Pages

09 Eylül 2023

Âl-i Ahmed’in Garbzadegi Eseri


İran’ın Batı’yla Ağulanması:

Behrengi’nin, Âl-i Ahmed’in ve Şeriati’nin Tarif ve Tepkileri

 

Âl-i Ahmed’in Garbzadegi Eseri ve Dinin Rolüne Dair Geliştirdiği Yeni Düşünce

Celâl Âl-i Ahmed’in babası, Tahran’ın önemli dini liderlerinden biriydi, ağabeyi ise iki yıl Medine’deki Şii cemaati içinde çalıştı. Aynı şehirde vefat eden ağabey, oraya defnedildi.[1]

Kırklı yılların sonlarında, genç olduğu vakitler, Tude içerisinde faaliyet yürüten Âl-i Ahmed, kısa süre politik faaliyetlerine ara verdikten sonra, ellilerin başında petrolün millileştirilmesi meselesi üzerinden yeniden siyasi faaliyetlere dâhil oldu ve bu süreçte başını Muhammed Musaddık’ın çektiği Milli Cephe Hareketi içinde yer aldı. Ağustos 1953’te CIA destekli darbeyle başbakan Musaddık’ın devrilip şahlık rejiminin yeniden tesis edilmesi üzerine Âl-i Ahmed, kendisinin ifadesiyle, “zoraki sessizlik” dönemine girdi.[2] Âl-i Ahmed, aynı zamanda Tahran’da bulunan öğretmen okulunda ara ara dersler verdi.[3]

Edebiyatçı olarak bilinen Âl-i Ahmed, bu dönemde kısa hikâyeler, kısa romanlar ve toplumsal eleştiriler içeren makaleler kaleme aldı. Garbzadegi isimli eserinde kendi toplumlarında güçlenen Batılılaşma eğilimine karşı İranlıları bilinçlendirmeye çalıştı. Edebiyatla alakalı konuları ele aldığı çok sayıda makalede, yeterince değer görmediğini düşündüğü Nima Yuşiç gibi İranlı yazarları popüler kılmak için uğraştı. Antropoloji çalışmalarında ise okurlarını İran’ın Harg Adası, Zahre bölgesi ve çeşitli köyleri içeren kimi uzak noktalarıyla tanıştırdı. İğneleyici bir dille kaleme aldığı, İran’daki kurumlarla, düşünce kalıplarıyla ve gündelik âdetlerle alakalı eleştirilerini içeren romanlarının önemli bir kısmı, bilhassa Müdir-e Medrese (“Okul Müdürü”) romanı didaktik çalışmalar olarak ele alınmalı.

Âl-i Ahmed, Camus’nün Yabancı ve Yanlışlık eserleri, Sartre’ın Kirli Eller’i, Andre Gide’in Sovyetler Birliği’ne Dönüş’ü gibi birçok eseri Farsçaya çevirdi, ayrıca Dostoyevski’nin Kumarbaz isimli eserinin Fransızca çevirisini Farsçaya kazandırdı. Âl-i Ahmed’in çeviri konusunda yaptığı tercih, hem onun özel olarak ilgilendiği alanlara dair bir şeyler söylüyor, hem de İran halkının edinmesini istediği alternatif bakış açılarının açığa çıkmasını sağlıyor.

Birçok isim gibi Âl-i Ahmed de sansür sorunuyla yüzleşti. Sansürün ağırlığını bilhassa kısa hikâyeler yazmayı bırakıp Okul Müdürü isimli eserinde de karşımıza çıkan toplumsal eleştiriyi içeren çalışmalara yöneldiği dönemde hissetti. Alaycı, gerçekçi ve etkili olan toplum eleştirisi, esas olarak eğitim sistemine odaklanıyordu. 1961 yılında yazdığı ikinci kısa hikâyesi Nan ve’l Kalem (“Ekmek ve Kalem” ki bu ismi Kur’an’da yer alan Kalem suresine atfen tercih etmişti) ile birlikte Âl-i Ahmed, alegoriyi esas alan, politik sebeplerin tarihsel zeminine odaklanan çalışmalara yöneldi. Bu hikâyesinin konusunu İran siyasetinde solun başarısızlığı teşkil etmekteydi.[4]

Aynı dönemde Âl-i Ahmed, 1962’de yayımlanan Garbzadegi eserini gizlice dağıttı. 1968’de çıkan son romanı Nefrin-e Zemin’de (“Toprağın Laneti”) Okul Müdürü’ndeki toplum eleştirisine geri dönen Âl-i Ahmed, bu yeni çalışmasında eleştirinin kapsamını toprak reformu, makineleşme, askere yazılma ve eğitim gibi toplumsal meseleleri içerecek şekilde genişletti.[5]

Geçmişte yürüttüğü toplumsal faaliyetleri ve yazıları üzerinden oynadığı toplum eleştirmeni rolü üzerinden Âl-i Ahmed, Okul Müdürü’nün yayımlandığı günden 1969’da öldüğü güne dek kendilerini belirli bir davaya adamış genç İranlı yazarların ve aydınların sözcülüğünü yaptı, onların manevi babası olarak faaliyet yürüttü. Tahranlı veya başka şehirlerden gelen genç aydınların katıldığı sohbet toplantıları düzenledi. Bu toplantıların birkaçına Behrengi de katılmıştı. Ali Şeriati, 1965 yılında bu toplantılarda en az bir kez yer almıştı.[6]

Her ne kadar (“Batı’yla ağulanma veya düz çevirisiyle “Batı sarhoşluğu” anlamına gelen) “Garbzadegi” terimi Âl-i Ahmed’e ait olmasa da[7] terimin popüler hâle gelmesi ve İran’da bir dizi analiz dâhilinde meselenin somutluk kazanması konusunda diğer birçok İranlı yazardan daha fazla katkı sundu. 1961’de bölüm bölüm, gizlice yayımlanan, tam hâli 1962’de çıkan Garbzadegi isimli kitabı, İran nesrinin klasik bir eseri hâline geldi.[8] Behrengi ve Ali Şeriati’nin analizine kıyasla Âl-i Ahmed’in bu eserinde dile getirdiği, İran’daki Batılılaşma sürecine ilişkin tarihsel ve kültürel analiz, daha gelişkin ve daha sistemli. Ancak öte yandan, eserin başından itibaren yazarı, duruma ait olguları doğrudan tasvir ettiği ve ayrıntıları politika, sosyoloji ve ekonomi konusunda uzman olanlara bıraktığı için özür dileme gereği duyuyor. Âl-i Ahmed, esasen “olguları” bu şekilde tasvir etmenin mümkün kıldığı eleştirellikten daha fazla eleştirel olmak istiyor.[9]

Âl-i Ahmed’e göre garbzadegi, iki yüze sahip olan ve buğdayı içeriden çürüten bir hastalığa benziyor.[10] Bu yüzlerden biri Batı’nın kendisi, diğeri de garbzade, yani Batı’yla ağulanmış, Batı’yla sarhoş olmuş yerli. Genel manada Âl-i Ahmed, iki dünyayı, Batı ile Doğu’yu karşı karşıya getiriyor. Birinin gelişmiş, sanayileşmiş, zengin güç olarak hammaddeleri işlediğini, bitmiş ürünleri ve kültürü ihraç ettiğini, diğerininse azgelişmiş olduğunu, tarımı esas aldığını, yoksul olduğunu, hammaddeleri ürettiğini, Batılı ürünleri ve Batı kültürünü tükettiğini söylüyor. Ona göre, bir vakitler Batı ve Doğu, kültürel öğelerin ödünç verildiği ve değiş tokuş işleminin gerçekleştiği caddenin iki yönünü ifade ederken, artık böyle bir durum söz konusu değil. Kültürler arası rekabetin sona ermesiyle birlikte kendisini köle, uşak, aşağılık, geri ve eski hisseden Doğu, bir şeyler yaparken Batı’nın ölçütlerine başvurma gereği duyuyor. Bu durumu kabulleniyor.

Bu anlamda Âl-i Ahmed, garbzadeginin tüm dünyayı sarmış olan bir hastalık olduğunu, onun sadece İran’la sınırlı olmadığını düşünüyor. 1964’te, Garbzadegi eserinden üç yıl sonra yayımlanan Hasi dar Mikat (“Bir Zerre Hac Yolunda”) isimli, kendi Hac yolculuğuyla ilgili değerlendirmesinde[11] Âl-i Ahmed, farklı halklarda gördüğü, garbzadegiye dair her duruma karşı hassasiyet geliştiriyor ve Suudi Arabistan’da hacılarda gördüğü hususları ele alıyor. Örneğin bu çalışmada eline Mısır’da ve Lübnan’da çıkan dergiler geçiyor, buradaki görüşleri okuyor, ardından da bu ülkelerde Batı’yla ağulanmış kişilerin tanklar, şarap ve çıplak kadınlarla ilgili yazılarını veya hikâyelerini ele alıyor.[12] Bazı bölümlerde ise vaizlerin verdikleri vaazlarda garbzadegi meselesinin analiz edildiğini görüyor.[13] Bu analizleri değerlendiriyor. Mekke’de her yerde, hatta Hane-yi Hüda’da (yani Kâbe’de) gördüğü neon lambalarından rahatsız olan Âl-i Ahmed, kutsal mekân için özel bir lamba tasarlanması önerisinde bulunuyor, bu önerisi üzerinden, Kâbe’nin Pensilvanya’daki neonla aydınlatılan mekânlardan farklı olması gerektiğini söylüyor.[14] Bir yerde Afrikalı siyahi kadınların üzerinde gördüğü dekolte elbiseleri Avrupa’nın nüfuzuyla ilişkilendiriyor, fakat bir yandan da Batı’nın etkisinin Afrikalı siyahi erkeklerde daha az göründüğünü söylüyor![15]

Âl-i Ahmed, birçok yerde Suudi Arabistan’da Aramco denilen şirketin çıkarttığı petrolle gelen zenginliğe eşlik eden derin yoksulluğa dair yorumlarını aktarıyor. Medine’den Tahran’a çekilen telgrafın ücretinin çok yüksek olduğunu, bunun sebebinin ise mesajın Paris veya Londra üzerinden aktarılması olduğunu öğrenen Âl-i Ahmed, alaycı bir ifadeyle, ama yanlış bir tespit üzerinden, yılbaşı arifesinde Aramco çalışanlarına Los Angeles’tan hindi geldiğini söylüyor.[16]

Azgelişmiş ülkelerin içine düştüğü bağımlılık denilen fasit daireye dair fikirlerini aktardığı bölümde Âl-i Ahmed, hacıların Batı’nın ürettiği ürünlere yönelik doymak bilmez iştahından bahsediyor:

“Bu hacıların zenginliklerle tatmin olduklarını bizatihi görüyorsunuz. Bu demek değil ki bunlar tüketimin kölesi, bu kişiler, sadece Batı’nın ürettiği ürünlere büyük bir açlık duyuyorlar, o kadar! Tüm ritüellerinde ya Batı’ya ya da Japonlara ait eşyayı kullanıyorlar. […] Batı’dan baktığınızda ‘medeniyet’ ‘tüketim’ (ve büyük ihtiyaçlar) demek, dolayısıyla, bu hacılar aslında ‘geri kalmış’ ve gelişme aşamasında. Peki ne zaman ‘gelişecekler’?. Batı’da üretilmiş ürünleri ne kadar çok tüketirlerse, o zaman. Burada niyetim mevcut döngüyü aktarabilmek: hammaddeler yola koyuluyor, imalatçıların ürettikleri ürünler geri dönüyor, ardından tüketim aşamasına geçiliyor, bu Batılı ürünleri tüketmek için paraya veya krediye ihtiyaç var. Kredi ve para ise hammaddelerin ihracından elde ediliyor. Buradan tekrar başa dönülüyor.”[17]

Garbzadegi’de Âl-i Ahmed İran’a odaklanıyor. Üç bin yıllık İran tarihini yüz sayfaya sığdırmaya çalışan Âl-i Ahmed, kitapta İran’daki garbzadeginin uzun tarihinin izlerini sürüyor. Bir yerde İranlıların Mekke ve Medine’de doğmuş olan İslam’ı değil de Irak şehirlerinde gelişmiş olan İslam’ı benimsemelerinin Batı’ya yüzlerini döndüğünün delili olduğunu söylüyor.[18] Çalışmanın önemli bir kısmında ise on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl İran tarihine, İngilizlerin ve Amerikalıların o tarihteki izlerine yoğunlaşıyor.

Rıza Şah’ın iktidara İngilizler ve petrol sayesinde iktidar olduğuna dair muhalif İranlılar arasında yaygın olan görüşü dillendiren Âl-i Ahmed, tarihsel sebep-sonuç zincirini şu şekilde kuruyor: Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz donanması petrolün peşine düştü. Savaşın sonunda petrole yönelik talep ciddi oranda düşünce, petrol şirketleri ve Batı, kontrol ettikleri İran petrolü için iç pazar oluşturmak amacıyla kolları sıvadı. Bu pazar ise güçlü bir merkezi hükümetin güvencesi altında olan istikrarlı koşullarda yaşayabilirdi. Bu sebeple, Rıza Şah iktidar koltuğuna oturtuldu.[19]

Başka bir örnekte Âl-i Ahmed, Amerika’nın İran’daki nüfuzunun 1946’daki Azerbaycan kriziyle birlikte arttığını söylüyor. Birçok tarihçi gibi Âl-i Ahmed de Birleşmiş Milletler’in Azerbaycan’daki Sovyet askerlerinin varlığına karşı harekete geçmesini sağlayanın ABD baskısı olduğu sonucuna ulaşıyor. Her ne kadar Kuzey İran’ın özgürleşmesinden ve burada petrol olduğundan sıklıkla bahsediliyor olsa da (ki burada Âl-i Ahmed, Sovyetler’in güneydeki petrol sahalarını sömüren İngiltere-İran Petrol Şirketi gibi kuzeydeki petrol sahalarını geliştirmesi konusunda hükümetten taviz kopartmaya çalıştığı anlaşmaya atıfta bulunuyor) Batı, aslında o dönemde Huzistan’daki petrolle ilgileniyor. Âl-i Ahmed’in kanaatine göre, 1954’te imzalanan, petrolün yüzde kırkını İngiliz petrol şirketleri hilafına Amerikan petrol şirketlerine teslim eden ve İran hükümetine çok küçük bir kâr payı veren konsorsiyum anlaşması, Amerika’nın İran petrolü üzerindeki hâkimiyetini iyice artırıyor.[20]

Garbzadegi kitabında hem Batı’yla ağulanmış sınıfı hem de şahı itham etse de Âl-i Ahmed, esas olarak Musaddık’ın devrilmesi sonrası petrolün millileştirilmesi meselesini kendince hal yoluna sokan şahı eleştiriyor. Dolaylı olarak da olsa Okul Müdürü romanında Amerika’nın İran’da oynadığı rolü eleştiren Âl-i Ahmed, kitapta otomobil kazasında bir öğretmeni yaralayan otomobilin şoför koltuğuna bir Amerikalıyı oturtuyor.

Âl-i Ahmed’in görüşüne göre, petrol sektörünün Batılı şirketlerin eline teslim edilmesiyle birlikte Batı, İran’ı tümüyle kendisine bağımlı kılıyor. Bu noktada Âl-i Ahmed, Batı’nın petrodolarları piyasaya sürüp traktör sayısını artırmasıyla birlikte, tarımda yaşanan makineleşme sürecinin köylülerin şehirlere göç etmesine sebep olduğunu söylüyor.[21] Kitlesel işsizliğin sebebi olarak sanayileşmeyle birlikte şehirlerdeki zanaatların yok olmasına işaret ediyor.[22] Âl-i Ahmed, Batı’yla ağulanmış kesimin (garbzade sınıfının) satın alınarak, Batı’nın ekonomik çıkarlarına hizmet etmesini ve rejime sunduğu desteği ağır bir dille eleştiriyor.[23]

Âl-i Ahmed, ülkenin ekonomi sahasında Batı’ya bağımlı oluşuyla kültür sahasındaki Batı bağımlılığı arasında ilişki kuruyor. İran’da çıkan dergilerde son çekilen Hollywood filmlerine ve Broadway müzikallerine dair eleştirilere yer veriliyor. Kentli kadınlar, Batı’ya ait kozmetik ürünlerinin tüketicisi hâline getiriliyor. Dünya’dan haberler İran halkına, Reuters’in veya UPI’ın gözüyle takdim ediliyor.

Âl-i Ahmed’in görüşüne göre, Batı’yla en fazla ağulanmış, Batı’nın zehrini en fazla içmiş olan kültürel kurum, eğitim kurumu. Batı, insana zarar veren “diploma hastalığı”nın kaynağı. Batı yüzünden ülkede işe girerken gerçek eğitime ve irfana değil, titre ve diploma türünden belgelere önem veriliyor.[24] Âl-i Ahmed, bir yandan da Batılı şarkiyatçıları taklit ettikleri, geçmişe ait önemsiz bilgilerin gölgesine sığındıkları ve İran’ın gerçek sorunlarıyla, Batı tarafından işgal edilmiş olmasıyla, yağmayla ve sanayiyle ilgilenmedikleri için edebiyat, hukuk ve ilahiyat fakültelerinden mezun olan öğrencilere ve bu öğrencilerin hocalarına ağır bir dille saldırıyor. Bu kesimin toplumla hiçbir alakasının olmadığını söylüyor:

“Bu it kopuk takımından ne tür bir hayır ve iyilik beklenebilir ki? Bunlar, Batı’yla ağulanmanın yarattığı bataklıkta debelenmekten başka bir şey yapamaz.”[25]

Âl-i Ahmed, ayrıca Avrupa’dan ve ABD’den ülkeye dönenlerin yol açtığı sorunu da ele alıyor. Bu insanlar, sırf Batı’da eğitim gördüler diye hükümette görev alabileceklerini düşünüyorlar. Gerekli bağlantılar oluşturuluyor, bunlar, hükümete bağlı olan, hiçbir işe yaramayan kurumların başına getiriliyor, çünkü Avrupa ve ABD’den gelen, kendi ülkesinin kültüründen kopmuş olan bu İranlılar, bilerek ya da bilmeyerek, Batı’nın ajanı olarak çalışıyorlar:

“Bu insanlar, Batı’yla ağulanmanın neticesinde köklerinden kopmuşluğun en kusursuz örnekleri. Ayakları yerden kesilmiş olan bu kişilerin işi yabancı danışmanların ve uzmanların görüş ve fikirlerini uygulamaktan ibaret.”[26]

Âl-i Ahmed, ülkede köklü değişiklikler gerçekleşmediği takdirde, “Avrupa’da eğitim görüp sürü hâlinde ülkeye akın eden bu İranlıların vatana hiçbir hizmette bulunamayacağını düşünüyor.[27] Devamında, İranlı öğrencilerin ABD ve Avrupa’ya gitmelerine belki de bir yirmi yıl yasak getirilmesi, bunun yerine, öğrencilerin Japonya ve Hindistan’a gönderilmesi önerisini sunuyor. Onun görüşüne göre bu iki ülke, makineler çağıyla en iyi şekilde başa çıkmayı bilmiş ve teknolojiyi gayet iyi bir biçimde benimsemiş.

“Kanaatimce, ancak böylesi bir plan yürürlüğe konulursa ileride Asya’ya gidip Doğu’yla sarhoş olacak kişilerle bugün Avrupa’dan dönen, Batı’yla sarhoş olmuş kişiler arasında bir denge tesis edilebilir, bu denge, eğitim pratiği için ümit verici olacaktır.”[28]

Âl-i Ahmed’in İran’daki Batılılaşmış eğitim sistemine yönelik genel kültürel eleştirisi ile Behrengi’nin İran’daki Amerikanlaştırılmış eğitim sistemine yönelttiği özel eleştiri ortak birçok yöne sahipse de iki isim, farklı reçeteler önermektedir. Âl-i Ahmed, bakanlık koltuklarına “Batı’yla ağulanmış kişiler”i dengelemek adına, “Doğu’yla ağulanmış” İranlıları oturtmayı önerirken, Behrengi ne Batı ne de Doğu’dan etkilenmiş, kendi toplumuna ait deneyimler üzerinden belirli anlayışlar ve çözümler geliştiren deneyimli İranlılara sırtını yaslamaktadır.

Âl-i Ahmed’in Batı’yla ağulanma konusunda geliştirdiği formüle, pratikte meşinzadegi (makinecilik) ile ilgili eleştiri eşlik eder. Âl-i Ahmed, Batı’nın İran üzerinde kurduğu hâkimiyeti esas olarak Batı’nın sahip olduğu makineyle, teknolojiyle ve modern bilimle ilişkilendirir. Batı, “makinelerini” İranlıları ürkütmek, sömürmek ve kontrol altına almak için ülkeye boca etmektedir.

Âl-i Ahmed’in tespitine göre kitleler, bu gelişme karşısında üç farklı eylem tarzı geliştirir:

1. Makinelere ve Batı’ya bugün olduğu gibi pasif bir biçimde teslim olur;

2. Geleneksel alışkanlıkların, âdetlerin uçurumuna yuvarlanır;

3. Yurtdışında imal edilmiş makineleri tüketmekle yetinmeyip onları inşa eder, onu öğrenir, ama makineler eliyle evcilleştirilmeksizin, makineleri evcilleştirir.[29]

Âl-i Ahmed’e göre, eğer İran ekonomik ve kültürel bağımsızlığını yeniden kazanmak istiyorsa makinelerin büyüsünden kurtulmalıdır. Burada hiç şüphe yok ki Âl-i Ahmed üçüncü yaklaşımı savunmaktadır.

Garbzadegi eserinde Âl-i Ahmed, Batı’yla ağulanmayla mücadele konusunda ulemaya pozitif bir rol bahşetmez. Ona göre, ulema ikinci yola girmiştir, yani geleneksel alışkanlıkların ve âdetlerin uçurumuna yuvarlanmıştır. Âl-i Ahmed’in modern İran tarihine yönelik okumasında ulema, Batı’yla ağulanma meselesine karşı savunulacak etkin bir kale hiçbir zaman olmamıştır. On dokuzuncu yüzyılda ve Anayasa Devrimi döneminde ulema gerici bir güçtür ve “sanayileşme karşısında kendi ördüğü kozanın içine saklanmıştır.”[30] Âl-i Ahmed’e göre ulema, ateizm-dindarlık arasındaki kutuplaşmanın başka bir hâli olan meşrutiyet-meşruiyet (Şer’i hukuk) arasındaki farka odaklanmak suretiyle anayasaya karşı çıkmıştır.[31] Rıza Şah’ın ulemanın elinden eğitim ve yargı sahasında sahip olduğu mevkileri alması, bunun yanında, genel olarak mollalara karşı gerçekleştirdiği saldırılara ulema, radyo ve televizyonu haram ilân ederek cevap vermiş, Kum ve Meşhed’deki özel mevzilerini kullanarak Batı’yla ağulanma sürecine karşı bir direniş örmemiştir.[32]

Âl-i Ahmed’in tahminine göre, İran halkının yüzde doksanı fazlasıyla dindardır ve İmam Mehdi’nin dönüşünü beklemektedir, ayrıca hükümetin yaptığı zulümleri ve baskıları eleştirmektedir. Müminlerle dolup taşan dini kurumlar ise hükümete karşı soğuktur ve ona eyleme dönüşmeyen bir güvensizlikle yaklaşmaktadır.[33]

Âl-i Ahmed’in ulemadaki etkisizliğe ve eylemsizliğe, dininin Batı’yla ağulanma sürecine karşı çıkma potansiyelini bir türlü fark edemeyişine dair eleştirisine göre, ülkede ulema ve din bir değişim sürecine girmelidir. Bir Zerre Hac Yolunda isimli çalışmasında aktardığı kendi Hac deneyimi, esasen dini inanç arayışına dair bir yolculuğu ifade etmektedir. Hacdan önce Âl-i Ahmed, Tude ile ilişkide olduğu dönemi takip eden yıllar içerisinde inanç düzeyinde önemli bir değişimi tecrübe etmek zorunda kalmıştır. Kendi hac hikâyesini “Bir Zerre Hac Yolunda” olarak isimlendiren Âl-i Ahmed, Allah’ın huzuruna önemsiz biri, bir saman çöpü, küçük bir damla olarak çıktığı düşüncesindedir. İran edebiyatında “saman çöpü” anlamına gelen “khas” ile “kişi” anlamına gelen “kes” kafiye olsun diye hep birlikte kullanılır.[34]

Kitap boyunca Âl-i Ahmed’in içte verdiği mücadelelere, arayışlarına ve çalkantılarına tanık oluruz. Kitap, yazarın Kâbe’yi tek bir amaç doğrultusunda tavaf eden kitle içerisinde kendi nefsini yok etmesiyle birlikte açığa çıkan duyguları tarif eder.[35] Hac değerlendirmesi üzerinden Âl-i Ahmed’in dine henüz tümüyle bağlanmasa bile kendince tüm kalbiyle İslam’ı benimsemenin eşiğinde olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Görebildiğimiz kadarıyla, ölümünden birkaç yıl önce Âl-i Ahmed, İslam’ı İran kimliğinin Batılı olmayan, yerli kısmı ve Batı’yla ağulanma sürecinin lanetinden kurtuluşun yegâne yolu olarak görmeye başlamıştır.

Âl-i Ahmed’in ilk çalışmalarıyla son çalışmalarını din bağlamında kıyaslayan İranlı bir eleştirmenin çıkarımına göre:

“İlk çalışmalarda yazar, dine ait dünyaya karşı ilgisizdir, hatta kimi yerlerde onu olumsuz bir şey olarak görmektedir. Fakat zaman geçtikçe ve deneyim biriktirdikçe, din Batı dünyasına karşı savunma pratiğine ait bir araç hâline gelir.”[36]

Âl-i Ahmed, ölmeden önce dini İran’da Batı’yla ağulanma meselesine karşı çıkartılabilecek bir güç olarak değerlendiren yaklaşımını somut bir dille ifade etme imkânını bulmuştur.

Âl-i Ahmed’in kaleme aldığı Garbzadegi isimli kısa polemik çalışması, altmışlarda ve yetmişlerde yürütülen Kuzey-Güney tartışmalarının habercisidir. Bu tartışmalarda dile getirilen görüşlere göre, Üçüncü Dünya yeni bir uluslararası ekonomik düzen ve yeni bir bilgilenme zemini talep etmektedir. Bu dönemde OPEC üyeleri, haksız ve adaletsiz hükümler içeren sözleşmelerin iptali için mücadele vermiş, Üçüncü Dünya, “kültür emperyalizmi”nin daha incelikli biçimlerini tespit edip bunlarla mücadele için planlar hazırlamıştır. O dönemde yaşanan gelişmelerin etkileri bugün hâlâ hissedilmektedir.

Esasen Garbzadegi, Andre Gunder Frank, Ernesto Celsao Furtado ve Samin gibi Üçüncü Dünyacıların dillendirdikleri bağımlılık teorisinin İran versiyonudur. Geniş kapsamlılığı, sahip olduğu etki, sert dili, yol açıcı tarzı ve yerli, muhalif içeriğiyle Garbzadegi, arayış içerisinde olan üniversite öğrencileri ve Batı’nın zehrinden etkilenmemiş, kendilerini davaya adamış aydınlar nezdinde önemli bir okur kitlesine kavuşmuştur.

Brad Hanson

[Kaynak: International Journal of Middle East Studies, Cilt 15 Sayı 1 (Şubat 1983), s. 7-13.]

Dipnotlar:
[1] Jalal Al-e Ahmad, Khasi dar miqat (Tahran: Entesharat-e ravaq, Shahrivar 2536/1977), s. 40.

[2] Hillmann, Literature East and West, s. 62.

[3] Âl-i Ahmed bir yerde, hiçbir İranlı yazarın sadece yazarak geçinemediğini söylemektedir. Bu durum Âl-i Ahmed için de geçerlidir. Velut ve popüler bir yazar olmasına karşın Âl-i Ahmed ara sıra ücret karşılığında öğretmenlik yapmak zorunda kalmıştır.

[4] Jalal Al-e Ahmad, Arzyabi-ye shetabzadeh (Tebriz: Ibn Sina, 1965), s. 93-100, Aktaran: Hillmann, Introduction and Notes to Al Ahmad, School Principal, s. 30, n. 8.

[5] Michael C. Hillmann, Introduction and Notes to Al Ahmad, School Principal, s. 24.

[6] Professor Amin Banani’nin bir sohbetinde bana ilettiğine göre kendisi, 1965 yılında Şeriati’yle Âl-i Ahmed’in Tahran’daki evinde gerçekleştirilen bir sohbet toplantısında tanışma imkânı bulmuş.

[7] Garbzadegi’de terimi Ahmed Ferid’den ödünç aldığını Âl-i Ahmed de kabul etmektedir (Tahran: Azad, 1341/1962), s. 5. Terimin alternatif çevirileri için birinci dipnota bakılabilir.

[8] Garbzadegi modern İran nesir edebiyatının klasik bir çalışmasıdır. Öyle ki UNESCO hazırladığı İran’ın Mirası Dizisi’ne kitabın İngilizce çevirisini eklemiştir.

[9] Gharhzadegi, s. 6.

[10] Âl-i Ahmed burada İran’da epey yaygın olan yaprak yiyen bitin buğdaya verdiği zararı ifade eden “senzadegi” kelimesine atıfta bulunuyor.

[11] Farsça başlık dini gönderimlere sahip. Zira mikât, hac ve umre yapacak kişilerin ihrama girdiği yeri ifade ediyor.

[12] Khasi dar miqat, s. 46-48, 74.

[13] A.g.e., s. 28, 79.

[14] A.g.e., s. 87-88.

[15] A.g.e., s. 61-62.

[16] A.g.e., s. 64-65.

[17] A.g.e., s. 141.

[18] Gharbzadegi, s. 17-18.

[19] A.g.e., s. 40.

[20] A.g.e., s. 41-42.

[21] A.g.e., s. 44.

[22] A.g.e., s. 49.

[23] A.g.e., s. 71-76.

[24] A.g.e., s. 94. Âl-i Ahmed, Ronald Dore’un The Diploma Disease: Education, Qualification, and Development (“Diploma Hastalığı: Eğitim, Kalifikasyon ve Gelişme”, Berkeley ve Los Angeles: University of California Press, 1976) popüler kıldığı “diploma hastalığı” terimini kullanmasa da, esasen aynı olguyu Dore’un kapsamlı ve dünyayı gören analizinden on dört yıl önce, İran bağlamında tasvir ediyor.

[25] A.g.e., s. 96-97.

[26] A.g.e., s. 98; Çeviri: Hillmann, Introduction and Notes to Al Ahmad, School Principal içinde, s. 16.

[27] Gharbzadegi, s. 98-99.

[28] A.g.e., s.; Çeviri: Hillmann, Introduction and Notes to Al Ahmad, School Principal içinde, s. 18.

[29] Gharbzadegi, s. 59-61.

[30] A.g.e., s. 35.

[31] A.g.e., s. 37.

[32] A.g.e., s. 39.

[33] A.g.e., s. 52-53.

[34] Maryam Mirahmadi, “Ta’sir va nofuz-e mazhab dar asar-e Jalal Al-e Ahmad”, Sokhan, 26, 10 (Azar/Dey 1357-Kasım/Aralık 1978), s. 1079.

[35] Khasi dar miqat, s. 90.

[36] Mirahmadi, “Ta’sir va nofuz-e mazhab”, s. 1081.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder