Büyük Resesyon ve onun yaşandığı gerçeklikte patlak
veren finansal kriz, öncelikle onlara sebebiyet veren asli araç olarak
neoliberal teoriden kopulmasını sağladı.
Dünya genelinde hükümetler, mali teşviklerden, süreci
kolaylaştırıcı para politikalarından ve kapsamlı devlet müdahalelerinden dem
vurdular, hatta birçoğu, işlemeyen mali kurumları millileştirmek, desteklemek
ve düzene sokmak zorunda kaldı.
Neoliberalizmin ismini tüm gücüyle silmek için
uğraştığı Keynes, sahneye geri döndü. Özellikle İngiliz-Amerikan dünyasının
merkez ülkelerinde neoliberalizme karşı yoğun bir hınç gelişti.
Başkan Barrack Obama, George W. Bush yönetiminin
devreye soktuğu kurtarma paketlerine onay verdi ve gelişmiş sanayi dünyasında
tanık olunmuş en büyük teşvik paketini ilân etti. Öte yandan, İngiltere
başbakanı Gordon Brown, mali teşviklerden yana duran ekonomi diplomasisiyle
“dünyayı kurtardı”.
Gelgelelim, kriz devam ettikçe, bilhassa ABD ve
İngiltere’de mali sermayenin hükümet karşısında sahip olduğu güç derinleşti,
Keynesçiliğe bağlanma ihtimali daha da arttı (Patnaik 2009a). Emekçi halkın
sırtına yüklenen kemer sıkma politikası ve bankalar için hazırlanan kurtarma
paketlerinin neoliberalizmin pratikte devletin eylemlerine sermaye, özellikle
mali sermaye lehine her daim etki ettiğini ortaya koydu. Devletin eylemleri,
aynı zamanda serbest piyasalardan ve “devletin tesirsiz kılındığı” süreçten de
epey etkilenmekteydi. Ama kimse, bu türden sürekliliklerin geçmişte yararlı
olmuş aynı güçler için tehlike arz ettiğini, onlarla çeliştiğini görmedi: zira
kemer sıkma politikaları ve kurtarma paketleri birlikte devreye
sokulduklarında, o Büyük Resesyon’un ömrünü uzatıyor, hatta devamında başka
mali krizlere yol açıyorlardı. Krizler meydana geldiğinde ise son seferde
kurtarılamayacak kadar büyük olan finans kurumlarını zaten epey borçlu olan
devletler hiçbir şekilde kurtaramıyorlardı.
Peki biz, bu makalede yeni müşterekçi komünizm
meselesini neden ele alıyoruz? Bunun nedeni aslında çok basit: Önde gelen
batılı solcu aydınların, büyük bir cesaretle, komünizmi şeytani olduğuna dair
imajından kurtarmaya ahdedip yeniden yüzlerini komünizme dönmeleri ile finansın
çıkarlarına sıkı sıkıya bağlı aydınların ve hükümetlerin yüzlerini Keynesçiliğe
dönmeleri arasında belirgin bir paralellik söz konusu.
Alain Badiou’nün The Communist Hypothesis [“Komünist
Hipotez” -2010a] ile Michael Hardt ve Tony Negri’nin Commonwealth [“Ortak
Zenginlik”, -2009] isimli çalışmaları, ayrıca düzenlenen konferansın basılı
hâlini içeren The Idea of Communism [“Komünizm Fikri” -2010] ve onunla
bağlantılı olarak basılan diğer yayınlar, bizatihi yazarları tarafından önemli
bir politik kopuş olarak görülüp selamlandılar. Costas Douzinas ve Slavoj Žižek’in
ifadesiyle, düzenledikleri konferans, ilk başta 180 civarı seyirciye hitap
edecek şekilde planlanmışken, sonrasında seyirci sayısı 1.200’e çıkartılmak
zorunda kalınmıştı:
“Konferans,
radikal felsefeyle politika arasındaki güçlü bağın yeniden tesis edilmesi için
gerekli yolu açtı. O muazzam katılım ve hepimizi şaşkına çeviren, konferansın
akmasını sağlayan ilgi (yabancı kişilerin bile birbirlerine eski dostmuş gibi
selam vermiş olması), güçlü bir mizahı ve sekter bir üslubu esas almayan
soru-cevap bölümleri (ki bu, solun nadiren tanık olduğu bir şeydi), tüm bunlar,
reel komünizme birilerince suç isnat edildiği dönemin artık sona erdiğinin
deliliydi. Bu konferans, düşüncelerin kapıştığı önemli bir zemindi, ama o, aynı
zamanda büyük bir politik olaydı.” (Douzinas ve Žižek, 2010, s. ix.)
Kendi varlığına önem verme konusunda altta kalmamak
adına Alain Badiou de aynı konferansla ilgili şunu söyledi:
“Konferansın
ardında Žižek ve ben vardık. Bizimle birlikte, çağımızın gerçek felsefesinin
(yani, egemen düzene destek sunan pratiğe veya akademik talimlere
indirgenemeyecek felsefenin) o büyük isimleri de aramızdaydı.” (Badiou 2010a,
s. 36).
İlk elden şu söylenebilir: Badiou’nün solun
“ideolojilerin sonu” fikrinin sonunu getirdiğine (Badiou 2010a, s. 99) ve
onlarca yıl komüniz6m fikrinden uzak durduktan sonra “komünizm fikri”ne geri
döndüğüne dair önermesi, Hardt ve Negri’nin komünizm fikrinin “müşterekler”i,
yani üzerinde yaşadığımız doğal ve kültürel dünyayı savunacak pratikle
ilişkilenmesine dair önerisi (Hardt ve Negri 2009, s. vii) ve Slavoj Žižek’in
bu fikirlerin kapsamını genişleterek, “iç doğadaki müşterekler”i (Žižek 2010)
aynı zamanda gecekondulular gibi “dışlanmışlar”ı da teoriye dâhil etmesi
gösteriyor ki bu düşünürler, uçsuz bucaksız bir politik düzen tahayyül
ediyorlar.
Biz, bu makalede esasen şunu söylüyoruz: yakından
bakıldığında, bu yeni yeni gündeme getirilen müşterekçi komünizm, esasında
Marx’ın küçük burjuva ideolojisi olduğunu ortaya koyduğu on dokuzuncu yüzyıl
Prudonizminin yirmi birinci yüzyıl sürümü. Ama tabii ikisi arasında tarihsel
bir farklılık söz konusu. On dokuzuncu yüzyılda geliştirilen Prudonizm,
Poulantzas’ın “küçük ölçekli üretim ve mülkiyete dayalı geleneksel küçük
burjuvazinin, bağımsız zanaatkârların ve tüccarların ideolojisi” dediği türden
bir ideoloji (Poulantzas 1975, s. 204). Bu ideolojinin yirmi birinci yüzyıldaki
sürümü ise gene Poulantzas’ın “üretim dışı ücretliler” dediği (Poulantzas 1975,
s. 206) ve yeni küçük burjuvazi olarak adlandırdığı kesime ait bir ideoloji.
Bugüne dek bu sınıf farklı şekillerde adlandırıldı: Ona “bilgi işçileri”,
“profesyonel yönetici sınıf”, “simge analizcileri” veya “biliş işçileri”
denildi. Son dönemde de “yaratıcılıkları üzerinden ekonomik değer üreten
yaratıcı sınıf” (Florida 2002, s. 68) olarak anılıyorlar.
On dokuzuncu yüzyılın geleneksel küçük burjuvazisi
bağlamında Proudhon’un sosyalizmi, trajikomik bir yaklaşım üzerinden, devrim
peşinde koştu (Prudoncular, Paris Komünü içerisinde faal olup dizginleri
ellerinde bulunduran, aynı zamanda Enternasyonal üyesi olan ana gruptu). Bu
kesimin amacı, aslında kendi sınıflarını büyük ölçekli üretim yapan kapitalizme
karşı korumaktı. Bu bağlamda, kapitalizmin varlığının sonlanmayacağını kabul
eden tedbirler önerdiler.
Buna karşılık, yeni küçük burjuvanın geliştirdiği yeni
komünizm daha beter: bu kesimin kaleme aldığı, fikir çorbasından müteşekkil
manifesto, “genel aklı” özelleştirmeye çalışan büyük şirketlere devrimci pozu
kesip parmak sallamakla yetiniyor. Tabii burada söylemeye bile gerek yok, bu
“genel akıl”, aslında “yaratıcı sınıf”ta tecessüm eden bir şey. Üstelik bu
manifesto, günümüz kapitalizminin niteliğine dair karman çorman fikirleri ve
moda hâline gelmiş görüşleri temel alıyor. Onda sosyalizmden eser yok.
Tıpkı iktidardaki sağın krize karşı gösterdiği tepkide
olduğu gibi, bu solcuların yeni komünizmi de eski düşünce ve pratiklerin terk
edildiğine, terk ediliyormuş gibi göründüğüne dair bilincin, o krizin
tetiklediği, aydının güvenilirliğini ve geçerliliğini yitirmemek için
geliştirdiği bilinç ile düşünsel ve politik açıdan zayıf olan bu temsilcilerin
o güvenilirliği ve geçerliliği muhafaza edememesi arasındaki gerilimin bir
neticesi.
Marx ve Marksizm konusunda yığınla büyülü ve ahenkli
söz dizip duran bu yeni komünistler, son otuz kırk yıldır olduğu gibi Marx’ın
asarının özünden, yani onun geliştirdiği politik ekonomi eleştirisinden uzak
durmaya devam ediyorlar. Bu yeni komünistlerin, Marx’ın kapitalizm
değerlendirmesinin “dönüşüm sorunu” ile malul olduğunu söyleyen, onu tutarsız
bulan ve ilgili değerlendirmenin bu sebeple kâr oranlarının düşme eğilimi
konusunda yanlış olduğunu iddia eden, kendilerini “Marksist iktisatçı” olarak
adlandıran kişilerin verdikleri hükmü kabul edip etmedikleri belli değil (bu
konuda bkz.: Elson 1979; Kliman 2007; Freeman vd. 2004; Desai 2010). Bu yeni
komünistler, gene de Marksizmi kapsamlı, ama aslında birbiriyle bağlantısız,
şekilsiz bir yığın fikrin bitmek tükenmek bilmeyen kaynağı olarak görüyorlar,
bu yaklaşımlarını ise bir tür “Marx’sız Marksizm” (Freeman 2010) anlayışına
dayandırıyorlar.
Ayrıca yeni komünistler, iyileştirmek için
uğraştıklarını söyledikleri politik anlayış eksikliğinin klasik Marksizm
kaynaklı olduğunu iddia ediyorlar (Bu yaklaşımın bir eleştirisi için bkz.:
Desai 2001). Yeni komünistler, temelde yirminci yüzyılda komünizmin tarihini
yanlış okudular, sorgulanması gereken hâkim görüşleri benimsediler, komünizmin
sorunları ve çöküşü konusunda neoliberalizmin yaptığı değerlendirmelere
kandılar (Bu konunun eleştirisi ve alternatif bir değerlendirme için bkz.: Kotz
1997).
Tıpkı sağın krize verdiği tepki dâhilinde, son otuz
yılın serbest piyasacı retoriği üzerinden kendi sınıfsal niteliğine ihanet
etmesinde olduğu gibi, bu yeni komünist aydınlar da krize verdikleri tepki
dâhilinde, son otuz yılda solun ulaştığı kapsama ihanet ettiler. Kendisini
Marksist olarak niteleyen birçok insan, Marx’ı ve komünizmi kendi küçük burjuva
endişeleri uyarınca okudu.
Sağın krizi çözmek ve büyüme için yeni bir temel inşa
etmek yerine yeni bir krizin yolunu açmasında olduğu gibi yeni komünistler de
yersiz ve gereksiz olduğu bir zemine doğru ilerlemekten başka bir şey
yapmadılar. Bırakalım Londra veya Wisconsin’deki eylemleri, Ortadoğu’yu kasıp
kavuran eylem dalgası ve özgürlük mücadeleleri konusunda dişe dokunur tek bir
şey söylememiş olmaları, solun ve yeni komünistlerin girdiği bu yolla alakalı.
Bugünlerde utanma nedir bilmeden “komünizme geri
döndüklerini” söyleseler de esasında bu kişilerin dillendirdikleri yeni
komünizm, son otuz kırk yılda solda gelişen her türden siyasetten kopuk, içi
boş ve kusurlu muhalifçilikten başka bir şey üretmedi. Aslında yeni komünizm,
solun neoliberalizme teslim oluşuydu.
Badiou’nün farkında olmadan veya belki de bilerek ama
utanma nedir bilmeden dile getirdiği biçimiyle, bu teslimiyet, yeni komünist
aydınların alabildiğine Avrupamerkezci bir yaklaşımla yorumladıkları Mayıs
1968’in gerçek mirasıydı.
Kadınlara ve azınlıklara özgürlükler kazandırmak gibi
onur duyulacak maharetlerinin haricinde Mayıs 1968, önemli politik sonuçlara
yol açtı. Üçüncü dünyada milyonlarca insanın ve genç isyancıların yürüttükleri
güçlü antiemperyalist mücadeleler ve savaşların ardından o kuşak olgunlaştı,
politik ve ekonomik iktidarın koltuklarına oturdu. Zamanla sağ daha fazla sağa
kayıp Yeni Sağ bayrağı arkasında dizilirken, sol da sağa kayıp “üçüncü yol”
bayrağı arkasına dizildi. Her ikisi de özgürlüklerin arttığı bahanesi ardına
saklandı, oysa sol da sağ da dünyada birçok insanın özgürlüğünü elinden aldı.
Buradan yeni komünizmin ana bileşenlerini
tanımlayabiliriz. Bundan sonra aktaracağım eleştiri, girizgâh niteliğinde ve
doğalında sıkıştırılmış bir versiyonu, genel çerçeveyi sunuyor. Marx’ın,
Marksizmin ve onun tarihinin yeni bir okumasını temel alıyor. Bu okuma, yeni
komünistlerin alabildiğine sorunlu ve belirli kısımları kendi işlerine geldiği
gibi mülk edindikleri yaklaşıma itiraz ediyor.
Kriz (2008 krizi) başladığından beri Kapital’e yönelik
rağbetin artmasında olduğu gibi, yeni komünistlerin düzenledikleri konferansa
akın eden yüzlerce insan da kriz koşullarında devrimci fikirlere dair o
anlaşılır olan düşünsel açlığı ifade ediyor. Ne var ki bu yeni komünistlerin
ürettikleri tağşişli gıda ürünleri krize hiçbir şekilde cevap sunmuyorlar. Bu
ürünler başarıyla pazarlanıyorlar ve açlığa gerçek bir ürünü tüketmek suretiyle
son verilmesine mani oluyorlar.
Yeni komünizmin eleştirisi, Marx’ın Proudhon
eleştirisinin ana hususlarına dair bir incelemeyle başlıyor: Bu hususlardan
biri de Proudhon’un her türden komünizm için zaruri olan “toplumda emeğin genel
örgütlenmesi” fikrine yönelik itirazı. Devamında Prudoncularla yeni
komünistlerde ortak görülen bir kusur olarak devlete dair yanlış anlayış ele
alınıyor. Yeni komünizm eleştirisinin devamında ise yeni komünistlerin,
özellikle yeni küçük burjuvazinin veya “yaratıcı sınıf”ın çıkarlarını ve
kendisine dair inşa ettiği imajı ifade eden düşünce tarzının yeni özelliklerine
yoğunlaşıyor. Bu yeni özellikler, merkeze yerleştirdikleri “müşterekler”
denilen kategori üzerinden gelişen kafa karışıklıklarını, “zihin işçileri”ni
“sabit sermaye” olarak ele alan fikirlerini, kârın yerine rantı koyan
yaklaşımlarını, son olarak, Žižek’in sorgulanması gereken, kapitalizmle
demokrasi arasındaki ilişkiye dair görüşlerini içeriyor. Makale, komünizmde
değerin biçimi, komünizme ulaşmak için verilen mücadelelerde devletin merkezi
rolü ve bu mücadelelerin ileride alacağı muhtemel biçimler ile ilgili bazı
düşüncelerle sona eriyor.
Yeni Komünizm
Görebildiğimiz kadarıyla, bu “yeni komünizm” denilen
binanın inşaatını Badiou başlattı. Badiou’nün önerisi şuydu: sol, bir kez daha
kendisini komünizme değil, “siyaset, tarih ve ideolojinin sentezi anlamında
komünizm ‘Fikri’ne göre ‘özne kılmalı’. […]” (Badiou 2010b, s. 3, 4). Badiou’ye
göre “Komünizm Fikri, ancak bireyle politik işlem arasındaki sınırda
varolabilir. Özneleşme sürecinin bir unsuru olarak politik işlemin kendisi,
politikanın tarih düzleminde tefekkür edilmesini temel alır.” (Badiou 2010b, s.
4). Badiou, bu tarih düzleminde yürüttüğü tefekkürün ürünlerini Mayıs 1968, Çin
Kültür Devrimi ve Paris Komünü ile ilgili tartışmaları dâhilinde aktarır. Bu üç
olay arasındaki farklılıkların yanında Badiou, onların ortaklaştığı iki temayı
tespit eder: “Devletçiliğin reddi” ve “devrimci bir araç olarak partinin
reddi.”
Esasında Badiou, tüm “demokratik siyaset”i hor gören
bir isimdir. Ona göre demokratik siyaset, “bankaların ihtiyaçlarına büyük bir
hevesle hizmet etme isteğinden başka bir şey değildir.” “Kapitalist
parlamentarizm”i de reddeden Badiou, “devlet iktidarından uzaklaşmış” bir
siyaset talep eder, ama bir yandan da devlet iktidarının varlığını uzun süre
sürdüreceği öngörüsünde bulunur (Badiou 2010a, s. 98–99). Devlet iktidarıyla
ilişki kurma konusunda ayak sürüyen yaklaşım, zamanla reddiyeye evrilir.
“Devlete doğrudan dâhil olma fikrine karşı çıkılmalı, devletten para
dilenilmemeli, seçimlere girilmemeli vs. Tüm bu politik adımlar, ebedi bir
görevin parçasıdırlar. Çünkü yeni politik hakikatleri yaratma pratiği, her daim
devletçi, dolayısıyla, tarihsel olgularla bir olayın ebedi sonuçları arasındaki
ayrım çizgisini kaydırır” (Badiou 2010b, s. 13).
“Afrika
gibi yerlerden gelmiş olan yeni proleterleri ve son otuz kırk içinde verilen
politik mücadelelerin varisi olan aydınları (ki muhtemelen Badiou, burada
kendisinden söz ediyor -RD.) temsil eden bu tür bir siyaset, mevcut
partilerle veya onların ayakta kalmasını sağlayan seçim sistemi ve kurumsal
yapıyla herhangi bir organik ilişki içinde olamaz.” (Badiou 2010a, s. 99).
Devleti, siyaseti ve demokrasiyi redde tabi tutan
yaklaşım, aslında Marksizmde gördüğümüz “devletin sönümlenmesi” anlayışıyla bağ
kuruyor ve “bir hedef olarak komünizme yeni kurulan devletin yürüteceği
çalışmalar üzerinden ulaşılabileceği” fikrine karşı çıkıyor (Badiou 2010b, s.
13). Bu tür bir siyaset anlayışı üzerinden Badiou (2010a, s. 179), Marx’ın
Paris Komünü değerlendirmesini “muğlâk” bulduğunu ifade ediyor:
“Bir
yandan Marx, devletin, daha da özelde ulus-devletin dağılmasına yol açıyormuş
gibi görünen her şeyi göklere çıkartıyor. Bu bağlamda Marx, şu hususlara vurgu
yapıyor: ‘Komün’ün profesyonel orduyu halkı doğrudan silâhlandırma kararı
doğrultusunda lağv etmesi, memurların görevden alınabilmesi ve seçimlerle
ilgili tedbirler, karar alma ve yürütme görevleri lehine olacak şekilde, güçler
ayrılığını ortadan kaldırması, enternasyonalizmi (Komün’ün maliye komisyonunun
bir üyesi Alman’dı, askeri liderleri Leh’ti vs.). Fakat bir yandan da Marx,
devletin sahip olduğu kusurlara dair şikâyetini dile getiriyor. Bu anlamda
Marx, devletin askeri merkezileşme pratiğinin zayıf olduğu, mali öncelikleri
tanımlamaması, ulusal sorunla ilgili eksiklikleri, başka şehirlere hitap
edememesi, Prusya ile savaş konusunda bir şey yapmaması, söylememesi, taşradaki
kitleleri harekete geçirememesi üzerinde duruyor.”
Badiou, bu değerlendirmesi dâhilinde, “Engels’in
Komün’deki iki ana politik eğilimin, Blankicilerin ve Prudoncuların ilân
ettikleri ideolojinin tam aksini yaptıklarını ortaya koymak suretiyle,
Komün’deki çelişkileri aynı şekilde formalize ettiklerini” söylüyor. Engels’in
tespitine göre, merkezileşmiş ve komployu temel alan politikanın savunucusu
olarak Blankiciler, devlet bürokrasisini yok etmek zorunda kalırlarken,
birliklere muhalif olan Prudoncular, geniş ölçekli işçi birliklerine destek
sunmak zorunda kaldılar. Bu noktada Badiou, “Marx ve Engels’in 1871’de temsil
ettiği akımın mevcut duruma daha fazla uygun düşüp düşmediği” sorusunu soruyor.
Badiou, cevabı okura bırakıyor ve sadece “Marx’ın değerlendirmesindeki
muğlaklık, sosyal demokrasi denilen eğilim ve Leninist radikalleştirme
pratiğince geleceğe aktarılıyor. Leninist akım, yüz yıl boyunca parti denilen
temel fikir dâhilinde, bu muğlâklığın taşıyıcılığını yapıyor” demekle
yetiniyor. (Badiou 2010a, s. 181).
Badiou’ye göre, parti denilen temel fikir çöpe
atılmalıdır. Zira o, “Paris Komünü’nün halkın ve işçilerin politik
hareketlerinin girdiği parlamentarist yoldan ilk kez kopan, bugüne dek bu
özelliğiyle biricik olan bir deneyimdir” (Badiou 2010a, s. 196–7). Her ne kadar
Kültür Devrimi,
“özgür
politikanın onu hapseden parti-devlet çerçevesinden hakikatte ve dünya
gerçekliğinde kopulmasının imkânsızlığına delil teşkil ediyor olsa da, tüm
özgürlükçü politika, gene de parti modeline veya çok partili modele son
vermeli, buradan da anarşizme düşmeden, partisiz politikayı olumlayabilmelidir”
(Badiou 2010a, s. 155).
Eğer sol, “belirli bir politik hareketin yol açtığı
genel sonuçların sorumluluğunu alabilecek yegâne kişiler olduklarını iddia
eden, parlamentoda faal politik personelden başka bir şey değilse, artık o
soldan kopmanın vakti gelmiş demektir” (Badiou 2010a, s. 198). Daha doğru bir
ifadeyle, “temsiliyeti esas alan politika tarzından, hatta demokrasiden
kopulmak zorundadır” (Badiou 2010a, s. 227).
“Mevcut
ekonomik krizde dile getirilen ‘bankaları kurtarın’ sloganının tek başına ispat
ettiği biçimiyle, politik iktidar, kapitalizmin ajanından başka bir şey
değildir. Bu koşullarda devrimciler bölünmüş durumdadır, örgütsel yapıları
zayıftır. İşçi gençliğinin en geniş kesimleri nihilist kötümserliğin tuzağına
düşmüştür. Aydınların büyük bir kısmı uşaklaşmıştır. Buna karşılık, o ünlü Komünist
Parti Manifestosu’nun sahneye çıktığı 1848 yılı itibarıyla Marx ve dostları
kadar yalnızlaştırılmış olsak da bugün gene de yoksullar ve işçi kitleleri
arasında gelişen yeni tipte politik faaliyetlerin örgütlenme sürecine bizden
giderek daha fazla insan dâhil oluyor, komünist Fikrin gerçekte yeni ortaya
çıkmış biçimlerini desteklemesi muhtemel her bir yolu bulmak için daha fazla
insan çabalıyor.” (Badiou 2010b, s. 14)
Badiou’nün Marx ve Marksizmin politikasının temel
unsurlarını redde tabi tutmasına rağmen o politikaya yakın olduğu iddia ettiği
komünizm fikrine Hardt ve Negri, komünizmin “müşterekler”in özelleştirilmesine
karşı geliştirilen bir tür direniş olarak anlaşılması gerektiğine dair iddiayı
ekliyor. Bu iki isim de önerilen projenin devlet ve parti dışı yaklaşıma muhtaç
olduğu konusunda Badiou’yle uzlaşıyor. “Kapitalist iktidarın felâketlerle
sonuçlanan krizler neticesinde sona ereceğini, bu çöküşü kapitalizmin küllerinden
doğan yeni bir ekonomik düzenin takip edeceğini söyleyen çöküş teorilerini de
toplumsal üretim üzerindeki devlet kontrolünün artacağı, üretimin devlet eliyle
gerçekleştirileceği, devletin düzenleyici rolünün güçleneceği, servetin ve
kontrol mekanizmalarının özel ellerden kamuya devredileceği sosyalist geçiş
aşaması anlayışını da” redde tabi tutan Hardt ve Negri (2009, s. 311) üzerinde
çalıştıkları geçiş aşaması anlayışının “çokluğun hem özel kişilerin hem de
kamunun kontrolünden azade olmasına, bu özerkliğin artmasına, toplumsal
öznelerin örgütlü toplumsal karşılaşmalar, iletişim ve işbirliği kapsamında
yürütülen eğitim ve öğretim yoluyla dönüştürülmesine, dolayısıyla,
müştereklerin ilerici manada biriktirilmesine ihtiyaç duyduğunu” söylüyor ve devamında
şu tespiti yapıyor:
“Neoliberalizmin
müşterekleri özelleştirdiği sürece karşı geliştirilecek direniş, özelin yegâne
alternatifinin, devletlerin ve diğer hükümet kurumlarının yönettiği ve düzene
soktuğu kamu olduğu anlamına gelmez.” (Hardt ve Negri 2009, s. viii).
Hardt ve Negri’ye (2009, s. viii) göre, müşterekler
bir yandan hava, su, toprağın mahsulleri ve doğanın sunduğu tüm armağanlar
gibi, Avrupa tarihine ait klasik politik metinlerde çoğunlukla bütünüyle
insanlığın mirası olarak kabul edilen ve birlikte paylaşılması gerektiği
söylenen, maddi dünyaya ait ortak serveti, bir yandan da toplumsal ilişkiler ve
üretim için gerekli olan bilgi, dil, kodlar, malumat, duygular vs. gibi
toplumsal üretimin sonuçlarını da içerir.
Hardt, bu yeni komünizm anlayışını Marx’ın eserlerinde
yer alan iki pasaja dair kendi okuması üzerinden meşrulaştırmaya çalışıyor.
Burada başvurduğu birinci metin, 1844 Paris Elyazmaları’nda yer alan
“Özel Mülkiyet ve Komünizm” başlıklı bölüm, diğeri de Kapital’in birinci
cildinin son kısmında yer alan pasajdır. İlk metinde Hardt (2010, s. 139),
Marx’ın komünizmi özel mülkiyetin ilgasıyla bir tuttuğunu söyler. Hardt’a göre
Marx, “burada özel mülkiyetin kapsamını tüm toplumu kapsayacak şekilde
genişletmekten de onu genele teşmil etmekten de söz etmemekte, tam da
mülkiyetin ilga edilmesi üzerinde durmaktadır.” Bu noktada Hardt, Marx’ın “özel
mülkiyet bizi öyle aptallaştırdı, öyle meselenin tek tarafına kilitledi ki bir
nesne ancak bize ait olursa onun bizim olduğunu düşünmeye başladık” (Marx 1975,
s. 351) sözünü aktarır ve devamında şunları söyler:
“Bir
şeye sahip olmadığımızda o şey nasıl bize ait olabilir? Kendimizi ve dünyamızı
mülkiyet olarak görmemek ne demektir? Özel mülkiyet, onu göremediğimiz için mi
bizi böylesine aptallaştırdı? Marx, esasen burada müştereğin arayışında.
Müştereğin kullanımını karakterize eden paylaşım ve açık erişim, ortadaki bir
gerçekliktir ve mülkiyet ilişkileriyle çelişir. Dünyayı sadece özel veya kamusal
bir şey olarak görebildiğimiz için bu kadar çok aptallaştık. Müştereklere
körleştik.” (Hardt 2010, s. 139)
Hardt’ın iddiasına göre bu arayış, Marx’ın Kapital’de
(1867/1977, s. 929) “Kapitalist üretim, doğa kanunun tüm acımasızlığıyla,
kendisinin olumsuzlanmasına sebep oluyor. […] Bu olumsuzlama dâhilinde üretici
özel mülkiyete yeniden sahip olamıyor, eline sadece kapitalist dönemin
getirdiği kazancı, yani toprağın ve üretim araçlarının ortak mülkiyetini ve
işbirliğini temel alan bireysel mülkiyet geçiyor” tespitiyle birlikte sona
ermiştir. Hardt’a göre (2010, s. 140) Marx, burada şunu kastetmektedir:
“Kapitalist
gelişme, kaçınılmaz olarak işbirliğinin ve müştereklerin merkezi bir rol
oynamasına neden olur, bunun neticesinde kapitalist üretim tarzının alt
edilmesi için gerekli alet edevatı temin ederek, alternatif toplumun ve
alternatif üretim tarzının, müşterekçi komünizmin temellerini atar.”
Hardt, bir yandan da bu anlayışın “esas olarak
sorgulanan maddi unsurları bilince çıkarttığını” söyler ve bu maddi unsurların
bugünkü kapitalist üretimin hâkim biçimleri olmadığı üzerinde durur. Hardt, Paris
Elyazmaları’da yer alan pasajlara atıfla, “maddi olmayan, gerçekte
biyopolitik olan yönler”e vurgu yapar. Bu noktada Hardt, Marx’ın komünizmi
“insanın kendisine yabancılaşması olarak özel mülkiyetin azledilişi”, “insanın
özünün insan aracılığıyla ve insan için gerçek manada temellük edilmesi” ve
“insanın yeniden tam anlamıyla toplumsal, yani insani bir varlık hâline gelişi”
olarak anladığını söyler. Hardt’a göre,
“temellük,
artık özel mülkiyet biçiminde, bir nesnenin mülk edinilmesini değil, kendi
öznelliğimize, insani ve toplumsal ilişkilerimize sahip olmayı ifade
etmektedir. Marx bu komünist temellükü, insan aklı ve yaratma ve üretme
pratiğiyle alakalı tüm melekeler üzerinden izah eder. ‘İnsan, kendi bütünlüğüne
ait özünü gene bütünsel bir yoldan temellük eder’, burada Marx, bu temellükü
insanın dünyayla kurduğu, görme, işitme, koklama, tatma, hissetme, düşünme,
tefekkür etme, sezme, isteme, eyleme geçme ve sevme gibi tüm insani ilişkileri
üzerinden açıklar. Kanaatimce bu ‘temellük’ terimi, okuru yanıltan bir
ifadedir, çünkü Marx, aslında burada zaten varolan bir şeyleri ele geçirmekten
değil, yeni bir şeyleri yaratmaktan bahsetmektedir. […] Özel mülkiyetin ilgası,
komünizmin pozitif muhtevasıdır. Bu muhteva, insanın kendi öznelliğini ve kendi
insanlığını özgürce üretmesini ifade eder.” (Hardt 2010, s. 141)
Hardt, temellük dâhilinde, çelişkili bir biçimde
üretimin nesnesi aslında bir öznedir, kapitalist üretimin nihai hedefi emtia
değil, toplumsal ilişkiler veya hayat biçimleridir” (2010, s. 142) derken,
günümüzde hüküm süren kapitalist üretimle ilgili geliştirilmiş (Žižek ve
Negri’nin de paylaştığı) bir görüşü savunuyor. Bu görüş, kapitalizmin maddi
üretimi değil, giderek daha çok kültürel üretimi içerdiğini iddia eden, “bilgi
ekonomisi” ve “enformasyon toplumu” gibi tespitlerle aynı kökten beslenen
“bilişsel kapitalizm”e dair anlayışları temel alıyor. Hardt, bu kapitalizmde
fikirler, duygular, toplumsal ilişkiler ve hayat biçimleri gibi müştereklerin
kapitalist üretimin giderek merkezine oturduğunu ve komünist proje için gerekli
koşullar ve silâhlar olarak öne çıktığını söylüyor (Hardt 2010, s. 143). Ayrıca
Hardt, Žižek ve Negri ile ortaklaşarak, “bunların temellük edilmesinin canlı
varlıkları sabit sermaye olarak merkeze oturttuğunu, söz konusu temellükün iş
sürecinde edinilen, daha da önemlisi, doğrudan değer üreten ve iş dışında
biriken insani melekeler, beceriler, bilgiler ve duygular sayesinde katma
değerin temeli hâline gelen hayat biçimlerinin üretilmesi sürecini içerdiğini”
iddia ediyor (2010, s. 141).
Slavoj Žižek ise kendisini diğer yeni komünistlerin
soluna yerleştiriyor, fakat bu konumlanma, esasen retorik düzleminde
gerçekleşiyor. Žižek, komünizm Fikrinin canlandırılması ihtiyacını görüyor. Bu
tespitini “liberal demokratik kapitalizm, onun sınırsız bir biçimde kendisini
yeniden üretmesine mani olmaya yetecek kadar güçlü olan çelişkileri içerdiği”ne
ilişkin değerlendirmesi üzerinden dillendiriyor. Ona göre bu çelişkiler, Hardt
ve Negri’nin tanımladığı müştereklerin şirketlerce yağmalanması sürecini
içeriyor. Žižek, bu çelişkilere iki çelişki daha ekliyor ve bu düzlemde, neoliberal
özelleştirme sürecine karşı korunması gereken genetik mirastan ve içerilenlerle
“dışlananlar” arasındaki gerilimden söz ediyor. Žižek, bu son gerilimi
önemsiyor (2010, s. 214), çünkü “dışlananlar olmadan, küresel kapitalist
sistemin uzun vadede çelişkilerle malul gerçekliğin içinden sağ çıkamayacağını,
aynı şekilde, cemaatçilik, popülizm, Asyalı değerlere sahip kapitalizm gibi
kılıflar altında bir tür sosyalizmi yeniden icat etmek suretiyle komünizm
denilen çözümden kaçınamayacağını” söylüyor. Bu sebeple, “komünizm” terimini
ancak “dışlananlar”a yönelik atfın meşrulaştıracağını iddia ediyor.
“Dışlananlar” konusunda Žižek, yeni proleterlerden
bahseden Badiou ile yan yana düşüyor ve “proletarya” kavramının “Marx’ın
tahayyülünü, ‘zincirlerinden başka kaybedeceği bir şey olmayanlar’ sözü
üzerinden tarif edilen proleter tasavvurunu aşan, ‘hepimiz her şeyimizi yitirme
tehlikesiyle karşı karşıyayız’ anlayışı üzerinden varoluşsal düzleme taşınarak
radikalleştirilmesi önerisinde bulunuyor. Buna karşılık, Žižek, devlete
odaklanmış siyasetin hâlen daha önemli olduğunu söyleyerek Badiou’den
ayrışıyor. Hatta Žižek, “Devletin kendisini radikal manada dönüştürdüğü, halk
katılımının yeni biçimlerine yaslanan bir proletarya diktatörlüğü anlayışının
hâkim kılınması gerektiğini” söylüyor (Žižek 2010, s. 220). Bir yandan da
mücadeleye dair demokrasi temelli anlayışa destek sunan Žižek (2010, s. 221)
“bugüne dek kapitalizm, görünüşte demokrasiye kopmaz bağlarla bağlıymış gibi
görünmüşse de bugün aradaki o bağ kopmuştur” diyor.
Bunun sebebini Žižek, “Klasik Marksizm anlamında artık
sömürünün varolamayacağı, bu sebeple, ekonomi dışı güç eliyle doğrudan hukuki
tedbirlerin giderek daha fazla alınması gereken bilişsel kapitalizm”de buluyor
(Žižek 2010, s. 224). Bu tespiti yaparken Žižek, Negri’nin Grundrisse’deki
belirli pasajlara dair yorumu üzerinden dillendirdiği, kapitalist üretimde
sabit sermayenin rolünün arttığına dair tespitine atıfta bulunuyor. Negri, o
yorumunda, “genel toplumsal bilginin gelişiminin insanın bizatihi kendisinin
sabit sermaye hâline geldiği bir duruma yol açtığını, çünkü emeğin üretici
gücünün kendisinin en büyük üretici güç olduğunu” söylüyor (Žižek 2010, s.
222). Buradan Žižek şu tespiti yapıyor:
“[…]
İnsanın kendisinin sabit sermayenin ana bileşeni hâline gelmesiyle birlikte
kapitalist sömürünün toplumsal temeli çöküyor, sermaye, artık bir tür asalak
olarak iş görmeye başlıyor. Bugünkü küresel interaktif medya ile birlikte
yaratıcı icatlar bireysel olmaktan çıkıyor, hızla kolektifleşiyor, ‘müştereğin
parçası’ hâline geliyor, öyle ki onu telif hakları üzerinden özelleştirmeye
dönük her türden çaba sorun hâline geliyor, kelimenin tam anlamıyla mülkiyet,
hırsızlığın ta kendisi oluyor.” (Žižek 2010, s. 222)
Žižek, Negri’nin “ücretler dönemi sona erdi. İş
sürecinde sermayeyle ücret konusunda karşı karşıya gelindiği durumlar, yerini
yurttaşın gelirinin yenilenmesiyle ilgili olarak çoklukla devletin karşı
karşıya geldiği durumlara bıraktı” tespitine katılıyor (2010, s. 222). Aynı
yerde Žižek, Negri’nin buradan “asıl görevin sermayeyi ortadan kaldırmak değil,
onu kapitalizm içerisinde kalmış kamu yararını tanımaya zorlamak” olduğuna dair
çıkarımını aktarıyor. Devamında Žižek, kendi üslubuna uygun biçimde, Negri’yi
“standart (hatta belki de Fordist bir) post-Hegelci olarak konumlandırıyor.
Üretimdeki aşırı akışı zapturapt ve kontrol altına almaya çalışan bütünlük
karşısında o akışa bakan post-Hegelciliğe vurgu yapıyor. Bu tespiti üzerinden Žižek,
okurlarını daha fazla ikna edecek bir şey söylüyor ve esnek üretimi ve özel
üretimi esas alan post-Fordist yaklaşımın “paralaks kayması” olduğunu iddia
ediyor. Žižek’e göre bu paralaks kaymasında “kapitalist ağı biz üretimdeki
çokluğun akışı karşısında gerçek bir aşırılık ve fazlalık olarak algılıyoruz.” Gelgelelim
burada Žižek, akademide veya düşün alanında ciddiye alınabilecek bir
farklılıktan değil, aslında bir markanın piyasaya sunulmasından söz ediyor. Tam
da bu düzlemde, bir sonraki sayfada Negri’nin Carlo Vercellone’de aldığı,
“günümüz kapitalizmi artık kârla değil rantla ilgilidir” tespitine katıldığını
söylüyor.
Žižek’e göre “genel aklın” rolündeki artış, Marx’ın
beklediği gibi, kapitalizmin kendi kendisini çözüp dağıtmasının değil,
özelleşmiş genel akıl temelinde kârın ranta dönüştürülmesinin bir sonucu. Žižek’in
iddiasıyla, “Yirmi otuz yıl içerisinde, özelleştirip kontrol altına altığı
‘genel aklın’ özel biçimine milyonlarca fikir işçisinin katılmasına imkân
sağlayarak temellük edindiği rant üzerinden dünyanın en zengin insanı hâline
gelmiş olan Bill Gates örneği” çok şey anlatıyor. İşçiler, bu düzende artık
kendi emeklerinin nesnel koşullarından kopmuş durumda, çünkü ellerinde kendi
bilgisayarları var, ama bir yandan da “genel akıl” adına, çalışma pratiklerinin
toplumsal zemininden kopuklar, çünkü genel akla artık özel sermaye aracılık
ediyor. (Žižek 2010, s. 225). Bu açıdan, Žižek’e göre, kültürel müşterekler
için söylenenler, “harici doğal müşterekler” için de geçerli. “Günümüzde yüksek
petrol fiyatlarının sebebi, petroldeki kıtlık ve sınırlı tedarik sebebiyle, bu
kaynak konusunda petrolün sahiplerine ödediğimiz rant.” (2010, s. 225). Žižek,
söz konusu değişimleri devlete ve demokratik siyasete yönelik vurgu yapılması
gerektiği tespiti üzerinden okuyor ve bu tespitiyle diğer yeni komünistlerden
ayrışıyor. Ona göre:
“Bugünün
postmodern kapitalizminin ‘temel çelişki’si: bu kapitalizmin genel mantığı
düzenleme mantığından uzak duran, ‘devlet karşıtı’, göçebe/yersiz
yurtsuzlaştıran bir mantık olsa da ondaki kârdan rant toplama eğilimi,
düzenleme işlevini her yerde hissettiren devletin rolünün güçlendiğine
delalettir. Dinamik bir seyir olarak yersiz yurtsuzlaşmaya devletin ve hukuki
aygıt dâhil tüm aygıtların otoriter bir biçimde gerçekleştirdikleri
müdahalelerdeki artış eşlik eder, üstelik bu yersiz yurtsuzlaşma süreci tam da
bu müdahaleleri temel alır. Tarihsel düzlemde varolduğumuz zeminin sunduğu
ufukla baktığımızda şu görülmektedir: bugünkü toplumda kişisel liberterizm ve
hedonizm, devlete ait düzenleyici mekanizmaların meydana getirdiği karmaşık
ağla birlikte varolmakta, o ağ sayesinde varlığını sürdürmektedir. Yok olmak
şöyle dursun, Devlet daha da fazla güç kazanmaktadır.” (Žižek 2010, s. 224)
Her ne kadar Žižek, rant peşinde koşan bu vahşi
kapitalizme karşı politik bir mücadele verilmesi gerektiğini söylese de bu
mücadeleye yüklediği anlam ve muhteva bu iddiasıyla çelişmektedir. Žižek’in
görüşüne göre dünyada işçi sınıfı üç gruptan oluşmaktadır:
1. Düşünsel planlama ve pazarlama işiyle uğraşanlar;
2. Maddi üretimle ve maddi kaynakların tedariki işiyle
meşgul olanlar, yani fikir emekçileri;
3. Eski tip elle çalışan işçi sınıfı ve paryalar.
Žižek’e göre bu üç grup, ne yazık ki “kültürlü kesime
has hedonizme ve liberal çokkültürcülüğe, popülist köktenciliğe ve en uca
savrulmuş aykırı biçimlere bağlılık esasına göre ayrışmaktadır. Bu ayrımların
üstesinden birleşerek gelmeleri bile başlı başına bir zaferdir.” (Žižek 2010,
s. 226).
Yeni Komünistlerin Prudonculuğu
Marx’ın 1847 tarihli Felsefenin Sefaleti isimli
eserinde yaptığı Proudhon eleştirisi ve sonrasında kaleme aldığı ekonomi
çalışmalarında dağınık hâlde bulunan eleştiriler, Proudhon’un fikirlerinin meta
fetişizminden kaynaklanan kaba politik ekonomiye has hataların bileşkesinden
ibaret olduğunu ortaya koyuyor (“Proudhon, bir sentez olmak istiyor. O, bir
dizi hatadan oluşan bir bileşke.” (Marx 1847, s. 107)).
Kullanım değeri ile değişim değerini birbirinden
ayıramayan Proudhon, gerçekte birbirlerine karşı olmalarına rağmen, değerle
faydayı birbirine denkliyor (Marx 1847, s. 32), buradan da emtia üretiminin
“emek parası” ile uzlaştırılabileceğini iddia ediyor (Marx 1847, s. 172–5 ve
Marx 1867/1977, s. 188–9), ayrıca tüm metaların doğrudan değiş tokuş edilir
olduğu varsayımını önsel olarak kabul ediyor (Marx 1867/1977, s. 161).
Proudhon’un önerileri, esasen küçük üreticilerin
çıkarlarını dile döküyor. Fakat çelişkili çıkarlara sahip olan küçük burjuva,
bir yandan kapitalistlerin çıkarlarıyla, bir yandan da her türden potansiyel
sosyalizmle çelişiyor. Küçük burjuvaya sadece kendisini hüsnükuruntu ve hayalle
teşkil etmek kalıyor. Poulantzas’ın (1975, s. 297–8) ifade ettiği biçimiyle:
“Uzun
vadede küçük burjuvazi, kendisine ait özerk bir sınıfsal konuma sahip değildir.
Bu anlamda, kapitalist toplumsal formasyonda sadece burjuva yol ve proleter yol
(sosyalist yol) vardır, ‘orta sınıf’ üzerinde duran muhtelif teorilerin ısrarla
dile getirdiği gibi, ‘üçüncü yol’ diye bir şey yoktur. […] Burada, başka
şeylerin yanında, kastedilen şudur: küçük burjuvazi, hiçbir yerde politik
açıdan hâkim sınıf hâline gelememiştir. […] Küçük burjuvazinin aldığı sınıfsal
konumlar, ister istemez burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki güçler dengesini
merkez alır, buradan da burjuvazinin konumu lehine veya aleyhine hareket ederek
ya da işçi sınıfının konumu lehine veya aleyhine hareket ederek, bu iki sınıfın
sınıfsal konumlarını birbirine bağlar. […] Bu bağı kurarken bile küçük burjuva
ideolojisine ait özelliklerin izini taşır.”
Aşağıda ilkin Marx’ın devletçiliği, aslında “toplumda
emeğe ait her türden genel teşkilâtı” reddetmesi sebebiyle Proudhon’a
yönelttiği eleştiriyi inceleyeceğiz. Proudhon bu eleştiriyi, geniş ölçekli
kapitalizmle küçük emtia üretimi arasındaki ilişkiyi yanlış anladığı için
yapıyor.
Devamında da yeni komünistlerin sadece Proudhon’dakine
benzer bir derdin çilesini değil, kendilerindeki antikomünizmin çilesini de
çektiklerini ortaya koyacağız. Ayrıca yeni komünistlerin fikriyatına ait bir
dizi yeni özellik eleştirilecek ve bu fikriyatın yeni komünistlerin kendilerini
“yaratıcı sınıf” olarak takdim ederken savundukları çıkarların yansıması olduğu
üzerinde durulacak.
İşbölümü: Toplum ve Fabrika
Devlete ve partiye yönelik itirazlarında yeni
komünistler üçüncü bir yol vaaz etmekle, hatta parlamentarist sosyal
demokrasiye karşı çıkmakla kalmıyorlar, aynı zamanda Marx’ın Proudhon’la ilgili
olarak dile getirdiği tespitte bahsi edilen “toplumda emeğe ait her türden
genel örgütlenme pratiğine” itiraz ediyorlar. Yeni komünistler, alternatif
olarak, toplumun piyasacı örgütlenmesine ve bu örgütlenmenin önsel olarak
varsaydığı mülkiyet, özel mülkiyet düzenine dair inançlarını dile getiriyorlar.
Marx, bu konumun dayandığı mantığı şu şekilde ifşa ediyor:
“Atölyedeki
işbölümünü, işçinin yürüttüğü parçalı faaliyete indirgenip bütünüyle imha
edilişini ve onun sermayeye hepten teslim oluşunu emeğin ondaki üretici gücü
artıracak şekilde örgütlenmesi şeklinde niteleyip göklere çıkartan aynı burjuva
bilinci, birey kapitalistin kendi kaderini çizen ‘dehası’, özgürlük ve mülkiyet
hakları gibi kutsallardan oluşan duvarda açılan bir tür gedik olarak, üretim
sürecini toplumsal düzlemde kontrol altına alıp düzenlemeye yönelik her türden
bilinçli girişimi mahkûm ediyor. Bu anlamda, fabrika sistemini coşkuyla
savunanlar, tüm bir toplumu fabrikaya dönüştürenleri değil, toplumda emeğe ait
her türden genel örgütlenme pratiğini savunanları suçlarlar.”
Esasında küçük burjuvazi proleterleşmekten, sadece
proletaryaya yönelik sömürü ve zulmün uygulayıcısı olarak, bu sömürü ve zulmün
neleri içerdiğini bildiği için korkmaz. Ondaki proleterleşme korkusunun bir
sebebi de sosyalizmi herkesin toplumsallaşmış, kolektif özerkliğinden ziyade,
proletaryaya bağlılık meselesinin genele teşmil edilmesi olarak anlıyor
olmalarıdır.
Marx Kapital’de “emtia değiş tokuşu veya
dolaşım alanının gerçekte insanın doğuştan haklarının bahşedildiği Cennet’e
denk düştüğünü” alaycı bir dille ifade etmektedir (1867/1977, s. 280). “Bu
alan, Özgürlüğün, Eşitliğin, Mülkiyetin ve Bentham’ın özel alanıdır.” Küçük
burjuvazinin zihninde kurguladığı bu fikir, Proudhon gibi küçük burjuva
sosyalistlerinin “sosyalizm”inin temelini oluşturmaktadır:
“Proudhon,
adalet idealini, o ‘ebedi adalet’ idealini emtia üretimine denk düşen hukuki
ilişkilerden türetir. Ardından Proudhon, tüm iyi küçük burjuvalara bir teselli
vermek adına, emtia üretiminin adalet kadar ebedi olan bir biçim olduğunu
ispatlar.” (Marx 1867/1977, s. 178n).
Bu türden ütopyalar, üretimde artık emeğin
çıkartıldığı gerçeğini görmeyen, kapitalist toplumu dar bir pencereden, tek
yanlı bakarak ele alan görüşleri temel aldığından, bu ütopyaları savunanlar da
ister istemez ücretli emeğin zorunlu temelini teşkil ettiği kapitalizmin tek
başına emtia üretimini ve piyasayı genele nasıl yaydığını, bunu ister istemez
emtia üretiminin kanunlarını diyalektik manada ters yüz etme pahasına yaptığını
anlayamamaktadır:
“Emtia
üretimi, sadece ücretli emeğin temelini teşkil ettiği yerde topluma kendisini
bir bütün olarak dayatır. Fakat öte yandan, emtia üretiminin tüm gizli
potansiyellerini açığa çıkarttığı tek yer de orasıdır. Ücretli emek
müdahalesinin emtia üretimini tağşiş ettiğini söylemek, ‘emtia üretimi ancak
tağşiş edilmiş niteliğiyle kaldığı sürece gelişmemesi gerekir’ demektir.
Kendisine içkin kanunlar uyarınca emtia üretimi, kapitalist üretime doğru
evrilip geliştiği ölçüde, emtia üretiminin mülkiyet kanunları da diyalektik
manada tersyüz olmalı ki bu mülkiyet kanunları, kapitalist temellükün kanunları
hâline gelebilsin.” (Marx 1867/1977, s. 733–4)
Felsefenin Sefaleti eserinin
Almanca baskısına yazdığı giriş yazısında Engels, Prudonculuğun çelişkilerle
malul politik özüne, küçük meta üretiminin varoluş koşulları olarak büyük
ölçekli sanayi ile proletaryanın yok edilmesi arzusuna işaret eder.
“Aslında
işçilere ve çıraklarına ait olan o dürüst emeğiyle küçük burjuvazi, büyük
ölçekli üretimdeki rekabet ve makineler üzerinden günbegün değer kaybına uğrar.
Bu küçük ölçekli üretici, en nihayetinde tam ve değişmez gerçeklik olarak,
ürünlerin emek değerlerine göre değiş tokuş edildiği bir topluma hasret duymak
zorundadır. Başka bir deyişle, küçük burjuva, emtia üretimiyle ilgili tek bir
kanunun tek başına ve bütün olarak hâkim olduğu, öte yandan, bu üretimin hüküm
sürmesini sağlayan koşulların, yani emtia üretimine, sonrasında, kapitalist
üretime ait diğer kanunların ortadan kalktığı bir topluma özlem duymaya
mecburdur.” (Marx 1847, s. 12)
Proudhon’daki devletçilik karşıtlığının temelini
teşkil eden, küçük meta üretiminin sadece kapitalizmin büyük ölçekli sanayi ve
ücretli emek üzerinden etkide bulunduğu meta üretimindeki genelleşme süreci
denilen temel varsa gerçekleşebileceğini idrak etmedeki beceriksizliğe yeni
komünistler, sonraki tarihsel sürecin ürünü olan kendi politik bagajlarını
eklediler.
Proletarya Diktatörlüğünde Devletin Sönümlenmesi
Badiou’nün iddiasına göre, Marx’ın Paris Komünü’yle
ilgili değerlendirmesi muğlâktır, bu değerlendirme, Engels’in komünle ilgili
değerlendirmesi bu muğlâklığı beslemiştir. Badiou bu tespiti üzerinden,
Doğu’daki reel komünizmin devletçiliğine de Batı’daki
“kapitalist-parlamentarizm”e de karşı çıkar ve bu itirazını Marx ve Engels’in
Paris Komünü yazılarına dayandırır. Bu noktada yazar, Marx ve Engels’in hayatta
duymadıkları bir devlet anlayışını onların teorisine iliştirir. Badiou, esasen
özgürlük alanı olarak piyasadan, baskı alanı olarak devletten söz eden, aleni
biçimde liberal ve neoliberal olan devlet anlayışından bahsetmektedir.
Kapitalist toplumda piyasa ile devletin karşılıklı bağımlı oluşunu görmesinin
yanında, Badiou daha ciddi bir kusur işler ve proletarya diktatörlüğü
anlayışını “devletin sönümlenmesi” anlayışının karşısına çıkartır.
Oysa Marx ve Engels, devletin piyasanın zorunlu bir
aracı olduğunu söyler. Zira devlet, liberallerin ve neoliberallerin ürktükleri
idari aygıt değil, sınıfsal hâkimiyetin aracıdır. Bu anlamda, Marx ve Engels’in
Paris Komünü’nü proletarya diktatörlüğünün bir örneği olarak gören, “proletarya
diktatörlüğünün neye benzediğini görmek mi istiyorsunuz? O vakit Paris
Komünü’ne bakın. O, Proletarya Diktatörlüğü idi” diyen değerlendirmesinde
(Engels 1891) muğlaklıktan eser yoktur ve gayet yalın bir ifadedir:
“Paris
Komünü’nün gerçek sırrı buydu. O, temelde bir işçi sınıfı hükümetiydi, mülk
sahibi sınıfa karşı üreten sınıfın mücadelesinin bir ürünüydü, en nihayetinde
emeğin ekonomik özgürlüğünü getirmek için keşfedilmiş politika yapma
biçimiydi.” (Marx 1871/1974, s. 212)
Fransa’da İç Savaş’ta
Marx, Thiers’in başını çektiği, halkın davasına karşı örgütlenen karşı-devrimin
ulaştığı gücün ve başvurduğu hilenin kapsamını eksiksiz olarak ortaya koyuyor.
Marx ve Engels, Komün’ü sonrasında proletarya diktatörlüğü olarak etiketledi.
Bunun sebebi, Komün’ün, sınıfsal hâkimiyetin zaruri aracı olarak, devlet
denilen aracı “sönümlendirmiş” ve onun yerine, komünizm anlamında özgürce bir
araya gelmiş üreticileri koymuş olmak gibi bir vasfa sahip olmasıydı. “Karşı
devrimci komplonun yoluna taş koyan tek güç, ele silâh almış olan Paris
şehriydi” (Marx 1871/174, s. 198). Ardından Marx, Komün’ün karşı-devrime karşı
verdiği mücadelenin savunmacı niteliğine vurgu yapıyordu. Yoğun düşüncelerle
örülü birkaç paragrafta Marx, feodal mutlakiyetçi devletin kapitalist sınıfsal
hâkimiyetin aracına dönüştüğü sürecin izlerini sürüyor (Marx 1871/1974, s.
206–8), ardından da o kısacık ömründe Komün’ün kendisini işçi iktidarına ait
bir araca dönüştürmeye başlayan tedbirlerini aktarıyordu:
“Daimi
ordunun lağv edilmesi, yerine silâhlı halkın ordusunun konulması; yürütmeyle
yasamanın birleştirilmesi; polisin hesap vermesinin sağlanması; kamu
hizmetlerinde çalışanlara işçi ücretlerinin verilmesi; eğitimin ve bilimin
devletin ve kilisenin nüfuzundan kurtarılması ve ücretsiz kılınması.”
Sürekli atıfta bulunulan, Komünist Manifesto’daki
kimi pasajlar üzerinden Marx’ı aşırı küreselci biri olarak takdim eden
yaklaşımların aksine Marx, Komün’ü “enternasyonalizm ruhuyla işleyen toplumsal
üretim sürecine ait güçlü bir faktör hâline gelmiş olan, ilk başta politik güç
eliyle ortaya çıkan büyük milletlerin birliğinin yeniden örgütlenmesi”
(1871/1974, s. 211) olarak görüyor.
“Eski dünyanın emeğin cumhuriyetinin simgesi olan ve
eski dünyanın onu görünce öfke nöbetlerine girdiği kızıl bayrak, bugün Paris
Belediye Sarayı’nın üzerinde dalgalanıyor.” (Marx 1871/1974, s. 214). Fakat
Komün, Bismarck ve Thiers’e ait güçlere iki ay içerisinde yenildi.
“Milletler
hukuku, eşi benzeri görülmemiş bir biçimde ihlal edildi. Eski dünyanın
hukukçularının bildiği hukuk bile ayaklar altına alındı. Zira tek bir ‘medeni’
Avrupa hükümeti bile sesini çıkartıp, bu cani Prusya hükümetini yasadışı ilân
etmedi. Sadece Paris’in boynuna geçirilmiş, çift katlı ilmekten kurtulan birkaç
kişinin Versay’daki cellâda teslim edilip edilmeyeceğini sormakla yetindi.”
(Marx 1871/1974, s. 231)
Marx, Fransa’da İç Savaş’ın ilk taslağında
proletarya diktatörlüğü olarak Komün’ün devletin iktidarının toplum tarafından
“yeniden soğurulması” olduğunu söylüyordu (Marx 1871/1974, s. 250). Ona göre
Komün,
“İdare
ve politik yönetim sanki gizemli şeylermiş gibi bu işlerin sadece eğitimli
tabakaya, devletten beslenen asalaklara, zengin ücret alan dalkavuklara,
yattığı yerden maaş alanlara ve yüksek mevkilerde olanlara teslim edilmesi
gerektiğini söyleyen, kitlelerin zekâsını soğurup o kitleleri hiyerarşinin en
alt kademelerinde kendilerine düşman eden yanılsamayı yerle bir etti.” (Marx
1871/1974, s. 251)
Dahası Komün, aşağıda dile gelen bilincin cisimleşmiş
hâliydi:
“İşçi
sınıfı, sınıf mücadelesinin farklı aşamalarından geçmek zorunda olduğunu
biliyor. İşçiler, emeğin köleliğinin iktisadi koşullarının yerini özgür ve
birleşik emeğin koşullarının almasının (söz konusu iktisadi dönüşümün) ancak
zamanın ilerleticiliği sayesinde gerçekleşebileceğini, bölüşümde bir değişim
istemekle kalmayıp, aynı zamanda yeni bir üretim örgütlenmesini ya da daha
doğrusu, (bugünkü sanayinin yarattığı) bugünkü örgütlü çalışmadaki toplumsal
üretim biçimlerinin, kölelik zincirlerinden, bugünkü sınıf karakterlerinden
kurtarılmasını (özgürleştirilmelerini) ve bunların ulusal ve uluslararası
ölçeklerde uyumlu bir şekilde koordine edilmesini istediklerini biliyorlar.”
(Marx 1871/1974, s. 253)
Badiou ve yeni komünistlerin redde tabi tuttukları,
işte tam da bu “toplumda emeğin genel örgütlenmesi”dir. Bu reddiye konusunda
kimse, onların ellerini kollarını tabii ki bağlayamaz. Ama bu insanlar, Marx ve
Engels’in değerlendirmelerinde “muğlaklık” olduğunu söyleme hürriyetine sahip
değiller. Ayrıca bu yeni komünistler, Marx veya Engels’in sadece Fransa’da
İç Savaş’ta veya ilk taslağında değil, Engels’in 1891’de kaleme aldığı
takdim bölümünde de “devletçi yetersizlikler”i eleştirdiğini de iddia
edemezler.
Mesele, merkezileşmeyi veya otoriteyi sevip sevmemek
değildir. Zira bunlar, üretim kapasitesi geniş ölçekli üretimi temel alan bir
toplumda tarihsel açıdan zaruridir. Marx ve Engels, bu gerçeği anarşist
eğilimlerin ve sert bir dille eleştirdiği, ekonominin bir bütün olarak koordine
edilmesine dönük çabaları bir kenara atan, esasında piyasayı koordine edici
çabalara bel bağlayan küçük burjuva fantezilerin karşısına kararlılıkla
çıkartmıştır. Mecburen büyük ölçekli olan ve ücretli emeği temel alan kapitalizmin
piyasa ilişkilerini ve emtia üretimini genele teşmil etmesi, bu türden
fantezilerin uygulanacağı zemini ortadan kaldırmaktadır.
Engels, 1891 tarihli takdim yazısında Prudoncuların ve
Blankicilerin kaderine dair açıklamalarda bulunurken, tam da bu çelişkinin
üzerinde durmaktadır. Prudoncuların birliklerden nefret ettikleri koşullarda,
“1871
yılında, büyük sanayi, el sanatlarının merkezi olan Paris'te bile istisnai bir
örnek olmaktan o denli uzaklaşmıştı ki, Komün'ün tüm diğerlerinden kat kat
önemli olan kararnamesinde, büyük sanayiyi ve hatta imalathaneleri kapsayan bir
örgütlenme öngörülmüştü; bu örgütlenme, her bir fabrikadaki işçilerin
birleşmesine dayanmakla kalmayacak, tüm bu kooperatifleri büyük bir birlikte
bir araya getirecekti; kısacası, Marx’ın Fransa'da İç Savaş’ta çok doğru
bir şekilde söylediği gibi, sonunda komünizme, yani Proudhon’un öğretisinin tam
tersine yol açmak zorunda olan bir örgütlenme öngörülmüştü.”
Komün’de çoğunluğu teşkil eden Blankicilerse merkezci
ve komplocu olmalarına rağmen, süreç içerisinde merkezî ve baskıcı devlet
iktidarının yıkılışında rol oynayan hizbin safında buldu kendisini (Engels
1891).
Bu bölümün sonunda şu tespiti yapmak gerekiyor: Žižek,
parti ve devletin önemli olduğu görüşünü açıktan desteklese de pratikte işçi
sınıfının üç unsuru ile ilgili değerlendirmesinin onun siyaset anlayışının
sunduğu ufkun ötesine uzandığını görmek gerekiyor.
Ortak Mülkiyete Karşı Herkesin Mülkiyeti
Yeni komünistlerin Marx’a ve komünizme dair ettikleri
o büyülü laflardan, bu insanların Marx’ın güçlü eleştirisiyle uyumlu bir
kapitalizm anlayışı geliştirmek istedikleri sonucuna ulaşabiliriz. Fakat
gerçekte Marx’ın otorite sahibi olduğunu düşündükleri tüm ana noktalar dikkate
alındığında, bu kişilerin sadece ettikleri büyülü lafların herhangi bir
anlayışa ihtiyaç duymadığını ispatlamak istedikleri görülüyor.
Misal, projelerinin merkezine oturttukları şu
“müşterekler” kavramını ele alalım. Garret Hardin’in 1968’de dile getirdiği,
yeni komünistlerin komünizm anlayışına temel teşkil eden “müşterekler”
anlayışını erken bir tarihte eleştiren bir çalışmada (Ciriacy-Wantrup ve Bishop
1975) aktarıldığı biçimiyle, “müşterekler” hiçbir şekilde “herkesin mülkiyeti
değildir.” Bilâkis, müşterekler o dönemde bir dizi kullanıcıya haklar
bahşederken, başkalarını açıktan dışlayan, karmaşık kurumsal düzenlemeler
üzerinden tanımlanıyordu. Bu, bize iki şey söylüyor:
1. Yeryüzü, kültür, dil, hatta genetik mirasımız,
şirketlerin yağmasına açık hâle geliyor, öyle ki bunlar, mülkiyet haklarına
dayalı rejimlerin korumasına tabi değiller veya onları koruyan rejimler çok
zayıf.
2. Bunları korumak için devletin geliştirdiği ve
yürürlüğe koyduğu erişim ve kullanım kurallarına ihtiyaç var. Politik iktidarın
farklı ellere dağıtıldığı feodalizm koşullarında bu tür rejimler ister istemez
yerel kalıyordu, modern kapitalizm koşullarında genele teşmil ediliyorlar,
sosyalizmin ilk aşamasında veya komünist aşamada da bu niteliğini koruyacaklar.
Dolayısıyla, devletin icracı niteliğinin bir alternatifi bulunmuyor.
Bu noktada ilgili düzenlemelerin ve uygulamaların
kimlerin çıkarını koruyacağı sorusu gündeme geliyor. Marx’ın ortak mülkiyeti
gasp etmek için politik iktidarın kullanıldığı olayların ve özel mülkiyetin o
ortak mülkiyete ait unsurlarla ilgili kuralları değiştirdiği sürecin karmaşık
tarihçesini aktardığı çalışmalar (Marx 1867/1977, s. 873–941) ve Paris
Komünü’nün devleti kolektif mülkiyetin kapsamının yukarıda ele alınan üretim
araçlarını kapsayacak şekilde genişletilmesi dâhil, tüm işleri gören, işçi iktidarına
ait bir araca dönüştürmesi çabasıyla ilgili değerlendirmesi dikkate
alındığında, Marx’ın bugün bizim yeni komünistlerin tümüyle uzak durdukları söz
konusu meseleyi idrak ettiğini görüyoruz.
Esasında Marx, Hardt’ın aksine, komünizmin mülkiyetin
ortadan kalması olduğunu hiçbir yerde söylemiyor (1975, s. 348), sadece özel
mülkiyetin ortadan kalkacağından bahsediyor. Hardt ise Marx’ın “özel mülkiyet
bizi öyle aptallaştırdı, öyle meselenin tek tarafına kilitledi ki bir nesne
ancak bize ait olursa […] onun bizim olduğunu düşünmeye başladık” lafını
aktarıyor, ama köşeli parantez içi üç noktayla kesip aldığı bölümü paylaşmıyor.
Bu açıdan, Marx’ın lafının tam hâli şu şekilde:
“Özel
mülkiyet bizi öyle aptallaştırdı, öyle meselenin tek tarafına kilitledi ki bir
nesne ancak bize ait olursa, sermaye olarak bizim için varolduğunda veya ona
doğrudan sahip olup, yediğimizde, içtiğimizde, giydiğimizde, içinde ikamet
ettiğimizde vs., özetle, onu kullandığımızda onun bizim olduğunu düşünmeye
başladık.”
Marx, burada aslında mülkiyetin kendisini değil, özel
mülkiyeti, kapitalist özel mülkiyeti eleştiriyor. O, komünizmde kapitalist özel
mülkiyetin yerini kapitalizmden miras alınmış ve yeni yaratılmış tüm üretim
yapılarına uygun kolektif mülkiyet biçimlerinin alacağını söylüyor.
Hardt ve Negri’nin arzuladıkları mülkiyetin ortadan
kalktığı koşullar, ancak Hardin ve Hobbes gibi isimlerin korktukları, her şeyin
herkes için ücretsiz olduğu, güçlünün zayıf hilafına her şeyi temellük
edebileceği bir tür doğa durumuna yol açabilir. İnsanın dünyaya sahip olmasıyla
ilgili hiçbir şiir, yeni müşterekçi komünistlerin sadece merkeze oturttukları
“müşterekler” kategorisini değil, ayrıca, sözlerini ağır kılmak için bu
“müşterekler” kategorisine başvursalar da, Marx’ın bu kategoriye dair konumunu da
idrak edemedikleri gerçeğini gizlemeye yetmez.
Marx, Hardt’ın kabul edeceği herhangi bir “müşterek
arayışı”nda değildi. Marx’ın Hardt’ın atıfta bulunduğu Ekonomik ve Felsefi
Elyazmaları çalışmasında dil bulan mülkiyet anlayışı, bu türden bir yanlışı
yapmayacak kadar sağlam temellere oturmuş, tarih bilgisi düzleminde derinlikli
bir anlayıştır.
Vampir Kapitalizm veya Zombi İşçiler
Yeni komünistlerin kapitalizm değerlendirmeleri ve
“yaratıcı sınıf”a dair tespitleri de eleştirilmeyi bekliyor. Negri ve Žižek,
Carlo Vercellone’nin moda hâline gelmiş olan “bilişsel kapitalizm” (Vercellone
2008; eleştirisi için bkz.: Camfield 2007) değerlendirmesi için Marx’ın
çalışmalarında bir zemin bulmaya çalışıyor. Marx’ın sabit sermayedeki
gelişmenin “toplumsal bilginin ne ölçüde doğrudan bir üretim gücü hâline
geldiği”ne dair, Grundrisse’de sarf ettiği sözü (Marx 1973, s. 706)
paylaşan Negri’den alıntı yapan Žižek, yanlış bir tespitte bulunarak şunları
söylüyor:
“Genel
toplumsal bilginin gelişmesiyle birlikte ‘emeğin üretici gücü’ böylelikle en
büyük üretici hâline gelir. Doğrudan üretim sürecine dair bakış açısı üzerinden
genel toplumsal bilgi, sabit sermayenin üretimi olarak kabul edilebilir. Bu
sabit sermaye, insanın ta kendisidir.” (Žižek 2010, s. 222)
Marx, birçok yerde toplumsal bilginin üretimin
dolaysız bir gücü hâline geldiğini söylüyor. Ama işçinin ve entelektüelin
“sabit sermaye” hâline geldiğine dair bir sözüne rastlanmıyor. Marx’ın Kapital’ine
aşina olanlar, Marx’ın böyle bir şeyi söylemediğini biliyorlar.
Marx, ölü emek olarak (sabit ve dolaşımdaki) sermaye
ile canlı emek olarak işçi arasında, değer üreten işçiyle (belirli bir üretim
sürecinde tümüyle mi yoksa kısmen mi kullanılacağına bağlı olarak) değerin
tümünü veya bir kısmını transfer eden sermaye arasında ayrım yapıyor. Grundrisse’den
aktarılan ve tartışılan pasajlara yakından bakıldığında, Marx’ın aslında değer
teorisinin köşe taşını teşkil eden bu ayrıma sırtını döndüğü görülüyor.
Grundrisse için
kaleme aldığı önsözde Martin Nicolaus, “bu çalışmasında Marx’ın kullandığı
terminolojinin, özel olarak değer ve para anlayışının Rikardocu yaklaşımdan
kopup uzaklaşmadığını” söylüyor. Demek ki “bu meseleleri en iyi şekilde
inceleyebilmek için Grundrisse’den sonra basılan çalışmalarına bakmak
gerekiyor” (Nicolaus 1973, s. 16–17).
Buna karşılık, bu özel mesele hususunda Žižek ve
Negri, dile getirilen endişelere kulak asmıyor. “Sabit sermaye insanın ta
kendisidir” lafı, burjuva ekonomi anlayışının ya da Marx’ın “reel ekonomi”nin
karşısına çıkarttığı tasarruf pratiğinin eleştirisinde karşımıza çıkıyor.
Buradan da Marx, ekonominin veya tasarruf pratiğinin komünist toplumda “emek
zamanın tasarruf edilmesi, insanın üretme kapasitesinin geliştirilmesi olarak
görülmesi gerektiğini, bu şekilde görülebileceğini” söylüyor. Kapitalist toplumda
tasarruf sabit sermaye birikimi biçimini alırken, sosyalist toplumda insani
becerilerin gelişmesi biçimini alıyor. Bu tespitine Marx, komünist toplumda bu
tür bir “tasarruf”un ve insani becerilerin gelişiminin insanın tüketme
becerisinden ayrıştırılamayacağına dair tespitini ekliyor ve bu noktada
gündelik bilince ait, tüketimden uzak durmayı salık veren burjuva tasarruf
anlayışını başaşağı çeviriyor. (Marx 1973, s. 711–12).
Bu pasajda Marx, Kapital’de yürüttüğü
tartışmaların odağında yer alan kapitalist topluma tatbik edilmiş kategorilerin
yanında, tüm toplumsal üretim biçimlerine ait ortak özelliklerden soyutladığı
“genel anlamda üretim” anlayışı üzerinden geliştirdiği kategorileri de
kullanıyor (Marx 1973, s. 85). Bu son söylenen kategoriler, kapitalist
koşullarının ve kategorilerinin özgüllüğüne, saçmalığına ve gaddarlığına işaret
etmek için, emek ve emeğin tarihiyle ilgili düşünceleri üzerinden, Kapital’de
özet hâlde aktarılıyorlar (Marx 1867/1977, s. 283–92). Gelgelelim Marx, iki
kategori setini Grundrisse’nin ta başında birbirinden ayırıyor. Tüm
üretim biçimlerinde ortak olan unsurlardan söz eden Marx şu tespiti yapıyor:
“Genel
ve ortak olmayan unsurlar, tüm üretim biçimlerinde ortak olan unsurlardan
ayrıştırılmalı. Ayrıştırırken, üretimin verili hâli için geçerli tespitlerden
hareket edilmeli. Bu anlamda, öznenin kimliği, insanlık ve nesnenin kimliğinden
kaynaklanan birlik, yani aralarındaki temel farklılık unutulmamalı. Bugün
mevcut toplumsal ilişkilerin ebediliğini ve içerdiği uyumu ispatlayan
iktisatçılardaki derinlik, tümüyle bu farklılığı unutmuş olmalarının bir
sonucu. Örneğin, üretim için sadece el kullanılıyor olsa da bir üretim aracı
kullanmadan hiçbir şey üretilemez. Emek, vahşi insanın elinde toplaşan bir
meziyet olsa da, tekrarlanan pratik yoluyla vahşi insanın elinde toplaşsa da
geçmişte ortaya konulan emek olmadan üretim diye bir şey olamaz. Başka şeylerin
yanında, sermaye hem bir üretim aracıdır hem de nesnelleşmiş geçmiş emektir. Bu
sebeple, sermaye doğayla kurulan genel ve ebedi ilişkidir. Bu, ‘üretim aracı’nı
ve “yığılmış emeği’ sermayeye dönüştüren özel vasfı dışarıda bıraktığımızda,
doğru bir tespittir” (Marx 1973, s. 85–6).
Demek ki Marx’a göre, ister sabit olsun ister olmasın,
sermaye, ancak kapitalizm koşullarında meydana gelebilir. Ayrıca geçmişten
bugüne yığılmış emekle sermaye arasındaki ayrımı görmemek, temelde “modern
iktisatçılar”ın ve onların sermaye savunularının temel özelliğidir. Žižek ve
Negri, modern iktisatçılarla aynı fikirde oldukları için memnundurlar. Memnun
olmadıkları tek konu, onlarla aynı fikirde olurken, Marx’ın otoritesine
yaslanmak zorunda kalmalarıdır.
Marx’ın Kapital’de yaşayan, değer üreten emek
olarak işçiyle ölü emek olarak durağan (sabit ve dolaşımdaki) sermaye arasında
yaptığı ayrımın ağırlığı, işçilerin kapitalizmde her türden koşullarda “sabit
sermaye” olduğuna dair argümanlar üzerinden azalmaktadır.
Marx, birçok yerde bir tür vampir olarak sermayenin
canlı kanlı işçilerin kanını, emeğini emerek hayatta kalan ve büyüyen ölü emek
olduğunu söyler. Bu anlamda, işçileri kapitalizm koşullarında “hortlak”
kategorisine sokan çabaların aykırılıklar yıllığında kendilerine yer bulmaları
gerektiğini söylemek gerekiyor.
Bilgi üretici, iki sebebe bağlı olarak sabit sermaye
olamaz. Bir yandan bilgi üretimi, üretken olmayan emektir. Yani çok faydalı
olsa da, yığınla kullanım değeri üretse de değer veya artı değer üretmez. Bu
söze öfkelenen bilgi işçileri, şu hususu ya bilmiyorlar ya da anlamıyorlar:
Marx’a göre değer üretimi, artı değer temini denilen sürecin, ayrıca kâr
denilen ve kapitalizme has olan artı emek biçiminin yegâne temelidir. Buna
karşılık, komünizm, sadece kullanım değerlerinin üretimiyle ilgili bir sistemdir.
Bu hususu anlayanlar, üretken olmayan emeği hor görmek veya “üretken olmayan
işçi” olarak adlandırıldıklarında öfkelenmek zorunda kalmayacaklardır.
Žižek ve Negri, bir yandan da neoklasik iktisadın,
Marx’ın döneminde dile getirilen, “sermayenin üretken olduğuna dair
yanılsamanın kurbanıdır. Bu yanılsama, Marx’ın artı değer temini denilen
süreçten, yani sömürüden kök aldığını söylediği kârı meşrulaştırır. Marx,
“sermayenin üretken olduğunu” söyleyen “kaba iktisatçılar”la alay eder (Marx
1867/ 1977, s. 426). Žižek ve Negri ise düşünce işçilerini sabit sermaye olarak
görür. Oysa Marx, iki farklı şeyi birbirine karıştıran bu tür yanılsamalardan
uzak durur. Bu anlamda, allı pullu görünse de aşağıdaki tespit Marx’ta
kendisine hiçbir temel bulamaz:
“Sermaye,
sömürü pratiğini canlı emek karşısında ‘sabit sermaye’ olarak çıkmak suretiyle
organize ettiği için, sabit sermayenin ana bileşeninin ‘insanın kendisi’,
‘genel toplumsal bilgi’ hâline gelmesiyle kapitalist sömürünün toplumsal zemini
çöker, sermaye, sadece asalak rolü oynamaya başlar” (Žižek 2010, 222).
Bilginin Değeri ve Değerin Bilgisi
Yeni komünistler, sadece Marx’ın politik ekonomi
eleştirisi konusunda cahil değiller, ayrıca bu insanlar, burjuva politik
ekonomisine ait kategorileri benimsiyorlar. Bu da yeni komünistlere “kâr” gibi
şeylerin öldüğünü söyleme, “rant hâlini alan kâr”dan söz etme imkânı sunuyor.
Yeni komünistler, bilgi kapitalizmi, enformasyon
kapitalizmi veya bilişsel kapitalizm gibi hususların ortaya çıktığına dair
tartışmalı görüşlere (Huws 1999) bel bağlamakla kalmıyorlar, bu “bilişsel
kapitalizmi”, “bilgi ekonomisi”ni ve “enformasyon toplumu”nu Marx’ın analiz
ettiği emtia üretiminden niteliksel açıdan farklı üretim süreçleri bağlamında
ele alıyorlar.
Marx bize, tüm emek süreçlerinin bilgiyi içerdiğini,
bu enformasyona dayalı emtianın diğerlerinden derece olarak farklı olmadığını
söylüyor (1867/1977, s. 284). Bu bilgiler de toplumsaldır, kolektif işçide
cisimleşir, işçi sınıfı, bu bilginin belirli bir kısmını somutlamak suretiyle,
bir bütün olarak daha üretken olur, bu bilginin herhangi bir kısmı sabit
sermaye hâline gelmez.
Bilgi değer üretmez. Ama yığınla kullanım değeri
üretir, emeği daha üretken kılar, o kendi başına ara mal değildir. Her türden
ara malın değeri, ancak ara bir biçim dâhilinde yok edilerek ürüne aktarılır.
Kolektif işçide cisimleşen bilgi ise tekrar tekrar farklı amaçlar doğrultusunda
kullanılabilir. Bilginin bir değeri yoktur, ama emsalsiz bir kullanım değerine
sahip olabilir. Değere sahip olmamasının sebebi, bilginin kapitalist üretimin
değil, uzun insanlık tarihinin ürünü olmasıdır.
Marx’ın ifadesiyle, şeyler farklı şekillerde fayda
sunabilirler. “Bu yolların, dolayısıyla şeylerin birden fazla kullanım yolunun
keşfedilmesi, tarihe ait bir iştir” (1867/977, s. 126). Zira Marx’a göre doğa
değere değil kullanım değerine sahiptir, dolayısıyla, genel bir ifadeyle,
“kapitalist için bilim hiçbir değere sahip değildir, bu da onun bilimi
sömürmesine mani olur.”
Bugün bile bilgi liselerde ve liselerde, ayrıca farklı
kurumlarda, yani sadece kullanım değeri üreten yerlerde gelişmektedir. Fred
Block’un (2008) tespitiyle, serbest piyasacı olduğu aleni olan ABD’de son otuz
kırk yıl içerisinde beyhude yere bilginin belirli unsurlarıyla ilgili mülkiyet
hakları tesis edilmeye çalışılmıştır. Bu ise “gizli işleyen kalkınmacı pratik”
üzerinden yapılabilmiştir (Archibugi ve Fillipetti 2011) Dolayısıyla, “genel
aklın kendisi özelleştirilemez.” (Žižek, s. 224) Ama Žižek, Marx’ın büyük bir
küstahlıkla, bu gerçeği Marx’ın görmez geldiğini iddia eder. Bu iddia onun
yaptığı iki yanlışla, işçinin sabit sermaye hâline geldiği fikrini Marx’a
atfetmesiyle, ardından da Marx’ı “genel aklın özelleşmesi” iddiasında
dillendirilen öngörüyü önceden dile getirmemekle suçlamasıyla ilgilidir.
Ranta Karşı Kâr?
Kârın yerini rantın aldığını söyleyenler
saçmalıyorlar. Marx’ın ve kendi döneminin klasik politik ekonomisinn net bir
biçimde tespit ettiği gibi, tıpkı faiz gibi rant da kârdan haksız yere yapılan
kesintidir ve hiçbir zaman bırakalım kârın yerini almasını, emtia üreten bir
toplumda kârdan bağımsız olarak varolamaz.
Bu tür fikirler, ancak Marx’ın ekonomi analizinden
haberdar olmayan kişilerin aklına gelebilir: Marx’ın emek değer teorisinin
yalın bir dille ifade ettiği biçimiyle, eşyanın değerini onlarda cisimleşmiş,
toplumsal açıdan zaruri emek tayin eder. Marx, bir yandan da değere sahip
olmayan şeylerin de hâlen daha fiyata sahip olabileceğini söyler. Bu değer
karşılığında yapılan ödeme, ücretler ve kârlardan yapılan kesintiden
karşılanır.
Böylesi fikirlere sahip kişilerin bilmediği bir konu,
Marx’ın üretken emek-üretken olmayan emekle ilgili analizi ise diğeri de onun
kârın toprak ve para sermaye sahiplerine dağıtımına dair analizidir. Bu
fikirlere aşina olmayan kimi Marksist iktisatçılar, uzun süredir Marx’ın
politik ekonomi eleştirisini neoklasik veya marjinalist iktisada uyumlu kılma
çabası içerisindedir. Oysa Marx’ın eleştirisi, merkezde duran değer anlayışı
temelinde, diğer görüşlerden ayrışır, klasik politik ekonominin kişisel tercihleri
ve faydayı temel alan öznel değer anlayışından yana duran, nesnel değeri
görmeyen yaklaşımını reddeder (Clarke 1991; Desai 2010).
Freeman’ın (2010) tabiriyle burada “Marx’sız Marksizm”
söz konusudur. Bu yaklaşım, bizim yeni komünistlerimizi “faktör donatımları” ve
“gelirler” gibi terimlere başvuran, sadece bilgiyi değil toprağı ve sermayeyi
de değer üreten unsurlar olarak gören neoklasik veya kaba iktisada uyumlu
kılmıştır.
Günümüz toplumunda artığın ana kaynağının işçilerden
elde edilen kâr değil de “yaratıcı sınıf”ın “genel aklı”nın özelleştirilmesi
sürecinden temin edilen rant olduğuna dair fikri dillendirenlere, “kendi
bilgisayarlarına sahip oldukları için kendi emeklerinin nesnel koşullarından
ayrışamayan milyonlarca zihin emekçisi”nin yarattığı değeri yegâne değer olarak
gören kolektif benliğin ne boyutlara ulaştığını sormak gerekiyor (Žižek 2010,
s. 225). Tabii bir de “genel aklın” özelleştirilip özelleştirilmediği sorusu da
sorulmalı (Archibugi ve Fillipetti 2010). Ama gene de artı değer denilen o ufak
mesele, hâlen daha orta yerde duruyor. O artı değer ki “bilişsel kapitalizm”
dedikleri şeyin ve tabii “yaratıcı sınıf”ın ürettiği ürünlerin varolmasını
sağlayan maddi nesneleri üreten işçilerin emeğinden elde ediliyor.
Kâr Demokrat, Rant Otokrat mı?
Žižek, kârın yerini ranta bıraktığı sürecin
otoriterizme sebep olduğunu söylüyor. Oysa bu, sorunlu bir tespit. Ayrıca
“kapitalizmin bugüne kadar demokrasiye kopmaz bağlarla bağlı olduğu” fikri de
tarihle ve Marksizmle alakasız bir görüş.
Kapitalizmin liberal demokrasiyle ilişkisi her daim
çelişki yüklü olmuştur. Son otuz yıla hâkim olan neoliberalizm eşitsizlikleri
artırdı, sendikalara saldırdı, para ve medya eliyle demokrasinin, hatta
demokrasi fikrinin niteliğini ve içeriğini değiştirdi. Bu hâliyle
neoliberalizm, kapitalizmin demokrasiyle ilişkisini daha da çatışmalı bir
düzleme taşıdı. Bu anlamda söz konusu ilişki, hiç de sorunsuz ve huzurlu bir
ilişki değildi. Bu anlamda, liberal demokrasinin eşlik ettiği kapitalizm
totoloji olarak görülmeli. Feodalizme eşlik ettiğini söyleyenin tespiti
totolojiden nispeten daha uzak.
İşçiler, kadınlar, azınlıklar ve sömürge halkları
herkese oy hakkı için uzun süre mücadele etti, ülke ülke liberal kapitalist
özel mülkiyet düzenini demokratikleştirdi (Bu konu başlıklarıyla ilgili önemli
çalışmalara şu tür örnekler verebiliriz: Therborn 1977; Cammack 1997; Eley
2002; Macpherson 1979; Leys 1999; Mair 2006). Her solcu, bu listede yer alan
kitaplara aşina olmalı. Ama maalesef çok çok azı bu kitapları okuyor.
Yeni Komünistler ve Marx’sız Marksizm
Uzun zaman önce Perry Anderson, yenilginin mahsulü
olan Batı Marksizminin “Marx’ın gelişim sürecini terse çevirdiğini” söylüyor ve
şunları ekliyordu:
“Bu
gelişim süreci dâhilinde tarihsel materyalizminin kurucusu, felsefeden
politikaya, oradan da ekonomi alanına geçti, ekonomiyi düşünce dünyasının
merkezine oturttu. Buna karşılık, 1920’den sonra geleneğin içerisinde yer alan
isimler, sırtlarını ekonomiye ve politika döndüler, yüzlerini felsefeye
çevirdiler, bu aşamada üstyapı çalışmalarına yoğunlaştılar, dünya tarihine
hâkim olan ana ekonomik ve politik gerçeklikleri değerlendirme dışı tuttular.”
(1976, s. 56, 75, 103)
Anderson’ın bu yargısının fazla müsamahakâr olduğunu
belirtmek lazım. Zira Marx’ın felsefesini ekonomik ve politik analizlerinden
ayrıştıramayız. Bu anlamda, bugünkü yeni komünist felsefecilerin görüşleri, tam
da ekonomik ve politik analizlerinden ötürü kusurlu. Ayrıca bu isimler,
sırtlarını dayadıklarını iddia ettikleri Marksist fikirleri yanlış
değerlendiriyorlar.
Yetmiş yıl içerisinde kapitalizmin gördüğü en büyük
ekonomik krizin orta yerinde bu ünlü solcu aydınlar toplanıp konferans
düzenliyor ve bu konferansta ekonomik analiz namına tek laf etmiyor, bunun
yerine, komünizmi bir “Fikir” olarak diriltmekten bahsediyor, ekonomik ve
politik analizler üzerinden “eski ve çökmekte olan burjuva toplumunun rahminden
doğacak yeni topluma ait unsurları belirleme” çabası içine girmiyorlar. Daha da
kötüsü, kendilerini “yaratıcı sınıf” olarak görüp ayrı bir yere yerleştiriyorlar
ve bu sınıfın sabit sermaye hâline geldiğini düşünüyorlar!
Bugün gelirin artı değer temini üzerinden elde edilen
kârla değil de “genel aklın özelleştirilmesi” dedikleri süreçten elde edilen
rantla tanımlandığı gerçeklikte yaratıcı sınıfın sermaye açısından merkezi
unsur hâline geldiğine inanıyorlar. Yani aslında kendilerinin merkeze
oturduklarını düşünüyorlar. Günümüz toplumunda tüm değerin kaynağının kendi
emekleri olduğunu tespit etmek suretiyle, bu sınıfın özgürlüğünden başka bir
şeyin arzulanamayacağını, ancak bu sınıf özgürleşirse iş sürecinde elde edilen,
ama daha da önemlisi, “doğrudan değer üreten unsurlar” (Hardt 2010, 141) olarak
iş dışında biriken “insani melekelere, becerilere, bilgilere ve duygulara”
sahip olunacağını iddia ediyorlar. Bunun için bu unsurların toplumsal yeniden
üretim koşullarının neoliberal özelleşme sürecinden azade kılınması gerektiği
üzerinde duruyorlar.
Bu, “her şeyi kaybetme ihtimali bulunan” sınıfın
gelişme kaydetme imkânı bulamamış bir ütopyasıdır. Esasında kaybedecek bir şeyi
bulunmayan ve “yeni proleterler” ile “Dışlanmışlar” gibi kategoriler içine
sokulanlar, hayalet bir sınıfa dönüştürülüyor. Bu anlayış, “Marx’ın
tahayyülünün sınırlarını varoluşsal düzeyde aşan bir olgu olarak ele alınan
proletarya anlayışının radikalleştirilmesi sürecinin bir ürünü.”
Tüm kafa karışıklıklarına rağmen, on dokuzuncu yüzyıl
Prudonizmi, yirmi birinci yüzyıldaki müritlerine kıyasla daha radikal bir
hareketti. Prudonizm, bağımsız emtia üretimini ifade ederken, yeni komünistler,
önde gelen isimleri büyük sermayeye çalışan “yaratıcı sınıf”ı temsil ediyorlar.
Prudonizm, sermayeyi ortadan kaldırmayı, ama onu büyük
sermayeyi eşitlemeyi, ücretli emek denilen kötülüğün kökünü kazımayı
hedeflerken, yeni komünistler, kapitalizmin devrimci dönüşümünü amaçlamış olan
bir hareketin ismini alan, ama aslında açıktan onu korumaya çalışan kişiler
olarak, esasen en iyi hâliyle kafası karışık, en kötü hâliyle ise iki yüzlü
insanlar. İyi niyetli yaklaşımla şu söylenebilir: yeni komünistler, aslında
neoliberal özelleştirme süreci üzerinden kendi çalışma koşullarının ortadan kalkmasına
mani olmak için uğraşıyorlar. Ama bu noktada tutarsızlık içerisindeler, çünkü
bu kişiler, bir yandan “aklın özelleştirilmesine dönük her türden girişim
toplumsal niteliğine bağlı olarak sorunlu” diyorlar, bir yandan da başka türden
ihtimallere karşı ağır eleştiri yöneltiyorlar. Esasında yeni komünistlerin
ihtiyaç duyduğu şey, rahatsız edilmedikleri bir hayat.
Gerçekte ise Batı’nın, bilhassa ABD’nin dünyaya
dayatmaya çalıştığı fikri mülkiyet hakları rejimi, “bilginin niteliğini ve
bilginin ekonomi sahasının failleri arasında aktarılabileceği (veya
aktarılamayacağı) yolları hiç değiştirmedi, zaten değiştiremezdi de.”
(Archibugi ve Fillipetti 2010, s. 146).
Dahası, yeni müşterekçi komünizmin, adını işine
geldiği gibi, dostlar alışverişte görsün diye andığı geniş halk kitlelerini
özgürleştirecek sonuçlara yol açma ihtimali bulunmuyor. Yeni komünistlerin
“bilişsel kapitalizm”le ilgili değerlendirmeleri sadece kafa ve kol emeği
arasındaki ayrımı eleştirmemekle kalmıyor, ayrıca bu ayrımı temel alıyor. Oysa
bilindiği üzere, bu ayrımı Marx ve Smith sert bir dille eleştiriyor.
Ayrıca, bu nispeten imtiyazlı sınıfın “bir bütün
olarak insanlığa ait bir miras” olarak gördüğü doğayı kendisini işin içine
katmadan, “şirketlerin kontrolüne karşı” korumaya çalışmasının yoksulların
çıkarlarına nasıl bir etkisi olacağını kimse bugüne dek anlayabilmiş değil. Bu
imtiyazlı sınıf, kendi işine geldiği gibi, insanlığın milletlere bölünmüş
gerçekliğini de zengin ve yoksul ülkeler arasındaki ayrımı da kendisinin zengin
ülkelerde ikamet ediyor olduğu gerçeğini de görmezden geliyor, bir yandan da
“şirketlerin kontrolü”ne karşı doğayı korumada devletin oynaması muhtemel her
türden rolü de açıktan redde tabi tutuyor. Bu türden bir devlet karşıtlığı,
birinci dünyada güçlü devlet korumalarının varolduğu gerçeğini unutuyor, üçüncü
dünya halklarını ise yabancı ve yerli sermayenin talanına ve yağmasına karşı
savunmasız kılıyor (Bu eğilime yönelik başka bir eleştiri için bkz.: Desai
2009). Gerçekte yeni komünistler, Marksist ve komünist fikirlere, saçma sapan
hayallerine komünizm elbisesi giydirmek için kullandıkları bir tür aksesuar
çantası muamelesi yapıyorlar.
Kullanım Değerleri, Devlet ve Devrim
Sonuç kısmında ben, üç konu başlığı üzerinde durmak
istiyorum: Değer neden üretilir? “Devletçilik” tam olarak neden yanlış? Devrim
neye benzeyecek?
İlk sorunun cevabı basit. Yaratıcı sınıfın emeğinin
bir “değer” hâline geldiğine dair yanlış fikir, Marx’ın kapitalizmde değer
üretiminin hayırlı bir şey olduğunu söyleyen ve herkeste görülen yanılsamayı
temel alıyor. Marx, zorunlu olarak, sermayenin mantığını eleştirirken, değer
üretimi meselesine odaklansa da gerçekte komünizmin değer üretiminin durmasını,
kullanım değerlerinin üretimindeki genişlemeyi ve refah devletini ifade
ettiğini düşünüyor. Parlamenter ve devlet odaklı siyasetin sonucu olmasa bile Batı
işçi sınıfının elde ettiği büyük kazanımlar, baskının azalması gibi gelişmeler,
kullanım değeri üretiminin artmasının somut birer ifadesi aslında.
Bizim yeni komünistlerimizse bu fikirdeki sorunun on
dokuzuncu yüzyıldaki Prudonculukta da gördüğümüz, değerle kullanım değeri
arasında ayrım yapamamanın bir sonucu olduğunu anlamıyorlar. İster evde/özerk
üretim isterse müşterek/devlet eliyle üretim yoluyla gerçekleşsin, kullanım
değerleri üretiminde kullanılan araçların çoğalması, değer üretimini azaltıp
kullanım değerlerinin üretimini artıracak kapsamlı bir stratejinin parçası
olarak ele alınmalı.
Bu da bizi ikinci meselenin eşiğine getirip bırakıyor:
yeni komünistler, kullanım değeri ile değişim değerini birbirine
karıştırdıkları gibi, düzenleme meseleyle devleti de birbirine karıştırıyorlar.
Daha önce de ifade ettiğim üzre, yaratıcı sınıf denilen yeni geliştirilmiş
küçük burjuva kavram yüzünden yeni komünistler, “toplumda emeğin genel manada
örgütlenmesi ile ilgili her türden ihtimali” geleceğe savurup atıyor ve inkâr
ediyor. Yeni komünistler, çoğunluğun özgürleşmesine dönük pratiğin temelde toplumda
emeğin genel örgütlenmesi denilen pratiği içerdiği gerçeğiyle pek
ilgilenmiyorlar.
Marx ve Engels’e göre devlet, her şeyden önce sınıfsal
hâkimiyet aracıdır. Sınıfsal hâkimiyete ihtiyaç kalmayınca devletin devlet olma
vasfı ortadan kalkar. Aynı şekilde, fabrikalarda ve toplumda varolan karmaşık
işbölümünü yönetme ihtiyacı, en azından geçiş döneminde varlığını korur. Bu
ihtiyaç, her ne kadar merkezi otorite merkezsizleşme lehine alınacak demokratik
kararlar neticesinde küçülse de tümüyle ortadan kalkmaz.
Yeni komünistlerin temsil iddiasında bulundukları,
kafa-kol emeği arasındaki ayrımın bir tarafı olarak “yaratıcı sınıf”ın çalışma
koşulları, küçük ölçekli işyerlerine denk düşse de ürettikleri ürünler,
şirketlerin içinde ve şirketler arasında nispeten daha karmaşık ve daha büyük
ölçekli işbölümü biçimlerinin ortaya çıkmasını sağlar. Buralar, birçok insanın
çalıştığı ya da çalışmayı umduğu yerlerdir. Bu üretken aygıt gene de yönetilmek
ve dönüştürülmek zorundadır. Sınıfsal hâkimiyet olmayacağı için üreticilerin
kendi kendilerine teşkil ettiği örgüt de artık devlet olmayacaktır (ki bu
cümlede “sınıfsal hâkimiyet” yerine “toplumsal cinsiyete dayalı hâkimiyet”
ifadesini kullansak Marx ve Engels bu tespite itiraz etmeyecektir). Ortada
karşı-devrimci faaliyetler varsa her türden devrim, hızla proletarya
diktatörlüğü ile kendisini tahkim edecektir.
Son konu başlığımız, devrim. Yaygın kanaat uyarınca ve
doğru bir yaklaşım dâhilinde devrimci politika ile reformizm karşı karşıya
getirilir. Reformizm, kapitalizmin sorunlarının sınırlı olduğuna ve bu
sorunların üretim araçlarındaki özel mülkiyet denilen asli temeli sorgulamadan
çözüme kavuşturabileceğine inanır. Ancak gene de şu söylenmeli: reformizmle
reformlar birbirine karıştırılmamalı. Reformlar, kapitalizme (veya patriarkaya,
ırkçılığa veya emperyalizme) yöneltilmiş köklü eleştirilerin parçası olabilir
de olmayabilir de. Buna karşılık reformlar, tarihsel planda görüldüğü üzere,
farklı politik perspektiflerin ve güçlerin kapitalizmle ve diğer unsurlarla
işbirliği yapmalarına mani olmaz. Dahası, bir talebin reformist veya devrimci
olması tarihsel konjonktüre bağlıdır.
Diyelim, ucuz ekmek gibi ılımlı ve mütevazı bir talep
hâkim düzen ucuz ekmek temin edemiyorsa ya da temin etmek istemiyorsa devrimci
bir talep hâline gelebilir. O talebi dillendiren politik enerji ve örgüt,
halkın “madem ucuz ekmek veremiyor, o zaman bu düzeni yıkmanın vakti gelmiştir,
ucuz ekmeği biz dağıtacağız” demesini sağlar.
Ama öte yandan, reformların yapılmasını sağlamak da
küçümsenecek bir iş değildir. Kapitalist sınıf reformlara itiraz eder, çünkü
reformlar, işçi sınıfının daha önemli hedeflere ulaşma becerisini artırır,
iradesini güçlendirir.
Kalecki (1943) tam istihdam talebinin politik
sonuçlarına dair analizinde benzer bir mantığa başvurur. Bir reform önerisi
olarak tam istihdam, burjuvazinin politik açıdan kabul yanaşması mümkün olmayan
bir talep olarak, önemli sonuçlara yol açar.
Reformlarla devrimin diyalektik açıdan nasıl birbirine
bağlanacağının (Patnaik 2009b) somut bir örneği için İsveç’e bakılabilir. İşçi
sınıfının kazanımlarla yüklü uzun tarihi, zamanla üretim araçlarının
mülkiyetinin işçilere kademeli olarak aktarılmasını şart koşan “reformlar”la
zirveye ulaşmış (Korpi, 1983), ama bu süreç, kapitalistlerin karşı-saldırısı
neticesinde başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Reformla devrim arasındaki karmaşık ilişki, kimse, en
gelişmiş kapitalist ülke vatandaşı bile “saf” kapitalizm koşullarında
yaşamadığı için, anlaşılması gereken bir meseledir. Değer yasasının nasıl
genelleştirildiğinden bağımsız olarak, reel kapitalizmler soyut ve genel değil,
ulusal yapılardır. Bu kapitalizm biçimleri, geleneksel ya da modern, bir dizi
politik, toplumsal ve kültürel yapı ve pratiği temel alır. Bu yapı ve
pratiklerin bazıları, sömürü ve zulmün yoğunlaştırılmasına katkıda bulunur.
Reformlar, bu yapı ve pratikleri tümüyle ortadan kaldırmazlar. Bazen de bu yapı
ve pratikler, reformların sonucu olarak gündeme gelirler.
Burada Karl Polanyi’nin bahsini ettiği “çifte hareket”
(1944/1985) söz konusudur: kapitalizmin saldırılarına karşı bir tür toplumu
koruma hareketi açığa çıkar ya da Polanyi’nin “piyasa toplumu” meydana gelir.
Şehir imar planındaki kısıtlamalardan ülkede belirli kurumları düzenleyen ve
yardımda bulunan kuruluşlara kadar bir dizi yapı ve pratik, bilhassa gelişmiş
kapitalist ülkelerde kapitalizme ait dinamikleri somutta değiştirir (Elson
1988, 2000).
Eleştirel hukukçuların da anımsattıkları üzre, en
gelişmiş kapitalist devletlerde bile otuz yıllık neoliberalizm döneminden sonra
“kamu-özel”, “devlet-piyasa” ikilikleri ile günümüzde yapılan toplumsal,
ekonomik ve hukuki analizlerin temelini teşkil eden “doğal”, piyasa temelli
dağıtım kanunları sorgulanır hâle gelmiştir.
“Toplumsal ürünün dağıtımı hukukun biçimlendirdiği bir
olgudur. Hukuk ve politika seçimi ise yaygın görülen bir husustur.” (Ireland
2003). Yeni komünistlerin devletten ve hatta demokrasiden uzak duran
siyasetinde karşılık bulan, hukuk ve politika yokmuş gibi davranan, Elson’ın
ifadesiyle, “piyasanın toplumsallaşması” anlamına gelen “deregülasyon miti”nden
farklı olarak bu hukuk ve politika seçimlerini yaptığımızda, pratikte emekçi
halkın lehine olacak şekilde, kullanım değerinin kapitalizm dışı yollardan üretildiği
alanı genişletmiş, emekçi halkın örgütlerini güçlendirmiş, bir yandan da
sermaye ve özel mülkiyetin sahip olduğu hak ve imtiyazları sınırlamış oluruz.
Tüm bunlar, elde edilmeye değer reformlardır.
Reformlar için uğraşılması, devrimci politikanın somut
bir biçimi hâline gelebilir. Esasında pratikte “yurttaşın gelirinin nasıl
düzeltileceğini” bize söylemeyen, salt işçi sınıfının birliğine vurgu yapan,
ama devlete odaklanmış siyasetten uzak duran yeni komünistlerin büyülü
anlayışına göre reformlar daha somut bir uğraştır.
Elde yeterli bir örgüt varsa, amaç ciddiyetle ele
alınmışsa ve reformlara karşı kaçınılmaz olarak gelişecek muhalefete direnecek
somut bir politik irade devrede ise kararlılıkla yürütülecek, müşterek
hizmetler, kullanım değeri üretimi ve reform alanını genişleten, emekçi halk
lehine verilecek mücadelelerin kapitalist egemen sınıfı ve düzenini ne ölçüde
değiştireceğini kimse bilemez. Burada mesele, reformlar ya da parlamenter
siyasetle iştigal edilmesi değildir. Her ne kadar “kapitalist-parlamentarizm” son
dönemde ön planda olsa da bizi bu eğilim bunaltmamaktadır. Solda şikâyet
edilecek tek konu, “parlamentarist yönelim” değildir. Asıl mesele, reformları
gerçekleştirme konusunda ne kadar istekli olduğumuz, onlar için örgütlenmede ne
kadar faaliyet yürüttüğümüz, gerçekleşmelerini ne ölçüde sağladığımız, bu
konuda ne kadar ciddi olduğumuzdur.
Kahire’den Madison’a dünyanın birçok yerinde yeni
gösterilere tanık olunuyor. Bu da bize doğunun yurttaşlarının “halkçı
köktenciliğe” çok az maruz kaldığını, batının yurttaşlarının ise “aydın
hedonizmiyle veya liberal çokkültürcülükle” malul olduğunu gösteriyor. Belki de
artık “Mayıs 1968’in mirası”na daha az saygı göstermenin ve halk iktidarının
ilk kez vücut bulduğu 1871 baharının gerçek mirasına yeniden bakmanın vaktidir.
Radhika Desai
1 Ağustos 2011
Kaynak
Kaynakça:
Anderson, Perry. 1976. Considerations on Western Marxism. Londra: Verso.
Archibugi, Daniele ve Andrea, Fillipetti. 2010. “The
Globalization of Intellectual Property Rights: Four Learned Lessons and Four
Theses”. Global Policy 1, Sayı. 2: s. 137–49.
Badiou, Alain. 2010a. The Communist Hypothesis.
Londra: Verso.
Badiou, Alain. 2010b. “The Idea of Communism”. The
Idea of Communism içinde, Yayına Hz.: Costas Douzinas ve Slavoj Žižek, s.
1–14. Londra: Verso.
Block, Fred. 2008. “Swimming against the Current: The
Rise of a Hidden Developmental State in the United States”. Politics and
Society 36, Sayı. 2: s. 169–206.
Camfield, David. 2007. “The Multitide and the
Kangaroo. A Critique of Hardt and Negri’s Theory of Immaterial Labour”. Historical
Materialism 15: s. 21–52. Türkçesi: Devrimci Marksizm.
Cammack, Paul. 1997. Capitalism and Democracy in
the Third World. Londra: Leicester University Press.
Ciriacy-Wantrup, S.V. ve Richard, C. Bishop. 1975.
“Common Property as a Concept in Natural Resources Policy”. Natural
Resources Journal: s. 713–27.
Clarke, S. 1991. Marxism, Marginalism and Modern
Sociology: From Adam Smith to Max Weber. Basingstoke: Macmillan.
Desai, Radhika. 2001. “Fetishizing Phantoms: Carl
Schmitt, Chantal Mouffe and ‘The Political’. Critical Political Studies:
Debates and dialogues from the Left içinde, Yayına Hz.: Abbie Bakan ve
Eleanor MacDonald, s. 387–408. Montreal: McGill-Queen’s Press.
Desai, Radhika. 2009. “The Inadvertence of Benedict
Anderson: Engaging Imagined Communities”. The Asia-Pacific Journal 11. Japanfocus.
Desai, Radhika. 2010. “Consumption Demand in Marx and
in the Current Crisis”. Research in Political Economy 26: s. 101–41.
Desai, Radhika. “The Materiality of Nations:
Revisiting Marx”. Rethinking Marxism, yakında yayımlanacak.
Yayına Hz.: Douzinas, Costas ve Slavoj Žižek. 2010. The
Idea of Communism. Londra: Verso.
Eley, Geoff. 2002. Forging Democracy: The History
of the Left in Europe, 1850–2000. Oxford: Oxford University Press.
Elson, Diane. 1979. The value Theory of Labour.
Value, Yayına Hz.: D. Elson, 115–180. Londra: CSE Books.
Elson, Diane. 1988. “Market Socialism or Socialization
of the Market?” New Left Review I/172 (Kasım-Aralık): s. 3–44.
Elson, Diane. 2000. “Socializing Markets, not Market
Socialism”. Socialist Register: s. 67–85.
Engels, Fredrick. 1891. “Introduction to The Civil War
in France”. MIA.
Florida, Richard.L. 2002. The Rise of the Creative
Class: And How It’s Transforming Work, Leisure, Community and Everyday Life.
New York: Basic Books.
Freeman, Alan. 2010. “Marxism without Marx”. Capital
and Class 34, Sayı. 1: s. 84–91.
Freeman, Alan, Kliman Andrew ve Wells. Julian. 2004. The
New Value Controversy and the Foundations of Economics. Cheltenham: Edward
Elgar.
Hardin, Garrett. 1968. “The Tragedy of the Commons”. Science.
(New Series) 162, Sayı. 3859 (13 Aralık): s. 1243–8.
Hardt, Michael. 2010. “The Commons in Communism”. The
Idea of Communism içinde, Yayına Hz. Costas Douzinas ve Slavoj Žižek, s.
131–144. Londra: Verso.
Hardt, Michael ve Toni Negri. 2009. Commonwealth.
Cambridge, MA: Belknap Press of Harvard University Press.
Huws, Ursula. 1999. “Material World: The Myth of the
Weightless Economy”. Socialist Register 1999: Global Capitalism vs
Democracy içinde, Yayına Hz.: L. Panitch ve C. Leys, s. 29–55. Suffolk:
Merlin.
Ireland, Paddy. 2003. “Property, Private Government
and the Myth of Deregulation”. Commercial Law and Commercial Practice içinde,
Yayına Hz.: Sarah Worthington, s. 85–113. Oxford: Hart Publishing.
Kalecki, M. 1943. “Political Aspects of Full
Employment”. Political Quarterly 14, Sayı. 4: s. 322–31.
Kliman, Andrew. 2007. “Reclaiming Marx’s Capital: A
Refutation of the Myth of Inconsistency”, Raya Dunayevskaya Series in
Marxism and Humanism. Lanham, MD: Lexington Books.
Korpi, Walter. 1983. The Democratic Class Struggle.
Londra: Routledge & Kegan Paul.
Kotz, David M. 1997. Revolution from Above: The
Demise of the Soviet System. Londra: Routledge.
Leys, Colin. 1999. “The Public Sphere and the Media:
Market Supremacy versus Democracy”. Socialist Register 1999: Global
Capitalism vs Democracy içinde, Yayına Hz.: L. Panitch ve C. Leys, s.
314–35. Suffolk: Merlin.
Macpherson, C.B. 1979. The Life and Times of
Liberal Democracy. Londra: Oxford University Press.
Mair, Peter. 2006. “Ruling the Void”. New Left
Review 42 (Kasım-Aralık): s. 25–51.
Marx, Karl. 1847. The Poverty of Philosophy.
Londra: Martin Lawrence.
Marx, Karl. 1973. Grundrisse. Londra: Penguin.
Marx, Karl. 1871/1974. “The Civil War in France”. The
First International and After: Political Writings içinde. Cilt. 3. Londra:
Penguin.
Marx, Karl. 1975. Early Writings. Londra:
Penguin.
Marx, Karl. 1867/1977. Capital. Cilt. 1.
Londra: Penguin.
Nicolaus, Martin. 1973. “Foreword”. Karl Marx. Grundrisse.
Londra: Penguin.
Patnaik, P. 2009a. “Speculation and Growth under
Contemporary Capitalism”, Kale Memorial Lecture, Gokhale Institute of Politics
and Economics, Ocak.
Patnaik, P. 2009b. “Socialism and Welfarism”.
International Development Economics Associates, Network.
Polanyi, Karl. 1985/1944. The Great Transformation.
Boston: Beacon Press.
Poulantzas, Nicos. 1975. Classes in Contemporary
Capitalism. Londra: NLB.
Therborn, Göran. 1977. “The Rule of Capital and the
Rise of Democracy”. New Left Review I/103 (Mayıs–Haziran): s. 3–41.
Vercellone, Carlo. 2008. “New Articulations of Wages,
Rent and Profit in Cognitive Capitalism”, Generation.
Žižek, Slavoj. 2010. “How to Begin from the
Beginning”. The Idea of Communism içinde, Yayına Hz. Costas Douzinas ve
Slavoj Žižek, s. 219–26. Londra: Verso.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder