Dürüst
olmam gerekirse, bu tartışmadan bıkıp usandığımı belirtmeliyim, fakat bugün
dünyanın en önemli Marksist dergilerinden olan Marxist Review’ün
küçülmecilik fikrini benimsediğini görünce iki çift laf etmeden duramadım.
John
Bellamy Foster’ın derginin Temmuz-Ağustos 2023 tarihli son sayısına yazdığı
takdim yazısını okudum.[1] Yazıda katıldığım ve katılmadığım yönleri sıralamak
istiyorum:
1.
Ekolojik sürdürülebilirliği ve insan ihtiyaçlarının bu düzlemde karşılanması
meselesini öncelikli gören (kâra/değişim değerine değil de kullanım değerine
göre üretim yapan, bu anlamda, gayrisafi yurtiçi hâsılanın değişim değeri ve
kâra sabitlenmesine karşı çıkan) bir ekonominin inşa edilmesi konusunda hepimiz
hemfikiriz.
2.
Ekolojik krizin kapitalizm koşullarında üretim anarşisinden uzaklaşmaya ve
planlamaya yönelmeye ihtiyaç duyduğunu hepimiz kabul ediyoruz. Sosyalist
planlama, tarih boyunca birçok ilginç örnek sunmuş.
“Birleşmiş üreticiler,
işbirliği ilkesi üzerinden örgütlenmiş bir toplumda üretimin temel
parametrelerini belirleyebilirler. Böylesi bir toplum, salt tüketim yerine
medeniyet sahasında gelişme kaydedebilir.”[2]
Benim
John Bellamy Foster’ın yazısında asıl katılmadığım tespit, “üretici güçlerin
tam anlamıyla geliştiği”yle ilgili. Buradan JBF, bugün üretimin yönünü
değiştirmemizin ve küçülmemizin gerekli olduğunu söylüyor. Bense sermayenin
üretici güçlerin gelişimini salt kârlı olana göre sınırladığı iddiasındayım.
“Marx ve Engels,
sosyalizmi hem niceliksel hem de niteliksel anlamda genişleyen üretim güçleri
olarak görüyordu. Hatta Anti-Dühring’de Engels, sosyalizmin ilerledikçe
‘üretim güçlerinin gelişimini de hızlandıracağını, […] üretimin pratikte
sınırsızca artacağını’ söylüyordu. Gelgelelim Marx da Engels de bugünün ‘her
yeri kuşatmış dünya ekonomisi değil, sanayileşmenin ilk aşaması bağlamında
konuşuyordu. Endüstriyel gelişmenin alanının on sekizinci yüzyılın başlarından
1970’in ilk gününe dek genişlediği dönemde, dünyadaki endüstriyel üretim
potansiyeli hacim olarak 1730 kat arttı, bu açıdan, on dokuzuncu yüzyıldan
bakıldığında bu, ‘pratikte gerçekleşmiş sınırsız artış’ olarak görülebilir.
Oysa bugün bu artış, ekolojik aşırılık sorununa yol açıyor.”[3]
Aşağıda
JBF’in aktardığı, Engels’e ait düşünceye (“Sosyalizmin hedefi üretimi artırmak
değil, insanı kuşatan hayatın koşullarına ait tüm alanla rasyonel ve planlı bir
ilişki kurulmasını gerekli kılan, insanların ‘özgürce gelişmesini sağlamak’tır”
düşüncesine) katılıyorum. Asıl hedef, üretimi artırmak değil, insanın özgürlüğü
için gerekli azami koşulları oluşturmak. Ama ben, buradan yola çıkıp toplam
üretimi düşürmenin ana hedef olduğunu düşünmüyorum.
“Üretim araçlarının
toplumun eline geçmesiyle birlikte emtia üretimi de aynı zamanda ürünün üretici
üzerinde kurduğu egemenlik de son bulur. Toplumsal üretimdeki anarşi, yerini
sistematik ve planlı örgütlenme pratiğine bırakır. Bireysel varoluş için
verilen mücadele ortadan kalkar. Ardından, tarihte ilk kez insan, hayvanlar
âleminden kopar ve hayvani varoluş koşullarından doğmuş hâliyle gerçek manada
insani olan varoluş koşullarına geçiş yapar. İnsanı kuşatan ve bugüne dek
insana hükmetmiş olan hayat koşulları alanı, insanın hâkimiyetine ve kontrolüne
girer. Zira insan, kendi inşa ettiği toplumsal örgütün artık efendisi olduğundan,
ilk kez doğanın gerçek ve bilinçli egemeni hâline gelmiştir. Bugüne dek
kendisine yabancı doğanın insana hükmeden kanunlarıymış gibi gördüğü toplumsal
eyleme ait kanunlar insanın hükmü altına girer. Bugüne dek tarihin ve doğanın
dayattığı bir zorunluluk olarak gördüğü toplumsal örgütlenme pratiği artık
insanın özgür eyleminin bir sonucudur. Bugüne dek tarihe hükmetmiş olan dışsal
ve nesnel güçler insanın kontrolüne girer. Ancak o vakit insan tam bir bilinçle
kendi tarihini yapar, ancak o andan sonra insanın harekete geçirdiği toplumsal
sebepler ölçüsü giderek genişleyecek şekilde, insanın ulaşmak istediği
sonuçlara yol açarlar. Bu, insanlığın zorunluluklar âleminden özgürlükler
âlemine sıçramasıdır.”[4]
Ayrıca
ben, iklim sorununu çözmek veya yüzde sekseni fosil yakıtla dönen ekonomiyi
dönüştürmek için üretim güçlerinin daha fazla geliştirilmesi gerektiğini
düşünüyorum. Sermayenin bu geliştirme işlemine yatırım yapmayacağı açık. Daha
önce, bu geliştirme işleminin gerektirdiği hususlar konusunda şunu söylemiştim:
“Princeton
Üniversitesi’nin Sıfır Sera Gazlı Amerika isimli raporu ekonomimizin
karbondan arındırılması gerektiği üzerinde duruyor ve ekonominin bu açıdan
yeniden, daha önce görülmedik ölçüde sanayileşmesi önerisinde bulunuyor. Rapor,
210 ilâ 330 milyon elektrikli aracın yollara dökülmesi, 80 ilâ 120 milyon ısı
pompasının kullanılması, iletim kapasitesinin beş kat artırılması, yeni
geliştirilmiş büyük ölçekli nükleer reaktörlerin kurulması önerisinde
bulunuyor. Bu türden bir altyapıya on bin ilâ elli bin hektarlık güneş enerjisi
ve rüzgâr enerjisi tarlalarının eşlik etmesi gerektiğini söylüyor.”[5]
Öte
yandan, toplam üretimi kısarak, tüm gezegendeki insanlara barınma imkânı,
ulaşım imkânı, kesintisiz elektrik ve su/kanalizasyon hizmeti sunamazsınız.
Üretimi artırmadan, bu imkânları sağlayamaz, bu hizmetleri sunamazsınız.
Ayrıca,
üretim güçlerinin gelişimini durdurarak sosyalizme ulaşamazsınız. Kanser gibi
başka meseleler var. Kapitalizmin elimizi kolumuzu bağladığı, çözüme
kavuşturulması gereken daha birçok konu var. Neticede sosyalizm, durağan bir
şey değil.
Bu
noktada küçülmeciler, üretimi azaltmamız, küçülmemizle ilgili emrin bilime ve
onun gezegenin sınırlarına dair söylediklerine ait olduğunu iddia ediyorlar. Bu
noktada JBF, yaklaşık yirmi yıl önce kaleme alınmış, Herman Daly’ye ait bir
makaleye atıfta bulunuyor. Buradan da her yanı kuşatmış ekonomiden dem vuruyor:
“Bilim, bugün dünya
ekonomisinin her yanı kuşattığı koşullarda bize kabul edilebilir bir fizikî iş
hacmi konusunda, tüm dünya sistemine ait bütçenin sınırları içerisinde hareket
etmemiz gerektiğini söylüyor.”[6]
Bu
arada şunu belirtmek gerek: JBF yazısında Herman Daly’den bolca alıntı yapıyor.
Oysa Daly, nüfus kontrolünü ve göç kontrolünü ekoloji temelinde savunan bir
isim. Örneğin ömrünün sonuna doğru kaleme aldığı ve ilk çalışmalarının temel
aldığı Marksçı-Maltusçu görüşü aktaran “Nüfus Üzerine Düşünceler”[7] başlıklı
yazısına bakılabilir.
Öte
yandan, bir de şu “gezegenin sınırları”ndan dem vuran bilimden de bahsetmek
gerekiyor. Bu bilim, başka bilim insanlarınca tartışılıp sorgulanmış bir
mesele. Atmosferdeki sera gazı oranı sorununun çözüme kavuşturulması için
üretimin artırılması gerekiyor.[8]
“Gezegenin
sınırları” konusunda konuşan bilimin söylediklerini kabul etsek bile bu bilim,
esasen üretimin belirli, özel sektörlerinde niteliksel dönüşüme gidilmesi
önerisi sunuyor, soyut/genele teşmil edilmiş niceliksel azaltmadan bahsetmiyor.
Nihayetinde
JBF’in makalesi benim şu önemli meseleyi anlamama katkıda bulundu: küçülmeciler,
bir yandan tasarruf tedbirlerine saldırırken ve toplumsal ihtiyaçların meta
olmaktan çıkmasını savunurken, küçülmenin özgün anlamıyla toplumsal
bütçelerdeki kısıtlamaları ifade ettiğini görmüyorlar.
Bu
küçülmecilerin dili muhasebenin diline bile yansıyor. Bu alanda “sıfır sera
gazlı sermaye oluşumu”, “dünya sistemi bütçesi”, “üretim düşürülmeden büyüme
mümkün değil” gibi ifadelere rastlanıyor. Bunlar, ekolojik ekonomi bütçesini
temel alan, neoliberal tasarruf tedbirlerinin dayatılacağını anlatıyor.
Muhtemelen en büyük arzusu dengeli bütçe olan Clinton’cılar, bu tür tedbirlere
bayılırdı.
Özetlersek:
ben küçülme meselesini, üretimin düşürülmesini merkeze koyan bir programı
destekleyen ve mahrumiyetle tanımlı olan sistemi hep stratejik açıdan
eleştirmiştim. Fakat bu yaklaşım, bir yandan da sosyalizmin potansiyelimize
vurulmuş zincirleri kıracağı gelecek toplumuna kısıtlamalar dayatması açısından
da eleştirilmeli.
Üretim
araçlarını ele geçirdiğimizde ve bilimin katkısıyla süreci kolektif olarak
belirlediğimizde, bazı yönlerden küçülmek gerektiğini ben de kabul ediyorum.
Ama bir yandan da “küçülmeyi neden demokratik belirleme pratiğine mani olacak,
programımıza ait bir önkoşul olarak görmeliyiz?” sorusunu soruyorum.
Daha
önce dediğim gibi[9] “ekolojik ayak izleri”ni bireyselleşmiş etkilerin soyut
bir göstergesi olarak gören yaklaşım, eleştirilmeli. Krizin kaynağı, bazı ayak
izlerini azaltıp bazılarını artırmak değil. Mesele, altyapının dönüştürülmesi.
JBF
konuya dair şunu söylüyor:
“Dünyanın en zengin
ülkelerinde planlı küçülme veya biriktirmeme, bu anlamda, sürdürülebilir insani
gelişmeye geçiş kaçınılmaz bir adım. Örgütlü medeniyet yaşayacaksa eğer, bu
ülkelerde kişi başına düşen ekolojik ayak izlerinin dünya ölçeğinde
sürdürülemez oldukları görülüyor. […] Bir yandan da düşük ekolojik ayak
izlerine sahip olan yoksul ülkelerin zengin ülkelerdeki enerji ve malzeme
hacminin küçüldüğü, kişi başına düşen tüketimin fiziki açıdan bir bütün olarak
dünyadaki düzeye yaklaştığı süreç dâhilinde gelişmelerine izin verilmeli.”[10]
Ben
bu rejimlerden bir şeyler öğrenilebileceğini, ama aynı zamanda kömür yakan
Çin’deki “ekolojik medeniyet”te de Venezuela’daki petrolün finanse ettiği
rejimde de ve Küba’daki kendi kendine yeten ekonomide de umut bulunabileceğini
düşünüyorum.
“Bugünkü ekolojik iklimde
Bolivarcı Devrim üzerinden komünal devlet inşa eden ve gıda güvenliği ile gıda
egemenliği alanında olağanüstü başarılara imza atan Venezuela gibi devletin
yönettiği, yarı planlı ekonomilerin yanında, Çin ve Küba da dünyayı
ilgilendiren acil durumda, zengin kapitalist dünyada tanık olmadığımız ekolojik
atılımlar konusunda umut verici gelişmelere imza atıyorlar.”[11]
Ben,
on dokuzuncu yüzyılda ekolojik krizle boğuşan kentler bağlamında kentin kır karşısında
ortadan kaldırılmasının belirli bir anlama sahip olabileceğini, ama yirmi
birinci yüzyılda (Mike Davis’in de dediği gibi[12]) daha fazla kentleşmenin
(yoğun yaşam alanlarının) birçok ekolojik soruna çözüm sunabileceğini
düşünüyorum.
JBF
ise “Marx ve Engels’in ortak planının kentle kır ayrımı sorununa nüfusu kıra
yayarak çözüm buldukları, kentle kır nüfusunu ayrıştıran sanayi kentlerindeki
yoğunlaşmaya bu şekilde mani olmayı düşündükleri” iddiasında.[13]
JBF
tuhaf bir yaklaşım sergiliyor: bir yandan ekolojik krizin ana sebebinin büyüme
veya “kesintisiz sermaye birikimi” olduğunu söylüyor, bir yandan da son otuz
kırk yılın büyümeyle değil, durgunlukla tanımlı olduğunu iddia ediyor. Konuyla
ilgili olarak, Jack Copley’nin muhteşem makalesine bakılabilir. [“Gerileme
Dönemini Karbondan Arındırmak: Durgunluk Döneminde İklim Değişikliği
Meselesinin Ele Alınması”[14]]
JBF’e
göre kapitalizm, kesintisiz büyüme istiyor, ama nedense üretim konusunda epey kötü![15]
Fosil
yakıtları emekle ikame etmeyi öneriyorlar. Bu konu sıkıntılı bir konu. Ekoloji merkezli
düşünen kişilerin önerdikleri ekososyalizm vizyonlarının daha fazla emek yoğun
üretim biçimlerini içeriyor olması gerçekten şaşırtıcı. JBF, yazısında bu
konuyla ilgili şu tespiti yapıyor:
“Emeğin kendisi, ekolojik
açıdan daha verimli olan ufak, organik ve sürdürülebilir çiftçilik pratiğinde
görüldüğü üzere, fosil yakıtların yerini almalı.”[16]
Fosil
yakıtlar üzerine kurulu enerji rejiminin en iyi yanlarından biri de bu rejimin üretim
sürecini kas gücüne bağımlılıktan kurtarıyor olması (aşağıdaki tablo Smil’in Energy
& World History çalışmasından).
Nihayet
son paragrafa geldik.
Bence
Paul Baran’ın “planlı ekonomik artık” formülü doğru. Sosyalizm bir artığa
ihtiyaç duyar. Mesele, o artıkla ne yapılacağıdır. Hem ekolojik hedeflere sadık
kalıp hem de o artığı planlamak, kapitalizmin pek hoşlanmadığı ve iyi olmadığı
bir iştir. Sosyalizm, ondan daha iyisini yapabilir.
Matthew T. Huber
14 Temmuz 2023
Kaynak
Dipnotlar:
[1] John Bellamy Foster, “Planned Degrowth: Ecosoc”ialism and Sustainable Human
Development”, 1 Temmuz 2023, MR.
[2]
A.g.e.
[3]
A.g.e.
[4]
Frederick Engels, Anti-Dühring, MIA.
[5]
Matthew T. Huber, “The Professional Class Vanguard of Climate Justice: A
Response to Michael Levien’s Review of Climate Change as Class War: Building
Socialism on a Warming Planet”, 20 Nisan 2023, HM.
[6]
John Bellamy Foster, a.g.e.
[7]
Herman Daly, “Reflections on Population”, Ağustos 2022, GT.
[8]
Johan Rockström vd., “Earth’s Boundaries?”, Eylül 2009, Nature.
[9]
Matt T. Huber, “Ecological Politics of the Working Class”, Bahar 2019, Catalyst.
[10]
John Bellamy Foster, a.g.e.
[11]
A.g.e.
[12]
Mike Davis, “Who Will Build The Ark?”, Ocak/Şubat 2010, Sayı 61, NLR.
[13]
John Bellamy Foster, a.g.e.
[14]
Jack Copley, “Decarbonizing the downturn: Addressing climate change in an age
of stagnation”, Cilt 27 Sayı 3-4 16 Ağustos 2022, Sage.
[15]
Yayına Hz. M. Ayhan Köse ve Fransizka Ohnsorge, Falling Long-Term Growth
Prospects, World Bank Group, WB.
[16] JBF, a.g.e.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder