“Hayat yeşilde
Yeşil yosunda
Yosunlar boy veriyor
Kuytuluklarda.”
İnsanın
yeryüzüne ayak bastığı andan itibaren sürdürdüğü yaşam mücadelesinin temel
amacı hayatta kalabilmek olmuştur. Bu zorlu süreç içinde kendi türdeşiyle
birlik olup aletler geliştirmiştir. Beslenmeden barınmaya, icat süreciyle
geçmiştir. İnsanın ayakta kalma mücadelesi ölüme karşı verdiği savaştır. Doğada
yaşanılan bu savaşımda kendi türdeşinin ölümüyle karşılaşır. Homo sapiense ait
dönemde bile insan atalarının ölenleri gömdüğü, yapılan kazılarda ortaya
çıkmıştır. İnsanın, çevresinden ve birlikte yaşadığı, birlikte mücadele ettiği,
anıları olduğu türdeşini gömmesi mezar kültürünün başlangıcıdır.
Bir
kişinin ölü bedenini toprak altında korumaya almak önemli bir sahiplenmedir. Ölen
kişinin yerinin bir işaretle de olsa belirlenmesi, insan tarihinin oluşması
açısından kritik bir eşiktir. Ölen insanın anılarının dil yoluyla yeni
nesillere aktarılması sözlü tarihin gelişmesini sağlamıştır. Orhan
Hançerlioğlu’nun işaret ettiği gibi, insanın ayakta kalma süreci el-dil-beyin
birlikteliğinin kazanımıdır: düşünmek, icadı üretmek, dil yoluyla tekniği
aktarmak/haberleşmek.
Yazının
icadı, tarımla yerleşik hayata geçilip özel mülkiyetin gelişmesi, devlet
teşkilatlanmasının ilk tohumlarının atılması, insan topluluklarının diller ve
coğrafya farklılığıyla kültürel çeşitliliğin oluşması, özel mülkiyetin
etkisiyle kendi türdeşleri arasındaki savaşın ve salgın hastalıkların sonucu
olarak gerçekleşen ölüm, insan yaşamının ayrılmaz bir parçası olarak mezar
kültürünü daha da kalıcı hâle getirmiştir. Her kültür, ölüm ve cenaze törenini
kendi usulünce şekillendirmiştir.
Eski
Türklerde savaşçı toplum olmanın etkisiyle, ölen kişi savaş malzemeleri,
sevdiği eşyalar ve önemli giysilerle, ev gibi tasarlanmış mezarlara gömülür.
Süryanilerde önemli rahipler, İsa’nın tekrar doğudan geleceği inanışıyla, betondan
koltuklara en güzel kıyafetleriyle oturtularak gömülür ki, peygamberlerini o
şekilde karşılamak isterler. Mısır medeniyetinde uygulanan mumyalama yine ölüye
ve ölüme yüklenen anlamla ilgilidir. Ölen kişinin yakılıp küllerinin nehre
atılması, başka bir kültürün ölüm algısını açığa çıkarır.
Dinlerin
çeşitliliğine göre cenaze merasimleri de farklılaşmıştır. İbadethanelerde
gerçekleştirilen törenler, okunan dualar, ölen kişi adına yakınlarının belirli
aralıklarla yemek vermesi ölen insanı sahiplenme/ yaşatma adına insanlaşma
sürecinde önemli adımlardır. Dinler tarihinde ilk insan ölümünde karganın
öldüren kişiye öldürdüğü kişi için yer gösterip gömmesine yardımcı olması da
defin kültüründe kadim anlatılardandır. Ölen bir hayvanın başında başka bir
hayvanın acı çekerek beklemesi de ölüm ve anı gerçeğinin yadsınmaması gereken
hususlarındandır. Yine Antik Yunan’da ölen kişinin gözlerine para konularak
uğurlanması, yaşamın bedenen olmasa da ruhen devam ettiğine olan inancı
gösterir. Kadim medeniyetlerde ölen kişinin mezarı üzerine ailenin bina inşa
etmesi temelin ve kökün korunmasına yöneliktir, bir tür ölümle ve anıyla iç içe
yaşamadır. Bu yüzden Sabahattin Ali, tarihimizde ve içimizde bir acıdır, Nâzım
Hikmet hasrettir.
Felsefe
tarihinde ölüm konusu hep tartışılagelmiştir. Ölümün karşısına hazzı/hedonizmi
koyan görüşler olduğu gibi yaşamın anlamının olmadığını ileri sürerek, intiharı
ya da ölümü öneri olarak sunan nihilistler de olmuştur. Martin Eden’ın “bütün
amaçlarına” ulaştığını düşündükten sonra yaşadığı boşluk onu denizin sularına
atlayarak intihar etmeye sürüklemiştir, çünkü amaç diye belirlediği hedefler
bireyseldir ve tükenmiş/tüketilmiştir. Aynı şekilde, ölümden korkunun aslında
ürkütücü cenaze merasimleri ve yakılan ağıtlardan kaynaklı olduğu da ileri
sürülmüştür. Mevlana’nın ölümü şeb-i arus/düğün gecesi olarak sayması da tasavvuf
inancı bağlamında asıl sevgili olan yaratıcıya kavuşma özlemidir. Ölüme
yüklenen anlam, aynı zamanda yaşama yüklenen anlamın belirleyicisidir.
Ölüme
yüklenen anlam, defin işlemleri ve mezar biçimleri uzun bir yazı, hatta bir
kitap konusu olarak, bu alanda uzmanlaşmış araştırmacılar için çalışma
alanıdır, bu yüzden bir yazının sınırını aşan çok derin bir içeriğe sahiptir. Ölüm
gerçeğini kabullenmek ve onu yenmek için hayatın yüce bir amaca bağlanması,
eser bırakılması, sanatsal üretimler de insanın ölüm karşısındaki duruşunu
güçlendiren başka pratiklerdir. Bunun ana nedeni, insanın diğer canlılardan
ayrılan bir yönüne işaret eder: anlam arayışı.
Her
ne görüş ileri sürülürse sürülsün önemli bir gerçek vardır ki insan ölümlü bir
varlıktır ve bu gerçekten kaçamaz. Yedinci Mühür filminde veba salgını
sırasında Azrail’den/ölümden kaçan başkarakter, Azrail ile satranç oynayıp
yaşam süresini uzatmaya çalışsa da sonuç nafiledir.
Ölüm;
insan için biyolojik bir süreç/eşik olsa da ölüyü evde bekletmek, onun için
dini ya da ideolojik törenler düzenlemek, kitle halinde defnetmek, ona bir
mezar taşı dikmek, ağıtlar yakmak, mezar taşına söz ve şiirler yazmak, ölümün
başlı başına bir kültür olduğunun kanıtıdır.
Yerleşik
hayata geçiş, beslenme sorunlarının çözülmesi, yerleşim birimlerinin
sayısındaki artış mezarlık/kabristan diye adlandırılan bir alanı ortaya
çıkarmıştır. Her kültürde lahitler, değişik mezar biçimleri, ölen kişinin
aidiyet bilgilerinin mezar taşlarına yazılma biçimleri ve içeriği değişiklik
arz etmektedir. Anadolu’da kimi aileler, ölen kişiyi evinin bahçesine,
tarlasına ya da yakın bir alana, müstakil biçimde gömmektedir. Mezarlıklarda
aile mezarlığı denen alanlar belirlenerek, ailenin bir değer olarak korunması
da dikkat çeken hususlardandır. Kişinin vasiyeti sonucu öldüğünde anne, baba,
kardeş, sevgili, yoldaş belirlediği kişinin mezarına gömülme istediği de
yaşatılmak istenen değerlerin güçlenmesi açısından insana ait bir aidiyetin
sonucudur.
Köylerde
mezarlıklar hanelere yakın bir alanda kurulur. Kapitalizmin gelişmesiyle kent
merkezlerine kırsaldan yaşanan göçler sonucu mezarlıklar yine bir sürü yerleşim
birimlerine yakın kurulmuştur. Artan nüfusun ve kapitalist kentleşmenin sonucu
olarak mezarlıklar şehrin dışına doğru itilmeye başlanır.
Ülkemiz
gibi kapitalizmin kendi iç dinamikleriyle gelişmediği, geç kapitalistleşmenin
yaşandığı yerlerde çarpık kentleşme ve rantın sonucu olarak çok az mezarlık
büyükşehirlerde semtlerin içinde yer alıyor. “Yahya Kemal’in şehrin her
tarafına âdeta serpiştirilmiş bu mezarlıklar karşısında şaşkınlığını
gizleyemeyen ve bunun hijyen kurallarına aykırı olduğunu söyleyen bir yabancıya
söylediği ‘Biz ölülerimizle birlikte yaşarız.”[1] sözü, bizim kültürümüzde
mezarlıklar bağlamında ölüye gösterilen saygının, değerlerin korunmasının ve
ölümle iç içe yaşamanın önemini vurgular.
Mezarlıkların
şehrin dışına itilme süreci sadece rant ile açıklanacak bir durum değildir.
Yaşadığımız sömürü düzeninin kitlelere yüklediği motivasyon Yedinci Mühür
filmindeki başkarakterin ruh halidir. Kapitalizmin verebileceği değerler,
burjuva ahlakına dayalı bencillik ve narsisizmdir. Narsist birey ölümden kaçar,
bu gerçekle yüzleşmek istemez, “biriciktir”. Yaşlanma karşıtı gerçekleştirilen
tüketim, ölümden değil, yaşlanmadan kaçışın belirleyicisidir. Lüks yaşam,
tüketim, özel mülkiyet hırsı, sınıf kardeşiyle kişinin vereceği mücadele, gösteri
bağlamında narsist kültürün gelişmesine yol açar. Yaşanan narsisizmin
bireyselden çıkıp toplumsala ulaşması kapitalizmin sonucudur. Her birey
diğerinden ve toplumsaldan tecrit edildiğinde, bencil bir toplum ortaya çıkar,
yalnızlık yaşamın gündeliğine dönüşür. Buna bağlı olarak, sürekli kendini
düşünen insan, ölümü de kendine yakıştıramaz. Mezarlıkların şehrin dışına
itilmesi, doğal olmayan ölümün müsebbibi kapitalizmin ölüm gerçeğinin
kitlelerin bilincinden uzaklaştırma hedefidir.
Çevremizi
saran rezidanslar, gökdelenler, ultra lüks yapılar, iş merkezleri, reklâm
tabelaları, AVM’ler ölümün olmadığı, hazzın tüketilmesinin yaşamının anlamına
dönüştürüldüğü gerçeğini karşımıza çıkarır. Bu yüzden mezarlıklar yerleşim
birimlerinde değildir.
Marx
ve Engels, tüm tarihi sınıflar mücadelesi tarihi diye özetler. Özel mülkiyetin
gelişiminden beri her zaman iki sınıf karşı karşıya gelir: ezen ve ezilen,
günümüzde burjuvazi ve işçi-emekçi. Kapitalist sistemde ölüm de mezarlık da
sınıfsaldır. Zenginlerin defnedileceği Boğaz gören mezarlıklar fahiş fiyatlarla
satılmaktadır. Yoksulların yakınları öldüğünde, yine bir ücret karşılığında
şehrin en uzak köşelerine gömülmektedir. İçinde olduğumuz halkın önemli bir
geleneği olan arife ve bayram günlerinde ailecek yakınlarının mezarına
gidebilmesi ekonomik açıdan çok zordur. Bugün mermer fiyatlarının artışından
kaynaklı yoksulların mezar yaptırabilmesi neredeyse bir aylık asgari ücrete
denk gelmektedir. İnsanlar kirasını ödeyememekte ve ev sahibi olamamaktadır.
40
milyonun üzerinde konutun nüfusa kayıtlı olduğu ülkemizde, işçi ve emekçi
sınıfların ev alabilmesi hayaldir. Kendi yurdunuzda evsiz olduğunuz gibi
öldüğünüzde de 3 metrekarelik bir mezarınız olmaz. Yaşarken de öldüğünüzde de
yoksulsanız evsiz, adressizsinizdir. Sanki hiç yaşamamış gibi yaşanmamış
hayatlar. Bir yeri yurt edinebilmek için orada mezarlarınızın olması gerekir.
Adressiz “yaşamak” ölümden sonra da devam eder yoksul için.
Anadolu’da
bir gelenek vardır. Yaşını almış büyüklerimiz “kefen parası” diye bir parayı
hep saklar ve o paraya dokunmaz. Bugün emekliler evine ekmeği zor
götürebilmekte, aylardır et yiyemediğini haykırmakta, evinin kirasını
ödeyememekte, beslenmesinden kısmakta, gerektiğinde ev sahibi tarafından sokağa
atılabilmektedir. Bu gerçek, halk ozanı Serdari’nin “Kefensiz kalacak ölümüz
bizim” dizesini hatırlatır. Yoksulun ölümü de mezarı da yoksulcadır.
Kapitalizmin
gelişmesi emperyalizme de ölüm açısından bir rant kapısı daha aralar. Kovid
döneminde insanlar, ailelerinden ve canlarından yitirdikleri parçalarını
görmeden defnedilmesine mahkûm edildi. Halk, kendi değer ve gelenekleri
çerçevesinde cenaze merasimi düzenleyip son olmasa da en önemli görevini ölen
yakını için gösteremedi, bir araya gelişi sağlayan toplumsallık parçalandı.
Kovid’den ölen insanlar için ayrı mezarlıklar yapılarak virüsün yayılımı
engellendi(!) ama fabrikalarda işçiler çarkları çevirdi, motokuryeler
siparişleri yetiştirdi, egemenler ve burjuvazi en iyi hastanelerde tedaviler
görüp lüks yalılarında kendilerini korudu. Depremde ölen canlar battaniyelerle
ve çeşitli örtünme biçimleriyle toplu hâlde gömüldüler. Yani kefensiz kaldı
ölülerimiz bizim.
Kapitalizmin
rant alanı olarak cenaze törenine ve tek kutuplu küresel ölüm yolculuğuna
üretimi kartondan tabutlar üretmek oldu. Artık o da yoksul için lüks!
1982’de
Ataol Behramoğlu’nun gazete haberlerinden yola çıkarak yazdığı şu şiir, sömürü
düzeninde değerlerin nasıl tek tipleştirilerek, yaşamın anlamının bozguna
uğratılmaya çalışılması noktasında tarihsel bir öneme sahiptir:
KARTON
TABUTLAR
“Bir
Belçika şirketi karton tabut yaparak gelişmekte olan ülkelere ucuz fiyattan
ihraç etmeye başladı...”
(Gazeteler)
Ölenleriniz
ve ölecek olanlarınız için
Tabutlarımız var, sert kartondan
Hem ucuz, hem kolay monte ediliyor
Pratik oluşları bundan...
Sözgelimi
bir depremde
Kıtlık ya da savaşta on bin ölü verdiniz
İstediğiniz sayıda tabutu
En kısa sürede yetiştiririz...
Çocuklar
ve hayvanlar için
Üretim yapıyoruz ayrı boy ve tipte...
Karton hayvan tabutlarına ilgi
Artıyor gelişmiş ülkelerde gitgide...
Ölenleriniz
ve ölecek olanlarınız için
Sert kartondan tabutlarımız var...
Gecikmeyin ısmarlamakta
Bayanlar! Baylar!
Verniklenmiş
ceviz ağacından
Tabutta gömülecek değilsiniz ya!
Haydi, karton tabutlarımız!
Kullanışlı ve çok ucuz fiyata!”[2]
Kapitalizmde
ölüm sınıfsaldır. Ezilen, sömürülen ve yoksul, öldüğü yerde kalır. Bazen bir
mezar bile yoksul halklar açısından lükse dönüşür. Bugün Filistin’de insanlar
hastanelerde, evlerinde, mülteci kamplarında, ambulanslarda, sokakta öldürülmektedir.
Ölenlerin yarısı çocuklardır: gelecektir, umuttur, masumiyettir. O yüzden bir
çocuk mezarı yetişkin mezarından küçük olduğundan, oradan geçen insanın
yüreğini acıtır.
“KUŞATMA
Sen
kurşun yağmurları altında
Güneşin delik deşik edildiği
Bir ülkede doğdun
Öptü kan revan içinde seni
Çırılçıplak bir ölüm
Ölümü
ve gözyaşını gördün yavrum
Kan emmeyi öğrendin yaralarından
Saplanırken
geceye ilk çığlığının sesi
Kestik göbeğini süngüyle senin
Terli bir asker kaputuna sardık sonra
Kurşunlar yağıyordu cesedine annenin
Ağla
yavrum ağla
Dindirsin içindeki acıyı gözyaşların
Dönsün toz duman arasın aşkı
Ve kalksın artık
Kanlı duvarlarından kuşatmaların
Ağla yavrum ağla şimdi...” [Mecit Ünal]
Filistinlilerin
ölümü konuşulurken asıl mesele, olan ölenlere ne olduğudur. Ölenler kendi
topraklarına gömülüp mezar taşları dikilmedikçe yurtseverlik bilinci gelişmez,
halk belleksizleşir ve tarihsizleşir. O yüzden, “ölüme karşı yaşam” demek kadar,
ölen için mezar hakkını savunmak da insani onurun, erdemin, değerlerin
gereğidir.
Emperyalizm
ölümü gösterse de mezarı göstermez. Bunun sebebi, toprağın altındakiyle
üstündekinin ilişkisini kesmektir. Sina çölüne doldurulmaya çalışan halkın
evlatlarının mezarları nerededir? Mezar hakkını savunmak, yurt mücadelesinin
önemli bileşenidir. Ezilenlerin mücadelesinde tarih, mezar taşında
ölümsüzleşir. Gelenek, değer, kararlılık orada anıtlaşır. Emperyalizme karşı
yurt mücadelesi veren halkların kahramanlarının mezarları o halkın kimliğidir.
Japonlara
atfedilen bir gelenek vardır: İlkokula başlayan çocuklar, Hiroşima ve
Nagazaki’ye götürülerek tarih ve yurtseverlik bilinci aşılanmaya çalışılır.
Ulusal kurtuluş mücadelesi veren birçok halkta bu gelenek görülür. Bugün Gazze,
Irak, Suriye, Donbas, Balkanlar özelinde düşünüldüğünde, emperyalist işgaller
sonucu katliamlar yaşanıyor. Halklar başka ülkelere göçe zorlanıyor, fakat
ailelerin -varsa- mezarları geride kalıyor, yurtsuzlaşma burada başlıyor.
Filistinliler
katliama uğrarken göçe zorlanıyor, fakat göç yollarındaki konvoylar Siyonistler
tarafından vuruluyor. Göçen halkın ölüsü de mezarı da geride kalıyor.
Sofokles’in
meşhur oyunu Antigone’de bir kadının kardeşi vatana ihanetle suçlanarak, kral
olan amcası tarafından öldürülür. Ölen kardeşin bedeninin hayvanlar tarafından
parçalanması emredilir. Antigone, her gün gidip kardeşini gizlice gömer ama
günün birinde ölüyü her gün çıkarıldıkça gömen kişinin o olduğu anlaşılır.
Antigone, kardeşini sahiplenmekle kalmayıp ölümü göze alarak insanın mezar
hakkını savunan onur mücadelesinin trajedisinde kahramana dönüşür. Bu oyun,
Brecht tarafından Hitler-Naziler dönemine uyarlanarak sahneye konur.
Yurt
mücadelesi karşısında ölümü göze alan Filistin’in evlatlarının cesareti kadar,
geride işgal altında kalanların ölen evlatlarının mezar hakkını savunması da
bir o kadar cesaret ve onur dolu kahramanlıktır. Bu yüzden yurt, üzerinde
yaşayanların savunulması kadar yerin altında onlar için yatanların da
savunulmasıyla anlam kazanır.
Kapitalizmde
ölüm sınıfsaldır. Demir Ökçe’de başkarakter, sınıf mücadelesi veren bir
kahramandır. Burjuvazi ve üniversite hocalarının toplandığı bir etkinlikte
burjuvazinin giydiği elbisede yoksulların kanı olduğunu onların yüzüne vurması
çarpıcıdır. Öyledir. Yine Brecht’e atıfta bulunacak olursak, Kafası Çalışan
Bir İşçi Soruyor şiirinde Mısır piramitlerini kimin yaptığını, İskender’in
savaşları tek başına mı kazandığı sorgulanarak, emeğin kolektif yönü ve sömürü
vurgulanır.
Şehrin
kalbinde yükselen camdan gökdelenlerin/sırça köşklerin temelinde işçilerin canı
karılmıştır. Asansör halatı kopar işçiler ölür, maden ocağı göçer işçiler ölür,
Kovid olur işçiler emekçiler ölür, asansör bakımı yapılmaz öğrenci ölür, sele
kapılan yoksul ölür, ilâç alamadığı/bulamadığı ve ameliyat olamadığı için halk
ölür, tersanelerde işçiler ölür…
Ölüm
sınıfsaldır, çünkü sermayenin birikiminde ölüm vardır. Kâr hırsı uğruna
işçiler, emekçiler, yoksul halk kitleleri ölür. Ölüm sadece burada
gerçekleşmez. Ölüm mezarlıklarda da gerçekleşir. İstanbul başta olmak üzere
büyükşehirlerin mezarlıklarına gidildiğinde uyuşturucu içen gençlere rastlanır.
Toprağın altındaki değil, üstündeki yaşarken ölmüştür, anlamı yitirmiştir,
bilinci yok edilmiştir. Burjuvazi de emperyalizm de nekrofildir.
Ölüm
ve mezarlık,, kaçılması gereken gerçekler olarak yozlaştırılır. O yüzden, sadece
ölüm değil mezarlıklar da “ürkütücü” gösterilir. Geceleri karanlıktır,
aydınlatılmaz ki mezar ziyaretleri de zorlaştırılsın, ölümden hep kaçılsın.
Sömürü çarklarının sınıf ve kitleler için ürettiği motivasyon budur, bu
kadardır. Aynı zamanda mezarlıklardan kaçıldıkça burjuvazinin işlediği
suçlardan da kaçılır.
“Akıtılan
ve akıp gelen kanlarda
Bir sabah büyük büyük ateşler yanınca
Eller temizlenecektir
Bir tören olacaktır
Ölülerimiz toplanacaktır.” [Turgut Uyar]
Sömürü
düzeninde ölüm ve mezarlık sınıfsal olduğu kadar ideolojiktir de. Hasköy Musevi
Mezarlığı örneğinde görüldüğü gibi, kapitalizm tarafından ırkçılık ve faşizmle
doldurulan paramiliter kitleler Musevilere ait mezar taşlarını kırmıştır. Yaşayanın
göç ettirildiği kadar mezarı da göç ettirilir. Ülkemizde yaşayan bir halkın
mezarlığına yapılan saldırıya ne kadar karşı duruyorsak, Filistin’de
Siyonistlerin gerçekleştirdiği katliamlar karşısında da yurt tapusu olan mezar
ve mezarlık hakkını işgal altındaki Müslüman, Hristiyan vd. inanca mensup
halklar için de savunmak zorundayız.
Halk
sınıflarını egemen sınıflardan da ayırmalıyız. Marx da bir Yahudi’dir, İsrail’i
protesto eden Yahudiler de vardır. Halklar arası düşmanlık emperyalizmin elini
güçlendirir. O yüzden, halkların kardeşliği sadece yerin üstündekilerle
bütünleşmek kadar yerin altındakilerle de bütünleşmekten geçer.
Şener
Şen’in oynadığı Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filminde bir
arkadaşları ölünce cenaze namazını çok az kişi kılar. Ermeni sanatçı Nübar
Terziyan ile Şener Şen arasında geçen diyalog, halkların kardeşliğinin cenazeyi
sahiplenmedeki samimiyeti gösterir.
-
Nübar sen Ermeni değil misin?
-
Ermeni’yim.
-
Namazda ne işin var?
-N’apıyim,
cemaat o kadar az ki adama ayıp olacak!”
Sömürü
düzeninde ölüm ideolojiktir. İşçi sınıfı, ölen sınıf kardeşlerinin mezarlarına
sahip çıkmalıdır. Sınıf bilincinin gelişmesi sınıfın geliştirdiği değerlerle
güçlenir. Sınıfsız sömürüsüz düzen ve dünya kurma yolunda yaşamıyla bayraklaşan
işçi, emekçi, mücadeleci insanlar öldükten sonra da yaşatılmalıdır. Nâzım
Hikmet, Yaşamaya Dair şiirinde “Yahut, kocaman gözlüklerin,/ beyaz
gömleğinle bir laboratuarda/ insanlar için ölebileceksin” dizelerini yazar.
Mersin’de
Kovid döneminde Ramazan Şahin adlı kimya öğretmeni, kapanma/kapatılma sürecinde
çalıştığı meslek lisesinde dezenfektan yapımı sırasında yaşanan patlamada
yaşamını yitirdi. Daha önce Yalova’da öğrencileri tarafından çok sevilen bir
matematik öğretmeni Halil Serkan Öz, öğrencilerinin karşısında sınıfın içinde
“kılık kıyafetinden” dolayı “azarlandığı” için onuruna ağır gelen bu durum
karşısında yaşamını yitirdi. Her ikisi de Eğitimsen üyesi öğretmenlerdi. Bu
öğretmenlerimizin mezarlarına çiçekler bırakmak yetmez, çalıştıkları
şehirlerdeki yeni yapılan okullara adları verilmesi için eğitim sendikaları
-maalesef Eğitimsen yapmadığından- ve meslektaşları olarak mücadele
verilmelidir.
Her
iki olay da kişisel değil, onlar nezdinde, sınıfsal bir meseledir. Onları
yaşatmak, değerlerimizi ve onurumuzu korumanın ve sınıf mücadelesinin
gereğidir.
Sonuç
Bugün
kapitalizmin ve emperyalizmin geldiği aşamada işgal, sömürü, yozlaştırma
politikaları ve saldırıları sonucunda ölüm, yaşamın olağan akışına
dönüştürülmüştür. Emperyalizm, medyasıyla zihinleri işgal ederek, pazarladığı
uyuşturucuyla halkları robotlaştırarak, sömürüyle kumarı ve fuhşu yayarak, iş
cinayetleriyle kârına kâr katarak, nihilizm ve bencilliği yayarak narsisizmi
küreselleştirerek yaşamı da ölüme çevirmektedir.
“Korkulması
ve kaçılması” gereken yerler mezarlıklar değildir, o mezarlıkları dolduran
sömürü düzeninin kurduğu rezidans ve gökdelenlerdir. Ürkütücü olan
mezarlıklarda yatan ölüler değil, yaşayan ölülere çevrilerek şiddeti birbirine
yönelten sınıf bilincinden ve değerlerden arındırılan işçi ve emekçi
sınıflardır. Mezarlıklar, en sessiz ve ağaçlı yerlerken kapitalist kentler en
gürültülü ve beton yığını yerlerdir. Mezarlıklarda yatanlar insanken, çevremizi
saran kuşatma insansızlaştırılmalıdır. Ne Gazze’de ne bir inşaatta ne bir maden
ocağında ne bir laboratuvarda ne bir tarım işçi servisinde ne bir depremde ne
bir sokakta ölmek istiyorsak ya da bir yakınımızı kaybetmek istemiyorsak, tek
çare, ezilen ve sömürülen sınıflar olarak kapitalizme ve emperyalizme karşı
dini, dili, cinsiyeti fark etmeksizin birleşmektir.
NOT: Yazının
kaleme alınma sürecinde bir haber dikkat çekici olmuştur ve kapitalizmin bize
unutturduğu değerleri ve ölüm gerçeğini hatırlatmıştır. Meksika’da 2 Kasım’da
Ölüler Günü Festivali düzenlenmektedir. Bu festivalde iskeletlerle ve
maskelerle yürüyüşler yapılıyor. Haber, başta absürt gibi gelse de devamında
festivale katılan halkın mezarlıklara giderek yakınlarının mezarlarını
çiçeklerle donattığı yazıyor. Unutturulmaya çalışan değerlerimiz açısından
dünya halkları için öğretici bir niteliğe sahip. Sömürü düzeni, bizi
birbirimize düşman etmeye çalışmakla yetinmeyip, aynı zamanda ölen
insanlarımızla da bağımızı koparmayı hedefliyor. Bu bakımdan, dünya halklarının
ürettiği değerlerden öğreneceğimiz çok şey var. Sınıfsız sömürüsüz bir düzen
kurmak istiyorsak halka gitmemeliyiz, halkın içinde olup onların yozlaşmamış
değerlerini güçlendirmeliyiz. Türkülerimizden fıkralarımıza, atasözlerimize,
cenaze merasimimize, mezar taşlarımıza kadar tüm değerlerimize sahip
çıkmalıyız. Son olarak, yazımızda da belirttiğimiz gibi ölüm ve mezar/lık
konusunda ciltler dolusu kitaplar yazılır. Bu nedenle, gerek ülkemizden gerek
başka ülkelerden halkların ölüme ve mezara yüklediği anlam ve sahiplenme
konusunda yeterince örnek veremediğimiz için tüm içtenliğimizle özür dileriz.
Ne öğreniyorsak sınıf ve yurt mücadelesi tarihinin değerlerinden öğreniyoruz.
S. Adalı
10
Kasım 2023
Dipnotlar:
[1] Sadi S. Kucur, “İstanbul’un Tarihî Müslüman Mezarlıkları”, İstanbultarihi.
[2] Ataol Behramoğlu, “Karton Tabutlar”, AB.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder