Pages

06 Kasım 2023

Yeni Sol: QR Teori ve Akışkan Politika

Haydi barkoda, haydi barkoda
Alkol, özgürlük ve sekülerlik için

[Bandista’dan uyarlayan emekçilere ait]


Liberalizmin 1990 sonrası teorik ataklarından biri, cinsel özgürlük ve cinsel yönelimler bağlamında, kimlik alanında gerçekleşti. Sovyetler dağıldıktan sonra “bağımsızlık” ilân eden ülkelerde hızla STK’ler açıldı. Bu yapılanmalar aracılığıyla Batı merkezli liberal bir demokrasi hareketi güçlendirilerek kimlik çatışmaları hızlandırıldı. 

Zor aygıtları ve ekonomik güç, bir halkı dönüştürmede yetersiz kaldığından, ideolojik alanda teoriler üretilerek emperyalistler rızayı “özgürlük ve demokrasi” hedefi üzerinden ürettiler.

LGBT oluşumu Batı merkezli küresel bir yapılanmaya çalışırken, önce ona bir bayrak ve teori tasarlandı. Cinsiyet Belası kitabıyla tanınan Judith Butler’ın başını çektiği teorik akım, zamanla “kuir (queer) teori” diye adlandırıldı. Bu teori, heteroseksüelliğin karşısında homoseksüel kimliklerin güçlendirilmesini hatta cinsiyetsiz bir dünya kurmayı amaçlıyor. 

Bu teoriye göre cinsiyet akışkandır, sabit bir cinsel kimlik yoktur, cinsiyet skalasında yer alan iki uçluluk yetersiz kalır, “kadın” ve “erkek” diye adlandırılan iki cinsel kimliğin arasında onlarca cinsel kimlik yer alabilir. Buna bağlı epey yeni kavram üretilerek “lubunya lügati” oluşturuldu ve hâlen de üretim devam ediyor.

Teorinin daha geri planında toplumsal cinsiyet teorisinin iddia ettiği “Kadın doğulmaz, kadın olunur!” diyen Simon De Bouvir yer alıyor. Teori, son derece eklektik ve anti-Marksist bir mevzide konumlanıyor. Negri ve Hardt’ın imparatorluk ve çokluk teorisi, Bauman’ın akışkanlık düşüncesi, liberalizmin sınıfsal temelden ayrıştırılmış özgürlük talebi, güney teorisi diye bilinen Connell’in ataerkil düzeni açıklamada kullandığı hegemonik erkeklik tezi, Foucault’nun cinsellik konusundaki çalışmaları, Laclau ve Mouffe’un radikal demokrasi ideolojisi, bu teorinin beslendiği kaynakların başlıcalarını oluşturuyor. Kuir teori, en genel hâliyle şu şekilde açıklanmaktadır:

“Kuir veya Queer, heteroseksüel veya cisseksüel olmayan insanlar için kullanılan bir şemsiye tabirdir. LGBT tanımlarını tekrar yapan; bunların cinsel olduğu kadar sosyolojik, entelektüel ve politik açılımlarıyla tarihsel, kültürel gelişimlerini de anlatan teoridir. ‘Queer’, İngilizcede ‘garip, tuhaf, yamuk’ gibi olumsuz nitelikler taşıyan bir kelime olmakla birlikte, politik ve teorik meselelerde kullanılması 1990'larda başlamıştır. Özellikle New York’ta kurulan Queer Nation adlı aktivist grupla birlikte özellikle akademik alan da dâhil olmak üzere yapılan faaliyetlerle birlikte kavram somutlaşmıştır.”[1]

Komünist Hareket-QR

Yazımızın konusu girişte açıkladığımız kuir teori değil. Bugün ticaretten reklâmcılığa kadar her alanda kullanılan QR kodlar. Google arama motoruna “QR kod oluştur” yazdığınızda karşınıza çıkan sayfayı açıp ilgili alana bir internet sitesinin bağlantısını ya da bir metni yazdığınızda QR kod oluşturucu size bir barkod şeklinde siyah bir kod veriyor. Bu kodu bir duvara, bir broşüre/yazıya ya da ilana yapıştırdığınızda, akıllı telefonunuzdaki barkod okuyucusu aracılığıyla sizi o siteye ya da metne yönlendiriyor. Örnek, mimari-tarihi bir yapının üzerindeki QR kodu okuttuğunuzda o yapının tarihini açıklayan bir metin ya da Youtube videosuyla karşılaşabilirsiniz.

Kapitalizmin sonucu olan hız ve tüketim çağının etkisiyle insanların bir yazıyı durup okuması yerine minimal diye sunulan “tasarruf” aldatmacasıyla pazarlanmak ya da açıklanmak istenen şeyler bu kodlar aracılığıyla minimalize ediliyor. Bir duvarda bu kod görüldüğünde ilgi çekici olacağı düşünülüyor ve daha çok genç ve orta kuşağın teknolojik araçları kullanım deneyimine hitap ediyor. Salgın döneminde yaşanan kapanma/kapatılma sürecinin sonucu olarak bugün hâlen birçok lokanta ve restoranda menü size kitapçık/broşür olarak verilmiyor, masaya yapıştırılmış QR kodu telefonla okutup menüyü ekranda görüyorsunuz.

Kuir teorinin komünist hareketlerle iç içe geçtiği süreçte Marksizm her gün ideolojik alanda tahrif ediliyor. Hitler faşizmine karşı mücadele veren milyonlarca Sovyet’in kanıyla sulanmış orak-çekiçli bayrağa LGBT bayrağını ekleyip Sovyet yöneticilerini cinsiyetçilik ve zorbalıkla suçlayanlarla yol yürüyenlere, Rockefeller’ın binalarıyla ve emperyalist ülkelerin büyükelçiliklerle aynı gün parti binasına LGBT bayrağı asanlara rastlanıyor.

Kuir ve QR kavramları tanıtıldıktan sonra QR ve komünist hareket ilişkisine giriş yapılabilir. Bilişim teknolojilerinin gelişmesiyle sosyal medya sosyal meydanla takas edilerek, sol hareketin önemli bir bölümü sokaktan çekilerek halka wi-fi ile bağlanmaya başladı. Bu politikasızlığın sonucu, sınıfsız ve sömürüsüz düzen kurma iddiası olan parti ve çevrelerin -tarihin mirasının da üzerine çöküp- halktan ve sınıftan koparak onları kendi ayağına çağırmak oldu. Bu tezi somut bir kanıta bağlamak yazıyı öznel eleştiri tuzağından kurtaracaktır.

Büyükşehirlerin önemli semt ve merkezlerinde bir gezintiye çıktığınızda karşınıza çeşitli partilerin sticker diye adlandırılan etiketleme ve afişleri çıkar. Bu görsel propaganda araçlarından biri, komünist hareketin halkla ve sınıfla ilişki kurma/örme biçimini göstermesi açısından önemli. TKP, uzun bir süredir “TKP Gönüllüsü Ol!” sloganlı bir çalışma başlattı. Bunu gösteren sticker’larda gönüllülük formunu dolduracağınız internet sitesine ait adresin yerleştirildiği bir QR kod mevcut.

Afişte yazan ülkenin en genç partisi olma iddiası, partinin tarihiyle mi ilgili yoksa partide yer alan demografik dağılımda gençlerin çoğunlukta mı olduğu belirsiz bırakılmış. Dünyanın hiçbir yerinde komünist hareketler halka gitmeden, onların içinde yer almadan, sınıfla birlikte sınıfın içinde mücadele vermeden, ezilenin ve sömürülenin acısına ve öfkesine kesintisiz bir şekilde ortak olmadan güçlenemez. “Halka gitmek”, sınıfsız ve sömürüsüz düzen kurmada olmazsa olmazdır.

Afişte yer alan, “partide patronluk taslayanlar yok” söylemi de tartışmaya açıktır. Halktan ve sınıftan uzak şekilde Kadıköy’e çekilen bir partinin bu üstenci tavrı, bugün birçok sol çevrede görülüyor. Sınıfın bir özelliği vardır: Onun içinde yer almadan ona üst akılcılık yapandan ve onun yanında kavgaya girmeyenden uzak durur. Bunun en açık kanıtı, Kayseri’de yaşanan seyyar satıcı-zabıta örneğinde görülmektedir. Ekmeğini ve emeğini savunana zor uygulanmaya çalışıldığında -en muhafazakâr yerde bile- o samimiyeti hisseden halk araya girerek emekçiyi korur, korumuştur da.

Soma maden ocağında kâr uğruna iş cinayetine feda edilen madenciler için halk ayaklandı ve bir emekçiye tekme atıldı. O tekme sınıfa atıldı. Ülkemiz reformist sol hareketi, her zamanki gibi Soma’ya da deprem bölgesine de kriz masası gibi gitti, zamanı gelince de oradan çekildi, öncesinde de sonrasında da orada yoktu. Deprem bölgesinde de halk ayaklandı. Orada da öncesinde ve sonrasında bulunmayan anlık politikalarla günü kurtaran sollar, bütün kurtuluş mücadelesini seçime bağladığından seçimden sonra deprem bölgesinde yaşayan insanlara “gönül” koydu. Bu gönül ve gönüllülük mevzuu önemli.

Halkın ve sınıfın bu özelliğini kanıtlayan başka bir somut örnek de Fatsa’dır. Fatsa, her ne kadar geçmişin zıttı bir sağ politikaya yönelik oy verse de 80’den sonra yanında solu görememiştir, fakat Fatsa özelinde Ordu, 15 yıl önce yola fındıkları dökerek saatlerce Karadeniz yolunu tıkayarak bürokratların görevden alınmasına kadar varan bir tarihsel olayı yaşatmıştır. Bu şekilde bakıldığında unutulan Karadeniz ve Ordu kendiliğindenci bir tepki geliştirmemiştir, çünkü direnme mirası, hâlen halkın bilincinde 80 öncesi fındık taban fiyatları için solla birlikte gerçekleştirdiği yürüyüş ve mitinglerden kalmıştır.

Tekrar TKP örneğine dönecek olursak, anti-tez şu şekilde sunulabilir: “İyi de ülkenin birçok yerinde partinin semt, mahalle ve işçi evleri var; nasıl Kadıköy partisi denir?” Doğrudur, evet var. Kadıköy bir ideolojinin, değerin ve yaşam biçiminin sembolüdür: Yüksek kira, özgürlükçü ve “aydınlık” yaşam biçimi, alkol alma, cinsel özgürlük, sekülerlik ve de en önemlisi, varoşun o “vahşi”, “eril” ve “kaba” kültüründen arındırılmışlık! Bu yönüyle Kadıköy, ülkenin her yerine taşınmak istenmektedir. Hatta bu evlerin özellikle giriş katlarda yer aldığını, bunun da amacının halkın gelip geçerken fark etmesini sağlamak olduğu mealinde açıklamalar yapılıyor. Öyle ya halk size gelecek. Sorun da burada aranmalıdır. Sınıfsız sömürüsüz düzen kurmanın teorik/ideolojik hattını CHP tarzı laiklik/sekülerlik zeminine indirgeyerek Batılı yaşam tarzını kurma isteğine göre oluşturmak, olsa olsa kimlikçi siyaseti güçlendirir ve bu da sınıfı böler.

“Kuracağımız düzende herkes işçi olmayacak, burjuva olacak!” söylemi solu tanıtma politikasının yansımaları. Proleter kültürü oluşturamamanın sonuçlarıdır bunlar. Öyle olmasa peşlerine takılarak onları Maltepe’ye 1 Mayıs’a götüren DİSK, Cumhuriyet’in 100. yılı konseri adı altında Samida diye sınıfsal türküleri/besteleri olmayan bir müzik grubunu işçilerin karşısına çıkarır mıydı? Maltepe’ye de “Haydi barikata” diye sınıfı aldatan Bandista’yı çağırmıştı. O Bandista da kadınlar için yazdığı şarkıda “özel ve genel ev, sürtük, fahişe” gibi kavramları kullanarak sahipleniyor, yani beden satmayı insan onuruna aykırı görmüyor, meşrulaştırıyor. Hepsinin 100. yılda nasıl bir Cumhuriyet hedeflediği ortada.

“Bir konser, ne var bunda?” diye düşünülebilir. İdeolojik ve kültürel alanda yapılan her üretim kitlelerin bilincini, değerlerini ve algısını şekillendirir. Fiziki işgalden daha etkili strateji ideolojik işgalle zihinlerin esir alınmasıdır ki bu da kültürel ve teorik alanın tahrip edilmesinden geçer. 11 medya tekeli şirket ve emperyalist fonlar dizileriyle, müziğiyle, sinemasıyla kısacası, kültürüyle, fonladığı medya kuruluşları ve STK’leriyle ezilen ve sömürülen halkların zihinlerine hâkim olmaya çalışmaktadır. Bunun da adı “dünya yurttaşlığı” ve “küreselleşme” diye pazarlanarak özgürlük peçesi altındaki gerçek işgal gizlenmektedir. O yüzden sloganından konserine kadar her şey emek mücadelesine hizmet etmekle yükümlüdür.


Komünist hareket diye kendini tanıtanların “1 oy Kemal’e” diye oy istediği partinin belediyesi de bir başka açmazın içindedir. 30 Ağustos Zafer Bayramı için İBB’nin düzenlediği konsere yönelik üretilen afişin en başında Gülşen yer almaktadır. Gülşen laiklik bayrağıdır, sol onu sahiplenmiştir. Olabilir, önemi yok, aynılar aynı yere, bu ayrışmada bir sakınca yok, hatta tarihsel gereklilik söz konusu. Burada söz konusu Gülşen ya da onun yaşadığı hukuksuzluk değildir. Şu okuma yazma bilmeyen, köyündeki muhtarı ve hocayı rehber belleyen, “geri” kabul edilen Anadolu halkı Kuvvacıdır ve 180 bin civarı askerle Sakarya’yı ve Büyük Taarruz’u gerçekleştirmiştir. Gülşen’in sanatının ve sahne performansının Zafer Bayramı’yla nasıl bir ilişkisi var? Adana Büyükşehir Belediyesi de Köfn diye bir gruba zafer sahnesi veriyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi de “Geçcek” diyerek sonra neyin geççeğini demeyip yurtdışında yaşayan star Tarkan’a milyonlarca para ödeyerek İzmir’in kurtuluşu için konser verdiriyor. Yani yine halka bağımsızlık, anti-emperyalizm, kurtuluş umudu verilmiyor. Onların tek derdi TKP gibi “yobazın karanlığı”.

Laikliğin işçi sınıfı için ideolojik aygıta dönüştürülme riski taşıdığını anlamayanlar bugün Filistin’e bakıp Hamas’ı görüyor, ama aynı ülkedeki başka seküler yapıyı “gönlünden” geçiriyor, fakat o yapı da Tufan’a destek veren açıklamalar yapıyor. Sollar, yapmamanın ideolojisine kumaş arıyor. Mesele Hamas değil, “Bulunduğunuz her yerde İsrail’i protesto edip halkımıza ve Tufan’a destek verin!” çağrısı yapan George Habaş’ın ardıllarının dinlenmemesi. Bu çağrı, İslamcı ve muhafazakâr çevrede yankı buluyor şehirlerin duvarları Filistin’e destek etiketlemeleri yaparak, aralıksız protesto ve mitingler düzenleyerek, konsolosluk ve emperyalist paktlara ait üstler önünde Hamas’ı destekleyen şu “yobaz” kitlenin eylemlilikleriyle gerçekleşiyor. Rezillik burada başlıyor, çünkü önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi “Hamas aldatmacasıyla sol, Filistin mücadelesini bu gruplara bırakmamalı, çünkü solun Filistin dostluğu kadimdir” demiştik, ama sözde basın açıklamalarıyla alan başkalarına bırakıldı.

QR kodun içinde solun komünist teorisi değil, halka bakışın ideolojisi yer alıyor. Halka reformistçe bakmak QR kodun icadından evveldi. TKP’nin 2007 seçimlerindeki afişine bakabiliriz. “Yobaz=sürü” oluyor ve onun kimlerden oluştuğu açık değil. Ülkemizde inanç alanında “yobaz” kavramı çok ucu açık çağrışımlara tekabül eder. Halk güzellemesi yaparak bütünün masumiyetini savunmuyoruz. Bu tarikatlara gidenler yoksul insanlar; iş arayanlar, uyuşturucuyu bırakmak için “tövbe”ye gidenler, barınamadığı için yurt arayan öğrenciler, yani onları bu yapılara mahkûm eden sömürü düzeni suçlanmalıdır. O yüzden yobaz dendiği an mesele kimlik yarılmasına gider. Çocuğa tecavüz eden, Gezi’ye katılan insanlara palalarla saldıran paramiliter esnaf, Eskişehir’de Ali İsmail’i sokak arasında sıkıştırıp güruh hâlinde saldıran faşist esnafı da halk olarak kabul etmiyoruz. Emeğiyle geçinmeye çabalayıp yaşam mücadelesi veren emekçi yığınlarını halk olarak kabul ediyoruz.

Aziz Nesin’in sözünden ilham alanlar halkı sürü olarak görüyor. Görmüyor mu? Sürü insandan oluşmaz, sürüden ayrılan da insan değildir, sürü türdeşten oluşur. Biz sürü olmayı kabul etmiyoruz! Sürüden ayrılma talimatı veren üstenci şefler de kendini çoban olarak görüyor demek ki. Bir partinin politik hattı neden bu kadar tartışma konusu olur? Bunun yanıtı çok açıktır. Solun bir çevresinin ya da partisinin yaptığı hata halk ve sınıf nezdinde tüm sola mal edilerek ideolojik manipülasyona neden olur, o yüzden ülkemizde sol denince akla böyle bir pratiğin gelmesi eleştirilmelidir. Sınıfsız sömürüsüz düzen kurmak için ideolojik mücadele şarttır.

QR kodu kullanacak kadar teknoloji bilgisine ve pratiğine sahip halkımız kodu okutup komünist olacak! Bravo, muhteşem bir siyaset! Hiçbir bedel gerektirmiyor, o kadar basit. Siz, demokrat avukatlık bürosu ve medya kuruluşu değilsiniz ki “Yaşadığınız haksızlık karşısında bize ulaşın!” diye halka açılasınız.


QR kodu partiye katılım için afişlerinde kullanan bir başka çevre de TİP. İçinden çıktığı TKP gibi o da ne bir grev ne bir direniş örebiliyor.

Meclisteki TİP vekilleri diğer partilerin vekillerine “Sevgili arkadaşlar!” diye hitap ediyor. Vekili Kadıgil, patron-işçi, sağ-sol demeden tüm kadınları kız kardeşi kabul edip feminist hareketten böyle öğrendiğini ajite ediyor. 

Doğrudur! Feminist hareket de kimlikçi. Onlar için tarlada çalışan, temizliğe giden, tekstil atölyelerinde çalışan kadınlara yoldaşlık ya da onların tabiriyle kız kardeşlik yok; varsa yoksa LGBT’nin yaşadığı hak ihlalleri ve “seks işçisi” dediği kesim var. Ahmet şık egemenlerin elini sıkar, tiyatrocu Barış Atay işkence anısı anlatır(?) çünkü ona göre işkence ideolojiye ve harekete değil bireye/kişiye atılır. Hem QR kod hem sürü-keçi denkleminde TİP de TKP ile aynı hatta buluşuyor. “Partiye katıl, inatçılık belgeni al” diyor. Belgenin üstünde keçi resmi var. Bu partiyle dayanışmak için “demokrat kesimin sanatçıları” bir araya gelip Keçifest diye festival düzenliyor.

TİP de bizi “küçükbaş” olarak görüyor. Medya figürü vekillerini mahallenizde göremezsiniz. Geçtiğimiz günlerde Meclis’te gerçekleştirilen bütçe görüşmelerinde Kadıgil, gençlerin sorunlarını aktarıyor. Barınma ve yurt sorununa değiniyor. Ardından Diyanet’e ayrılan bütçenin uyuşturucuyla mücadeleye ayrılan bütçeden daha fazla olduğunu söylüyor. Yaşadığımız gerçekler bunlar, ama sizin için işçi-patron ayrımı yok. 


Konuşmasının devamında Ankara’da üniversite öğrencilerinin yoksulluktan kaynaklı intihar eden arkadaşları için yaptığı basın açıklamasına değinerek oradaki genç bir kadın yoldaşının daha sonra ülkücü bir gençlik başkanı tarafından sıkıştırıldığını söyleyip bir soru/rica buyuruyor, çok naif komünist: “Onu parti olarak görevden aldınız mı?” (Yoksa 70’lerdeki gibi gereğini yaparlarmış!) Portakal ağacından çilek toplamaya çalışıyor.

Hakkını yemeyelim bir de 70’li yıllarda paramiliter güçleri durduran bir tarihe sahip olduklarını söyleyerek tarihin üzerine çöküyor. Öyle değil, o tarihle sizin bir ilginiz olmadığını gösterdiniz. 300 işçiyle 1 Mayıs için Taksim’e yürüyüp yaşlı bedeniyle gözaltına Behice Boran ile “askeri paktlardan çıkılmalıdır” diyen işçi partisiyle ve faşistleri durdurma cüretini gösterenlerle sizin bir ilginiz yok. Siz TKP’nin içinden çıktınız. Sizler için “sürü” ve “keçi” sloganı aşağıdaki görsele yol açıyor. Gotik bir dille ve duyguyla yapılan siyasetin arasında halk ve sınıf sıkışıyor, bu deformasyona sizin ideolojik hattınız yol açıyor. Bu utanç size ait, biz kabul etmiyoruz! Rica ettikleriniz neler yapıyor, bakın, bir de 70’li yıllara gönderme yapıp meydan okuyorsunuz. İçinden çıktığınız partinin sloganıyla söylersek “Yağma yok!”

Anti-faşist mücadeleden bihaber olmasanız aldığınız 1 milyona yakın oyla kitleyi bilinçlendirirdiniz. O kadın öğrenci de saldırıya uğramazdı, mahallerimizde ve iş yerlerimizin duvarlarında ırkçı yazılar görmezdik, ama sizler “mültecileri kovalım” ve “belediyelere kayyum atayalım” diyen parti başkanlarıyla aynı noktada buluştunuz. Yunanistan’da neo-Nazilerin gösteri yapmasına anti-faşistler engel oldu geçtiğimiz günlerde, yani sizin bahsettiğin 70’li yılların ruhu, cüreti, inancı, kararlığıyla ve gücüyle. Yunanistan haberini veren işçi sınıfının gazetesi de geçtiğimiz yıl neo-Naziler’den tabur kuran Ukrayna liderini güzelleyen yazılar yayımlanmasına müsaade ediyordu. Daha öncesinde de emperyalistler Suriye’den çıkmasın diye imza kampanyası düzenleyen “misafir” köşe yazarı vardı.

Reformistlerin bir bütün olarak derdi yaşam tarzı ve laiklikse neden açık ve net davranıp laik Suriye rejimi emperyalist cihatçı kuşatmaya alınırken sessiz kaldınız? Derdiniz anti-emperyalizmse neden Suriye petrolüne çöken emperyalizme karşı sessiz kaldınız? Mesele Rusya olunca anti-emperyalist duruş akıllarına geliyor.

“Yunanistan’da Neonazilerin planladığı faşist gösteri antifaşist, sol grup ve gençlik kolektiflerinin sokağa çıkmasıyla gerçekleşemedi. Antifaşistler, polisin yasağına rağmen kitlesel yürüyüşler örgütledi. Eylem yapamayan Neonaziler ise bir tren istasyonuna saldırdı.”[2]

Kadıgil, uyuşturucuyla mücadeleye ayrılan bütçenin yetersiz olduğundan şikâyet ediyor. Buna karşı sizin geliştirdiğiniz ve TTB ile planladığınız bir mahalle çalışmanız var mı? Uyuşturucunun emperyalist bir saldırı olduğunu kabul etmek istemiyorsunuz, çünkü siz, Finlandiya’nın emperyalist paktlara katılımı için yapılan Meclis oylamasına katılmayıp ittifak gücüyle vekil seçildiğiniz parti gibi “Finlandiya’nın kaygılarını” anladınız/paylaştınız ve seçim için katalog fotoğraf çekimine gittiğiniz. Stüdyo solculuğu!


Sol, tarihten ve değerlerden kaçıyor. İşçi sınıfının gazetesinde George Orwell’in “devrimci” olduğunu iddia eden yazılar yayımlanıyor. Kendi muhabiri Metin Göktepe için Ferhat Tunç tarafından yakılan bir ağıtın kendine sanatçı diyen biri tarafından gece kulübü müziğine çevrilmesine sessiz kalıyor. Taksim’de 1 Mayıs kutlama ısrarını “alan fetişizmi” diye kabul eden gazete; işçi sınıfının tarihte zorun rolüne taraf olmadığını, bu tür şeylerin anarşistlik ve maceracılık olduğunu iddia ediyor. Kayseri’de armut satan seyyar satıcı, Kırşehir’de kamyonetinden üzümlerini döken seyyar satıcının isyanı, salgın döneminde Aydın’da küçücük mobiletine trafik cezası yazıldığı için kendi aracını ateşe veren yoksul, Akbelen’de toprağını ve doğasını zor pahasına savunan köylü, emeğin ve alın terinin onuruna sahip çıkmak için yerlerde sürüklenen insanlar maceracı ve anarşist mi oluyor? Siz halkı da sınıfı da tanımıyorsunuz, ama halk da sınıf da sizi tanıyor. Asıl komünist onlar, sınıf mücadelesinin gereğini yapıyor, ama siz direnmeyi elitizmle takas ediyorsunuz.

Filistin direnişinde ve Donbas özelinde emperyalist ve siyonistlerin yanında yer alan Zizek’i Birgün gazetesi solcu kabul edip onun açıklamalarına yer veriyor.  O da “Bir Gün’lük Festival” düzenleyip bira satıyor, Gazapizm ile yol alıyor. (Hakkını teslim etmek gerek: Avrupa’da festivalde dansöz oynatan köylücülere yetişemezsiniz.) Sınıflar mücadelesini aydınlık ve laiklik düzlemine sıkıştırıp bırakıyorlar. Bu çevre 80 öncesi sola siyaset yasağı koyanlar ve mahallecilik yapanların ardılı, ama bugün hiçbir mahallede yoklar. Sonra şikâyet ediyor: Mahalleler faşistlere ve tarikatlara kaldı.

Reformizmin Kaçtığı Halkın ve Sınıfın Gerçeği Nelerdir?

Her yazıda belirttiğimiz gibi en başta sömürünün sonucu olan yoksulluğun oluşturduğu tahribattır. Uyuşturucu da bu tahribatın sonucudur, antidepresan da fakat reformistlerin içinde yer alıp adına ittifak diyerek oluşturdukları sendikalar ve TTB’nin bu konuda bir kitle çalışması yoktur. Reformist partilere yakın ya da “gönüllü” hekim ve psikologların anti-kapitalist terapi anlayışıyla ücretsiz şekilde faaliyet gösteren terapi ve poliklinikleri yoktur. Doğru terapi, sömürü düzeniyle mücadele etmekten, değer-inanç ve ideoloji aşılamaktan, sorunun bireyde değil, toplumsal üretim düzeninde olduğunu göstermekten geçer, ama böyle bir terapi için semt evleri bile yeterliyken, hiçbir reformist parti buna yanaşmaz. Onların sınıfî terapi anlayışı kültür merkezlerinde alkol satmaktan müteşekkildir.

Faşist Franko’ya atfedilen “Halkı uyutmak için yüz bin kişilik stadyumlar yaptırdım!” sözü bugün her an yaşanıyor. Reformistler de halkı uyutmak için çalışıyor. Bu ülkede iş cinayetlerinde son yirmi yılda 32 bin 180 işçi katledildi; bu canların her yıl ortalama 150-200’ünü kadınlar, 60-70’ini 14 yaşın altındaki çocuklar oluşturuyor. Ölen çocuk sayısı 20 ile çarpıldığında 1200-1400 civarına tekabül eder. Bu da bugün “Filistin’de çocuklar ölüyor!” diyen solun ve sendikaların samimiyetsizliğini gösterir. O yüzden “Filistin halkıyla ülkemiz halkının sorunu ortaktır” diyoruz: Onlar da evsiz biz de, onların da çocukları ve kadınları sömürülerek ölüyor, bizimkilerin de.

Yılda ortalama 400-500 kadın ataerkil düzenin sonucu olarak katlediyor, fakat feminist hareket ölen işçi kadınlar için açıklama dahi yapmıyor. Onlara göre erkekler katlediyor, fakat bu kadar erkek işçiyi kim katlediyor? Örnek Soma, 301 erkek; inşaatlarda ölenlerde erkek. Sizin kız kardeş kabul ettiğiniz tekelci kadın patronlar, Kovid dönemini yalılarında geçirip ayaklarını Boğaz’ın serin sularına değdirerek “Evde kalın!” çağrısı yaptı. Sizin peşinden gittiğiniz Avrupa ülkelerinde uyuşturucu satışı serbest, ülke açık geneleve dönüşüp para kazanılıyor İsveç’te Suriye’den gelen mülteci ailelere faşistler istasyonda saldırıyor, “Rusya tehdidi var!” denerek Dostoyevski okunması yasaklanıyor, Hollanda’da ilkokulu bitiren çocukların önemli bir bölümü okuma yazma bilmiyor, başta İngiltere olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde anti-depresan kullanımı had safhada, Fransa’da her yıl 200 civarı kadın katlediliyor, sevdiğiniz/gönlünüzün düştüğü Batılılar Irak’ta kadınlara tecavüz ediyor, Balkanlar’da Sovyetler sonrasında emperyalistlerin desteğiyle Çingene çocukları cinsel organlarına kadar yakılıp evleri talan ediliyor, Almanya’nın Rusya politikasını eleştirdiğiniz an ya yasal işlem başlatıyor ya da sınır dışı ediyor.

Bu liste uzar gider ama söz konusu Filistin olunca “Hamas” diyerek kendinizi sıyırıyorsunuz ama Hamas’a bakınca halkımızı görüyorsunuz. Kaçtığınız gerçek halk ve sınıf gerçeğidir, sınıf siyasetidir. Halk Recep İvedik seyreder, eşini döver, ter kokar, yere tükürür, trafikte yol vermez, soru/adres sorsan yüzüne bakmaz, gündelik çıkarlarını yüce ideolojiyle takas eder, toplu taşımada kavga eder, engelli görse yüz çevirir, çocuk işçi çalıştırır, birbirinin dedikodusunu yapar, kaba ve geri yanları vardır. Hepsi de doğru, ama halkın değerlerini kirletip onu bu hâle getiren kendi kültürü değil, kapitalizmdir.

Marx ve Engels’in işaret ettiği gibi burjuvazi aileye kadar en sıcak ilişkileri bencilliğin buz gibi sularında boğmuştur. Emperyalizm gerdiği her yerde halkları birbirine düşürür, kültürel emperyalizmle ve hedonizm bataklığıyla onun birliğini ve değerlerini darmadağın eder. Siz sosyalist bir kültür ürettiniz mi ki halkı Recep İvedik izlemekle suçlayabilesiniz?

Doğa ve politika boşluk tanımaz. Uyuşturucu kullanıcıları ve tekel bayiiler kendi partilerinize yakınsa adı demokratlık, özgürlük ve yaşam biçimi olur; halk da solu böyle zanneder. Latin Amerika ülkeleriyle ilgili bir anektot anlatılır. Sosyalistler defalarca köylülere gider, kendilerini anlatıp dururlar ve destek alamazlar. Bu durumu çözen sosyalistler halka gidip “Sizi dinlemeye geldik” derler ve destek görmeye başlarlar. Reformistlerin temel özelliği konformistlikleriyle halka gidip aralıksız konuşup okul sıralarındaki/sınıftaki eskimiş öğretmen modelini uygulamaktır. Doğru, burada da sınıflar var ve sınıflar sizden öğretmenlik yapmanızı değil, onun kavgasına ter dökmenizi istiyor. Neticede bu halkla sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen kuracağız, onun ter kokan bedeni sınıf kavgasında yerini alacak, kavga ağzı alkol kokan solcuyla değil emeği için bedeni ter kokan işçi ve emekçiyle kazanılacak.

Steinbeck’in Bitmeyen Kavga adlı romanı bir işçinin partiye gelip katılma isteğiyle başlar. Babasının bir kasap ve iri kıyım bir adam olduğunu, fakat hak mücadelesinde egemenler güçler tarafından zapt edilemediğini, kiliseye giden eşine gitmemesi gerektiğini, kaba biri olduğunu anlatır. Kendisi de okuduğu filozofların adlarını sayar. Kitap okumaya başlaması babasının dikkatini çekince babası ona “Çok okuma, sonra kendi sınıfından uzaklaşırsın!” der. Bu uyarı, pratiğe geçmeyen teorinin faydasızlığının ve halktan kopuşun en çarpıcı örneğidir. Partiye katılan gence bir şef atanır, elma bahçelerinde çalışan işçileri bilinçlendirmeye giderler. İşçi olarak katılırlar aralarına. Şef, yeterli bilgiye sahip olmadığı hâlde bir kadına doğum yaptırır. Bir gün ateşin başında işçiler otururken şef de sigara içer. Buna şaşıran genç, “Sigara kullanmadığın hâlde neden içtin?” diye sorduğunda, işçilerden farklı gözükmemek ve onlarla bütünleşmek minvalinde bir yanıt alır. Şef, gencin fedakarlığı karşısında az da olsa kariyerist tepkiyle kıskançlık duyar. İşçiler ayaklanınca üzerlerine ateş açılır ve genç ölür. Şef bir konuşma yapar: “Bu arkadaş kendisi için bir şey istemedi!”

“Roman ve kurgu sonuçta işte!” diye geçiştirilmemeli. Sınıfsız ve sömürüsüz bir düzen kurma hedefiyle sınıfa gideceksiniz dünya sınıflar mücadelesi tarihi bu kurgudan daha sert ve fedakârca gerçekleşiyor. İddianız yoksa politik alanı işgal etmeniz reformistlik ve ideolojik manipülasyonculuktur. Emekçi ve işçiye alkol sattığınız kültür merkezinin adını aldığı Nâzım’ın dizelerini hatırlamanız yerinde olacaktır: “Hani üstadın bir sözü var:/ ‘Boş gecelerini değil,/ Boydan boya ömrünü ver inkılâba...’diyor.” O da 13 yılını cezaevinde ve sonraki yıllarını sürgünde geçirmiştir. Ona kapı açan Sovyetler de alkole karşı mücadele vermiştir, afişlerinde alkole karşı çıkan çağrılar yapılmıştır.[3] Şu karşı çıktığınız açık alanda alkol kullanımının yasaklanmasını bile gerçekleştirdi Sovyetler hem de Gorbaçov döneminde. O yüzden siz sınıfsız ve sömürüsüz bir düzeni değil, burjuva kültürüyle yoğrulmuş hedonist özgürlüğü sosyalizm diye propaganda ediyorsunuz. O yüzden bu solun en büyük korkusu, sınıfsız sömürüsüz bir düzenin Sovyetik tarzda kurulmasıdır. İşte o zaman Orwell gibi proletarya diktatörlüğüne düşman olmak asli görevleri olduğundan, bunu başaracak sol çevrelere de kırmızı çizgi çekip “narodnik, anarşist, maceracı” diyerek kavga meydanından kaçarlar. O yüzden kurulacak düzende alkole yer olmayacağını bildiklerinden, aslında hiçbir zaman sınıfsız sömürüsüz bir düzen istemezler. O yüzden bugünün tarihsel görevlerini yerine getirmeyip “Devrimden Sonra” diye film çekerler, çünkü onlar için tüm çelişkiler o zaman çözülecektir, fakat tüm bu sorunlar mücadele süreciyle çözülerek hedeflenen düzene ulaşılır. Ortada su, un ve şeker yokken pasta olmasını beklemektir bu anlayış. Bu bağlamda, Orhan Gökdemir’in sınıfsız ve sömürüsüz bir düzenden ve yobazlık karşıtlığından anladığı “şerefe içmek”tir:

“Cumhuriyet mi yoksa Mustafa Suphi mi’ diye bir soru mu olur? Cumhuriyet tabii ki. Demem o ki, bir devrimcinin haksız ölümünü gerekçe gösterip devrimden nefret eden karşı devrimcinin önde gidenidir. Tarih böyledir. Mustafa Kemal’in yarım bıraktığını Mustafa Suphi’nin mirasçıları tamamlar. Yıkılanın yerine sosyalist bir cumhuriyet kurarız. Mustafa Suphi Karadeniz açıklarından kalkıp gelir, bize katılır o gün. Hep birlikte Mustafa Kemal şerefine içeriz!”[4]

Bizim derdimiz alkol, yaşam tarzı ve beyaz sekülerlik değil. Ayakkabısı su alıp ikinci bir ayakkabısı ilki eskiyip parçalanana kadar yenisi alamayarak okul yıllarını geçiren halkın evlatları olarak en temelde anti-faşist, anti-kapitalist ve anti-emperyalist mücadeleyi vermek asli görevimizdir. Emperyalizmin politikaları uğruna kendi ülkemizde öğrenciler aç ve yurtsuz, işçi ve emekçiler olarak bizim için ev almak bir yana kirada kalmak ya da yeni bir kiralık eve taşınmak bir lükse dönüştü. Reformistlerin öyle dertleri olmaz, partililer birbirine ev ve araç satar, mekânlarında dayanışma gecesi adı altında bira satar, onların yoldaşlık hukuku bunu gerektirir.

Bizim derdimiz, ilkokul çağı çocukların kullanımına varan uyuşturucu bataklığını kurutmak, sömürü düzeni uğruna hiçbir evladını bu yurdun insanı olarak feda etmesini engellemektir. Bizim derdimiz, zincir marketlerle halkın ve emekçilerin sırtına palazlanan açlık ve sefalet düzenidir. Yoksulluğun etkisiyle ülkenin her yanını çiğköfteci ve dönercilerin sarması sınıfsaldır, artık onlar bile bir öğrenci için lükstür. Bizim derdimiz, hastanelerde randevu bulmak için günlerce/aylarca çabalamaktır. Giydiği beyaz önlükle otoriteye dönüşen doktorun halkın hekimi olduğu gerçeğini hatırlamasıdır. Bizim derdimiz, feministlerin ve emperyalizme hizmet eden oluşumların sol adına aileye saldırısını durdurmaktır. Umutsuzluk düzeniyle hiçbir yoksul insanımızın intihar etmemesidir. Çocuğunu ısıtmak için bir ananın, çocuğuna okul pantolonu alamadığı için bir babanın, cebinde yemek yiyecek parası olmadığı için bir öğrencinin intihar etmemesidir. Hani Onur Yürüyüşü düzenleyenlere hatırlatmak isteriz ki yoksulluktan intihar etmek umutsuzluğun yanında aynı zamanda bir onur meselesidir.

Solun kibar, aydınlık, elit kibarlığındansa ekmeği için direnen seyyar satıcının öfkesi, direnişi ve kavgasını tercih ederiz. Halka bedenini satmayı salık verip çocuk yaşta bedene müdahale ederek “cinsiyet değiştirsin” diyen politik kafa geridir. Tarikatların ve patronların çocukları sömürü ve istismarıyla çocukların bedenine müdahale etmek isteyip pedofiliyi özgürlük maskesinin ardına gizlemek isteyen çevreler aynı değirmene su taşır. Bizim derdimiz, hiçbir insanımızın “seks işçiliği” diye propaganda edilen fahişeliğin halkımıza dayatılmamasıdır. IŞİD’in kız çocuklarını köle pazarı mantığıyla satışa çıkarması ile feminist hareketin fuhşu meşru sayması arasında bir fark yoktur. Her ikisi de geridir.

Bizim derdimiz, her yıl tarım işçilerinin balık istifi doldurulduğu araçlarda kaza geçirip canını yitirmemesidir. Patronların çocukları tatil yaparken, bu ülkenin çocukları tarlalarda çalışmaktadır. MESEM projesi adı altında sömürülmektedir. Yaşanan çocuk işçiliği Marx’ın İngiltere özelinde resmettiği kapitalist düzendeki gibidir. Başta kendi yurdumuzda insanca yaşam mücadelesidir. Bu mücadelenin de binbir türlü zorluğu vardır, fakat halkın öfkesi her seferinde reformistler ve düzen solları aracılığıyla yatıştırılmaktadır. O yüzden, reformist partilere ve sendikalara siyaset/sizlik izni burjuvazi ve egemenler tarafından verilir. Bu çevreler, işçi ve emekçi sınıflar için değil, burjuvazi için gereklidir. Bedelsiz varoluş mücadelelerinin asıl nedeni öfkeyi dindirmeleridir.

68’de de Fransa’da birçok sol dergi, emperyalist istihbarat servislerinin fonuyla sol adına çıkarılmıştır ki sınıf ve halk ideolojik manipülasyona maruz kalsın. Bu yüzden, Attila İlhan’ın ülkemiz aydınları için dediği “Batı’nın manevi ajanı” sözü doğrudur. Aynı şekilde, Yalçın Küçük’ün dile getirdiği “İsrail, Türkiye’de İsrail’de olmadığı kadar güçlüdür” sözü de doğrudur. Hayat doğrulamaktadır. O yüzden bu sol gelip sizin kapınızı çalmaz, parklarda forum düzenlemez, size söz hakkı vermez. Tıpkı CHP gibi dört yılda bir görünür, sonra kaybolur. 70’li yılların ortasında CHP’nin ortanın solu olma hedefi Mayıs seçimlerinde gerçekleşerek reformistler için siyaset sona ermiştir. Artık hepsi birer CHP’dir.

Sonuç olarak, reformist solun QR teorisi akışkan bir politikaya denk düşer. Akışkandır, sabit değildir, güce göre şekil alır, sürekli döner, halk ve sınıf karşıtıdır, teorisi sömürü düzenini güçlendirmeye yöneliktir. Emperyalizmin özgürlük ve demokrasi aldatmacasının peşinden koşar, sivil toplumcu ve reformisttir. “Gönlü” Avrupai yaşamdan, aklı/teorisi emperyalizmden yanadır. Kavgaya girip ter kokmaz, alkol kokan ağzıyla geçmişin mirasını ve değerlerini sohbete meze eder. Önceliği kendisinin rahatıdır her zaman, bedel ödemeyi göze almaz. Oportünisttir, kavga edenlerin açtığı alanda siyaset yapar. Mecbur kaldığında kaçacağı yer Avrupa’dır, orada da reformistçe yaşar ki sınır dışı edilmemek için. O yüzden, solların QR kodunu okuttuğunuzda gideceğiniz yer, ülkemizin her yanında Kadıköy’dür. Bütün reformistlerin QR kodları sizi Kadıköy’e götürür.

Zorunlu Not: Reformist çevrelerin içinde onlardan umut bekleyen binlerce insan varken ülkemiz sollarının yaptığı hatalar yüzünden komünsüz direnen daha fazla insan var. Cinsel yöneliminden yaşam tarzına kadar hiçbir birey eleştiri sınırımız dâhilinde olmayıp, tüm eleştiri reformist parti şeflerine, sendikalara ve ideolojik hatlara yöneliktir. Kişi değil, anlayış eleştirilmeye mecburdur.

S. Adalı
6 Kasım 2023

Dipnotlar:
[1] “Kuir”, Wikipedia.

[2] “Yunanistan’da Neonazi Buluşmasına Karşı Antifaşist Yürüyüş”, 2 Kasım 2023, Evrensel.

[3] “Sovyetler Birliği Döneminden Alkollü İçki Karşıtı 14 Poster, “15 Mayıs 2015, Onedio.

[4] Orhan Gökdemir, “Dünün Atatürkçüleri”, 11 Kasım 2017, Sol.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder