Simon Springer’ın “Radikal Bir Coğrafya Neden Anarşist Olmalı?”
Yazısına Kişisel Cevap
Simon
Springer (2014), radikal bir coğrafyanın anarşist olması gerektiğini söylediği,
polemik amaçlı, oldukça etkili bir makale kaleme aldı. Yazıya göre radikal
coğrafya, kendisini artık yorulmuş ve ihtiyarlamış olan Marksizmle değil, taze
ve yeni olan anarşizmle tanımlamalıydı. Bu türden bir polemiği yürüten diğer
çalışmalarda görüldüğü üzere, yalan yanlış beyanlar, abartılar ve mantıksal
safsata üzerine kurulu eleştirilerden epey istifade etmiş olan bu makalesinde
Springer’ın gene de tartışılmaya değer, önem arz eden kimi meseleleri gündeme
getirdiğini söylemek gerekiyor.
Önce
bu noktada kendi konumumu açıklığa kavuşturayım. Uzun süredir bağlı olduğu
anarşizm geleneğiyle arasındaki bağları koparttıktan sonra yazdığı son
yazılarında, “son tahlilde solun geleceği, onun bugün ve görünür hâle gelen
gelecek için Marksizmde ve anarşizmde geçerli olan hususları kabul etme
becerisine bağlı olduğunu” (Bookchin, 2014: s. 194) söyleyen Murray Bookchin’e
tümüyle katılmasam bile, kendisine beğeniyle yaklaştığımı söylemeliyim. Bizim
bugün yüzleşilen sorun türleri hakkında söz söyleyecek, devrimci geleneğin en
iyi yanı olan Marksizmi ve anarşizmi bir araya getirecek yaklaşım”ı (2014: s.
164) tanımlamamız gerekiyor.
Yazdığı
yazı üzerinden bir hükme varacaksak eğer, Springer’ın böylesi bir projenin
parçası olmak istemediğini söyleyebiliriz. Springer, Marksizmi ve anarşizmi
birbirine hasım değilse bile, birbirini karşılıklı olarak dışlayan iki akım
şeklinde değerlendiriyor ve aralarındaki ilişkide iki akımı zıt kutuplara
fırlatıyor. Kanaatimce bu yaklaşım, anlamsız.
Benim
Marksizm anlayışıma göre, son birkaç yıldır Wall Street’i İşgal Et türü
hareketlerde açığa çıkan politik aktivizme can veren otonomcu ve anarşist
taktik ve duygular, takdirle karşılanmalı, analiz edilmeli, gerektiğinde
desteklenmeli. Bence Wall Street eylemlerinde, Gezi Parkı’nda ve Brezilya
sokaklarında açığa çıkan hareketler ilericiydi, dolayısıyla, bu hareketlere
kısmen veya tümüyle can veren anarşist ve otonomcu düşünce ve eyleme neden
olumlu yaklaşmayayım?
Ana
akım Marksizmde, önemli meseleleri gündeme getiren şu veya bu anarşizm türü
hemen göz ardı edilir veya gereksiz görülüp çöpe atılır. Dolayısıyla, ben de
iki geleneği karşı karşıya getirmek yerine, birbirlerine karşılıklı yardımda
bulunması gerektiğini, diyalogun daha verimli sonuçlar doğuracağını
düşünüyorum. Tersten, geçmişte açığa çıkmış onca kusuruna rağmen Marksizmin,
birçok anarşistin iştirak ettikleri antikapitalist mücadeleye çok önemli
katkılar sunabileceği kanaatindeyim.
Coğrafyacılar,
işbirlikleri ve karşılıklı yardımla ilgili imkânları keşfetmelerini sağlayan,
kendilerine imtiyaz olarak bahşedilmiş, oldukça özel bir konuma sahiptirler.
Springer’ın da ifade ettiği biçimiyle, on dokuzuncu yüzyılda faal olan anarşist
geleneğin kimi önemli isimleri, misal, Kropotkin, Metçnikof ve Reclus,
coğrafyacıydı.
Patrick
Geddes, Lewis Mumford, sonrasında Murray Bookchin’in çalışmaları sayesinde
anarşist duygu ve düşünceler, kent planlaması sahasında etkili hâle geldiler,
Edward Bellamy gibi isimlerin hazırladıkları birçok ütopik program yanında,
Ebenezer Howard gibi isimlerin hazırladıkları pratik planlar, anarşizmin
etkilerini taşıyorlar. Bu arada ben de Umut Mekânları (2000) isimli
çalışmamda yer verdiğim ütopik plan taslağını bu gelenek üzerinden
hazırlamıştım.
Sosyal
anarşistler, genelde (kanaatimce birçok coğrafyacının kendi disiplinlerinin
merkezinde yer alan ana kavramlar olarak gördüğü) uzam, yer ve çevre ile ilgili
sorulara fazlasıyla ilgili ve hassas olmuşlardır. Bir bütün olarak Marksist
gelenekse ne yazık ki bu tür konulara pek ilgi göstermemiştir. Lefebvre ve
içerisinde Marksist sosyologların önemli bir rol oynadıkları, 1977 tarihinde
yola koyulan, İngilizce-Fransızca olarak yayın yapan uluslararası dergi, Urban
and Regional Research [“Kent ve Bölge Araştırmaları”] gibi istisnalar
haricinde, Marksizm, ayrıca kentleşme, kentlerdeki toplumsal hareketler,
mekânın üretilmesi ve eşitsiz coğrafi gelişmeler gibi konu başlıklarına hiç
eğilmemiştir. Ana akım Marksizm, çevre meselelerini, kentleşmeyi ve kentlerdeki
toplumsal hareketleri sermayenin çelişkileri içerisinde belirgin bir öneme
sahip olgular olarak görmeye ancak yetmişli yıllardan itibaren başlamıştır.
Altmışlı yıllarda kitabi Marksizme bağlı olan birçok isim, çevre meselelerini
“küçük burjuva romantiklerin meşgul olduğu konular” olarak değerlendirmiştir
(Murray Bookchin’i öfkelendiren ve hislerini 1971 tarihli Kıtlık Sonrası
Dönemin Anarşizmi isimli çalışmasında yer alan “Dinle Marksist!” isimli
makalesinde aktarmaya iten, tam da bu türden değerlendirmelerdir.)
Yetmişlerin
başında Marx ve Marksizmle ilgilenmeye başladıktan kısa bir süre sonra
Marksistlerin iyi birer coğrafyacı olmalarına katkı sunmanın görevimin bir
parçası olduğunu gördüm. O günden beri yaptığım espride dile getirdiğim
biçimiyle, Marksist görüşleri coğrafyaya taşımak, Marksistlerin coğrafyayla
alakalı soruları ciddiye almalarını sağlamaktan daha kolay. “Marksist görüşleri
coğrafya alanına taşımak” derken, mekân, yer inşası ve çevre gibi konu
başlıklarını alıp, onları Marx’ın kavradığı biçimiyle “sermayenin hareket
yasaları”na dair genel anlayışa yedirmeyi kastediyorum.
Springer’ın
da kabul edeceği biçimiyle, benim de tanıdığım birçok sosyal anarşist,
sermayenin zaman ve mekânda çevresel dönüşümler üzerinden nasıl dolaşıp
biriktiğine dair Marksist eleştirel açıklamaları ve teorik değerlendirmeleri
faydalı bulur. Elimden geldiğince, bugün de devam eden çalışma dâhilinde ben,
Marx’ın sermaye eleştirisini, bilhassa kentleşme, şehir peyzajının oluşumu, yer
inşası, rant temini, ekolojik dönüşümler ve eşitsiz coğrafi gelişmeler gibi
konu başlıklarıyla ilişkileri dâhilinde, öne çıkartmak ve anlaşılır kılmak için
uğraşıyorum. Umarım, sosyal anarşistler de bu çabayı takdir eder ve onu bir
biçimde hor görmezler.
Genelde
Marksizmin, özelde Marksist politik ekonominin katkıları, antikapitalist
mücadele açısından çok önemli bir yerde durmaktadır. Bu katkılar, mücadelenin
neyle ilgili olması gerektiği, neye karşı ve neden verilmesi gerektiği
konusunda net bir açıklama sunmaktadır.
Ancak
öte yandan, ortada ilginç bir sorun var. Elisée Reclus, on dokuzuncu yüzyılın
en üretken anarşist coğrafyacılarından biridir. On dokuz ciltlik Geographie
Universelle [“Evrensel Coğrafya”] çalışmasına baktığımızda, anarşist
görüşlerden eser yoktur (Kropotkin’in Orta Asya’yı ele alan fiziki coğrafya
çalışmalarında bu tür görüşlere daha fazla rastlanır). Tam da bu sebeple,
Londra’da bulunan Kraliyet Coğrafya Derneği, Reclus ve Kropotkin birinci sınıf
apolitik coğrafyacılar olarak görüldüğünden, başları politik açıdan derde
girdiği vakit, ilgili makamlardan bu iki ismin hapisten çıkartılmasını
istemiştir. Bunun çok basit bir sebebi vardır. Reclus’un kitaplarını yayımlayan
Hachette, o dönem anarşistlerin uyguladıkları şiddet üzerinden isimlerini
duyurdukları koşullarda, Reclus’un siyasetinin ön plana çıkmasını hoşgörüyle
karşılayacak durumda değildi, ayrıca Reclus, yaşamak için paraya ihtiyaç
duyuyordu. Reclus, ya yayınevinden ayrılacak ya da yayınevi sahibinin isteğine
boyun eğecekti. Reclus boyun eğdi, çünkü tüm insanlık için özgür bir hayat inşa
edebilmenin koşulu, dünya ve dünya halkları konusunda derin ve nesnel bir
coğrafi bilgiye sahip olmaktı. Reclus, eşitlikçi dünya görüşü üzerinden
kültürel çeşitliliğe saygı duyuyor, ondaki bu derin hümanizm, doğayla ilişkiye
saygı duyulmasını emrediyordu (Fleming, 1988; Dunbar, 1978). Bu saygı, onun
eserlerine damga vuran temel unsurdu.
Kozmopolitanizm
ve Özgürlüğün Coğrafyaları (2009) isimli kitabımın son bölümünde, s.
283’te paylaştığım, anarşist arkadaşlarına yazdığı açık mektupta Reclus şunları
söylüyordu:
“Bir davaya hizmet etmenin
yegâne yolu, büyük bir coşku ve adanmışlıkla insanın hayatını riske atması
değildir. Bilinçli devrimci, sadece duygunun insanı değildir, o, aynı zamanda
aklın insanıdır. Bilinçli devrimci, adaleti ve dayanışmayı tesis etmeye dönük
her türden çabasını kesin bilgi ve tarihe, sosyolojiye ve biyolojiye, ayrıca
söylemeye bile gerek yok, kendi yaşamsal pratiğinin önemli bir kısmını adadığı
coğrafyaya dair kapsamlı bir anlayış üzerine kurar” (Clark ve Martin, 2004).
Anarşistler,
bu tavsiyeye kulak asmalıdırlar.
Bu
arada hatırlatmakta fayda var: Reclus, anarşist duygu ve düşüncelerin coğrafya
çalışması içerisinde serbestçe gezinmesine izin verdiği, hayatının sonuna doğru
kaleme aldığı L’Homme et la Terre [“İnsan ve Yeryüzü” -1982] isimli
kitabını basacak bir yayınevi bulamadı.
Tarihsel
düzlemde coğrafya çalışmaları ile politika arasında hep bir uçurum
olagelmiştir. Aynı sorun, tabii farklı sebepler üzerinden, Pierre George’un
coğrafya çalışmaları için de söz konusudur.
Fransız
Komünist Partisi üyesi bir coğrafyacı olan George, nüfuzunu konuşturma imkânı
bulduğu Fransız üniversitelerindeki coğrafya bölümlerine sadece parti
üyelerinin atanması için çabalayıp durdu. Buna karşın, coğrafya
çalışmalarındaki komünist fikriyatın etkisi, aşağı yukarı Sovyetler’de
coğrafyacıların ürettiği politik coğrafya metinlerindeki etkisi kadardır (bkz.:
Johnston ve Claval, 1984).
Anlaşılan
o ki bir bilim dalı olarak coğrafyanın kaderinde her türden politik iktidarın
uygulanması için gerekli fiziki maddi zemini olabildiğince doğru bir biçimde
tarif etme görevini yerine getirmek var. İster devlete isterse ticari güçlere
ait olsun, politik iktidarda bulunan herkes, doğru fiziki coğrafya bilgisine
(aynı şekilde, doğru haritalara) ihtiyaç duyar, ama kimse, bu bilginin
politikleşmesini istemez.
Reclus’un
döneminde “sosyal” coğrafyadan uzak durulurdu, çünkü o, sosyalizmi
hatırlatırdı. Vidal de la Blache’ın takipçileri, tümüyle politik sebeplere
bağlı olarak, Reclus’u Fransız coğrafyasının tarihinden sürekli dışladılar.
Reclus, ancak yakın dönemde keşfedilebildi ve ülkede ciddiye alınma imkânı
buldu (Pelletier, 2009).
İngiliz-Amerikan
coğrafyasında açığa çıkan radikal hareketse 1969 sonrası Clark Üniversitesi’nde
(benimle hiç alakası bulunmayan) Antipot hareketinin kurulmasıyla
birlikte, tümden değişti. 1971 yılında benim de dâhil olduğum bu radikal
hareket, ilk başta anarşist, Marksist, antiemperyalist, feminist, ekolojik,
ırkçılık karşıtı, dördüncü dünyacı, kültüralist gibi farklı politik görüş ve
yaklaşımları harmanladı. Ondan neşet eden disiplin gibi bu harekette de beyaz
ve erkek heteroseksüeller hâkimdi (o dönemde coğrafya bölümlerinde çok az kadın
veya siyahi vardı, sonrasında bölümlerden mezun olan bazı kadınlar, ilgili
disiplinde güçlü birer isim hâline geldiler). Bu durum da doğalında, dönemin
geniş sol kitlesinde de görüldüğü üzere, düşünce pratiğinde kimi önyargılara
yol açtı. Toplumsal cinsiyet ve cinsellik gibi alanlarda devrede olan baskı
aygıtları bizim pratiğimizde de kendisini gösterdi. Ama biz, o dönemde tek bir
görev etrafında birleşmiş bir gruptuk. Politikanın coğrafya alanına ait her
türden bilginin içine sızmasını sağladık, bir yandan da kapitalist, emperyalist
ve patriarkal/ırkçı iktidarın uşaklarının ürettiği coğrafi bilginin nesnel olduğu
iddia edilen temsiliyet kanallarında saklı olan baskıcı politikayı acımasızca
eleştirdik. Bu görev dâhilinde, kimi detayları ve alternatifleri sert bir dille
tartışsak bile, hepimiz ortak bir dava uyarınca hareket ediyorduk. Bu hareket,
coğrafya denilen bilim dalı içerisinde her türden radikal imkân için alan açtı.
Aslında bugün Springer da bu imkânlardan istifade ediyor. Bu sürecin hikâyesini
Linda Peake ve Eric Sheppard’ın “Kuzey Amerika’da Radikal/Eleştirel Coğrafyanın
Ortaya Çıkışı” (2014) isimli makalesinde bulmak mümkün.
Springer’ın
sansürlediği hikâyenin yeni fikirlere açık olan isimleri ve o fikirlerin
karmaşık yönlerini silip atmış olması gerçekten üzücü. Bu çabası dâhilinde,
benim 1972’de radikal sapmanın gerçekleşmesini sağlayan etkili bir makale
yazdığımı, Steen Folke eliyle kesilen bu yol ayrımı dâhilinde, benim radikal
coğrafyanın sadece Marksist olması gerektiğini söylediğimi iddia ediyor.
Yazdığım çok sayıda yazıyla radikal coğrafyayı Marksist kalıba hapsettiğimi,
çalışmalarımın sonraki süreçte radikal coğrafyacıların ekseriyetince mihenk
taşı kabul edildiğini söylüyor. (Springer, 2014: s. 250). Anlaşılan o ki
Springer’ın tek arzusu, radikal coğrafyayı Marksizmin bu baskıcı iktidarından
kurtarmak, böylelikle onu gerçek anarşist köklerine geri döndürmek.
Oysa
adını andığı Folke, Danimarka’da faal olan, politik düzeyi yüksek bir öğrenci
hareketinin genel bağlamı içerisinde kalem oynatıyordu. Doğru ya da yanlış,
Anglosakson dünyasındaki insanlar olarak hiçbirimiz, o dönemde onun yazdığı
makaleden haberdar değildik. Dolayısıyla, Springer’ın yayımlanmasından kırk yıl
sonra bu o kadar da etkili olmayan yazıya reddiye yazmayı seçmiş olması, ama
öte yandan yazının tarihsel ve coğrafi bağlamına hiç dikkat kesilmemiş olması,
gerçekten tuhaf bir durum. Doğru ya da yanlış, biz, o dönemde kendimizi farklı
gelenekleri içeren (büyük partilerle ve sert tartışmalarla ilerleyen)
karşılıklı yardım işine adamıştık. Anarşist geleneği de içeren bu çalışmanın
bize hem ana akım coğrafyanın yürüdüğü yola müdahale etme hem de açıktan
politik olan bir coğrafya bilgisi üretirken bir yandan da disiplin içerisinde
hayatta kalma imkânı sunacağını düşünüyorduk.
Disiplin
içerisinde hayatta kalmak, başlı başına bir meseleydi. Bölümün kapatılmasına
dönük onca baskıya rağmen, onu bir şekilde açık tutmaya, hatta onu farklı
görüşlere açık hâle getirmeye çalıştık. Bu amaç doğrultusunda Amerikalı
Coğrafyacılar Derneği içerisinde Sosyalist Coğrafyacılar Uzman Grubu’nu
oluşturduk.
Benim
durumumda ise bir başka sorun daha vardı. Yayın konusunda alabildiğine acımasız
kuralları bulunan bir üniversitede hayatta kalmanın tek yolu, üst düzey
yayınlarda makale yayınlatabilmekti. Bu noktada geçmişte yaptığım bir hatayı
bugün itiraf etmeme izin verin: ta işin başında bol miktarda makale
yayınlatmaya karar vermiştim. Bu konuda öğrencilerimi ve etrafımdakileri
bilgilendirdim ve onlara bölümün kapılarını açmanın yegâne yolunun bu olduğunu
söyledim. Burada “makale yayınlatmazsan yok olur gidersin” diyebileceğimiz
durumdan daha tehlikeli bir durum söz konusuydu.
Marksizme
veya anarşizme beğeniyle yaklaşanlara karşı şüpheli olanların gözünde üst düzey
bir yayında birkaç kez makaleniz çıkmalıydı, çıkmıyorsa varlığınızın da bir
anlamı yoktu. Birkaç makaleniz yayımlansa bile durumunuz hâlen daha riskliydi.
Bu anlamda, öğretim kadrosuna girmek için Richard Walker’ın Berkeley’de verdiği
uzun soluklu mücadele, bunun kanıtıydı. Faust’un Şeytan’la giriştiği pazarlığa
benzer bir pazarlık yürütmek zorundaydık. Bu anlaşmaya göre biz, ancak bizdeki
radikalizmi akademik düzeyde saygın kılarsak hayatta kalabilirdik. Üstelik bu
saygınlığı elde edebilmek için akademizme mahkûm olmalıydık. Akademizm ise
çalışmalarımızın daha az insana ulaşması demekti.
Detroit
Coğrafi Seferi isimli çalışma içerisinde yer alan Bill Bunge’ın
öncülük ettiği radikal pedagoji anlayışı ve sosyal aktivizmi akademik saygınlık
birleştirmek oldukça zor bir işti. Radikal hareket içerisindeki birçok
arkadaşım ki bunların önemli bir bölümü anarşizme meyilliydi, hayırlı sebeplere
bağlı olarak yaptıkları tercihi hiç umursamıyorlardı. Üzücü olan şu ki bu
tercihin neticesinde birçoğu başarısız oldu veya akademide güçlü bir konuma
sahip olmamayı seçti. Süreç içerisinde hep birlikte başka görüşlere açık hâle
getirdiğimiz mekân, tehditlerle yüzleşti.
Bu
anlamda Springer, 1969 sonrasında Kuzey Amerika’daki radikal çevrelerde
gerçekte yaşananlarla konusunda “sonradan edindiği bilgiler üzerinden”
kendisindeki yanlış görüşü düzeltmek zorunda.
Biz,
o dönemde çok farklı görüşleri içeren bir gruptuk. Dilediğimiz yoldan radikal
olma özgürlüğüne sahiptik. Eldeki yazılı kayıtlar, daha önce ifade ettiğim
sebeplere bağlı olarak, Marksizme ve (Vietnam Savaşı’na yönelik anlaşılır ilgi
üzerinden gelişen) antiemperyalizme fazlasıyla meyilli. Öte yandan, kadınların
ve azınlık gruplarının sesi, (etkili bireylerin bulunduğu) örgüt içinde
hegemonyayı elinde bulunduran belirli bir hizip olmamasına rağmen, zor
işitiliyordu.
Bu
noktada belirtmem gerek: Springer, “ben Folke’nin mecburi gördüğü fikri
somutladım” (Springer, 2014: s. 250) derken yanlış bir tespitte bulunuyor.
Yetmişlerin
sonunda kısa bir dönem birçok coğrafyacı, Marksizm yanında başka radikal
seçenekleri de keşfetti. Fakat (üzerinde yaklaşık on yıl çalıştığım) Sermayenin
Sınırları isimli kitabımı yayımladığım 1982 yılında bu dönem çoktan sona
ermişti. 1987 yılını Marksist teorik görüşlerin geniş bir kesim tarafından
reddedildiği dönem karşısında duyduğum hayal kırıklığı ile geçirdim. Society
and Space [“Toplum ve Mekân”] dergisinde yayımlanan “Kent Çalışmalarında
Gerçeğin Arayışında Üç Efsane” isimli çalışmamı hem dostlarım hem de
düşmanlarım sert bir dille eleştirdiler. Geriye dönüp baktığımda, makalemin
öngörüleri dâhilinde, fazlasıyla doğru olduğunu söyleyebilirim.
Birçok
meslektaşımın neoliberalizmin kucağına koştuğu, İngiltere şahsında şövalyelik
peşine düştüğü koşullarda, coğrafya sahasındaki o eski radikalizme postmodern
sapma, Foucault, postyapısalcılık (Marx’ın yerini alan Deleuze ve Guattari,
bunların yanında Spinoza), postkolonyal teori, her telden çevrecilik, ırk,
toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, lubunya teorisi etrafında dönen kimlik
politikasının sofistike biçimleri ve tabii, temsil edilmeyenlerin ve duygunun
merkezde durduğu her türden teori hâkim oldu.
Alternatif
küreselleşme hareketinin ortaya çıkmasından önce, doksanlı yıllar boyunca
coğrafya sahasında veya başka disiplinlerde Marksist politik ekonomiye veya
Marksizme yönelik ilgi çok azdı. Farklı bölümlerde kimi direniş adacıkları
oluşmuştu ve bunlar, bir biçimde varlıklarını sürdürüyorlardı. Marksist
fikriyat içerisinde postmodern eğilimlere karşı direnişin ana sütunu olarak
duran ve coğrafya bölümleri içindeki ve dışındaki (aynı zamanda 1990 yılında
Amerikalı Coğrafyacılar Derneği’ndeki) radikal, bilhassa feminist isimlerin
ağır eleştirilerine mazhar olan Postmodernliğin Durumu (1989)
hariç, benim kaleme aldığım birçok “etkili çalışma”, son on yıl içerisinde
ortaya çıktı.
Springer’ın
radikal coğrafi düşüncede Marksizmin seyrini anlatan, sansürlü tarih çalışması,
coğrafya alanında hayal ürünü olan bir hikâye anlatıyor. Bu hikâyeye göre
Marksizm, kendi ana hedefine ulaşmak amacıyla coğrafya alanında anarşizmin
varlığını eziyor. Benim hiç anlamadığım sebeplere bağlı olarak tarihin bu özel
kesitinde yazar, Marksizmi ve anarşizmi iki zıt kutba fırlatıp atıyor.
Bu
hamlenin Marksist politik ekonomiye yönelik ilginin arttığı bir momentte
yapılmış olması gerçekten üzücü. Üstelik bu politik momentte insanlar,
antikapitalist mücadele bünyesinde yeniden hizalanan farklı radikal ve
eleştirel geleneklerin (ki bunlar, sadece Marksizmi ve anarşizmi içermiyorlar)
en iyi yönlerini içeren yeni siyaset yapma yollarını keşfetmeye başladılar.
Peki
Springer’ın anarşizmini bendeki (hep şüpheyle yaklaşılan) Marksizmi ayıran
temel farklılıklar nelerdir? Bunlar, ne tür güçlüklerle yüzleşmektedirler? Bu
noktada Springer’ın yürüttüğü tartışmayı fazla faydalı bulmadığımı
belirtmeliyim. Springer, tüm Marksistleri aşamalı tarih teorisinin reklâmını
yapıp duran işlevselci tarihçiler olarak gösterip karikatürize ediyor. Bu
karikatür tipin, komünizm dönemi tarihin sonu aşamasına yaklaştığı ölçüde
sönümleneceği iddia edilen komünist devlet biçimi olarak proletarya
diktatörlüğünü kuracak öncü parti teleolojisine inanan dünya proleter sınıfına
dair kaba anlayışa iman ettiğini düşünüyor. Bazı komünistlerin ve kimi
örneklerde tarihin belirli aşamalarında bazı komünist partilerin partiye ait
dogmaya uygun düşen bu tür bir görüşü dillendirdiklerini kimse tabii ki inkâr
edemez. Fakat bizzat ben, bu tür fikirler dillendiren Marksist eğilimli hiçbir
coğrafyacıyla karşılaşmadım, ama öte yandan, bu tür düşüncelerin yakınından
geçmeyen, Marksist geleneğe mensup yığınla insan olduğunu biliyorum (Lukacs,
Gramsci, E. P. Thompson, Raymond Williams ve Terry Eagleton bu tür
insanlardan).
Öte
yandan, günümüzde Marksist politik ekonomiyle ilgili olan insanların önemli bir
kısmı, bu tür bir saçmalıkla uğraşmak yerine, günümüzde sermayenin içine
girdiği kriz eğilimleri dâhilinde olan biteni anlamaya çalışmakla meşgul. Oysa
Springer, bizim gibi Marksistlerin tek yaptığının eski konu başlıklarını pilav
gibi ısıtıp millete yedirmekten ibaret olduğunu söylüyor. Marksist eğilime
mensup coğrafyacıların değil, kendisinin seçtiği bu konu başlıklarının tarihsel
olaylarca çöpe atıldığını iddia ediyor.
Biz
Marksistler anarşistlere baktığımızda ise tek ve yegâne düşman olarak devlete
karşı olan insanları görüyoruz. Onların da antikapitalist oldukları gerçeğini
inkâr etmiyoruz. Bu gerçeği inkâr eden ve onları karikatürleştiren yaklaşım,
paranoyakların dillendirdiği bir zırva. Bu görüşte olanlar, iki geleneğin
arasındaki fiili ve çapraşık ilişkiyi en iyi hâliyle, 1872’de Marx ve Bakunin
arasında, Paris Komünü’nün yaşadığı acı yenilginin politik ortamı zehirlediği
bir dönemde cereyan etmiş kavgayla tanımlı ideolojik çerçevenin içine
hapsediyor. Bu bağlamda, açık fikirli, özgürlüğe âşık bir anarşist olarak
Springer’ın böylesi bir dönemde düşünsel ve politik imkânları bize yasaklamaya
çalışmasını tuhaf karşıladığımı belirtmeliyim.
Tabii
ki dünyada birçok anarşist ve birçok Marksist var. Özelde anarşizme ait kimliği
tam olarak belirlemek zor bir iş. Hem anarşizmle Marksizm hem de bu iki
geleneğin içerisindeki hizipler arasında belirli bir husumet söz konusu. Ama
öte yandan ortadaki farklılıklara rağmen bu hizipler arasında, gelenekleri
dikine kesen birçok ortak hat mevcut. Bu ortak hatlar, oluşacak yeni sol gücün
potansiyeli konusunda bize çok şey söylüyor. Bookchin’in tahayyül ettiği bu
yeni sol gücün keşfedilmeye değecek ölçüde ilginç bir güç olduğunu düşünüyorum.
Örneğin
Eric Fromm ve Terry Eagleton’da görülen, Altuzerci ve bilimsel komünist
geleneklere hâkim olan bilimciliğe karşı dillendirilen hümanist perspektife
yönelik o derin bağlılık konusunda Bookchin’le ortaklaştığımızı söylemeliyim.
Bookchin’de gördüğümüz, Marksistken öğrendiği ama sonrasında uzaklaştığı
diyalektik yaklaşımı, pozitivist, emprisist veya analitik yöntem ve yorum
karşısında savunan tutumu ben de paylaşıyorum. Daha iyi bir ifadeye
kavuşturamadığımız bizdeki bu tavır, tarihsel ve coğrafi bir tavır aslında
(benim temel referans çerçevesi olarak tarihsel-coğrafi materyalizmden sıklıkla
bahsetmemin sebebini bu eksiklikte aramak gerekiyor).
Bookchin,
diyalektik hümanist bakış açısı üzerinden anarşist primitivistlere, derin
ekolojistlere ve kendisinin alaycı bir ifadeyle “yaşam tarzı anarşistleri”
dediği anarşistlere düşman (bu düşmanlığı da zaten sadece o sergileyebilirdi).
Muhtemelen crimethinc.com sitesini görse dehşete kapılırdı.
Bir
yandan da Bookchin, otuzlu yıllarda Barselona’da güçlü olan anarko-sendikalizme
beğeniyle, ama aynı zamanda şüpheyle yaklaşıyor. Onun yandaş olduğu anarşizm
ise toplumsal ve ekolojik bir anarşizm. Bu, özünde, doksanlarda dost sosyal
anarşistlerin sayısız saldırısına maruz kalmış kimi özellikleri bir araya
getirmiş bir anarşizm.
Bu
saldırılara cevap olarak Bookchin, nihayetinde anarşist gelenekle bağlarını
koparttı, ama o, aynı zamanda Marksizmden farklı olarak anarşizmin somut bir
toplum teorisi olmadığı gerçeği ile yüzleştiği vakit yaşadığı hayal kırıklığını
ve sıkıntıyı dile getirmeden de edemedi:
“Anarşizmin gündeme
getirdiği sorunlar, Proudhon gibi yazarların yeni ortaya çıkan kapitalist
toplumsal düzene karşı başvurulabilecek alternatif bir fikir olarak görüp
yücelttiği, onun doğduğu günlere aittir. Gerçekte ise anarşizm, ‘kişinin
özerkliği’ gibi tarih dışı bir anlayışa, yani kısıtlardan, önşartlardan veya
ölüm hariç her türden sınırlamadan kurtulmuş, özgür iradeli asosyal benliğe
dair anlayışa gösterdiği bağlılık dışında, iç tutarlılığa sahip teorik
külliyattan mahrumdur. Esasında bugün birçok anarşist, teorideki bu iç
tutarsızlığı kendi görüşlerindeki alabildiğine özgürlükçü niteliğin, çoğunlukla
baş döndürücü, ama çelişki içermeyen, çeşitliliğe dönük saygılarının bir kanıtı
olarak görüp yüceltiyorlar.” (2014: 160-161).
Teorik
tutarlılıktan yoksunluk eleştirisini Marksist otonomculara da yöneltmek mümkün.
Böhm, Dinerstein ve Spicer’ın da dile getirdiği biçimiyle (her telden) otonomi,
özünde “imkânsız” olan bir şeydir. Otonomi, teorik düzlemde ve ilişkiler
zemininde sadece özerk olunmaya çalışılan şeye göre tarif edilir. Bu sebeple,
“sermayeyi, devleti ve kalkınmaya dair söylemleri otonomi hâlini ‘yeniden
kazanıp’, onun kendi amaçları doğrultusunda işlemesini sağlamak konusunda
sürekli bir çalışma içerisinde olmasına hiçbir şey mani olamaz.” (2010: s. 26).
Sermayenin, devletin ve kalkınma söylemlerinin bugüne dek yaptıkları, zaten
bundan başka bir şey değildir.
Oysa
anarşistler, anarşizmin teori üretmeyle değil, yeni örgütlenme formlarını
sürekli icat etmeyle ve pratiklerle alakalı olduğunu söylemeye bayılırlar. Peki
ama anarşistler, burada ne tür bir pratikten ve formdan söz ediyorlar? Yatay
ilişkiler, rizom (köksap) benzeri pratikler ve gücün merkezsizleşmesi,
bugünlerde hem anarşistler hem de otonomcular için önem arz eden turnusol
kâğıtlarıdır. Springer ise daha farklı bir şey söylüyor:
“Dostlarınızı akşam
yemeğine davet ettiğinizde, dikkatsizce sokakta yürüdüğünüzde, komşunuzun
bahçesindeki çimleri biçtiğinizde, bir gün işten kaytardığınızda, kardeşinizin
çocuklarına baktığınızda, profesörünüzü sorguladığınızda, kaynananızın
arabasını ödünç aldığınızda, bir tabelayı indirdiğinizde, size yapılan iyiliğe
karşılık verdiğinizde, siz farkında olmadan anarşist ilkeler uyarınca hareket
ediyorsunuz”. (2014: s. 265).
Bunun
epey sıra dışı bir ifade olduğunu söylemek gerek. Springer’ın kaynanasının
arabasını (onun izni olmadan veya izinle) ödünç almak suretiyle kendi tercih
ettiği ayaklanmacı yola revan olduğu anın parodisini yapmanın cazibesine
kapılmadan, şu tespiti yapalım: Springer, üzerinde “bu bölgede zehirli yılanlar
var” yazılı bir tabelayı indirmek ve devamında “tüm otorite gayrımeşrudur” (ki
bu da otoriter bir ifade) demek suretiyle bizim anarşist cennete
gidebileceğimizi söylüyor. Görünüşe göre kırmızı ışıkta geçmeyi seven (ki bu
yüzden arabam, gidip izinsiz kardeşinin arabasını alan iyi bir anarşist
tarafından harap oldu) anarşist eğilimli insanların yaşadığı Baltimore’da
ikamet eden biri olarak ben, bu tür iddiaları tehlikeli değilse bile saçma
bulduğumu belirtmeliyim. Bu tip insanlar, anarşizmin adını lekeliyorlar. James
Scott (2012) bile kitabında trafiğin olmadığı durumda kırmızı ışıkta geçme
cesaretinin anarşizmin tecellisi olduğunu söylüyor. Hatta Scott, tüm trafik
lambalarının kaldırılmasının iyi bir anarşist fikir olduğunu iddia ediyor.
Manhattan’daki
Birinci Cadde’de elektrik kesintisi esnasında gürültünün bir an bile
kesilmediği araba yarışlarına tanık olunuyor. Oysa bu yarış, caddeyi kesen
diğer caddelerin kilitlenmesine neden oluyor. Ayrıca JFK havalimanına inen ve
iyi bir anarşist olarak hava trafik kontrolörünün otoritesini tanımayacağını,
uçağı indirme sürecinde havacılıkla ilgili tüm kuralları ihlal edeceğini
söyleyen bir pilotun pek hoş karşılanmayacağını tahmin etmek zor olmasa gerek.
Tarihsel
sürece baktığımızda, ister anarşizmden ilham alsın ister almasın, karşılıklı
yardım esası üzerine kurulu toplumlar, müşterek uygulamalara, kanunlara ve
davranış kurallarına sahiplerdi. Üyelik anlaşmasının bir parçası olarak herkes
bu kurallara ve kanunlara uymak zorundaydı. Uymayanlar dışlanıyordu (ki bu da
bireyci anarşizmle sosyal anarşizm arasındaki sorunlu sınıra işaret eden bir
mesele).
Sürekli
otoriteyi, davranış kurallarını ve kanunları sorgulamak, aptal veya hiçbir
geçerliliği olmayan kurallara uymamak bir şey, Springer’ın da önerdiği üzere,
anarşizmin ilkesi diye tüm bu talimatlara uymamak başka bir şeydir. Bu tür
davranışlara hoşgörüyle yaklaşacak bir anarşist komün olduğunu sanmıyorum. Hoş
görse, bir gün bile yaşamaz o komün.
Anarşistlerin
vereceği standart cevap şu: kurallar ve ihraçlar özgürce uygulandığı sürece
bunlarda bir sorun yok. Buradaki mit, daha çok ihraç mekanizmalarının hatta
hâkimiyetin haricinde mutlak bir özgürlük olduğuyla alakalıdır. İnsanı
ilgilendiren meselelerde özgürlükle hâkimiyet arasındaki diyalektik, kolayca
bir kenara konulamaz (bkz.: Harvey, 2014: 14. Bölüm).
Springer’ın
kaynananın arabasını ödünç almayla ilgili ifadesi, iyi niyetli bir yaklaşım
dâhilinde, ancak şu şekilde okunabilir: sosyal anarşistler, temelde gündelik
hayattaki karışıklıklarla ve sorunlarla ilgilidir. David Graeber ise nihai
arzularının “gündelik hayatı bir bütün olarak yeniden icat etmek” olduğunu
söyler (2002: s. 70), ama bu “bütün”ün nerede başladığına ve nerede bittiğine
dair o sinir bozucu soruya cevap vermez.
Buna
karşılık Marksistler, tarihsel düzlemde teorik faaliyetlerinin merkezine emek
sürecini ve üretimi koymuş, yaşam alanında gerçekleşen olayları ele alan
siyaseti tali, gündelik hayata ait meseleleri başka koşullara bağlı unsurlar,
hatta üretim tarzının türevleri olarak ele almışlardır (bu eğilimin ilk
örneğini Engels’in 1872’de kaleme aldığı Konut Sorunu’ndaki o ilginç
yaklaşımda buluyoruz).
Kent
çalışmaları alanında faaliyet yürüten, tarihi önemseyen bir coğrafyacı olarak
benim de başım Marksizmin gündelik hayatın politikası karşısında üretime
öncelik veren yaklaşımıyla dertte. Uzun zamandır dile getirdiğim gibi, sınıfsal
ve toplumsal eşitsizlikler, işyerindeki işbölümünün ürünü olduğu kadar, ikamet
edilen mekânlar arasındaki farklılıkların da bir sonucu. Bir “bütün” olarak
kent, hem sınıfın yaşadığı ana alandır, ayrıca toplumsal mücadeleler ve o
mücadelenin diğer biçimleri gündelik hayat zemininde cereyan eder. Bu
mücadeleler, değerin üretilmesinden çok gerçekleşmesiyle ilgilidir (Harvey,
1975, 1977). Örneğin ta 1984’te şunu söylemişim: “Halkın coğrafyası bir halk
tabanına sahip olmalı ve halkın bilincinin kaynaklarından beslenen gündelik hayatın
ana dokusuna işlenmeli.” (1984: s. 7)
Kent
açısından bakıldığında, değer üretiminin kendisi bile yeniden ele alınmalı.
Örneğin Marx, ulaşımın bir değer olduğunu, artı-değer ürettiğini söylüyor.
Canlanan lojistik sektörü bolca değer içeriyor ve artı değer üretiyor. General
Motors’un yerini ABD’deki en büyük işveren olarak McDonalds’ın aldığı
koşullarda, bir araba imal etmenin değer ürettiğini, ama hamburger yapmanın
değer üretmediğini nasıl söyleyebiliriz? Manhattan’daki 86. Cadde ile 2.
Cadde’nin kesiştiği köşede durduğumda, sayısız teslimat işlemine rastlıyor, çok
sayıda otobüs ve taksi şoförünü görüyorum. Verizon ve Con Edison’dan gelen
işçiler, kabloları tamir etmek için sokakları kazıyorlar, caddenin aşağısında
ise su boruları tamir ediliyor. Diğer işçiler, yeni bir alt geçit inşa ediyorlar,
sokağın bir tarafına iskele kuruyorlar, diğer taraftaki iskeleyi söküyorlar. Bu
sırada bir kafede kahve yapılıyor. 24 saat çalışan lokantalardaki işçiler
yumurta çırpıyor, çorba servisine çıkıyorlar. O paketlenmiş sıcak Çin yemeğini
müşterisine götüren bisikletli adam bile değer üretiyor. Eski tarife göre
değerlendirilen imalat ve tarım sektöründeki işlerden farklı olarak, son
dönemde bu tür işler sayıca epey arttı. Bu işler de değer ve artı değer
üretiyorlar.
Manhattan,
devasa miktarda değer üreten bir ada. Kent hayatının üretimi ve yeniden üretimi
sürecinde istihdam edilmiş insanların yarısı bile bu tür bir değer ve artı
değer üretiminde istihdam edilmişse o vakit bu gelişme, eski imalat
sektöründeki otomasyon sürecine ve tarımdaki sanayileşmeye bağlı iş kayıplarını
bir biçimde telafi edebilir. Günümüzün proletaryasını buralarda aramak
gerekiyor.
O
açıdan Springer, ana akım Marksist düşüncenin yeni durumu idrak etmekte
zorlandığını söylerken haklı (üstelik bu durum, hiç de yeni değil). Birçok
sosyal anarşistin dün olduğu gibi bugün de dâhil olduğu proleterlerin dünyası
bu.
Argümanı
bir adım öteye götürmek zorundayız. Marx’ın değerin nasıl, ne zaman ve nerede
üretildiği ile ilgili teorisiyle, değerin nasıl, ne zaman ve nerede
gerçekleştiği ile ilgili teorisi arasında büyük bir fark var. Örneğin Çin’de
üretilen değer, Kuzey Amerika’da bulunan Walmart ve Apple mağazalarında
gerçekleşiyor. Dünyada tüketicilerle tüccar/mülk sahibi kapitalistler arasında
değerin gerçekleşmesi konusunda kesintisiz bir mücadeleye tanık olunuyor. Ev
sahiplerine, telefon, elektrik ve kredi kartı şirketlerine karşı verilen
mücadeleler, gündelik hayata hâkim olan, değerin gerçekleştiği alanda cereyan
ediyor. İtiraz siyaseti, tam da bu tür alanlarda anlam kazanıyor.
Marksizmin
temel kabul edilen teorik külliyatında bu hususların hiçbirisi merkezi bir yere
sahip değil. Oysa kent çalışmaları yürüten biri olarak ben, bunların merkezi
bir yere sahip olmaları gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda, gündelik hayatı
esas alan bakış açılarının beni rahatlattığını, sosyal anarşistlerin bu konuyla
ilgili tavırlarını alkışladığımı belirtmeliyim. Ama bu noktada bir ikazda
bulunmalıyım: bir bütün olarak şehirdeki gündelik hayattan bakıldığında görülen
gündelik hayata ait sorunlarla, birey veya mahalleden bakıldığında görülen
sorunlar, birbirinden çok farklı. Bu nedenle kanaatimce Kropotkin’den Patrick
Geddes, Mumford ve anarşizmden beslenen kent plancılarına geçiş yapmak önemli
bir mesele.
Bir
bütün olarak kentte kent hayatının nasıl örgütleneceği, böylelikle herkes için
gündelik hayatın “nahoş, kaba ve kısa ömürlü” olmaktan nasıl çıkartılacağı, biz
radikal coğrafyacıların dikkate alması gereken meseleler.
Bu
anlamda, sosyal anarşist geleneğin “kantarın topuzunu kaçıran”, yerele ait arzu
ve hırsları kenti ilgilendiren kapsamlı meselelerle bütünleştiren yanının beş
para etmez ve kusurlu olduğunu görmek gerekiyor. Springer gibi birçok
anarşistin devlet iktidarını pratikte redde tabi tutmasa bile onu hiyerarşik
diye, müzakere yürütmeyi şart koşuyor diye görmezden gelen, onu harekete
geçirmekten uzak duran yaklaşımının beni rahatsız ettiğini söylemeliyim.
Marksizmin
sermayenin birikimiyle kentleşme arasındaki ilişkiye dair görüşü, tam da bu
noktada toplumsal eylem nezdinde önemli hâle geliyor. 2013’te Türkiye’de ve
Brezilya’da yaşanan kent ayaklanmalarına can veren gündelik hayata dair
meselelerdi, aynı zamanda kentin geneline dair sonuçlara yol açan bu
ayaklanmalar, sermaye birikim sürecine ait dinamiklerden de beslendi.
Buradan,
Marksistlerin gündelik hayatın siyaseti üzerine pratikte ve siyaset sahasında
ya da değerin gerçekleştiği alanda bir çalışma yürütmediği sonucuna ulaşmak
doğru olmaz. Birçok yerde soylulaştırma karşıtı mücadelelerde, sağlık hizmeti
ve eğitim için verilen mücadelelerde, ayrıca kent insanının hareket
imkânlarıyla ilgili çalışmalarda aktif yer alan birçok insanla tanıştım.
Kapitalizm
koşullarında eğitime yönelik geliştirilen Marksist eleştiri, epey kapsamlı bir
külliyat oluşturmuş durumda (Bowles ve Gintis, 1977). Eğitim, Marksist
pratiklerin çoğunlukla teorik içeriğin ötesine uzandığı bir alan (bu, benimle
birlikte Neil Smith (1992, 2003) gibi başka Marksist coğrafyacıların ve farklı
bir açıdan Gibson-Graham’ın (2006) kapatmaya çalıştığı bir mesafe).
Ama
öte yandan benim açıdan şu husus da çok açık: gündelik hayatı ilgilendiren
sorunları politik olarak ele alan ve bu yönde çalışma yürüten birçok insan,
ideolojik planda Marksizmi veya anarşizmi umursamıyor, daha çok, ideolojik
sebeplerden ziyade, antikapitalist politikayla buluşan radikal pratikler içine
tesadüfen giriyor. Bu, Paul Hawken’in (2007) büyük bir coşkuyla değindiği
ideoloji dışı kolektif eylem dünyası.
Geçmişte
Arjantin’deki fabrikalarda iş sahibi olmaktan başka bir şeyle ilgilenmeyen
işçilerle ve Brezilya’daki dayanışma ekonomileri dâhilinde salt gündelik
hayatın geliştirilmesiyle ilgilenen aktivistlerle tanışmıştım. Sorulduğunda
birçoğu, illaki yatay ilişkilere methiyeler düzecektir, oysa büyük bölümü
esasen eyleme bu sebeple geçmemişti (Sitrin ve Azzelini, 2014). Bu tür
koşullarda çalışanlar, davalarıyla alakalı gördükleri her türden kitaba ve
anlayışa sahip çıkıyorlar. Onların kimlerin ağzından çıktığına, hangi
ideolojilerin ürünü olduğuna bakmıyorlar.
Eğer
Springer’ın dediği doğruysa (2014: s. 252), bu anlamda, anarşizm esas olarak
“yeni örgütlenme biçimleri üretme arzusuyla gündelik hayatı pratikte yeniden
icat etmekle ilgili”yse, o vakit ben bu anarşizmden yanayım. Eğer bu anarşizm,
çalışmayla, yaşamayla, yaratmayla, eylemle, düşünceyle ve kültürle alakalı
faaliyetleri birbirinden ayırmıyorsa, bunları bir bütün olarak gündelik hayat
denilen ağın dikişsiz yapısı içerisinde bir araya getiriyorsa, buradan, hayatı
yeniden biçimlendirmeye çalışıyorsa, ben bu anarşizmle birlikteyim. Raymond
Williams’ın da tespit ettiği biçimiyle, gündelik hayatı farklı “duygu yapıları”
etrafında yeniden biçimlendirmeye yönelik bir arayış, Springer ve
biyopolitikaya merak sarmış otonomcular kadar benim için de önemli.
Ama
bu tür bir çabanın daha kapsamlı sonuçlara yol açacağını görmek gerekiyor.
Hepimizin bakış açısını birleştiren şey, giderek daha da anlamsız görünen
toplumsal hayattaki “anlam arayışı”dır. Bu da giderek daha da yabancılaştırıcı
olan dünyada mümkün olduğu ölçüde yabancılaşmamış bir hayatı yaşamaya dönük
gerçek bir çaba içine girmeyi gerekli kılıyor. Bu anlamda, tam da kişisel ve
düşünsel pratiğini bu hayatı yaşama işine adamış olan, benim de tanıdığım o
sosyal anarşistlere hayran olduğumu belirtmeliyim.
Fakat
sosyal anarşistlerin bu konuda yalnız olmadıklarını görmek gerek. Ben, bilimci
veya Altuzerci geleneğe mensup birçok Marksistin tabu olarak gördüğü
yabancılaşma kavramını, On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu (2014)
isimli kitabımda on yedinci ve birçok yönden en önemli çelişki olarak
belirlemiştim.
Anlamı
olan, nispeten yabancılaşmadan uzak bir biçimde yaşama imkânı bulduğunuz
kişisel ve toplumsal bir dünya yaratma çabası içine girmek için anarşist veya
Marksist olmak zorunda değilsiniz. Milyonlarca insan, tam da böylesi bir dünya
için mücadele yürütüyorlar, bunu yaparken yabancılaşmadan azade faaliyetlerden
oluşan adacıklar meydana getiriyorlar.
Bugün
dünyada anlamı olmayan iş fırsatlarıyla ve akıl dışı tüketim manyaklığıyla
yüzleşen birçok genç, farklı bir yaşam tarzı arayışı içine giriyor ve bu türden
bir yaşam tarzını tercih ediyor. Bugün Batı dünyasındaki kültürel üretimin
büyük bir bölümü bu hissiyatı temel alıyor. Dolayısıyla anarşist ve
Marksistleri de içeren, en geniş manada sol, bu cevabı gerektiği şekilde
bilince çıkartmak zorunda.
David
Graeber, ne yapılırsa yapılsın, ortaya şu türden bir sonuç çıkacağı iddiasında:
“Kapitalist bir toplumda
devrimci politika bir kitle tabanına kavuşsa bile, ona destek olan gruplardan
biri gidip yabancılaşmadan azade üretimin belirli bir biçimine dâhil olmuş
sanatçılardan, müzisyenlerden, yazarlardan vs. oluşan bir projeye meyledecektir.
[…] Önce bir şeyleri hayal edip, ardından birey veya kolektif düzleminde onları
var kılmaya dönük fiili deneyim ile toplumsal seçenekleri tahayyül etme
becerisi arasında belirli bir bağ kurulmasının şart olduğuna hiç şüphe yok.
Peki ama yabancılaşmadan az çok uzak olan yaratıcılık biçimleri üzerine kurulu
bir toplum mümkün müdür? Devrimci koalisyonlar, her daim toplumun en az
yabancılaşmış kesimiyle en ezilen kesimi arasında kurulacak bir tür ittifaka
bel bağlama eğilimindedir. Fiiliyatta devrimlerin, bu iki kategori en geniş
düzlemde örtüştüğü vakit gerçekleştiğini söyleyebiliriz.” (2002: s. 70)
Graeber’ın
bu söylediğinin geçmişte bir karşılığının olup olmadığı tartışmalı bir konu
(ben, şahsen Paris Komünü’nde bu türden bir yan yana gelişin söz konusu
olduğunu, en az yabancılaşmış kesimle en ezilen kesimin bir biçimde yan yana
geldiğini düşünüyorum). Ama öte yandan Graeber’ın ifadesinin günümüzde
yürütülen radikal faaliyetlerin önemli bir yönüne işaret ettiği kanaatindeyim.
Bu yönün hem takdirle karşılanması hem de onunla ilişki kurulması gerektiği
düşüncesindeyim.
Bu
noktada şu sorulabilir: sosyal anarşizmin gündelik hayatın sorunlarına yönelik
yaklaşımına dair olumlu bir değerlendirmede bulunmanın nesi kötü? Sorunun
cevabını Bookchin’in “iktidarı küçümseyen anarşist tavır” dediği (2014: s. 139)
şeyde aramak gerekiyor. Bu küçümseyici tavrın somut bir örneğini John
Holloway’in Dünyayı İktidarı Almadan Değiştirmek (2010) kitabında
buluyoruz. Bu da bizi genelde devlet, özelde kapitalist devlet meselesiyle baş
başa bırakıyor.
Burada
o en ikna edici tarihsel örneğe değinmekte fayda var: bu örnek, kolektif
iktidarı harekete geçirme ve devlete hâkim olma fırsatını elinin tersiyle iten
İspanyol anarşistleriyle ilgili. Ealham (2010) 1898-1937 arası dönemde
Barselona’da faal olan anarşist hareketin detaylı bir değerlendirmesini
sunuyor. Bu beğeniyle yaklaştığı hareketin 1936-1937’de kitlesel hareketin
gücünü artırma konusunda gösterdiği zafiyete değiniyor. Ben, bu örneği
Springer’ın savunduğu anarşist pratikler de dâhil, tüm anarşist pratiklerdeki
genel sorunu ortaya koymak için kullanmayı öneriyorum.
Barselona’daki
hareketin temelini gecekondu mahallelerinde yaşayan, dürtüleriyle hareket eden
kolektif işçi örgütleri teşkil ediyordu. Toplumsal ağların ve karşılıklı yardım
çalışmalarının eşlik ettiği sürece hâkim olan duygu, toplumsal ihtiyaçları
görmezden gelen, işçilerin arzularını kriminalize eden, talileştiren, onları
sürekli gözetim altında tutup ezmeye çalışan devlet aygıtına yönelik derin
güvensizlikti. Bu koşullarda işçi sınıfının geniş kesimleri, zirvede olduğu
dönemde Katalunya genelinde bir milyonun üzerinde üyeye ulaşan Ulusal İşçi
Konfederasyonu’nun (CNT) temsil ettiği anarko-sendikalist örgütlenme
biçimleriyle aynı çizgiye gelmişti. Öte yandan şehirde başka anarşist akımlar
da vardı. Bu radikal anarşistler, sendikacılara karşı geliyorlar ve çoğunlukla
gizli yollardan mahalle örgütleri gibi çalışmalar içerisinde örgütleniyorlardı.
Gelgelelim, bu işçi sınıfı hareketinin genel yapısı, mahalle temelli ve
bölgelere göre ayrışmış durumdaydı. CNT, daha çok “yerelliğin ve orada gelişen
toplumsal ilişkilerin bir ürünüydü. Ona üye olan sendikalar, gecekondu
mahallelerini tahkim ediyorlar, işçiler ‘bizim’ dedikleri sendikaları kendi
mülkleri görüyorlardı.” (Ealham, 2010: s. 39).
Buna
karşın, kenti bir bütün olarak düşünme konusunda güçlük yaşayan hareket, onu,
kontrol altında tuttuğu, birbirinden kopuk bölgeler temelinde ele alıyordu.
Militan gruplarsa “birbirinden kopuk yerelliklerdeki eylemleri, bölge veya
devlet düzeyinde güçlü bir dönüşüme yol açabilecek, daha çok saldırı amaçlı
eylemlere dönüştüremiyorlardı.” (2010: s. 122). Ealham’ın tespitiyle, “hızla iç
savaşa doğru ilerleyen süreçte hareketin merkezindeki zafiyet, esasen onun çok
sayıda işçi kolektifini aynı anda uyumlu kılıp savaşa yönelik çabaları koordine
etme becerisinden mahrum olan, kapsayıcı bir kurumsal yapıyı üretememiş
olmasıyla ilgiliydi. Politik açıdan devrim, yeterince gelişme imkânı bulamadı
ve dağınıktı. […] Barselona, devrimci kurumları üretmeyi beceremedi. […]
İşçilerin sokaklarda sahip olduğu güç, parçalı ve dağınık yapısını aşamadı,
zamanla bölge veya ülke düzeyinde koordinasyondan yoksun çok sayıda komite
şahsında lime lime oldu.” (2010: s. 168; ayrıca bkz.: Bookchin, 2014: 8.
Bölüm).
Her
telden anarşistin ele geçirebilecek gücü varken ideolojik sebeplerle devlet
iktidarını almak istememesi neticesinde iktidar, burjuva cumhuriyetçilerinin ve
onların cumhuriyetin asayişini ve düzenini sağlamak adına CNT hareketini şiddet
araçlarıyla ezecek örgütlü yapıya kavuşana dek fırsat kollayan
Stalinist/komünist müttefiklerinin eline geçti.
Daha
da kötüsü, hareket, halkın iradesini tanımayan uygulamaları üzerinden, kendi
ilkelerine ihanet etti. Üyelik esası üzerine kurulu radikal gruplar, ayaklanma
taktiğine başvurdular. Bu da onlardaki “elitizm”e ve kesintisiz bir biçimde
uyguladıkları ayaklanmacı eylemlerde başvurdukları demokratik olmayan
yöntemlere yönelik rahatsızlığın artmasına neden oldu. Bu örgütler, yaptıkları
eylemleri “öncü eylemler değil de daha çok katalizör görevi görecek eylemler”
olarak tanımlıyorlardı, fakat birçok insan, bunun anarşist öncülük anlayışının
başka bir isim altında uygulamaya konulmuş hâli olarak değerlendirdi.
Ayaklanmacılar,
kitlenin kendilerini destekleyeceği, kitleyi kendilerine çekecekleri umuduyla
hareket ettiler. Fakat bu örgütlerin üye sayısı yüzü, hatta kimi örneklerde onu
geçmedi. Bu da diğer herkes için başka bir sorunun gündeme gelmesine sebep
oldu. Madridli ve Asturyaslı anarko-sendikalistler Barselona’daki radikal
anarşist “gruplar”ın ayaklanmacı pratiklerinin kurucu bir nitelik arz
etmediğini, bilâkis, yıkıcı olduklarını söylediler. Gazetelerinde “bizim
devrimimiz, askeri bir karakola veya Cumhuriyet Muhafızları’nın kışlasına
yönelik saldırıdan daha fazlasının yapılmasını gerekli kılıyor. Uygun durum
oluştuğunda ayaklanmayı da öngören genel grev çağrısını yapacağız. Fabrikaları,
madenleri, elektrik santrallerini, ulaşım imkânlarını ve üretim araçlarını ele
geçirdiğimizde bu adımı atacağız” (Aktaran: Ealham, 2010: s. 144) türü
cümlelere yer verdiler. Bu sendikacılar, “ertesi gün dünyayı yeniden
örgütleyecek somut bir planı bırakalım bir yana, bir fikriniz bile yoksa, bu
türden bir ayaklanmacı eylemin anlamı ne?” diye soruyorlardı.
Ealham’ın
değerlendirmesinde eskiye ait anarşist konum iki açıdan eleştiriliyor. Bizim
bugün yürüttüğümüz tartışmayla alakalı olan bu iki tür eleştiriyi şu şekilde
özetlemek mümkün:
1.
Bir bütün olarak toplumda devrimci bir dönüşümü gerçekleştirmek amacıyla eldeki
politik güç, yeterince etkili bir yapıya kavuşturulup harekete geçirilemedi.
“Madem iktidarı almadan dünya değiştirilemiyor, o vakit güç oluşturup iktidarı
alma fikrine karşı çıkan bir hareketin ne anlamı var?” sorusu üzerinde
durulmadı;
2.
Politik eylemliliğin sahip olduğu vizyon, yerelin sınırları ötesine taşınıp,
büyük altyapıların planlandığı, çevresel koşulların yönetildiği, uzun mesafeli
ticari ilişkilerin milyonların kolektif sorumluluğu hâline geldiği geniş bir
coğrafi ölçeğe doğru genişletilemedi. Asıl soru, ulaştırma ve haberleşme ağını
kim yöneteceği sorusuydu. Bookchin gibi anarşist şehir planlamacıları bu sorunu
gördü, ama onların çalışmaları, anarşist hareket tarafından hep görmezden
gelindi. Bunlar, esasında Marksistlerin değil, anarşistlerin üzerinde faaliyet
yürütmeye çekindikleri arazileri tanımlayan teorik sorular (tabii bu
Marksistlerin kendi hesaplarına bu konuda hiç yanlış yapmadıkları anlamına
gelmiyor).
Burada
şu söylenmeli: Anarşizmin merkezi kent planlamasına dönük çalışmalardaki
etkisini içeren tüm tarih, yeniden diriltilmeyi hak ediyor. Bu, burada
derinlemesine ele alamayacağım, oldukça çetrefilli bir konu. Anarşistlerin
gündelik hayatın niteliğine dair endişeleriyle Marksizmin küresel sermaye
akışına ve uzun vadeli yatırımlar eliyle fiziki altyapıların inşa edilmesine
dair görüşleri yapıcı sonuçlar doğuracak şekilde bir araya getirilmeli.
Springer,
isyancı politikayı devrimci politikaya tercih ediyor. Bu tercihini ise şu tür
bir zemin üzerinden dillendiriyor: İsyancılar, “bu işi şimdi yapalım”
derlerken, devrimciler, “tarihin bekleme odası”nda oturup, hiçbir zaman
gelmeyen o devrim için bitmek bilmeyen planlar hazırlıyorlar. Evet, “isyancı”
dediği kişiler bazen o işi gerçekten de yapıyorlar, bazen de yapmıyorlar. Ama
bu, şu gerçeği değiştirmiyor. Görünmez Komite’nin 2007’de Fransa’da duyurduğu,
ama hâlen daha somutlaşmamış olan “yaklaşan isyan” ile ilgili sözleri de salt
retorikten ibaret.
Bize
bu noktada Springer’ın öne çıkarttığı versiyonun demokrasi temelli olmasını,
elitist olmamasını ummaktan başka bir şey düşmüyor. Springer, ortaya koyduğu
fikir dâhilinde, bize isyanı takip eden gün elektriğin kesilmemesi, metronun
çalışmaya devam etmesi ve çöplerin toplanması için gerekli örgütleme pratiğine
dair detayları sunmuyor.
“Birbirimizi
kurtaramayız, ancak kendimizi kurtarabiliriz” (Springer, 2014: s. 262-263)
fikrini temel alan, “amaçsız araçlar” üzerinden uygulamaya konulan
kendiliğinden kişisel faaliyetlerden türemiş, kesintisiz isyanlara ben şahsen
pek güvenemiyorum.
Kişinin
kendisini isyan üzerinden kurtarmasında sorun yok, peki ama diğer insanlara ne
olacak?
Bookchin’in
çizdiği hattı eksik, ama bir yandan da ilginç bulduğumu belirtmeliyim. İnsanın
özgürlüğünü reddeden ve onlara zulmeden, reforma tabi tutulması imkânsız
araçlar olarak devlete ve hiyerarşilere kararlı bir biçimde karşı çıkan bir
isim olarak Bookchin, iktidarı alma zorunluluğu denilen meseleye, başkaları
gibi, çocukça yaklaşmıyor:
“Her
devrim, aslında basit bir değişimi gerçekleştirmeye dönük her bir girişim, her
daim iktidardaki elitlerin direnişiyle karşılaşır. Bir devrimi savunmak için
ortaya konulan her bir çaba, fiziki, kurumsal ve idari gücü bir araya
getirmeye, başka bir deyişle, hükümet kurmaya ihtiyaç duyar. Anarşistler,
devletin ilgası çağrısında bulunuyor olabilirler, ama burjuvazinin kontrolsüz
bir teröre başvurarak tüm gücüyle iktidara geri dönmesine mani olmak için bir
tür baskı aygıtına ihtiyaç vardır. Liberter bir örgütün ‘devlet’ inşasına dönük
yersiz korkudan kaynaklı olarak, devrimci kitlelerin desteği söz konusu iken
iktidarı alma imkânı varken iktidardan uzak durması, en iyi hâliyle bir kafa
karışıklığının, en kötü hâliyle de cesaretsizliğin bir neticesidir.” (Bookchin,
2014: s. 183).
Graeber,
bu tartışmaya anarşist stratejinin “bir yandan iktidar karşısında giderek
genişleyen özgürlük alanlarını kazanmakla, bir yandan da yönetim
mekanizmalarını ifşa etmekle, gayrimeşru hâle getirmekle ve parçalamakla
alakalı olduğunu, devlet iktidarını almakla bir alakasının bulunmadığını”
(2002: s. 73) söyleyerek katılıyor. Graeber, gerçek demokratik uygulamaların,
ancak bu türden özerk alanlarda mümkün olabileceğini düşünüyor.
Bense
bu yaklaşımın kapitalist devlet içerisinde Zapatistler gibi paralel bir devlet
inşa etmekle alakalı olduğunu düşünüyorum. Bu tür deneyimler nadiren işe
yarıyorlar. Kolombiya’da hâkim olan paramiliter örgütlenme biçimlerinde veya
İtalya gibi ülkelerde varolan mafya tipi örgütlerde kötü sonuçlara da yol
açabiliyorlar. Aslında bu tür örgütler, haraç, şiddet ve rüşvet üzerine kurulu
şer yuvaları olarak iş görüyorlar. Kolombiya’daki FARC türünden solcu devrimci
gerilla hareketleri bile bu tür bir örgütlenmenin verili kusurlarıyla uğraşmak
zorunda kalıyorlar. Dolayısıyla, anarşistlerin devlete paralel inşa ettikleri
bir iktidar yapısının da benzer sorunlarla yüzleşmeyeceğinin hiçbir garantisi
yok. STK yönetimleri, bu anlamda önemli bir örnek olarak karşımızda duruyor.
Bunlar, iktidardaki güçlerin radikal özerklik fikrini kendi amaçları
doğrultusunda örgütlediklerinin ve tehlikesiz hâle getirdiklerinin birer
ispatı.
Benim
ayrıca anarşist ve otonomcu fikriyatın önemli ölçüde dayandığı “özgür birey”
anlayışının anarşistlerdeki ve otonomculardaki iktidarı alma ve onu takviye
etme yönündeki isteksizliklerine kaynaklık ettiğine dair de şüphelerim var.
Radikal
bireycilik eleştirisi şu şekilde yapılıyor. Özgür birey anlayışı, büyük ölçüde
Weber’in kapitalizmin yükselişiyle ilişkilendirdiği şahsileştirilmiş Protestan
diniyle baharatlandırılmış liberal kurumların, hatta bedeni ve kişiliği özel
mülkiyetin konusu olarak gören yaklaşımın damgasını taşıyor. Reclus, tüm ömrünü
özgür bir birey olarak yaşadığını gururla ifade eden, ama kendisini bir biçimde
liberal ve Protestan gelenekle ilişkilendiren bir isim. (Reclus’un babası
Protestan bir papaz, Reclus da bir süre babasının çalıştığı papazlık okulunda
eğitim görmüş. Bkz.: Chardak, 1997). Reclus’taki anarşizm anlayışı, liberal
teoriye ve Yahudi-Hristiyan geleneğine dayanıyor. Reclus, pazarı redde tabi
tutup, liberal teoriyle kapitalist uygulamaların sınıfsal ve çevresel
sonuçlarını eleştirdikten sonra antikapitalist düşünceye ulaşıyor.
Bunda
tabii ki bir sorun yok. (Marx da klasik politik ekonomiyi ve kendisindeki
liberal ve Yahudi-Hristiyan kökleri redde tabi tutarak aynı sonuca ulaşmıştı.)
Eleştirinin eleştirdiği şeyin çok daha büyük bir kısmını bir araya getirip
aksettirdiği bir dönemde farklı fikirler tuhaf bir biçimde örtüşebiliyorlar.
Marx ve Proudhon’da böylesi bir durum söz konusu. Ama Springer’da farklı bir
sorun var. O, anarşist düşünceyi liberal ve neoliberal köklerle
ilişkilendirenlere “oksimoron”dan söz ediyor. Örneğin Nozick’in Anarchy,
State, and Utopia (“Anarşi, Devlet ve Ütopya” -1974) çalışmasıyla ilgili
olarak bu tür bir tepki geliştiriyor. Oysa anarşizmin liberal fikirlere
yakınlığı, akli planda ifşa edilmesi gereken bir mesele. Çünkü bu mesele, dün
olduğu gibi bugün de gerçek ve önemli kimi sonuçlara yol açıyor.
1984’de
MIT profesörleri Michael Piore ve Charles Sabel, The Second Industrial
Divide (“İkinci Endüstriyel Bölünme” -1984) isimli bir kitap yayımladı.
Dediklerine göre ta 1848’de endüstriyel kapitalizm, kendi örgütlenme süreci
dâhilinde elinde bulundurduğu teknolojik imkânlar bağlamında bir seçenekle
karşı karşıya geldi. Bu noktada kapitalizm, ya Marx’ın öngördüğü ve benimsediği
seri üretime dayalı fabrika üretimine ya da Proudhon’un savunduğu, kendi
aralarında birlik oluşturmuş olan işçilerin kendi işlerini ve hayatlarını
demokratik araçlarla kontrol altında tuttukları bir yola doğru evrilecekti.
Yazarların iddiasına göre kapitalizm, 1848 sonrası yanlış seçeneği seçti ve
sonrasında seri üretime dayalı fabrika üretimi tüm kötülükleriyle birlikte
endüstriyel kapitalizme hâkim oldu. Ama yetmişli yıllarda yeni bir tercihle
karşı karşıya kalan kapitalizm, yeni teknolojiler ve örgütlenme biçimleri
geliştirdi. Esnek uzmanlaşma ve küçük miktarlarda, niş ürünler üretme imkânının
doğmasıyla birlikte Proudhon’un rüyası bir kez daha gerçekleşme imkânına
kavuştu.
Piore
ve Sabel, “esnek uzmanlaşma” denilen bu yeni endüstriyel örgütlenme biçimlerini
güçlü bir dille savunuyorlar. Bu örgütlenme biçimi, Üçüncü İtalya denilen, orta
ve kuzey İtalya’da kurulan sanayi bölgelerinde karşılık buldu. Muteber bir isim
olarak görülen Piore ve Sabel, MacArthur bursu üzerinden aldıkları paralar ve
dönemin ilerici addedilen düşünürlerinden ve kurumlarından gördükleri destekler
sayesinde Prudoncu vizyonu benimsemeleri konusunda sendikaları ikna etmeye
çalıştı, bu bağlamda yeni teknolojilere karşı çıkma gereği duymadı. Sabel,
Uluslararası İşçi Örgütü’nün etkili bir danışmanı hâline geldi.
Marksist
soldaki birçok insan, bu sapmadan derinlemesine etkilendi. Bu tartışmaya
sonrasında ben de dâhil oldum ve Postmodernliğin Durumu (1989) isimli
kitabımla bu süreci eleştirdim. Ayrıca Sabel ile 1987’de Baltimore’daki
Amerikalı Coğrafyacılar Birliği’nde şiddetli bir tartışma içine girdim. Burada
ben özetle, esnek uzmanlaşmanın sermaye için geliştirilmiş, onun esnek bir
zeminde birikmesi için gündeme getirilmiş bir taktikten başka bir şey
olmadığını söyledim. IMF eliyle yürütülen ve ülkelerin emeğin esnekleştirilmesi
politikalarını benimsemeleri konusunda ikna edilmesine veya bu yönde
kandırılmasına dönük kampanya, bu taktikle güdülen niyetin basit bir işaretiydi
(bu kampanya, hâlihazırda IMF dayatmalarıyla Yunanistan’da sürüyor.)
Geriye
dönüp baktığımızda Piore ve Sabel’ın desteklediği, Proudhon adı altında ilerici
radikalizm ambalajına sarılmış olan bu fikir, emeğin güçsüzleşmesi ve emeğin
üretimdeki payının giderek düşmesi konusunda yol açacağı sonuçlarla birlikte,
neoliberalleşme sürecinin ana unsuruydu. Bu yaklaşım, yeni üretilen servetin
neredeyse tamamını yüzde birlik kesimin eline teslim ediyordu. Bu anlamda,
bizim Bookchin’in “küçük üretici birliklerinin kapitalizmi yavaş yavaş
tüketeceğine dair Prudoncu efsane” (2014: s. 59) dediği şeyin ardındaki gerçeği
görmemiz gerekiyor.
Kapitalizmin
Yeni Ruhu’nu (2007) yazan Luc Boltanski ve Eve Chiapelin gibi
otonomcular, daha da ileri giderek, yetmişli yıllar boyunca yeni kontrol
biçimleri ve ağ temelli yeni örgütlenme biçimleri üretmek adına sermayenin
otonomcuların ve anarşistlerin işçi sınıfı içerisinde ortaya koydukları
pratiklere el koyduğunu söylediler.
Kapitalist
anarşizm, bu anlamda gerçek bir sorundur. Nozick, Hayek ve başka isimlerin
geliştirdikleri teori, kapitalist anarşizmin merkezinde durur. Ayrıca o,
piyasadaki özgürlükleri esas alan bir öğretiye sahiptir. Kapitalist anarşizm,
Marx’ın Kapital’de tüm incelikleriyle ortaya koyduğu biçimiyle, zamanla
icat edilmiş en başarılı merkezsiz karar alma biçimi hâline gelmekle kalmamış,
aynı zamanda servetin ve gücün kudretini giderek artıran oligarşinin ellerinde
yoğunlaştıran bir unsura dönüşmüştür. Merkezileşme ile merkezsizleşme arasında
cereyan eden bu diyalektik, sermaye içindeki en önemli çelişkilerden biridir
(bu konuda On Yedi Çelişki ve Kapitalizmin Sonu isimli çalışmama
bakılabilir). Bu noktada umarım Springer gibi merkezsizleşmeyi hiç bozulmadan
geleceğe kalacak bir iyilik olarak görüp savunan isimler, onun yol açacağı
sonuçlara ve sahip olduğu çelişkilere daha yakından bakarlar.
Asi
Şehirler’de (2013a) de dile getirdiğim biçimiyle, merkezsizleşme ve
otonomi, daha fazla eşitsizliğe yol açan, gücü daha fazla belirli ellerde
yoğunlaştıran en önemli araçlardır. Bu anlamda, Bookchin’in şu tespitine insan
katılmadan edemiyor:
“Sırf her şeye karşıymış
gibi görünmek için çalışıp duran biri gibi algılanma pahasına, şunu
söylemeliyim: merkezsizleşme, yerelcilik, kendine yeterlilik, hatta
konfederasyon, her biri tek başına ele alındığında, rasyonel bir ekolojik
topluma ulaşma konusunda hiçbir güvence vermez. Esasında tüm bu unsurlar, şu
veya bu dönemde dar görüşlü cemaatleri, oligarşileri hatta despotik rejimleri
desteklemişlerdir.” (2014: s. 73-74).
Bu
arada belirtmem gerek ki Bookchin, burada tümüyle merkezsiz antikapitalist
seçenekler peşinde koşan Gibson-Graham’ın duruşunda esas sorunlu bulduğu hususu
dile getiriyor.
Proudhon’un
sol anarşizmi, kendi içinde tutarlı bir teoriye sahip değilken, sağcı
kapitalist anarşizm, insanları baştan çıkartacak ölçüde güçlü bir insani
özgürlük anlayışına dayanan, iç tutarlılığa sahip bir teorik yapı üzerinden
konuşuyor. Marx’ın Proudhon’un teorisini Kapital’de eleştirirken
kullandığı birikimden istifade ediyor. Marx’ın bu teoriyi eleştirirken
Proudhon’un anlayışını gerici bulduğu üzerinde nedense kimse durmuyor.
Bu
türden eleştiriler, beni Marx ile Proudhon arasındaki ilişkiyi tartışmaya itti.
Marx’ın Kapital’i İçin Elkitabı isimli çalışmanın iki cildinde (2010: s.
6, 2013b: s. 189) tespit ettiğim biçimiyle, Marx, Proudhon gibi Fransız
sosyalist geleneğine mensup isimlerden kendisinin kabul ettiğinden daha fazla
istifade etti ve Proudhon’u kimi noktalarda haksız yere eleştirdi (aynı durum
Mill, Malthus, hatta Ricardo eleştirileri için de söz konusuydu. Zira Marx’ın
yöntemi buydu.) Marx, “proletarya diktatörlüğü” tabirini ürettiğini düşündüğüm
Jakoben Auguste Blanqui’den de epey istifade etti. Bu “proletarya diktatörlüğü”
tabiri, Marx’ın nadiren kullandığı, kullansa bile tırnak içine aldığı bir
tabirdi. Tırnak içine almış olması, sonrasında bizim gibi Marksistlerin başına
epey dert açtı. Marx, ayrıca Fourier (Kapital’deki emek süreciyle ilgili
bölüm onunla girişilmiş bir muhabbetten ibarettir), kendisinin hayran olduğu
(anonim şirket biçimi altında sermayelerin birliğini ilerici bir adım olarak
görmesine rağmen hayranlık duyduğu) Saint-Simon, Cabet ve Robert Owen’dan da
beslendi. Blanqui’nin 1832’de jüri önünde sunduğu savunma, dinleyenleri şaşkına
çevirmiş bir ifadeydi (Corcoran, 1983).
Fakat
Marx’ın bu düşünürlere tabi oluşu, aynı zamanda klasik politik ekonomiden
beslenmesi, bir yandan da sermayenin nasıl biriktiğini anlamak için kendi
teorik aygıtını üretme çabası içerisinde olan Marx’ın yürüttüğü yoğun eleştirel
sorgunun damgasını taşıyordu. Marx’ın bu insanlarda neleri kabul ettiği ve
onlara dair sorgusu dâhilinde neleri redde tabi tuttuğu, cevaplanması zor,
karmaşık bir sorudur.
Gelgelelim,
Marx’ın her şeyi Proudhon’dan intihal ettiği, çaldığı iddiası da saçma sapan
bir iddiadır. Örneğin emeğin sermaye tarafından sömürülmesi fikrini Blanqui,
Proudhon’a kıyasla daha güçlü bir biçimde dile getirir. Ayrıca bu fikir,
sosyalist Rikardocular tarafından da kabul görmüştür. Marx, bu fikri ilk
dillendirenin kendisi olduğunu hiçbir zaman söylememiştir. Marx, aslında teorik
düzeyde eşitliği, özgürlüğü ve mütekabiliyeti temel alan piyasadaki alışverişin
kanunlarını ihlal etmeden kapitalistlerin sömürüyü nasıl gerçekleştirdiğini
ortaya koymuştur. Piyasadaki alışverişin kanunlarının eşitliğin temeli hâline
gelmesiyle gücün kapitalist sınıfın elinde toplaşması için gerekli koşullar
oluşmuştur. İşte Proudhon’un gözden kaçırdığı husus budur. Marx, işgücünün
metalaşmasının önemi üzerinde dururken, o muhtemelen Blanqui’ye onay vermeden
onun fikrinden istifade ediyordu, ama işgücünün metalaşmasının sermaye teorisi
açısından sahip olduğu önemi gören Blanqui değil, Marx oldu.
Marx’ın
Grundrisse’de Proudhon’un para anlayışına ve onun para sistemindeki bir
reformla barışçıl bir şekilde sosyalizme geçilebileceğine dair fikrine yönelik
eleştirisi doğruydu (ayrıca her ne kadar burjuvalar sabote etmiş olsalar bile,
Proudhon’un “düşük faizli kredi veren banka” fikri de felâketle sonuçlanmış bir
fikirdi).
Marx’ın
Proudhon’un ebedi adalet teorisine yönelik eleştirisi de etkili bir eleştiri.
Marx, bu eleştiri dâhilinde adalet teorilerinin evrensel değil özgül
olduklarını, burjuva toplumunda ise liberal kapitalizmin yükselişine has bir
gelişme olarak gündeme geldiklerini söylüyor. Bu anlamda, evrensel adaleti
devrimci bir strateji olarak benimseyip, bu hedef doğrultusunda hareket etmenin
burjuva hukukunun sosyalizmde somutlaşması gibi bir tehlikeye yol açacağı
üzerinde duruyor. Bu, esasen insan hakları anlayışlarına eleştirel yaklaşan
herkesin aşina olduğu bir sorun. Marx öte yandan, birlik, birleşme süreçlerine
dair fikirlere başvururken, Proudhon’dan çok Saint-Simon’dan istifade ediyor.
Proudhon’un
önemli şeyler söylediğine tabii ki hiç şüphe yok. Ama o, kusursuz bir toplumsal
anarşizmin temsilcisi olarak da görülemez. Politik ekonomiye pek vakıf olmayan
Proudhon, 1848 devriminde işçilere destek sunmadı, sendikalara ve grevlere
karşı çıktı, ayrıca dar bir yaklaşımla, sosyalizmi “işçilerin birbirlerine
karşılıklı destek sundukları birliğin somut hâli” olarak tarif etti. Çalışan
kadınlara karşı düşmanca bir tutum içinde bulunan Proudhon’un destekçileri,
1860’larda Fransa’da kurulan işçi komisyonlarında Paris’teki atölyelerde
kadınların çalışmasına yasak getirilmesine yönelik yoğun bir kampanya
yürüttüler. Bu kampanyaya karşı gelişen harekete ise başında kadınların
eşitliğini ve çalışma hakkını ısrarla savunan Eugene Varlin’in bulunduğu Uluslararası
İşçi Derneği’nin Paris Şubesi öncülük etti (Harvey, 2003).
Hayat
hikâyesini kaleme alan Edward Hyams’e göre Proudhon’un Pornography: The
Situation of Women [“Pornografi: Kadınların Durumu”] isimli kitabı, “kadın
hareketine aşırı ölçüde düşman olan kesimlerin kadınların özgürleşme sürecine
karşı geliştirdikleri, dar görüşlü ve alabildiğine gerici her türden anlayışı
içermekteydi.” (1979: s. 274). Tamam, neticede Marx da aynı meselede sütten
çıkmış ak kaşık değildi. Anarşizm ve Marksizm, dün olduğu gibi bugün de
cinsiyet meselesi konusunda sorunlu bir tarihe sahip, ama Proudhon’un bu konuda
ifrata varmış, uçlarda dolaşan bir isim olduğunu görmek gerekiyor.
Asıl
tuhaf olansa Komün’den önce, 1860’larda Marksistler ve anarşistlerin arası o
kadar gerilimli değildi. Reclus ve birçok Prudoncu, Enternasyonal’in
toplantılarına katılıyordu. Hatta bir yerde Marx’ın Reclus’tan Kapital’i
Almancadan Fransızcaya çevirmesini istediğini okuduğumu hatırlıyorum. Reclus,
sonrasında kitabı çevirmedi.
Marx,
o dönemde Proudhon’un Fransız devrimci işçi sınıfına yönelik duygu ve
düşünceleri, bunun yanında, kısmen de eleştiri oklarını tam da bu sebeple
kendisine yönelttiği için onun en büyük hasmı olduğunu düşünüyordu. Ama aslında
bahsi geçen dönemde Paris Komünü içerisinde farklı hizipler arasında ideolojik
çatışmalar yaşanmaktaydı. Örneğin merkezci ve şiddet araçlarının
kullanılmasından yana olan bir tür Jakobenizmi yüklenmiş Blankistlerle Prudoncu
merkezsiz birlikçilik fikrinin farklı versiyonlarını savunanlar arasında yoğun
bir ihtilaf söz konusuydu. Varlin gibi komünistlerse azınlıktaydı.
Sonrasında
Marx, Engels ve Lenin, Komün’ü kahramanlıklarla dolu, ama bir yandan da ölümcül
kusurları bulunan bir olay olarak görüp sahiplendi. Bu yaklaşım ve Komün’ün
işçi sınıfıyla ilişkisi, tarihsel bağlamda incelemeye yoğun olarak tabi
tutulurken, onun saf anlamda kentli olan bir toplumsal hareketin ürünü olduğu
gerçeği ve işçi sınıfıyla ilişkisi üzerinde pek durulmadı.
Ben
Komün’ü, hem kentteki yaşam alanlarında hem de işyerlerinde varolan,
burjuvaziye ait güç ve hâkimiyet yapılarına karşı bir isyan olması sebebiyle,
sınıfsal bir olay olarak görüyorum (Harvey, 2003). Ayrıca “Komün’de kim
kaybetti?” sorusunu cevaplarken, Marx ve Bakunin’e işaret edilmesinin anarşist
ve Marksist gelenekler arasındaki derin uçurumun oluşmasına katkıda bulunduğunu
düşünüyorum (görünüşe göre Springer, bu uçurumu daha da derinleştirmek için
elinden geleni yapıyor.).
Toplumsal
anarşizmin kolektif faaliyetlerin, dayanışma ilişkilerinin veya farklı örgütsel
formların inşasının önemini göz ardı etmesine neden olan şey, onun duygusal
temelinde bulunan bireycilik değil. Springer’ın ifadesiyle, “anarşist
örgütlenme pratiğini sadece hayal gücümüz sınırlandırır. Bu hayal gücünde tek
ölçütse dışarıdaki bir otoriteden bağımsız olmak ve hiyerarşi dışı bir düzlemde
hareket etmektir. […] Bu, güvenlik için teşkil edilmiş gönüllü itfaiye
teşkilâtından, gıda üretimi için oluşturulmuş, halka ait bahçelere, kooperatif
evlerinden, kıyafet dikimi için kurulan kolektiflere dek başka her türden
örgütlenme biçimini içerir” (2014: s. 253). Fakat bu türden listelerin aldatıcı
bir yanı vardır. New York’ta kooperatif evlerde yaşamanın “keyfini” yaşayan
biri olarak ben temin ederim ki, bu tür evlerin özgürlükçü veya ilerici bir
yanı bulunmamaktadır. Anarşistler, bu söylediğime muhtemelen “işin başında
anarşistler olmazsa tabii ki özgürlükçü ve ilerici olamaz o evler” cevabını
vereceklerdir. Bu da gündeme “anarşistlerin kurdukları da dâhil, her türden
hegemonik iktidar biçimine karşı gerçek manada anarşist olan hangi örgütsel
biçimler çıkartılabilir?” sorusunu getirecektir. Muhtemelen anarşistler, devlet
hariç her türden toplumsal örgütlenme biçiminin kullanılabileceği cevabını
vereceklerdir.
Tam
da bu sebeple anarşistler, çoğu vakit yerli toplulukları en gözde birliktelik
biçimi olarak görürler. Çünkü bu topluluklar, devlete benzemeyen bir şeyler
meydana getirmeden, komünal eylem biçimlerine başvurma becerisine sahiptirler.
Chomsky’nin Güney Şili’deki Mapuçe yerlilerine verdiği desteğin arkasında bu
tür bir fikir vardır (Mapuçe yerlileri, İspanyol işgalcileri ve Şili hükümetini
yüzlerce yıl kendilerinden uzak tutmayı bilmişlerdir). James Scott da Güneydoğu
Asya dağlarındaki yerli halkları ön-anarşist bir biçime sahip olduklarını aynı
fikir üzerinden söylemektedir.
Oysa
kimi yönlerden bu tür bir eşleştirme tuhaftır. Birçok yerli halk, bugün Batı
anarşizminin dayandığı radikal bireyciliği anlamsız bulmakta, bu halklar,
ilişki temelli kolektivizme değer vermekte, ahengi ve manevi değerlere bağlı
üyeliği ana kültürel değerler olarak görmektedirler.
Bugün
Mapuçe yerlileri örneğinde maalesef metalaşma süreci, para ve tüccar
kapitalizmi bu yerlilerin yaşadıkları topraklara nüfuz etmekte, İspanyol
sömürgeciliğinin veya Şili devletinin ana kültürel değerlere verdiği zarardan
daha fazla zararı vermektedir.
Marx’ın
tespit ettiği biçimiyle, “para topluluk bağlarını çözdüğü vakit para topluluk
hâlini alır.” Bugün birçok yerli halkın başına gelen, tam da budur.
Bu
toplumsal düzenler ve sahip oldukları değerler sistemi çok kıymetlidir. Fakat
öte yandan şu da görülmelidir: Kuzey Amerika ve Avrupa’daki halkların Mapuçe
yerlileri, Asya’nın dağlarında yaşayan kabileleri veya Zapatistler gibi
yaşaması gerektiğini söyleyen bir politik programın yol alması pek mümkün
değildir. Bu tür bir program, bugün Amazon havzasında ve dünyanın insan eli
değmemiş diğer bölgelerinde hâlihazırda yürürlükte olan, mülksüzleştirme
yoluyla sermaye biriktirme uygulamalarına mani olamaz. Ekvador’da Otovalo veya
Bolivya’daki (bir milyondan fazla Almara yerlisinin yaşadığı) El Alto’da
karşımıza çıkan örneklerde, piyasa kurallarının benimsenmesiyle birlikte
ortaya, müteşebbis ruhlu tüccar kapitalistlerin damgasını vurduğu, canlı bir
yerli kültürü çıkmıştır.
Devlet
meselesi, kimsenin aşmaya hazır olmadığı önemli bir kavramsal eşik. Birçok
anarşiste ve anarşist olmayan kişiye göre, devlete ve onu destekleyen, kuşatan
(parlamenter demokrasi ve politik partiler türünden) hiyerarşik kurumlara
itiraz etmek ve karşı olmak, müzakere dahi edilmeyecek ideolojik bir konum.
Tabii bu, anarşistlerin kimi durumlarda devletle (örneğin baskıcı politik
eylemler karşısında başka bir seçeneğin bulunmadığı koşullarda) ilişki
kurmadıkları, hatta oy kullanmadıkları anlamına gelmiyor (örneğin önemli bir
bölümü, 2015’te Yunanistan’da yapılan seçimde oy kullanmıştı).
Ama
anarşizmden koptuktan sonra bile Bookchin, devleti hiyerarşik hâkimiyetin,
sömürünün ve baskının aracı olarak kullanılan bir yapı şeklinde değerlendirmeye
devam etti, buradan da onun reforma tabi tutulamayacağını söyledi.
Ben,
bu görüşe katılmıyorum. Devlet, son yirmi yıl içerisinde Marksizm içerisinde
süren, tarafları birbirinden ayıran (Holloway’in de önemli bir parçası olduğu)
büyük bir tartışmanın ana konusuydu. Ben, hâlen daha Gramsci’nin ve son
döneminde Poulantzas’ın görüşlerinin okunmaya değer olduğunu, Bob Jessop’ın
Marksist konumu mevcut gerçeklere uyarlamak için mücadele yürüttüğünü
düşünüyorum.
Benim
konuyla ilgili görüşümse çok basit: devlet, birçok çelişkiyle yoğrulmuş farklı
coğrafi ölçeklerde varolan, önemli ölçüde tahrip olmuş bir kurumlar yığınıdır.
Bu çelişkilerin bazıları, devlet önemli bir kısmıyla hiyerarşik kontrolle,
sınıfsal ayrışmaların takviye edilmesiyle ve (gerekli olduğu durumlarda baskı
uygulayarak) insandaki kapitalizm dışı özgürleşme arzularını uyumlu kılma ve
baskılama çabasıyla tanımlı olsa bile, karşıt güçleri örten veya baskılayan
amaçlar değil de özgürleştirici amaçlar doğrultusunda kullanılabilirler
(örneğin devlet, halk sağlığı hizmeti düzleminde ortalama insan ömrünün
artırılmasında önemli bir rol oynamıştır).
Devlet,
özel mülkiyeti koruma pratiğiyle yargıda gücü tekelinde bulundurur. Para ve
mübadele araçları, şiddet araçları, polislik faaliyetleri ve baskı araçları
konusunda da güç ondadır. Bunlar, devletin sermayenin devamlılığı için gerekli
olan işlevlerdir. Bunun dışında, uzak ara en fazla etkili olan kapitalistler ve
milliyetçiler gibi farklı çıkar gruplarının elindeki güçlerle tercihe göre
belirli ilişkiler içerisine girer. Fakat devlet, dün olduğu gibi bugün de büyük
ölçekli fiziki ve toplumsal altyapıların inşası konusunda önemli bir rol
oynamaya devam etmektedir. Devrimci (veya isyancı) her türden hareket, bu
türden altyapıları nasıl temin edeceği sorusuna kafa yormak zorundadır.
İster
kapitalist olsun isterse olmasın, toplumun yeniden üretilmesi gerekir, bu
anlamda devlet, yeniden üretimde önemli bir role sahiptir. Son dönemde devlet,
giderek daha fazla sermayeye ait bir araca dönüşmüş, demokratik kontrol
mekanizmaları (ki burada paranın gücüne tabi kaba demokrasiden bahsetmiyoruz)
devre dışı kalmıştır. Bu da (benim de destekleyebileceğim bir fikir olarak)
doğrudan demokrasiyle ilgili radikal talebin daha fazla dillendirilmesine neden
olmuştur. Oysa bugün bile elimizde devlet iktidarının özgürleştirici amaçlar
doğrultusunda, ilerici bir biçimde kullanılabileceğini gösteren örnekler
mevcuttur. Latin Amerika gibi yerlerde karşımıza çıkan bu örnekler, sola mensup
ilerici güçlerin mücadele edecekleri ve ilişki kuracakları bir alan olarak
devletten vazgeçilmemesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Burada
tuhaf olan, otonomcular ve anarşistler, burjuva iktidarını etkisiz kılma ve
devrimci dönüşüm için zorunlu olan, geniş ölçekli altyapılar inşa etme
becerisine sahip örgütler kurma ihtiyacıyla yüzleştikçe, neticede bir tür
devlete benzeyen bir şey inşa ediyorlar. Meksika devleti içerisinde iktidarı
almaya dönük her türden girişimden uzak durmalarına rağmen, Zapatistlerin
yaptıkları bunun bir örneği.
Bookchin,
bu konuda epey ilginç bir konum alıyor. Bir yandan “insan, her türden devlet
eliyle özgürleşebilir, bu özgürlük az çok daimi kılınabilir lafı, alabildiğine
oksimorondur” (2014: s. 39) diyor. Bir yandan da anarşistlerin “uzun zamandır
her türden hükümeti devlet olarak görüp mahkûm etmelerinin, bu görüşü tüm
örgütlü toplumsal hayatın ortadan kaldırılması için kullanılacak bir reçete
olarak görmelerinin yanlış olduğunu” söylüyor. “Bir hükümetin, ortaklaşmacı
hayatın sorunlarıyla başa çıkmak için usulüne göre ve adilane bir biçimde inşa
edilmiş kurumlar bütünü” olduğunu söyleyen Bookchin, devlete karşı çıkanların
hükümete karşı çıkmamaları gerektiği iddiasında bulunuyor:
“Liberterler, hukuka,
doğal olarak hükümete muhalefet ederlerken, kendi kuyruğunu yutan yılan kadar
salak görünüyorlar” (2014: s. 13).
“Birlikte
karar alma pratiğinin toplumu verili hâliyle yürürlükten kaldırdığını” söyleyen
Bookchin, çoğunluğun oyunu alma denilen basit işlemin yeterli olduğunu iddia
ediyor. Ona göre, “bir yandan da yönetmeliklere ve biçimsel de olsa bir
anayasaya ciddiyetle bağlı olunması gerekiyor, zira demokratik bir içerikle
formüle edilip onaylanmış, liderlerin ve üyelerin sorumlu tutulacakları
kurumsal bir çerçeve olmadan, açık bir biçimde dillendirilmiş sorumluluk
ölçütleri ortadan kalkarlar. […] Otoriterlikten kurtulmayı en iyi, güç ve
liderlik ‘yönetim’in biçimleridir iddiası ya da gücün ve liderliğin
gerçekliğini örten liberter metaforlar değil, net, kısa ve detaylı bir işlem
dâhilinde tahsis edilmiş güç güvence altına alabilir.” (2014: s. 27). Burada
bana öyle geliyor ki Bookchin, belirli bir devlet türünün yeniden inşa
edilmesinden bahsediyor (veya belki de Bookchin başka bir şeyi kastediyor).
Hardt
ve Negri de kısa süre önce yataycılığın sınırlarını, liderliğin sahip olduğu
önemi kabul ettiler, hatta “iktidarı alma meselesini yeniden düşünmenin
vaktidir” dediler. Bu hat dâhilinde Negri, bu sorunların bir kısmı ile ilgili
görüşlerinin değiştiğini ve benim görüşlerimle yakınlaştıklarını söyledi
(2015). Buna karşın Springer, hâlihazırda anarşistlerin savundukları belirli
örgütlenme biçimlerine dair eleştirimi yanlış aktarıyor. Konuyla ilgili yorumum
şu şekilde:
Springer,
benim “merkezsiz fikriyatın nahif ve ümitvar hareketlerini küçümsediğimi”,
ayrıca “bugünlerde solun önemli bir kısmında hiyerarşi teriminin bu kadar gayri
popüler oluşu karşısında sitem ettiğimi” söylüyor. Ardından şu tespitini
aktarıyor:
“Bu bağlamda David Harvey,
açık ve gür bir biçimde işitilen şu mesajını iletiyor: ‘Anarşistler (ve
otonomcular) ne cüretle, dünün tükenmiş fikirleri denilen havanda su dövmek
zorunda olduğumuz koşullarda yeni ve farklı bir şeyleri düşünmeye teşebbüs ediyorlar?’
[…]” (2014: s. 265).
Springer’ın
yaptığı ilk alıntının yer aldığı Asi Şehirler’de benim asıl şikâyet
ettiğim husus, “bir bütün olarak solun her şeyi tüketen ve örgütlenmeyi
fetişleştiren yaklaşımın esiri olması” (2013a: s. 125) ile ilgiliydi. Bu konuda
aslında Bookchin’le aynı şeyi söylüyoruz: “Hiçbir örgütsel model, gerçek hayatın
zorunluluklarıyla yekten çelişecek ölçüde fetişleştirilmemelidir” (2014: s.
183).
Springer
ve diğer birçok otonomcu ve anarşist, yegâne örgütlenme biçiminin yatay,
merkezsiz, açık, mutabakata dayalı ve hiyerarşisiz olması gerektiğini
düşünüyor. Ben de bu yaklaşımla ilgili olarak şunu söylüyorum:
“Fikrimi net bir biçimde
ortaya koymak adına, şunu belirteyim: Ben, yatay ilişkilerin kötü olduğunu
söylemiyorum, hatta bu tür ilişkilerin mükemmel bir hedef olduğunu düşünüyorum,
ama bir yandan da yatay ilişkilere vurgu yapan görüşün örgütlenme düzleminde
hegemonyayı elinde bulunduran bir ilke olarak sahip olduğu sınırların görülmesi
gerektiği üzerinde duruyor, ‘ihtiyaç hâsıl olduğunda bu görüşün ötesine
geçilebilmeli’ diyorum” (2013a: s. 70).
Örneğin
müştereklerin yönetilmesinde (Elinor Ostrom’un çalışmasının da ortaya koyduğu
biçimiyle) bırakalım dünyayı, şehir ve biyolojik bölge gibi geniş ölçeklerde
mutabakata dayalı yatay ilişkiler kurmak imkânsız olmasa bile zor (küresel
ısınma konusunda bu tür ilişkilerin kurulamadığı görüldü). Bahsi edilen
ölçeklerde, kurumsallaşmış yönetişimin biçimleri yanında örgütlü düşüncede de
ciddi ayarlamalar yapmayı gerekli kılan karar alma süreçlerindeki “konfederal”
veya “iç içe geçmiş” yapılar oluşturmadan yol almak imkânsız. Ayrıca iç içe
geçmiş yapılar bile belirli bir hiyerarşiye sahip olabilirler.
Çalışmamda
tespitimi desteklemek adına, hem Murray Bookchin’den hem de David Graeber’dan
alıntı yaptım. Graeber, o alıntıda, merkezsiz toplulukların “kendilerini
çevreleyen ekonomik, toplumsal veya politik sistemlerle baş etmenin yolunu bir
şekilde bulunmak zorunda olduklarını” söylüyor, “bu, oldukça çetrefilli bir
meseledir, zira hayat, kurucu ilkelerinden sürekli tavizler vermeden o büyük
yapılarla anlamlı bir yoldan bütünleşmek için alabildiğine farklı hatları takip
ederek örgütlenmelerinin hayli güç olduğunu ispatladı” (Graeber, 2009: s. 239)
diyordu.
Ben,
sonrasında söz konusu toplulukların ne tür tavizlerde bulunacağı meselesini ele
aldım. Ardından da Bookchin’in konfederalizm temelli örgütlenen belediyeci
liberterizm önerisinin “farklı ölçeklerde müştereklerin yaratılması ve kolektif
kullanımı meselesiyle baş etmek adına dillendirilen en gelişkin radikal öneri”
(2013a: s. 85) olduğuna kanaat getirdim. Bu düzlemde, Bookchin’in hem
birbirleriyle hem de doğayla alışverişlerini akıl düzleminde düzenleyen,
biyolojik bölgeleri temel alan birleşik belediye meclisleri anlayışında
karşılık bulan “belediyeci liberterizm” önerisine destek sundum. Tam da bu
noktada, “pratik politika dünyasının anarşizmden ilham alan ütopik düşüncenin
ve anarşizmin kentle ilgili yazılarının meydana getirdiği o uzun tarihle kesişmesi
hâlinde verimli sonuçlar doğuracağını” söyledim (2013a: s. 138). Her ne kadar
kısa süre önce özgürleştirilmiş olan Kobani’de PKK’nin himayesinde kimi adımlar
atılsa da, Bookchin’in örgütlenmeye dair fikirlerinin belirli sınırları olduğu
görüldü. (Kobani deneyimi konusunda bkz.: TATORT, 2013).
Sonra
bu fikirleri nelerin sınırlayabileceğini dillendirmenin önemli olduğunu
düşündüm. 2000’lerin başında El Alto’daki devrimci kalkışmaların can verdiği
örgütlenme biçimlerine yakından baktıktan sonra “yataycılar”ın destekledikleri,
diğer nispeten konfederal olan, kimi örneklerde dikey yapıları kesen örgütlenme
biçimleri de dâhil tüm iç içe geçen örgütlenme biçimlerine bakmak gerektiğini
tespit ettim. Neticede dikey ve yatay her türden iç içe geçen, kesişen
örgütlenme biçimlerini temel alan, alabildiğine ütopik bir taslağın New York
gibi büyük şehirleri yönetirken işe yarayabileceği sonucuna ulaştım (2013a: s.
151-153).
Springer’ın
dünün tükenmiş fikirleri denilen havanda dövdüğümü söylediği su (2014: 265)
işte bu!! Ben, sadece Springer’ın mutabakata dayalı yataycılığı kabul
edilebilecek yegâne örgütlenme biçimi olarak takdim edip fetişleştirmesinin
sorunlu olduğunu söyledim. Oysa bu başka seçenekleri dışlayan ve fikriyatla
pratiği tekeline alan dogma, uygun ve etkili çözümleri keşfedeceğimiz yolda
ilerlememize mani oluyor.
Graeber’ın
her telden anarşistin son yıllarda benimsedikleri (veya kimi örneklerde yerli
halkların pratiklerinden aldıkları) “zengin ve giderek çeşitlenen örgütsel
araçları” ben de sahipleniyorum. Bu araçlar, solun politik örgütlenme biçimleri
repertuvarına önemli katkılar sundular.
Ayrıca
demokrasinin yeniden icat edilmesi denilen o önemli hedefin herkesin ana
meselesi hâline gelmesi gerektiğini ben de kabul ediyorum. Ama bir yandan da
ben, demokrasiyi yeniden icat ederken bir yandan da kendi içinde tutarlı bir
antikapitalist politikanın peşinden gitmemiz gerektiğini söylüyorum. Bugün
birçok anarşistin ve otonomcunun kendilerini bağladıkları örgütlenme
biçimlerinin ötesine uzanmamızın şart olduğunu ortaya koyan birçok delil
olduğundan bahsediyorum.
Örneğin
Negri ve tanıdığım bir dizi Yunan anarşisti gibi ben de destekliyorum
Syriza’yı. Podemos’a ben de destek sunuyorum. Ama ben, bu partileri onlar
devrimci oldukları için değil, farklı bir politika türüne ve farklı bir
muhabbete alan açtıkları için destekliyorum. Politik gücün harekete geçirilmesi
önemli bir meseledir, devlet, radikalleşmenin gerçekleşme ihtimalinin bulunduğu
bir alan olarak görmezden gelinmemelidir. İşte bu tür konularda ben, birçok
otonomcu ve anarşist arkadaşımdan ayrışıyorum.
Ama
bu ayrışma, ortaklaştığımız antikapitalist mücadelelerde birbirimize yardım
etmemize ve işbirliği kurmamıza mani değil. Dürüstçe dile dökülen fikir
ayrılıkları, verimli işbirliklerine mani olmamalı. Buradan da ben şu sonuca
ulaşıyorum: radikal coğrafya neyse o olsun: özel kişilerin malı olan her türden
“izm”den kurtulsun.
David Harvey
10 Haziran 2015
Kaynak
Kaynakça:
Böhm S, Dinerstein A ve Spicer A (2008) “(Im)possibilities of autonomy: Social
movements in and beyond capital, the state and development”, Social Movement
Studies 9: s. 17-32.
Boltanski
L ve Chiapello E (2007) The New Spirit of Capitalism, Çeviri: Elliott
G., Londra: Verso, s. 23.
Bookchin
M (2014) The Next Revolution: Popular Assemblies and the Promise of Direct
Democracy. Londra: Verso.
Bookchin
M (1971) Post-Scarcity Anarchism. San Francisco: Rampart Press.
Bowles
S ve Gintis H (1977) Schooling in Capitalist America: Educational Reform and
the Contradictions of Economic Life. New York: Basic Books.
Chardak
H (1997) Elisée Reclus: L’Homme qui aimait la Terre. Paris: Editions
Stock.
Yayına
Hz.: Clark J ve Martin C. (2004) Anarchy, Geography, Modernity; The Radical
Social Thought of Elisée Reclus. Lanham, MD: Lexington Books.
Corcoran
P (1983) Before Marx: Socialism and Communism in France, 1930-48.
Londra: Macmillan.
Dunbar
G (1978) Elisée Reclus: Historian of Nature. Hamden, CT: Archon Books.
Ealham
C (2010) Anarchism and the City: Revolution and Counter-Revolution in
Barcelona, 1898-1937. Oakland: AK Press.
Fleming
M (1988) The Geography of Freedom. Montreal: Black Rose Books.
Folke
S (1972) “Why a Radical Geography must be Marxist”. Antipode 4: s.
13-18.
Gibson-Graham,
J K (2006) The End of Capitalism (As We Knew It): A Feminist Critique of
Political Economy. Minnesota: University of Minnesota Press.
Graeber
D (2002) “The New Anarchists”. New Left Review 13: s. 61-73.
Graeber
D (2009) Direct Action: An Ethnography. Oakland: AK Press.
Harvey
D (1975) “Class Structure and the Theory of Residential Differentiation”.
Yayına Hz.: Peel R, Chisholm M ve Haggett P., Bristol Essays in Geography içinde.
Londra: Heinemann Press, s. 354-369.
Harvey
D (1977) “Labor, Capital and Class Struggle Around the Built Environment”. Politics
and Society 7: s. 265-295.
Harvey
D (1984) “On the History and Present Condition of Geography: An Historical
Materialist Manifesto”. The Professional Geographer 36: s. 1-11.
Harvey
D (1987) “Three yths in search of a reality in urban studies”. Environment
and Planning D: Society and Space 5: s. 367-386.
Harvey
D (1989) The Condition of Postmodernity: An Enquiry into the Origins of
Cultural Change. Oxford: Blackwell.
Harvey
D (2000) Spaces of Hope. Edinburgh: Edinburgh University Press.
Harvey
D (2003) Paris: Capital of Modernity. New York: Routledge.
Harvey
D (2009) Cosmopolitanism and the Geographies of Freedom. New York:
Columbia University Press.
Harvey
D (2010) A Companion to Marx’s Capital. Londra: Verso.
Harvey
D (2013a) Rebel Cities: From the Right to the City to the Urban Revolution.
Londra: Verso.
Harvey
D (2013b) A Companion to Marx’s Capital, Cilt 2. Londra: Verso.
Harvey
D (2014) Seventeen Contradictions and the End of Capitalism. Londra:
Profile.
Hawken
P (2007) Blessed Unrest, How the Largest Movement in History is Restoring
Grace and Beauty to the World. New York: Viking.
Holloway
J (2010) Change the World without Taking Power. New York: Pluto Press.
Hyams
E (1979) Pierre-Joseph Proudhon: His Revolutionary Life, Mind and Works.
Londra: John Murray.
Yayına
Hz.: Johnston R J ve Claval P, (1984) Geography Since the Second World War.
Londra: Routledge.
Negri
A (2015) “An interview with Toni Negri: From the Refusal of Labour to the
Seizure of Power”. Roar Magazine, Ocak 2015 (Roar, erişim tarihi: 20 Mart 2015).
Nozick
R (1974) Anarchy, State, and Utopia. New York: Basic Books.
Peake
L ve Sheppard E (2014) “The Emergence of Radical/Critical Geography within
North America”. ACME 13: s. 305-327.
Pelletier
P (2009) Elisée Reclus: Geographie et Anarchie. Paris: Les Editions du
Monde Libertaire.
Piore
M ve Sabel C (1984) The Second Industrial Divide: Possibilities for
Prosperity. New York: Basic Books.
Reclus
E (1982) L’Homme et la Terre, Yayına Hz.: Ghiblin B., 2 Cilt
(kısaltılmış hâli) Paris: La Découverte.
Scott
J (2012) Two Cheers for Anarchism. Princeton, Princeton University
Press.
Sitrin
M ve Azzelini D (2014) They Can’t Represent Us: Reinventing Democracy from
Greece to Occupy. Londra: Verso.
Smith
N (1992) “History and Philosophy of Geography: Real Wars, Theory Wars”. Progress
in Human Geography 16: s. 257-271.
Smith
N (2003) American Empire: Roosevelt’s Geography and the Prelude to
Globalization. Berkeley: University of California Press.
Springer
S (2014) “Why a Radical Geography must be Anarchist”. Dialogues in Human
Geography 4: s. 249-270.
TATORT
(2013) Democratic Autonomy in Northern Kurdistan: The Council Movement,
Gender Liberation and Ecology. Porsgrunn, Norveç: New Compass Press.
The
Invisible Committee (2009) The Coming Insurrection. Los Angeles,
Semiotext(e).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder