Pages

02 Aralık 2023

Kılıçla Boyun Arasında Barış Olmaz

Bir aydır tüm dünya, derin bir saygıyla izliyor olan biteni. Filistin halkının ve müttefiklerinin cesaretini, mücadelede gösterdikleri hüneri ve kudreti hayranlıkla izliyoruz. Onların onuru, sebatı, özgürlüğe ve adalete olan sarsılmaz bağlılıkları önünde eğiliyoruz. Ölümcül yaralar açtıkları imparatorluğun sadist duygularla sırtlarına yükledikleri o ağır bedellere tahammül etmelerini sağlayan feda ruhuna saygı duyuyoruz. İndirdikleri darbe karşısında saygıyla ayağa kalkıyoruz. Bu saldırı, yere göğe sığdırılamayan, uzun zamandır emperyalist egemen sınıfın hâkimiyet kurmak için kullandığı araçların geliştirildiği en önemli laboratuvarlarından biri olan Siyonist askeri aygıtının kırılgan ve zayıf olduğunu tüm insanlığa gösterdi.

Öte yandan, Tel Aviv’den Tokyo’ya, Berlin’den Washington’a, Yeni Delhi’den Abu Dabi’ye kadar uzanan coğrafyada tüm egemen sınıfın kana susamış olduğuna dehşetle tanıklık ettik. Gazze’den patlak veren, halkı özgürleştiren tufan karşısında dehşete kapıldılar, tir tir titrediler. Şimdi intikamlarını masumlardan alıyorlar. Öyle gaddarca saldırdılar ki geçmişte onların bu tür şeyleri yapabileceğine inanmamış olan kişiler bile şoke oldular.

Hukuk veya kaynaklar açısından hiçbir kısıtlamayla karşılaşmamasına rağmen imparatorluk, tüm biçareliğiyle, bugüne dek bu tufanın önünü kesemedi.

Şurası kesin: her türden fiziki gücü kullanıyorlar. Filistin genelinde, kısa bir zaman sonra Lübnan ve Suriye’de Siyonistler, Batılı terbiyecileriyle koordinasyon hâlinde, tüm cephaneliğini devreye soktular. Onların uluslararası hukuka veya sivillerin hayatlarına “saygısız” olduklarını söylemeye bile gerek yok. İnsanlığa ait tüm kanunları ve ilkeleri kasten ve büyük bir küstahlıkla ihlal ediyorlar, açıktan soykırım yapıyorlar.

Emperyalizmin merkezinde egemen sınıf, sosyalist kampın yaşadığı yenilgi ve tüm dünyada cereyan eden karşı-devrim sonrası liberal demokrasinin kademeli olarak aşındığını uzun zamandır farkında olanları bile şaşkına çeviren bir utanmazlıkla ellerindeki devlete ait baskı aygıtlarını devreye soktular. Batı ülkelerinde gösteriler yasaklandı. Göçmenlerin geçim kaynakları, ikamet izinleri, hatta vatandaşlıkları bile tehlikeye girdi. Almanya’da konuşma hürriyetinin devlet eliyle suç ilân edilip yasaklanmasına dönük pratikler, Kovid döneminde veya Ukrayna’daki savaş sürecinde tanık olunan pratikleri geride bıraktı. Tutsak dayanışması Samidoun’a yasak getirildi. Bu utanç verici pratiğe, tüm dünyadaki genel uzlaşmaya rağmen, Hamas, Hizbullah, Filistin İslami Cihadı ve FHKC’yi “terörist” ilân eden pratik eşlik etti. Oysa bu örgütlere tatbik edilen ölçütler üzerinden bakıldığında, bugün İsrail meclisindeki ana parti de emperyalist herhangi bir hükümet de pekâlâ “terörist” ilân edilebilir.

Daha da önemlisi, bizim gibi emperyalizmin merkezinde duran ülkelerde saldırıları meşrulaştırmak ve gerçekleri çarpıtmak için yalan, propaganda faaliyeti ve manipülasyondan oluşan cephaneliğe başvuruldu. “Meşrulaştırmak” sözcüğü bu süreçte anlamını yitirdi, zira bugün onlar, halkın büyük bir kısmını saçma hikâyelerine artık ikna edemediklerini biliyorlar. Bugün elli yılı aşkın bir zamandır hızını kesmeden, zerre pişmanlık duymadan Filistin’i soyan, halkı katleden İsrailli liderlerin, işgal güçlerinin ve militan askeri yerleşimcilerin, tüm o sömürgeci çetesinin aslında kendilerini savunan mağdurlar olduğuna kim inanır? Egemen sınıf, birkaç gün kendi kapalı dünyasında bu histeriye yalan da olsa rıza üretmek için çabaladı. İsrail ordusu, Gazze’de soykırım programını devreye soktu. Bu program, tüm yerleşimci-sömürgeci güçlerin zorunlu olarak girdiği bir aşamaydı. Bu aşama, yerli halka sistematik olarak soykırım uygulanmasını şart koşuyordu. Yapılan katliamlar, ortada henüz hiçbir bağımsız soruşturmanın veya kanıtın olmadığı koşullarda, 7 Ekim’den beri Hamas’a ve diğer direniş örgütlerine atfedilen suçları katbekat aştı.

İlk başta insanları ikna etme ve diyalog kurma çabası içindeymiş gibi görünen egemen sınıfa ait medyadaki yalancılık ve akıl dışılık düzeyi niteliksel bir değişime uğradı. Bu değişimin ilk işaretleri Kovid döneminde alınmıştı. Artık egemen sınıf, eskiden sahip olduğu ideolojik hegemonyadan, ikna kabiliyetinden mahrum kaldı. Sadece belirli bir burjuvaziye kahyalık eden küçük bir kesimi rüşvetle, tavizlerle veya önüne konulan çanakla ikna edebiliyor. Bugün egemen sınıf, teröre ve güce bel bağlamak zorunda olduklarına inanıyor. Bu noktada Batı, İsrail’le dayanışma içerisinde olduğuna, onun mağduriyetine dair ağlak ifadelere başvurmakla yetiniyor. Terörizme karşı sert ve kibirli açıklamalara başvuruluyor. Ama hiçbir şekilde ellerinden dökülen masum kanını gizleyemiyor.

Yeni küresel faşist düzene geçişte egemen sınıf, bir yandan direnme arzusu ile eldeki birkaç kırıntıyı kaybetme korkusu arasında kalan insanları uzun süre felç etmeye çalışıyor. Böylece egemen sınıf, liberal demokrasiden geriye kalanlar içerisinde en yüzeysel olan unsurları koruma amacı güdüyor. Mücadele edeceğinden korktuğu insanların her türden demokratik veya hukuki kısıtlamaya riayet ettiğine inandırmak için uğraşıyor.

Bir yandan da egemen sınıf, bizi terörize ediyor, bize bugün değilse bile yarın ya da ertesi gün Gazze’dekiler gibi (İsrail savunma bakanı Yoav Gallant’ın ifadesiyle) “insani hayvanlar” hâline gelebileceğimiz gerçeğini anımsatıyor. Biz, artık devredilemez hakları olan, yasal ikamet izinleri bulunan kişiler de değiliz, yurttaş da. Sadece egemen sınıfın insafıyla yaşayıp nefes alan varlıklarız. Bu açıdan, bugünün politik mesajı, tüm tekinsiz hâliyle, iki anlamlı. Modern telekomünikasyon araçlarıyla gösteriyi besleyen gelişkin mekanizma olmaksızın bu mesaj iletilemez. Bu mesaj dâhilinde egemen sınıf, bize şunu söylüyor: “Hepimiz İsrailliyiz”. Yüzeyden bakıldığında, burada Soğuk Savaş’a has ikilik anlayışının veya bu anlayışın Terörle Mücadele döneminde üretilmiş türevlerinin devrede olduğu görülüyor. Ama bir yandan da mesaj, başka bir düzeye geçildiğini işaret ediyor ve bu düzeyde akıl değil duygunun devrede olduğu görülüyor.

Bir tür kast olarak hareket eden ve vaktinin önemli bir bölümünü bizim kulağımızı çekmek, bizi cezalandırmak, soyup soğana çevirmek ve bizi haklarımızdan mahrum kılmak için hazırladığı planı gür bir sesle ilân etmekle geçiren egemen sınıf, “Hepimiz İsrailliyiz” derken, buradaki “biz”e tabii ki bizi dâhil etmiyor. Onlar seçilmiş insanlar, “ışığın çocukları”, bizse kitleyiz, Netanyahu’nun ifadesiyle, “karanlığın çocukları”yız. Üstelik İsrailli halk kitleleri bile böylesine prestijli konumdan mahrum. Kovid döneminde uygulanan politikalar da 7 Ekim günü İsrail Savunma Kuvvetleri’nin Hamas’ı suçlamak ve peşi sıra yapacağı saldırıları meşrulaştırmak için kendi halkını kasten katletmesi de bunun kanıtı.

Geçmişte de ifade ettiğimiz üzere, bugün egemen sınıfın kendisini bir kasta dönüştürme çabası bir yığın çelişkiyle malul. Telekomünikasyon araçlarına dayalı kontrol mekanizmasıyla bizi maniple etmeye, gözetlemeye ve disipline etmeye çalışıyorlar. Onca sansüre ve dezenformasyona rağmen bilgi, hâlen daha akacak kanallar buluyor. Gazze’de Siyonistlerin işledikleri suçların delilleri herkese ulaştığı vakit Filistin direnişine dair, kanıta dayanmayan iddiaları çok az insan tarafından ciddiye alınıyor. Geçmişte söyledikleri yalanları herkes biliyor, o yalanları tarihten kimse silemiyor. İsrail’in veya Amerika’nın iddialarının taraflı veya yanlış olduğunu artık daha fazla insan görüyor, bu gerçeği daha fazla kişi cesaretle dile getiriyor. Dilden dökülenlerin yalan olduğunu artık daha fazla insan biliyor.

Neyse ki egemenler bu gerçeği unutuyorlar, kendi propaganda faaliyetlerinin başarısız olduğunu görmüyorlar. 13 Ekim günü Aksa Tufanı Cuması adı altında Filistin direnişiyle dayanışmak için yapılan ilk büyük eylemde bu gerçek tüm çıplaklığıyla görüldü. Emperyalist medya, antisemitik şiddet eylemlerinin yapılacağına, terörist saldırıların gerçekleşeceğine dair uyarılarda bulundu. Tabii bu uyarılar, esasen yürütülen propaganda faaliyetinin parçasıydı. Ama görüldü ki egemen sınıf, bu tür suçlara sebep olma becerisini epey abartıyor. Muhtemelen egemen sınıf, Batı Asya ve Kuzey Afrika’yı harap ettikten sonra Avrupa’ya yönlendirdiği göçmen akınının kendi ırkçı fantezilerini gerçekleştireceğine inandı. Onca tehdide ve bitmek bilmeyen tahriklere rağmen, her siyasetten insan, Avrupa’da sokaklara dökülüp Filistin direnişiyle dayanışma içerisine girdi ve egemenlerin umutlarını bir bir suya düşürdü. Bu noktada iktidardakiler, kendi medya organlarında birkaç ürkütücü görüntü meydana getirebilmek adına IŞİD içre ajanlarını devreye soktular. Bu çabalar da sonuç vermedi, çünkü az çok bilinçli her insan, Doğu Akdeniz’deki İslam Devleti’nin de (IŞİD) Yahudi Devleti’nin de Batı emperyalizminin uzantısı olduğunu, onunla koordinasyon içerisinde hareket ettiğini biliyor. Birinin İslam’ı, diğerinin Yahudiliği temsil iddiasının hiçbir meşru zemini olmadığı görülmeli. Eğer bir dini temsil ediyorlarsa bu din ancak Amerikanizm olabilir. Hamas ise bu iki gaddarlığa karşı sürekli mücadele etti, IŞİD’i Gazze’den söküp atmak için uğraştı, İsrail ise Suriye’de IŞİD’in gayri resmi hava kuvveti olarak iş gördü.

Egemen sınıf, muhtemelen Hamas’ı da kontrol edebileceğini düşündü. Bilhassa “komplo teorileri”nin dolaştırıldığı ağlar dâhilinde, propaganda faaliyeti en tehlikeli yönünü ortaya koydu. Bu komplo teorisyenlerine göre Aksa Tufanı, aslında Siyonistlerin kurnazca çevirdikleri bir dolaptan başka bir şey değildi.

Bu noktada öncelikle halktan destek gören İslami kurtuluş güçleriyle önceleri Bosna’dan Kafkasya’ya, oradan Afganistan ve Şincan’a uzanan hat boyunca sosyalist bloğun sınırlarına konuşlandırılmış, o günden beri Batı Asya ve Afrika’da emperyalist stratejinin önemli bir parçası olan IŞİD, Kaide ve Boko Haram türü tekfirci ölüm mangaları arasında ayrım yapmamız gerekiyor. Bu tekfirci örgütlerin temelde Batı’nın veya onun yereldeki ajanlarının kurdukları, eğittikleri ve yönettikleri paralı askerler olduklarını görmek gerekiyor. İmparatorluğun gizli faaliyetleri ve onun yereldeki otoriter vekil güçleri ile birlikte söz konusu örgütler, başkaldıran halkları kıskaca almak, terörize etmek ve teslim almak için kullanılıyorlar. Bu tür örgütlerin Hamas ve Hizbullah gibi halktan destek gören kitle örgütleriyle kıyaslanır bir tarafı yok. Öte yandan, seküler sosyalist ve komünist güçlere alternatif olarak Batı’nın muhafazakâr İslami örgütlerin gelişmelerine katkıda bulunup onlara destek sundukları doğru ise de bu, Batı’ya ilgili örgütleri kontrol altına alma imkânı bahşetmedi. IŞİD ve Boko Haram, sadece CIA genel merkezindeki terbiyecilerine hesap verirken, halktan destek gören ve Siyonizmle emperyalizme karşı İslami direniş ortaya koyan örgütler, kitlelere hesap veriyorlar. Biz, emperyalizme karşı verilen mücadelede onun zararlı etkisinden beslenen her türden ideolojik tahrifatın aşılacağına inanıyoruz.

Bugün Tel Aviv’de iktidar koltuğunda oturan kliğin Aksa Tufanı’ndan haberdar olma ihtimali mevcuttur. Ayrıca belki de İsrail, daha önceden planladığı saldırısını önceden sızdırmış, karşı tarafın harekete geçmesini sağlamış da olabilir ki zira direniş de zaten operasyonun önleyici bir savunma harekâtı olduğunu söylemişti. İsrail hükümeti, bilhassa içteki politik durum sebebiyle, bu saldırının kendi çıkarına olduğuna inanmış da olabilir. Bunların hiç önemi yok. Filistin direnişi, hesaplamaları neticesinde operasyonun kendi çıkarına olduğuna inanmış ve bu operasyonu gerçekleştirmiştir. Peki kim haklı çıktı? Şurası açık ki Siyonistler, operasyonun kapsamı konusunda bir fikre sahip değildi. Bu operasyonun ağırlığı altında ezildiklerine hiç şüphe yok. Direniş, zafer üstüne zafer kazandı, tüm insanlığa cesaretiyle, ilkeleriyle, doğruluğuyla ve galip gelişiyle ilham oldu. Siyonistlerin ve Batılı efendilerinin payına ise utanç ve alınlarındaki kara leke düştü. Elde edemedikleri askeri zaferin ikamesi olarak soykırım yapmayı, okulları ve hastaneleri bombalamayı, kadınları, çocukları ve gazetecileri öldürmeyi seçtiler. Bu süreçte Batı ülkeleri, içeride ve dışarıda sahip olduğu meşruiyetten kalan son kırıntıları da yitirdi. Artık bu momentte onların elinde terörden gayrı bir silâhın kalmadığı açık.

Tabii tüm bunlar yeni değil. Batı’nın ölümü uzun zaman önce ilân edilmiş, kayıtlara düşülmüş, hafızalara kazınmış bir olgu. Arkasındaki güç olarak emperyalist burjuvazi, çoktandır “çok kutuplu” dünyaya yumuşak ve üstünkörü bir geçiş için çalışıyor. Bu dünyada gücün ancak sembolik düzeyde yeniden dağıtılmasını umut ediyor. Küresel Güney’in durdurulamayan yükselişini geçici de olsa yavaşlatmak için uğraşıyor. Körfez ülkelerinin başındaki despotlar, BRICS yanlısı ve Batı’dan bağımsız oldukları alay-ı vâlâ ile duyurmalarına rağmen, imza attıkları, İsrail’le normalleşmeyi öngören Abraham Anlaşması üzerinden Filistin halkına ihanetlerini açık ediyorlar, Amerika ve Siyonizmin bölgedeki varlığıyla işbirliği içerisinde olduklarını ortaya koyuyorlar.

Demokrasiye, insan haklarına veya savaş hukukuna bağlı olduklarına dair en ufak bir izlenim bile sunmayan Batılı siyasetçilerin benimsedikleri histeriyle tanımlı, faşist tutum, onların propaganda ve ideoloji düzeyinde kendilerini satma biçimleri aslında. Egemen sınıfın Soğuk Savaş döneminde komünizm ve sömürgecilikle mücadele karşısında vermek zorunda kaldığı birer taviz olarak sosyal demokrat partiler ve işçi aristokrasileri, kontrollü yıkım sürecine dair plana dâhil edildiler. 11 Eylül’den beri yaşananlar bunun kanıtı. Batı’daki politik sınıfın dağılma sürecinde ona karikatür bir kabadayılık görevi verildi ve ondan Güney’deki haleflerini meşrulaştırmaları istendi. Bu dinamiği anlamak için son dönemde ateşkes üzerine kurulu o yavan dilin politik açıdan meselelere çocuksu yaklaşan kişilerce İsrail ve Batı’ya karşı radikal bir duruş olarak yüceltilmesine bakılabilir.

Bugün kim ateşkes çağrısı yapıyor? Ne Filistin direnişi ne Direniş Ekseni içindeki müttefikleri. Filistin direnişi, ateşkesi stratejik açıdan gerekli görmedikçe, biz bu öneriyi desteklemeyiz. Ortada bu yönde bir açıklama yok. Direniş, başka cepheler açıyor, mücadeleyi yoğunlaştırıyor. Kitleler, dünya genelinde Filistinlilerin silâh bırakıp Ekim öncesinde hüküm süren statükoyu kabul etmelerini istemiyor. Kimse, eylemlere ateşkes çağrısı yapmak için gitmiyor, herkes, orada Filistinlilerin işgalden sonsuza dek kurtulma hakkını koşulsuz desteklemek için bulunuyor.

Hayır, ne Filistinliler ne de onlara destek veren kitleler ateşkes çağrısı yapıyor. Bu, esasen egemen sınıfın kontrol ettiği “sol”un çağrısı. Emperyalizmin merkez ülkelerinde liberal muhalefet ile dışarıda Aksa Tufanı’nın devrimci sonuçlarından korkan, sistem karşıtıymış gibi görünen çok kutupçu güçler bu talebi dillendiriyor. Her ikisi de kitleleri kendi çabalarıyla bir şeyler elde edilemeyeceğine, egemen sınıfın her şeyi kadir bir güç olduğuna, angaryayı ve en rezil tavizleri kabullenmek gerektiğine ikna etmek suretiyle güç kazanıyorlar. Bilhassa Batı’da birçok nahif ve iyi niyetli insan, ateşkes çağrılarını İsrail’i durdurma yönünde yapılmış bir çağrı olarak yorumluyor. Siyonist yapının ömrü boyunca hiçbir zaman ateşkese saygı duymadığını insanlar görmüyorlar. Onun çizmesi boğazımıza dayanmış, en ağır suçları tüm insanlığın gözleri önünde işliyor. Bu soykırımcı emperyalistleri ateşkese mecbur edecek yegâne araç, tıpkı Nazi Almanyası gibi, yaşayacakları askeri yenilgi ve o gücün paramparça olmasıdır. Barışa uzanan yol, tam da Mao’nun bahsini ettiği yoldur:

“Biz, savaşın ortadan kalmasını savunuyoruz, biz savaş istemiyoruz, ama savaş ancak savaşla ortadan kaldırılabilir, silâhtan kurtulmak için ele silâh almak gerekir.”

Ateşkes çağrısı bugün tuzaktır. Bu çağrı, Batı’da dürüst ve nahif kitleleri kandırıp yanlışa sürüklemekten başka bir işe yaramaz. Onlardaki insanlık, onları Filistinlilere destek vermeye teşvik ediyor, ama tüm telkinler ve beyin yıkama faaliyetleri onların gerekli sonuca, silâhlı direnişe destek vermek gerektiğine dair sonuca ulaşmalarına mani oluyor. İşgale ve faşist teröre ancak bu şekilde son verilebilir. Ateşkes talebi, bu koşullarda egemen sınıfın iki ana hedefine ulaşmak için gerekli çerçeve olarak iş görmektedir. İlk hedef, Siyonistlere direnişe askeri manada yenildiklerini kabul etmek zorunda kalmayacakları bir gerekçe sunmaktır. İkinci hedefse soykırımın bu yoğun aşaması sona erer ermez ateşkes ilân etmelerini sağlamak, böylece Filistinlilerin süregiden meşru direnişlerini dik kafalı ve uluslararası hukuku ihlal eden bir olgu olarak gösterip suçlu ilân etmektir. Yugoslavya’da o ünlü Dayton Anlaşması, tam da bu işi görmüştür.

Elbette tüm bu kalleşçe gayretler boşa düşmektedir. Tüm dünya, bugün Filistinlilerin elde ettikleri zaferlere sevinmeyi sürdürmektedir. Sadece ahlaksız gerzekler, mağduriyete dair ağlak tasvirlere teslim olmaktadırlar. Egemen sınıfın saraylarında onlara uşaklık edenler hariç tüm insanlık, Filistinlileri hepimizin lideri olarak görmektedir.

Dünya genelinde tüm egemen sınıf, korkuyla tir tir titriyor. Haşimi ailesindeki faşistler, Amerikalılardan daha fazla füze almak için yalvar yakar oluyor. Körfez’deki despotlar kuzu kuzu gidip Abraham Anlaşması’na imza atıyorlar. Bazıları, bırakalım direniş güçlerine hava sahasını kullandırtmayı, İsrail’le ekonomik bağlarını kopartma fikrine bile karşı çıkıyor. Fas Kralı VI. Muhammed ile Mısırlı Sisi onlara eşlik ediyor. Batı Avrupa’da ve ABD’de egemen sınıf ellerindeki devlete ait baskı aygıtlarının sınırlarını zorluyor, bu aygıtların tümüyle çökme riskiyle yüzleşmelerine neden oluyor. Bu büyük ve özgürleştirici tufan karşısında tüm egemen sınıfı huzuru için boş yere mücadele ediyor, zaman kazanmaya çalışıyor. “İnsani yardım molası” yönünde yapılan çağrı, hukuku, demokrasiyi, özgürlükleri geride bırakmış, kural temelli faşist düzenin somut bir ifadesi, ama aynı zamanda tarihin durdurulamayan gücünü dondurmaya dönük arzularının, onu ertelemeye dair hayallerinin ve tüm o çaresizliklerinin somut bir yansıması.

Egemen sınıf da tıpkı Yuşa Peygamber gibi bağırıyor: “Hey güneş, Gibeon’un üzerinde kıpırdamadan kal. Hey ay, Ayalon vadisinin üzerinde öylece dur.” Oysa egemen sınıf, ne huzur bulacak ne de soluklanacak bir saniye süre. Güneş, ay ve yıldızlar dönmeye devam edecek, Filistin halkının direnişini zaferle taçlandıracak. Hepimiz Gazzeliyiz!

Aksa Tufanı, bu dünyadaki her türden otoritenin yalan üzerine kurulu olduğunu ortaya koydu. Muktedirler korkuya kapıldılar, terörden başka ellerinde bir şey kalmadı! Gerçek teröristler olarak Siyonistler ve onların Batılı efendileri gözümüzü asla korkutmasın.

Büyük Filistinli devrimci Gassân Kenefâni’ye Siyonistlerle neden konuşmadığını soruyorlar. O da cevaben Siyonistlerle yapılacak konuşmanın boyunla kılıç arasındaki konuşmadan farksız olacağını söylüyor. Ateşkes çağrısı yapanlar, sadece barış istiyorlar, Filistinlilerin boyunlarına dayanmış kılıçla barış yapmasını talep ediyorlar. Bize göre işgale ve soykırıma karşı direnme hakkı, kimsenin dokunamayacağı bir haktır. Bu dünyanın efendileri, bu hakkı gerçekte alamayacakları gibi hayallerinde bile alamazlar.

Yaşasın direniş, yaşasın kurtuluş mücadelesi.

Kahrolsun Samidoun’u ve diğer direniş örgütlerini yasaklayanlar!

Nelson Mandela ve Afrika Ulusal Kongresi’nin ABD tarafından 2008’den beri terörist olarak görüldüğünü unutmayalım! Aynı hileye bugün de kanmayalım!

Filistin’in her karış toprağını işgal edenler kahrolsun! Nehirden denize özgürlük ve kendi kaderini tayin hakkı Filistinlilerin olsun.

Irkçılığın her biçimine, Siyonizme, sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı direnişle koşulsuz dayanışma içinde olalım.

Daha önce dediğimiz gibi, Siyonist yapı kılıç, Filistinliler boyun. Bu mecazi ifade, kılıcın kendi başına bükülmeyeceği tespiti konusunda da yerinde. Bu Siyonistler, imparatorluğun kullandığı bir alet. Onların kendi rızalarıyla bir şey yaptığına inanmıyoruz. Burada, Almanya’daki egemen sınıf için de aynı tespit geçerli. Bu suçluların, kendi ecdadının işlediği suçlar karşısında duydukları suçluluk duygusuyla hareket ettiklerine asla inanmıyoruz. Tam aksine! Dün ecdadı Sami ırkına yönelik o son soykırımı neden tertipledilerse onlar da aynı gerekçelerle bugün soykırım tertipliyorlar.

Bunların işledikleri suçlar, sınıfsal çıkarlarının yalın ve ağır bir sonucu. Bu konuda her türden vehimden uzak durmalıyız. Bu sebeple biz, Filistin direnişinin davasının şanlı bir dava olduğunu, sadece Filistinlilerin haklarıyla değil, bizim kurtuluşumuzla da ilgili olduğunu söylüyoruz. Bugün de yarın da hepimiz Gazzeliyiz.

Özgür Sol Gelecek
8 Kasım 2023
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder