twitter,
Lauren’ın uykusuzluk hastalığından muzdarip, az çalışan ya da hiç çalışmayan
arkadaşlar bulmasını sağladı. Fakat Lauren, internetteki faaliyetleri sayesinde
2009 İran seçimiyle, daha doğrusu #IranElection [“İran Seçimi”] heştekiyle
birlikte politikleşti. Kendi akranı birçok politik kişi gibi Lauren da
Twitter’da gezinen bilginin akış hızına kendisini kaptırdı, sahada bilfiil
eylemlerin içinde olan İranlılardan anında mesajlar alıyor olmak, onu epey
heyecanlandırdı.
CNN’nin
tvitleri birer kaynak olarak kullanmaya başlamasıyla Twitter denilen platform, Lauren’ın
gözüne daha meşru bir şeymiş gibi görünmeye başladı, bu sayede herkes gibi
Lauren da sosyal medyayı hakiki bir devrimci kürsü olarak değerlendirdi. Bu
süreçte İran hükümeti, seçim döneminde bir ay boyunca Twitter’ı kapattı.
Sonrasında
Lauren’ın da dâhil olduğu bir dizi heştek kampanyası başlatıldı. #TroyDavis
başlığını taşıyan ilk heştek, Georgia’da bir polis memurunu öldürmekle suçlanan
adamın idamını durdurmak için inşa edilen hareketin internet çalışmasının bir
ürünüydü. Bir süre bu heştek, sayfanın her bir köşesini ele geçirdi. Onca
çalışmaya rağmen Davis idam edildi. İdam sonrası oluşan kafa karışıklığı ve
yıkım, Lauren’da da karşılık buldu. Zira onca insanın kolektif tutkusu ve
iradesi gerçek dünyada bir sonuç üretmemişti. Gerçek dünya gibi Twitter da
yoluna devam etti.
Bu
olayın üzerinden altı ay geçmeden Lauren gibi birçok kişinin George
Zimmerman’ın tutuklanıp yargılanmasını talep ettiği #JusticeForTrayvon
[“Trayvon İçin Adalet”] heşteki açıldı. Burada paylaştığı mesajında Lauren,
Karl Marx’ın felsefecilerdeki dünyayı sadece yorumlamayla yetinme eğilimine
dair sözünü tekrarladı ve devamında şunu söyledi: “Sanki sorunu her yönüyle
idrak edebilseydik çözüme kavuşturabilirdik.” Halkın yoğun tepkisi üzerine
Zimmerman tutuklandı, yargılandı ve beraat etti.
Bu
olay da internetteki aktivist cemaatini şaşkına çevirdi. Öncelikle bir hayatı
kurtarmayı başaramamışlardı. Ardından bir can alan adamı cezalandıramamışlardı.
Peki o zaman bu Twitter denilen platform neleri başarabilirdi?
Bu
noktada başka bir internet aktivisti, Lauren’a farklı bir Twitter kampanyasını
anımsattı: televizyonda yemek programı sunan Paula Deen, iş yerinde ırk
ayrımcılığı ve cinsel ayrımcılık yaptığı gerekçesiyle mahkemeye verilince masum
olduğunu söylemiş, ancak ifadesinde seksenlerde iş yeri haricinde “Zenci”
ifadesini birkaç kez kullandığını, ama sonra bu hakareti lügatinden
çıkarttığını dile getirmişti. Bunun üzerine Twitter’da tüm güçler, onu işinden
kovdurmak için harekete geçtiler. Food Network [“Yiyecek Ağı”] isimli
yemek programı yayından kaldırıldı, yemek kitapları Amazon’da en çok satanlar
listesinde başlarda yer alsa da birçok kazanç getiren işi iptal edildi.
Zimmerman
davasına atanan ve ismi gizli tutulan altı jüri üyesinden biri olan B37 kodlu
üye, Zimmerman’ın mahkûmiyetine hayır oyu verdi. Twitter’da bu kadının bir
yayınevinin temsilcisi olduğu ifşa edildi. Dolayısıyla, ortalığı bir kitap için
çok önceden anlaşma imzaladığı (ki bu iddia yalanlandı), mahkemenin başından
beri bir ajans aradığı (bu iddia da doğrulanmadı) dedikoduları sardı. Twitter
üzerinden ortaya konulan yoğun kamuoyu baskısı neticesinde (If I Did It [“Yapmışsam”]
isimli kitabının ikinci baskısında O. J. Simpson’ı da temsil eden) ajans B37
kodlu jüri üyesini müşteri listesinden çıkarttı. Nihayet bir zafer elde
edilmişti.
Doğrusunu
söylemek gerekirse Lauren’ın hikâyesi, yukarıda bahsini ettiğimiz ve
sloganların, klişelerin, internette bunlarla bağlantılı olarak gelişen söylemin
özümsenmesi ve dile/fikre işlemesi gibi Twitter ölçüleri uyarınca Twitter
aktivizminin etkisini ölçen kitapta somut “kazanımlar”dan biri olarak
aktarılıyor. Oysa gerçek dünyada #OccupyWallStreet [“Wall Street’i İşgal Et”],
#ArabSpring [“Arap Baharı”], #BlackLivesMatter [“Siyahların Hayatı Önemlidir”],
#YesAllWomen [“Evet Tüm Kadınlar”] ve #MeToo [“Ben De”] gibi büyük ve popüler
kampanyaların bile zafere ulaşmadığını, güç konusunda kalıcı bir miras
bırakmadığını görüyoruz. Neticede Wall Street’i İşgal Et fos çıktı, Arap Baharı
başarısız oldu, George Zimmerman dışarıda elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor,
üstelik siyahları katleden polis memurlarının sayısında hiç azalma olmadı.
Tabii Ben De kampanyasının yarattığı gürültü sayesinde birkaç ünlü kadın avcısı
yargılandı, hatta hapse tıkıldı (daha fazla sayıda zararsız sapık kamuoyu
önünde sertçe eleştirildi), ama iş yerlerinde sıradan kadınları koruyacak veya
onlara yetki ve güç verecek hiçbir anlamlı yasa çıkartılmadı.
Hashtag
Activism isimli kitapta ele alınan kampanyalar, Harvey Weinstein’in
yargılanmasını, bir yemek programının iptalini ve birkaç beş para etme kitap
anlaşmasına mani olmasını sağlamaktan başka bir işe yaramadı.
Bu
Twitter Denilen Şehri Kim Yönetiyor?
Hashtag
Activism kitabının girişinde yazarlar, akademisyen ve “teknoloji
sosyologu” Zeynep Tüfekçi’nin tespitine atıfta bulunuyorlar. Tüfekçi o
tespitinde, Twitter aktivizminin “geleneksel ve kurumları temel alan siyasetten
çok farklı olduğunu, şikâyet ve iddiaların ürünü olan yatay ve kimlikler
üzerine kurulu hareket inşasına meyilli olan bir tür demokratik katılımı
öngördüğünü” söylüyor. Kitabın yazarları gibi ben de Tüfekçi’nin bu tanımına
katılıyorum.
Ancak
ne tuhaf ki kitabın yazarları, Tüfekçi’nin çalışmalarıyla hiçbir ilişki
kurmuyorlar, hatta onun 2017 tarihli Twitter and Tear Gas: The Power and
Fragility of Networked Protest [“Twitter ve Göz Yaşartıcı Gaz: Ağları Temel
Alan Protestonun Güçlü ve Kırılgan Yanları”] kitabından hiç bahsetmiyorlar.
Teknoloji
ve hareket inşası üzerine yazan ilk akademisyenlerden biri olan Tüfekçi,
2014’ten beri sosyal medyanın “dönüştürücü” potansiyeline açık ve tutarlılık
arz eden bir şüpheyle yaklaşıyor. Jackson, Bailey ve Foucault Welles’in aksine,
Tüfekçi, ilerici internet aktivizminin tarihini, eleştirel analize ve
kıyaslamalı-tarihsel soruşturmaya tabi tuttuğu bir dizi hata bağlamında
inceliyor.
Tüfekçi,
sosyal medyayı sadece zehirli meyve veren zehirli bir ağaç olarak görmüyor, ama
dijital üretim araçları konusunda nahif bir tutumu benimsemekten hep imtina
ediyor. Tüfekçi, konuşmalarında ve yazılarında hükümetlerin ve sermayenin hiç
ceza alma tehlikesiyle yüzleşmeden, insanlar hakkında casusluk yapmak, dili
sansürlemek ve yanlış bilgiler yaymak için kullandıkları sosyal medya
düzleminde kitlelerden daha fazla güce sahip olduğunu örnekleriyle ortaya
koymuş bir isim. (Hatırlayacağınız üzere, başına belâ olacağını gördüğü an
kendisi Twitter’ı kapatmıştı.)
Özel
şirketlere ait dijital ekonominin, önemli bir kısmı veri toplama işlemi
üzerinden seçmenleri yönlendirmek için kullanılan reklâmlardan gelen kazançla
işlediğini ısrarla dile getiren Tüfekçi, bu dijital âlemin halka ait bir araç
olarak kullanılmadığını, kullanılamayacağını söylüyor.[1] Her ne kadar (veri
toplama işleminin ille de seçim sonuçlarını değiştirebileceğini söylemese de
(ki Hillary Clinton’ın “verilerin yönlendirdiği” 2016 tarihli başkanlık
kampanyası büyük ölçüde geliştirdikleri “Ada” algoritmasının bir sonucu
değildi) Tüfekçi, internetin elitlerin kontrolünde olduğunu net bir dille ifade
ediyor.
Sosyal
medyada paylaşımda bulunma ve içerik yaratma pratiğindeki özgür ve kolay
işleyen iradecilik, temel bir gerçeğin üzerini örtüyor: internet, şirketlerin
manipülasyonuna açık bir alan, üstelik internet, gazete, radyo ve televizyona
kıyasla birçok yönden daha kolay yönlendiriliyor.
Televizyonu
ele alalım: televizyonun sahipleri içeriği üretiyor, izleyici o içeriği
tüketiyor, o içeriğin değeri hakkında hükümde bulunuyor, devlet programları
düzene sokuyor, bazen kamuoyu baskısıyla bile olsa kimi vakit ufak
değişiklikler yapıyor.
İnternetle
birlikte seyirci denilen kitle, genelde ücretsiz olan kendi içeriklerini
üretmeye davet ediliyor, internette mülk sahipleri, büyük ölçüde kendi alanları
dâhilinde olan bitenden hiçbir şekilde sorumlu tutulmayan gelir sahipleri veya
dijital toprak ağaları olarak çıkıyor karşımıza. Bu arada belirtmekte fayda
var: ABD’de hükümet ve ona bağlı düzenleme kurumları, büyük teknoloji
şirketlerine hizmet ediyorlar ya da çoğu zaman kendi eposta şifrelerini bile
hatırlayamayan kişilerce yönetiliyorlar.
Federal
İletişim Kurulu (FCC), interneti düzene sokma meselesiyle hiç ilgilenmiyor mu
yoksa sadece bu konuda belirli bir beceriksizliği mi söz konusu, kimse bu
sorunun cevabını bilmiyor. İfade hürriyetini ya da en azından temel demokrasiyi
savunanlar, internetin düzenlenmesine dönük her girişimi sağlıklı bir
şüphecilikle karşılıyorlar. Bu koşullarda şu hususu bilmek önemli: bugün bir
teknoloji şirketini internette meydana gelen bir suiistimal, taciz, takip,
iftira, hakaret veya karalama vakası üzerinden mahkemeye veremiyorsunuz. Az
buçuk bir düzenlemeden söz edebiliriz ki o da büyük ölçüde teknoloji
şirketlerinin elinden çıkma. Fırsatını bulduklarında bu düzenlemeleri söz
konusu şirketler kolaylıkla kenara itebiliyorlar.
ABD’de
internet, halkın temsilcilerinin en azından teorik düzeyde dayattıkları
kurallara tabi olmadan işlediği için, bu anlamda diğer medya türlerinden
farklı. Tüm bu hususlar dikkate alındığında, internet faaliyetini devrimci bir
zemin olarak tahayyül edemeyiz. Bu şirketlerin başındaki kudretli yöneticiler
kullanıcılara karşı şeffaf değiller, onlara hesap vermiyorlar, kullanıcıların
demokratik kontrol mekanizmalarını devreye sokmaları için gerekli zemini
oluşturmuyorlar, üstelik, kullanıcıların önemli bir kısmı Hashtag Activism
kitabında bahsi edilen aktivistlere pek de sadık değiller.
Twitter’ın
Modası Geçmek Üzere
Halk,
Twitter üzerinde belirli bir tür demokratik kontrol tesis etse bile bu, bir
sonuç üretmeyecek. İnternet kullanıcıları, yeni sosyal medya platformları
çıktıkça bunlar arasında dolaşıp duruyor. Yeni platformlar, ebeveyn
kontrolünden azade internet deneyimi vaadi üzerinden genç pazarını hedefliyor.
Bu noktada Twitter, artık epey eskimiş bir alan. Genç internet kullanıcıları
ilkin Instagram’a, oradan Snapchat’e, şimdi de TikTok’a kaçtı.[2]
Sosyal
medya platformları, aynı zamanda kendi seçtikleri üyelerden oluşan özel
cemaatler üretiyorlar ve bu cemaatler, toplumun belirli kesimlerini dikine
kesen bir temsiliyete sahip olmuyorlar.[3] İnternet aktivizmi, tümüyle iradi,
dolayısıyla, başka alanlarla ilişkisiz olduğundan (ki bu tespit, hak hukuk için
internet üzerinden yürütülen çalışmalar için de doğru) iletişim kanallarına
yönelik tercihler her daim değişkenlik arz ediyor. Facebook, Twitter,
Instagram, Snapchat, TikTok gibi seçenekler çoğaldıkça kalabalıklar dört bir
yana dağılıyor.
Twitter
kullanıcıları, oradaki yazarların tahayyül ettiğinden daha yalnız ve daha
gezgin kişiler. Yani ortamda yazar olarak duranların sayısı çok az aslında. Pew
Araştırma Merkezi’nin 2019’da yaptığı bir çalışmaya göre Amerika’daki
yetişkinlerin yalnızca yüzde 22’si Twitter kullanırken, bu sosyal medya
ortamını daha çok gençler ve ilericiler tercih ediyor. Ayrıca, atılan tvitlerin
yüzde 80’i hesap sahiplerinin sadece yüzde 20’sine ait, yani Twitter’daki
faaliyetlerin büyük bir kısmının altında oldukça aktif olan çok az (ve giderek
küçülen) bir kullanıcı toplamının imzası var.
Şubat
2019’da Twitter, aktif kullanıcı sayılarını ilk kez kamuoyuna duyurdu[4]. Daha
önce şirket, kullanıcı sayısındaki “artış”a ait rakamı paylaşmıştı. Aslında bu
artış yüzdesi bot ve ölü hesapları da içeriyordu. Bu açıklama sonrası
Twitter’ın kullanıcı sayısının sanılandan ufak olduğu, hâlen daha azaldığı
anlaşıldı, bunun üzerine şirket, platformdaki kullanıcı sayıları konusunda
bundan sonra bilgi vermemeyi kararlaştırdı.
Elde
doğru kullanıcı sayıları olmasa bile heştek aktivizminin bugüne dek ortaya
koyduğu sicile dair maddi değerlendirme, bize bu aktivizmin şirketlerin kontrol
ettiği, geçici heveslere yol açan güçsüz hareketlere yol açtığını ortaya
koyuyor.
Peki
ya tüm sorunları çözersek ne olur? Bize ait, yukarıda bahsi edilen kusurları
düzeltmiş bir sosyal medya platformu olsa nasıl olurdu? Marifetli, birleşmeyi
bilmiş, demokratik bir örgüt için saha çalışması yürüten, sosyal adaleti
savunanları yönetecek yetenekleri ve becerileri sabırla besleyecek bir mimari
yapıya sahip, ciddi sayıda kullanıcıya ulaşmış, halkın kontrolündeki, halka ait
bir sosyal medya platformu kurmak mümkün mü? Bir anlığına böyle bir şeyin
mümkün olduğunu varsaysak bile bu, istenilecek bir şey mi?
Sosyal
Medya Sosyal Olabilir mi?
Hashtag
Activism kitabının ulaştığı sonuçlara itiraz eden Zeynep Tüfekçi,
internette doğmuş hareketlerdeki hızlı büyüme ve yayılmanın bırakalım bir
avantaj sunmayı, aşılması güç bir engel hâline gelebileceğini, zira yataycılık
temelli hareketlerin ulaştığı hızın özel bir tür toplumsal formasyonu,
tekdüzeleşmiş bir kitleyi doğuracağını söylüyor. Tüfekçi’nin gözlemine göre bu
hızla genişleyen hareketlerin benimsedikleri “taktiksel donma hâli”, bir bakıma
bu hareketlerin uzmanlaşma veya koordinasyon eksikliğiyle malul, düzensiz,
istikrarsız, yönetilmesi zor baloncuklara doğru evrilmesinin bir sonucu.
Nihayetinde bunlar, hareket edemez hâle geliyor, hızları kesiliyor, sonra da
çözünüyorlar. Tüfekçi, bu hareketlerdeki yaşam döngüsünün karşısına insan
hakları hareketindeki yavaş, güçlü bir koordinasyona sahip, hiçbir şekilde
kendiliğinden olmayan aktivizmini çıkartıyor ve buradan, Washington
Yürüyüşü’nün bu türden geleneksel örgütlenme stratejileri neticesinde başarıya
ulaştığını, ama Wall Street’i İşgal Et Hareketi’nin ve (putlaştırılan diğer
hareketlerin) tam da bu türden stratejilerden mahrum oldukları için
parçalandıkları sonucuna ulaşıyor.
Hashtag
Activism isimli kitapta sözü edilen hareket inşası meselesi yanlış
anlaşılıyor. İnternet sayesinde ortaya çıkan politik duyguların hızla
büyüdüğüne hiç şüphe yok, ama bu özellik tümörde de var. İnternette doğan
hareketlerin ulaştığı çarpıcı hız ve hacim, yaşama becerisi ve ulaştığı
olgunluk açısından çoğunlukla yanlış değerlendiriliyor. Aslında internet
aktivizmindeki hızlı gelişme perde gerisinde, ölüme doğru ilerleyen erken
yaşlanma sürecini gizliyor. Hareket tüm hararetiyle parlıyor, ışıklar saçıyor,
ama geriye kolayca unutulacak, çöpe atılacak bir içerik bırakıyor ve
iştirakçilerini duygusal açıdan tüketiyor.
Bu
türden hayallerin geride bıraktığı düşünsel döküntüler, bir süre kültürel
hayata hâkim oluyor, ama sonra, sokaklar bir sonraki yürüyüş için temizlenmeden
önce çöpe atılıyorlar. Geriye dönüp baktığımda görüyorum ki herkese ümit
verdiği o kısa dönemde Wall Street’i İşgal Et hareketine dair kaleme alınmış
kitaplar, zihnimde tek bir iz bile bırakmamış. Oysa hatırladığım kadarıyla, bu
yazı yazılmadan birkaç hafta önce kapanmış olan occupywallstreet.org sitesi,
hareketin kurucularından birine ait olan The End of Protest: A New Playbook
for Revolution [“Protestonun Sonu: Devrim İçin Yeni Taktik Tahtası”] isimli
kitabın reklâmını yapıyordu.
Zuccotti
Parkı’nın ünlü isimlerinden, medyanın gözdesi hâline gelmiş aktivistlerden olan
yazar Micah White, “imkânsız kampanyalar yürütme konusunda uzmanlaşmış bir
aktivist düşünce kuruluşu” olarak takdim ettiği “Butik Aktivist Danışmanlığı”
gibi işlerinin kapısına kilit vurdu. 2019’da Kaliforniya Üniversitesi Los
Angeles Kampüsü’ndeki Eşitsizlik ve Demokrasi Enstitüsü’nde misafir hocalar
listesinde adı bulunan White’ın Harvard veya Yale’deki derslerine katılma
imkânı bulamadığınızda, onun ders verdiği Aktivist Lisansüstü Okulu’na
kaydolabiliyorsunuz. Bu okul, öğrencilerin diploma almadığı, sınava girmediği,
ama “önde gelen toplumsal hareket yaratıcılarından dersler alabildiği”, “özel
bir içeriğe sahip”, internetten ders veren bir okul. Aylık 19,99 dolar ödediğiniz
bu okula iki haftalığına deneme kaydı yaptırabiliyorsunuz ki bu para, okulda
Rachel Dolezal’ın verdiği dersi almaya değer.
Micah
White’ın Wall Street’i İşgal Et hareketinin ortaya çıktığı günden beri yürüdüğü
yol, kimilerine uç bir örnekmiş gibi gelebilir, ama bunun internet aktivizmi
bağlamında anomali hâlini almış bir hikâye olmanın da ötesinde klişeleştiğini
söylemek gerek. Irkçılık karşıtlığı danışmanı ve White Fragility [“Beyazlardaki
Kırılganlık”] kitabının yazarı Robin DiAngelo, Siyahların Hayatı Önemlidir
hareketinin ikinci dalgası sayesinde 2018 tarihli kitabına olan ilgiyi
artırdığından beri çok daha fazla başarı elde etti. İnternetteki yoğun ilgiyle
birlikte videolarının izleyici sayısı epey arttı. Hatta ırkçılık karşıtlığını
iş yerlerinde öğretme işi için kaleme aldığı broşür, Amazon ve New York
Times’ın en çok satanlar listesine girdi.
Bunlar
başarılı olanlar, tabii bir de başarısız girişimler var ki bunların sayısı epey
fazla. Daha öncesinde Bernie Sanders için yapılan yürüyüş esnasında onunla
Siyahların Hayatı Önemlidir hareketi konusunda sohbet etmek için sahneye
fırlamasıyla tanınan aktivistler Leslie Mac ve Marissa Johnson, “Çengelli İğne
Kutusu” isimli şirketi kurduklarında âlemin maskarası oldular. Şirketin
yürürlüğe koyduğu mektup arkadaşlığı programında abonelerin posta kutularına
ırkçılık karşıtlığı konusunda farkındalık sağlayacak mesajlar gönderiliyordu.
Bu
aşırı girişimcilik, sosyal medya aktivizmine ait basit bir özellik değil,
ondaki bir arıza aynı zamanda. İnternetteki liberalizm, bu aşırı girişimci
anlayış zemininde gelişip serpiliyor. Üstelik bu liberalizm, heşteklerle
kendisine toplumsal zemin inşa etmeye çalışan her türden hareketten daha fazla
dirençli.
Sosyal
Medyanın Toplumsal Sefaleti
Sosyal
medya, toplumsal bir iyilik değil, bir pazar yeri. Aslında sosyal medya
toplumsal bile değil.
#HashtagActivism
kitabının
girişinde Genie Lauren, kendisiyle ilgili şu tespiti yapıyor: “Ben, her zaman
başka insanların çilelerine karşı hassas olmuşumdur.” Bu tespit akla şu soruyu
getiriyor: Lauren, bu başkalarına yönelik sevgi ve ilginin kişilerde nadir
görülen bir vasıf olduğunu mu zannediyor? Belki de internetin doğasında, onun
bu şekilde düşünmesine sebep olan, insana ilgisiz ve sevgisiz bir yan vardır.
Açık
konuşmak gerekirse, politik sosyal medyanın büyük bir kısmı, rezil ve berbat
bir yer. Sosyal medya, orada gezinende mesleki düzlemde karşılıkları bulunan
veya travmalara yol açan bir faaliyet. Onun etkilerinden ancak benim gibi
soğukkanlı kişiler yara almadan kurtulabilir.
Neticede
sosyal medya, geri planda kimsenin tanımadığı kurucu babaların ve para
babalarının yönettiği, ismini gizleyen sefil insanlarla dolu bir yer. Ortaya
hem fazla kalabalık olan, hem de yalnız insanlardan oluşan sanal bir uzam
çıkıyor. Kişiler, varlıklarını kendi belirledikleri filtrelerle, kendi ilgi
alanlarına giren, kendilerini rahatsız etmeyen içeriklere kapatıyorlar, filtre
balonları içinde, atomize olmuş bireylerden oluşan bir avamın bünyesinde
yaşıyorlar. Ellerinde olan çok az gücü, karakter suikastı, başkalarını kamuoyu
önünde utandırmak veya birilerini mekândan kovmak için kullanıyorlar.
Burada
ben, antisosyal davranış kalıbının internet denilen makinedeki bir hayalet
olduğunu söylemiyorum, bilâkis, bu tür bir davranış kalıbı, neticede yaşanan
ızdırapların ve çöküşün bir sonucu. Sosyal medya, bu noktada bu sürece uygun
bir gizli mahzen, hatta sıklıkla bakteri üretme tabağı olarak iş görüyor.
#HashtagActivism
kitabının
yazarlarının Twitter’den neşet eden zulmün ve kabalığın farkında olduklarını
söylemek lazım. Ama yazarlar, genelde meseleyi internet âleminin gezginleri ile
teknoloji şirketleri arasındaki çıkar çatışması yerine, ilericilerle
ılımlılıktan uzak sağcılar arasındaki bir savaş olarak görüyorlar.
Sosyal
medyanın yaydığı o rezil zehrin herkes bilincinde. Buna karşın, bahsini
ettiğimiz kitabın yazarları, sosyal medyanın sağladığı toplumsal faydaların
olumsuz etkilerine baskın geleceği iddiasındalar. Olumlu yönün
değerlendirilmesinde ölçüt, olabildiğince aşağı çekiliyor.
Twitter’ın
arkadaş bulmak için uygun bir yer olduğuna hiç şüphe yok, ama o, aynı zamanda
kişinin saklandığı bir siper. Kitlelere tıpkı uyuşturucular gibi sakinlik ve
huzur veriyor. Bu kıyaslama, benim geçen yıl Jacobin için yazdığım yazıdan alınma. Orada ben, herkese temel
gelirin insanları politik haklardan mahrum bırakan süreci derinleştireceğini
söylüyorum:
“İnterneti, genç işsizler
ve az işsizler nezdinde ‘toplum’un yerine geçecek bir şey olarak takdim
edenlerin üzerinde durduğu şey, o gençleri avlayan video oyunları değil sadece.
İnternet, onu kuran mimarların bile çocuklarına kullanmayı yasak ettiği güçlü
bir teknoloji. İnternet, zamanla lümpenin afyonu hâline geldi. Tıpkı esrar ve
alkol gibi internet de başarılı ve sağlam bir zemini olan kişiler içinse
zararsız bir toplumsal meşgale. Gelgelelim, yoksul ve ekonomik açıdan
güvencesiz koşullarda yaşayanlar için internet, patolojik sonuçları olan
toplumsal bir felâket. Antisosyal duygusuzluğun yol açtığı girdabı
derinleştiren, organizmayı yutan sefaletin somut bir semptomu. […] Bugün hiç
olmadığımız kadar birbirimize bağlıyız, ama aynı zamanda hiç olmadığımız kadar
yalnızız.”
Sosyal
medya toplumsal bir felâket, ama bunun sebebi, onun hayatı mahvolmuş kişilerin
dolaştığı bir mekân olması. Twitter’ın algoritması, optimum verimlilik için
belirli bir toplumsal koordinasyon oluşturmak üzerine kurulu. Lâkin bu
algoritma, politik aktivizm gibi toplumsal pratikleri tecrit edilmiş, hâkim
kültüre hasım olan, antisosyal kültürler içine kapatan, onları sürekli
gettolaştıran bir araç. Dolayısıyla, ben, Zeynep Tüfekçi’den farklı olarak,
interneti tamir edecek veya “demokratikleştirecek” reformlarla pek
ilgilenmiyorum. Bunun atı arabanın arkasına koymak olduğunu düşünüyorum. İşçi
sınıfı siyasetinin geri planda ve mağlup konumda olduğu koşullarda, her türden
demokratikleştirme ve reform girişimi, uyuşturucu krizini uyuşturucu politikası
ile üstünkörü çözmeye çalışan girişimlere benzer. Bugün sosyal medyanın
sunabileceği bir şey varsa o da maddi siyaset alanına insan kazanma imkânıdır.
Ama internet platformlarının kitlelerin afyonu olarak iş gördüğünü bilmek
gerekiyor.
Hasım
Kültür Faaliyetleriyle İnşa Edilen Kamuoyu
#HashtagActivism
kitabının
yazarlarının Tüfekçi’nin kitabını okuduğunu varsayıyoruz. Okumuşlarsa eğer, Twitter
and Tear Gas kitabının sosyal medya ağlarındaki kırılganlığın yazarlardaki
sarhoşlukla malul zafer turuna hiç de uygun düşmediğini söylemek gerek. Buna
karşın, yazarlar, tıpkı Tüfekçi gibi, dijital öncesi hareketlerden aldıkları
ilhamla, Twitter’ı 1862-1931 arasında yaşamış insan hakları eylemcisi Ida B.
Wells’le, AIDS pandemisini durdurmak için kurulan ACT UP [“Harekete Geç”]
hareketiyle, doksanların indi-punk feminist hareketi riot grrrl’le ve “Zenci
dini müziği” ile kıyaslıyor ve hepsini Twitter’la birlikte “hasım kamuoyu”
olarak tarif ediyor. “Hasım kamuoyu”, 1990’da Nancy Fraser’ın “Rethinking the
Public Sphere: A Contribution to the Critique of Actually Existing Democracy”
[“Kamusal Alanı Yeniden Düşünmek: Reel Demokrasinin Eleştirisine Katkı”]
çalışmasında ürettiği bir kavram.
Makalesinde
Fraser, Habermas’ın “özel kişilerin kamuoyu olarak bir araya geldiği alan”
olarak tarif ettiği “burjuva kamusal alanı” teriminin Habermas’ın kamuoyu
bellediği kahvelerle kültür toplantıları arasındaki ayrımı ifade etmediğini
söylüyor. Fraser, çalışmasının sonuç bölümünde, marjinal grupların kendilerini
dışlayanlara “kendi madunluklarına ait hasım kamusallığı” teşkil ederek cevap
geliştirdiklerini iddia ediyor. “Hasım kamuoyu”, bulanık (ya da esasen “söylem”
üzerine kurulu) bir kavram aslında. Bu anlamda kitap, hiçbir parametre
belirlemeden ortaya attığı “hasım kamuoyu” terimini tanımlamıyor. Sadece
yukarıda aktardığımız, örgütlerden, basın kuruluşlarından, hareketlerden ve
“elitlere ait” büyük kamusal platformlardan tarihsel düzlemde dışlanmış, kıyıya
köşeye itilmiş kimlik grubunun toplumsal oluşumunun ürettiği türlerden oluşan
bir alana atıfta bulunmakla yetiniyor.
Bu
anlamda, ben heşteklerin veya her türden sosyal medyanın “hasım kamuoyu” olarak
adlandırmasının doğru olup olmadığı konusunda net bir fikre sahip değilim.
Bir
açıdan bakıldığında Twitter, alabildiğine kamusal bir şey: o, her türden
marjinal gruba özel, korunaklı veya “güvenli” bir yer sunmuyor, zira ücretsiz
ve içerik oluşturma, içerik tüketme konusunda herkese açık olan bir yer.
Twitter, bu açıdan tek bir politik kimliğin resmi düzlemde veya gayri resmi
düzlemde kaynaşıp bütünleşmesini sağlayacak bir mekân olma vasfından yoksun.
Başka
bir açıdan bakıldığında ise Twitter, düz manada, her yönden özel bir mekân:
kamusal bir yer olmak şöyle dursun, Twitter, geçici bir hevesle mekâna gelen
kişileri kovma, sansürleme veya geri plana atma yetki ve gücüne sahip, özel bir
şirketin kurduğu bir platform. Onu her metresinde hasım kamuoyunun neoliberal
karşıtı olarak tanımlamak mümkün. Twitter, neticede o bildiğimiz elit
“mekânlar”dan bağımsız işleyen bir şey değil.
Geleneksel
medya, uzun zamandır atılan tvitleri yuttu ve onları istifade edilecek bir şeye
dönüştürdü. Artık haberler tvitleri temel alıyor ve neredeyse her gazeteciden
aktif bir hesaba sahip olması bekleniyor. Daha da önemlisi, bugün Twitter,
kullanıcılarına platformu kontrol etme imkânı sunmuyor. Zaten internetin
kendisini kimlerin kontrol ettiğini de kimse bilmiyor.
Kitabın
yazarının öne çıkarttığı isim olan Ida B. Wells, gerçekte tümüyle “hasım
kamuoyu” alanında hareket eden biri değildi. Wells, genel kamuoyundan en geniş
desteği almak için oldukça popülist bir stratejiyi benimsemişti. Wells’in
yazdığı, sahipleri arasında bulunduğu Free Speech and Headlight [“İfade
Hürriyeti ve Fener”] radikal bir gazeteydi, ama salt siyahîlere özel bir
çalışma değildi. Wells’in yazıları, bir yandan da Washington Star gibi
halkta karşılığı olan muhafazakâr gazetelerde de çıkıyordu. Wells, linç
eylemleriyle ilgili, somut bilgilere dayalı bildiriler hazırlıyor, ülkenin
çeşitli yerlerinde halka konuşuyordu. Ayrıca Wells, kilise gruplarından
kadınlara yönelik alkolle mücadele derneklerine bir dizi yapı içerisinde
çalışma yürüten bir isimdi. O, aynı zamanda her türden hasım kamuoyuna
erişmenin ötesine uzanan politik bir gündemi bulunan ve güç koymak derdinde
olan NAACP [“Ulusal Siyahîlerin Gelişimi Derneği”] örgütünün de kurucu
üyesiydi.
Deliliğin
Tanımı
Miadını
doldurmuş olan Yeni Sol’u ve onunla bağlantılı olan hasım kültürü methettiği Fear
and Loathing in Las Vegas [“Las Vegas’ta Korku ve Nefret”] isimli
otobiyografik romanında Hunter S. Thompson, tarihî süreçte içinde bulundukları
dönem konusunda kendisinin ve dostlarının duçar oldukları zafer sarhoşluğuna
dair tespitlerde bulunuyor. Kitapta yazar, “kötü ve eski güçlere karşı elde
edilecek zaferin kaçınılmaz olduğuna dair anlayış”a ve “en sonunda bizdeki
enerji galebe çalacak” diyen o hiç sorgulanmamış güvene dair pişmanlığını
ortaya koyuyor.
Bu
dildeki değişikliğin şaşırtıcı olduğunu belirtmek lazım. Sürreel, tehditkâr ve
hedonist bir çalışma olarak hatırlanan, en hafif tabiriyle, kafa yapıcı
uyuşturucular kullanan kankaların yol boyu başına gelen komik olayları anlatan
kitapta, pişmanlık ve şaşkınlık yüklü sözlere rastlamak gerçekten ilginç. Bu
insanlar kazanacaklarından nasıl bu kadar eminlermiş, hayret doğrusu.
Bu
anlamda, trajediden farsa doğru evrilen hâliyle #HashtagActivism kitabının
o tuhaf yönü konusunda şu soruyu sormak mümkün: Yazarlar Jackson, Bailey, and
Foucault Welles, sürekli politik yanlışlarla ve hatalarla malul bir sicile
sahip olan sosyal medya aktivizmi denilen stratejinin bizi politik zaferlere
taşıyacağını neden bu kadar ısrarla dile getiriyor?
Sorunun
en basit cevabı şu: ben, zaferi ve hatayı yazarlardan tümüyle farklı
tanımlıyorum. Benim tanımımla onların tanımı, internetin çok öncesine ait olan
ve birbirleriyle çelişen dünya görüşlerinden kaynaklanıyor.
Sosyalistlere
göre işçi sınıfı, adalet ve kurtuluşu hedef alan siyasetin ana öznesidir. Bunun
sebebi, işçi sınıfının sömürülmesinin her zaman en acı verici çile olması
değildir. Sınıfın ana özne olması, o sömürünün doğasında bulunan, “işçiler,
çalışma pratiğinin harekete geçirdiği dünyadaki gücü kullanma becerisine
sahiptir” cümlesinde ifade olunan çelişkiyle ilgilidir.
Buna
karşılık, liberallerse merkeze hiçbir öznenin yerleştirilemeyeceğini
düşünürler. Zira “ızdırap”ın kendisini savunma çabasında olan liberallerin
dünya görüşü, doğası gereği, merkezsizdir. Bunun için “marjinal” veya “ezilen”
kabul edilen, sayısı günbegün artan, birbiriyle uyumsuz kimlikler yığını imal
edilir. Ardından da bu kimliklerin tarihinde karşılık bulan ızdırap adına bu
kimlikler birer ülkü olarak sunulur.
Liberale
göre ızdırap, yoğun bir çalışmayı talep eden, ancak bir fetiş içerisinde
çözülebilecek tarih aşırı düzlemde politik anlama ve öneme sahip marjinal
kimlikler bahşeden bir ehliyettir. Amerikan Protestanlığındaki merhamet
anlayışına benzeyen marjinalizm, “uysal” ve “biçare” olana dair sorumluluğuyla,
adaletsizliğe politik değil, ahlakçı bir yaklaşım geliştirir.
Birçok
insan geçinmek için çalıştığından, işçi sınıfı ara sıra “marjinal” olarak
görülür. Liberal anlayışta ise kendi meslek sahibi yönetici sınıfına denk
düşen, “kendi kendilerini toplumun temsilcileri kabul eden az sayıda insanı
ifade eder. Bu “marjinal insanlar”, medyada, akademide, hatta (aslında “ırklara
ve toplumsal cinsiyetlere eşit davranan ağlar” anlamında) eğlence dünyasında
çalışan meslektaşlarınız olabilir.
Esasında
heştek kampanyası, genelde liberal ağlarda tatbik edilen bir faaliyettir. Grup
içerisinde kişilerin kabul edilmesini sağlar, güç yanılsamasına neden olur,
ahlaki arınma imkânını kendi içinde barındırır, bazen de bu faaliyeti yatırım
alanı olarak gören beyaz yakalı ilericiye mesleki açıdan kimi avantajlar sunar.
Twitter,
kampanyayı kariyer fırsatı değil de bir iş olarak gören ve sosyal adaleti
samimiyetle savunan kişilere yürüyen “sohbet”e katılma imkânı sunar. Bu
sohbette ilgili kişiler, kendi gibi düşünen insanların ızdırabına tanıklık
eder, ama bu tanıklık, özel kişilerin mülkü olan dijital alanda hep birlikte
feryat figan edip arınmaktan başka bir sonuç vermez. Yazarların politik
hedefleri, esas olarak birer PR kampanyası yürütmek, kişileri tedavi etmek ve
merhametli orta sınıfı bilinçlendirmekse, o vakit Twitter’ın alabildiğine
başarılı olduğunu belirtmek gerekmektedir.
#HashtagActivism
kitabında
Twitter’ın çevirdiği kötü niyetli entrikalara ancak bir iki paragraf ayrılmış,
bu mevzu, kitabın sonuç bölümüne hapsedilmiştir. Sosyal medyada siyaset
meselesini ele alan bir çalışmada, sosyal medyanın siyasetine sadece altı sayfa
ayrılmıştır. Kudretli ve olumlu bir güç olarak Twitter bağlamında internetteki
tarafsızlık, gözetim meselesi, sansür, troller, yanlış bilgi yayan faaliyetler
ve botlar küçük meseleler olarak ele alınmıştır. Görünüşe göre yazarların asıl
derdi, Rusya skandalıdır.
Paranoyayı
besleyen bu yalnızlaşma ve meslek sahibi yönetici sınıfın alt kültürcülüğü,
atomizasyonu ve politik bilinemezciliği beslemekten başka bir şeye yaramaz. Bu
yönüyle Yeni Sol’u bile geride bırakan bir pratiğe sahiptir. Ortada sosyal
medyanın zayıf yanlarını görmeye yönelik bir direnç söz konusudur. Ayrıca onun
muhtemel zararları bile ele alınamamaktadır. Bu durum, esas olarak değersiz
bulunan eski sınıf politikasının ölümünün ilân edildiği kültürel sapmadan beri
gelişme kaydeden, yeniliği fetişleştiren yaklaşımın bir sonucudur. Sosyal
medyanın yeni oluşu, sahip olduğu potansiyelin kanıtı olarak ele alınmaktadır.
Hatta bazı yandaşları, yazdıkları kitapta, açıktan yüzde yüz hata payı ile
çalışan sosyal medyanın tarihçesini sunmaktadır. Bu inkâr politikasının
merkezinde iradeyi temel alan ideoloji durur. Bu ideolojiye göre, “sosyal medya
çalışmaya devam etmelidir, çünkü elimizde bir tek o kalmıştır.” Tüm hikâye
boyunca sosyal medyayı hararetle savunanlar, onca yenilgiyle dolu siciline
rağmen övgüler içeren şarkılar terennüm etmektedirler.
Neyin
Kazandığını Öğrenmek
Bugün
ABD, ülkeyi dehşete sürükleyen Goerge Floyd cinayetine ait videonun internette
dolaşıma girmesi sonucu başlayan, Trayvon Martin cinayetine cevap olarak
dolaşıma giren heştek kampanyasından yedi yıl sonra, Siyahların Hayatı
Önemlidir hareketinin dirilişine tanıklık etmektedir. Dağınık, doğal ve
hiyerarşiden yoksun seyri dâhilinde ilk SHÖ hareketi[1], ulusal düzeye ulaşmış,
doğal yollardan gelişen özerk yapısı durağanlaşmıştır. Süreç içerisinde
hareketin muhtelif unsurları ve içinde yer alan kimi örgütler, birleşmelere ve
ayrışmalara tanıklık etmiş, ama hepsi de bir biçimde STK’laşmıştır. Wall
Street’i İşgal Et Hareketi’nde olduğu gibi SHÖ hareketinde de “resmiyette”
hiçbir talep dile getirilmemiş, onu fiiliyatta temsil eden tek bir “resmi”
örgüt bile öne çıkmamış, dolayısıyla, ulusal düzeyde kabul gören politik gündem
türünden bir şeyin belirlenmesini sağlayacak hiçbir araca veya usule sahip
olunamamıştır. Yerellikler düzeyinde az sayıda aktivist grubu, kimi polis
reformlarının yapılmasına katkıda bulunmuştur. Birçok internet aktivisti,
sürecin başarıyla sonuçlandığını düşünüp bayram etmiş veya en iyi hâliyle
iyimser bir ruh hâline teslim olmuştur. Bazıları, Louis Brandeis’ın devletlerin
demokrasinin laboratuvarları olduğuna dair görüşünü dillendirmekle yetinmiş,
yerelliklerdeki reformların ülke geneline yayılması muhtemel emsalleri teşkil
ettiğini söylemiştir. Vücuda kamera takılması ve önyargı eğitimi gibi kamuya
mal olmuş polis reformları, işgücüne sunulan benzeri ofis kültürünü öve öve
bitiremeyen orta sınıftan liberallerin aşina olduğu şeylerdir. Maalesef, bu
reformların hiçbirisi, polis zulmüne dair istatistiki verilerde zerre
değişikliğe yol açmamıştır.
Ne
zafer elde ettiğini ne de yenildiğini ikrar eden heştek aktivizmi, şu veya bu
şekilde, hiç de alışık olunmadığı hâliyle, yeni bir eğilim içine girmiştir.
Twitter’da hevesin ne ölçüde değişken olduğunu tespit etmek zor bir iştir.
Sosyal medya dikkatimizi dağıtır. Bugüne dek SHÖ için çalışmış olan Twitter
cengâverleri, görevlerinin tamamlandığını düşünmüş, bu hâliyle, ırkçılık
karşıtlığı ile ilgili olarak düzenlenen ve polislerin mecburen iştirak
ettikleri insan kaynakları toplantılarıyla ve polisleri gözetlemeye dönük
adımlarla sorunun çözüme kavuşturulabileceğine inanmışlardır.
Wall
Street’i İşgal Et ya da hatta 301(c)(3) sayılı yasa uyarınca kurulmuş
Kadınların Yürüyüşü çalışmasında da görüldüğü üzere, Siyahların Hayatı
Önemlidir hareketinin sunduğu önerinin hiçbir işe yaramadığına dair tespit,
çoğunlukla hareketin açığa çıkarttığı enerjiye ve dile getirdiği hedeflere hiç
destek verilmediği şeklinde yorumlansa da gerçekte Siyahların Hayatı Önemlidir
hareketinin başarısı veya ondaki yetersizlik, tüm heştek kampanyaları
içerisinde en fazla hesaplanabilir olan başarı veya yetersizliktir.
2015
yılında Washington Post gazetesi “Öldürücü Güç” isimli bir veri tabanı
oluşturdu.[2] Bu sayede 2015’ten beri öldürülen siyahîlerin sayısında dikkate
değer bir düşüşün yaşanmadığı görüldü. Bu noktada ilk SHÖ hareketini ilk
örgütleyen insanlar bile bugün iki kez sahneye çıktığında, hareketin
güçlendirilmesi için farklı örgütlenme stratejilerinin geliştirilmesi gerektiği
üzerinde duruyorlar. Ayrıca bu kişiler, kamuoyunun Siyahların Hayatı Önemlidir
hareketinden yana olmaya başladığını, ama geniş kamuoyu desteğinin yol açtığı
güvenin risk teşkil ettiğini söylüyorlar. Yukarıda bahsini ettiğimiz Hunter S.
Thompson gibi aktivistler de kolektif iradenin sahip olduğu gücün dünyayı tek
başına değiştirebileceği vehmine kapılabiliyorlar.
Solun
insan hakları hareketinden beri girdiği her büyük savaştan yenilgiyle çıktığı
somut bir gerçeklik olsa da Amerikalı solcuların kendi içlerinde geliştirdiği
kültür, olan biteni körü körüne inkâr eden yaklaşımın eşlik ettiği, artık
hezeyan hâlini almış, devrimcilerde görülen zafer sarhoşluğunun hâkimiyeti
altında. Tarihin sonu kaderciliğinin tersyüz edilmiş hâlini üreten solcular,
2020’de Amerikalı solcuların elindeki gücün ve yol açtıkları etkinin
sınırlarını gerçekçi bir şekilde değerlendirmediler. Tepkisel olan ve büyüyü
esas alan muhakeme, kaynaklara, stratejilere, zaman çizelgelerine, yanlışlara
ve hatalara dair her türden değerlendirmeyi geçersiz kılıyor. Ciddiyetle
geliştirilmesi gereken politik strateji için gerekli her türden hesaplama
çabasını gereksizleştiriyor. Bu, yüzleşilmesi gereken bir engel aslında. Buna
karşılık, örgütçüler, aktivistlerin, kaybetmenin ve kazanmanın solun alt
kültürü dışında duranların anlayamayacağı, kendi içinde tutarlı bir tanımını
yapmıyor oluşlarını doğal karşılamaktan imtina etmelidirler.
#HashtagActivism
kitabının
her bir sayfası, internette sergilenen ve hiçbir faydası olmayan gösterilere
yönelik takdir ve övgü dolu ifadelerle örülü. Çünkü kitabın yazarları, kazanma
ve yenilgiyi ayıran ölçütü belirleme sorumluluklarından kaçıyorlar. Bu, onların
işine gelen bir yaklaşım, zira devrimin gerçekleşmediği koşullarda yazarlar,
gerçek devrimin yolda yürürken edindiğimiz dostlar olduğunu sürekli dile
getirmek suretiyle, kendilerindeki amaçsızlığa kılıf uydurma imkânına
kavuşuyorlar.
Zafer,
yenilgi veya beraberlik hâliyle ilgili ölçütleri belirlemek, kendiliğinden
hareket eden, yatay ilişkileri esas alan, hiyerarşiyi reddeden kolektif
protesto hareketinin görevi değildir, ayrıca bu, kimi aydınların sırtına
yüklenebilecek bir görev de değildir. Bu görevin ifası için sadece bir örgütün
ortaya koyabileceği, marifetle ve koordineli bir biçimde yürütülen
hareketliliğe ihtiyaç vardır.
Eski
Okul Gibisi Yok
İşçi
sınıfının, politik gücü inşa edip onu icraata dökecek kurumlardan mahrum olduğu
koşullarda, sermaye, Twitter’ın kullanıcıların dikkatini başka yöne çekme,
onları yalnızlaştırma ve uyuşturma becerisinden bir biçimde istifade ediyor,
bunun yanında, üretken sonuçlar doğuracak hareket inşası süreci için gerekli
politik ve toplumsal oluşumların temellerini aşındıran etkisiz bir söylemi
daimi kılıyor ve dayanışma ortamının oluşmasına mani oluyor.
Bir
heştekten daha karmaşık ve tek seferde kullanılıp atılmayacak her türden bilgi
ya da faaliyet, nihayetinde gerçek zaman ve gerçek mekânda büyüme imkânı
bulacak, güç inşa edecek ve insan örgütleyecek, istikrarlı kurumlara ihtiyaç
duyar. Bu kurumlarda, şu kelebek ömürlü internet kalabalığının yapıdan mahrum,
iradeyi esas alan seçiciliğinden eser yoktur. İnterneti hareket inşası için
kullananlar, her an eskiyen sosyal medyanın nihai hedefini ve onun birilerinin
emri doğrultusunda, sendikaların, partilerin ve politik örgütlerin yerini
alıyor oluşunu dikkate almak zorundadırlar.
Politik
eylemlilik, yüzünü gerçek başarılarla dolu bir sicile sahip kurum inşası ve
örgütlenme denilen geleneksel stratejilere dönmelidir. Bu çalışma, tabii ki
yavaş ilerleyecek, medyanın dikkatini çekmeyecek, sinema perdesinde karşılık
bulmayacak, internette ve sokakta kısa sürede desteğe kavuşamayacaktır.
Ayrıca
böylesi bir politik çalışma, bizim kontrol edemediğimiz platformlara asla bel
bağlayamaz. Bazıları sosyal medyanın, “kapitalist, şu kendisinin asılacağı ipi
satan kişidir” lafında geçen kapitalist gibi davrandığını düşünmektedir, oysa
bu, hakikati kısmen dile getiren bir tespittir. Bugün sosyal medya, bir yandan
gerçek hayata ait olayları reklâm etmek için kullanılan bir tür ilân panosu
gibidir, ne var ki onun örgütsel yapısı fazlasıyla gevşektir ve erişim alanı
çok ufaktır. Ümitsizliğe kapılmış aktivistin işi tvit atmaktan ibarettir.
Belirli bir amacı ve ümidi olan aktivist, Facebook kullanır. Acemi bir örgütçü,
eposta gönderip durur. Usta örgütçü, birçok kişinin telefon numarasını ezbere
bilir. Başarılı bir örgütçüde ise çok sayıda adres vardır.
En
uygun olanı, #HashtagActivism kitabının “işitilmek konusunda ısrarcı
olanlar”a adanmasıydı. Sosyal medya, hiçbir anlamı olmayan yığınla sese ve
öfkeye en kısa sürede başlayabilir sizi, oysa her ne kadar etkisiz de olsa
sizin de bir sesiniz var ve siz de ısrarla işitilmek isteyebilirsiniz. Sosyal
medya, iktidar konusunda ısrarcı olan kişiler olarak bize hiçbir şey
sunmamaktadır.
Amber A’Lee Frost
Yaz
2020
Kaynak
Dipnotlar:
[1] “Politics by Numbers”, 23 Mart 2016, Economist.
[2]
Aaron Smith ve Monica Anderson, “Social Media Use in 2018”, 1 Mart 2018, Pew.
[3]
Stefan Wojcik ve Adam Hughes, “Sizing Up Twitter Users”, 24 Nisan 2019, Pew.
[4]
Hamza Şaban, “Twitter Reveals Its Daily Active User Numbers for the First
Time,” 7 Şubat 2019, WP.
[5]
Amber A’Lee Frost, “Andrew Yang and the Failson Mystique,”, 18 Eylül 2019, Jacobin.
[6]
Darren Sands, “What Happened to Black Lives Matter?”, 21 Haziran 2017, Buzzfeed.
[7]
“Fatal Force”, Polisin öldürdüğü insanların sayısı, WP.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder