Ara
Dönem: Özendirici Etki
Kuzey
Atlantik genelinde örgütler, faşizmin hızlı yükselişini gördüler ve benzer bir
başarıyı elde edecekleri umuduyla, onun ideolojisinin belirli kısımlarını
benimsediler. 1923 yılında, Mussolini’nin iktidara gelmesinden bir yıl sonra
General Miguel Primo de Rivera, İspanya hükümetini devirip kendisinin yeni
maneviyat anlayışına sahip olduğunu düşündüğü Mussolini’nin hareketine yönelik
hayranlık üzerine kurulu bir askeri diktatörlük tesis etti.
ABD’de
sanayi, faşistleri, emeğin hakları karşısında geçerlilik kazanabilecek makul
bir hareket olarak gördü. O yıl Amerikan Lejyonu Komutanı, lejyonerlerine
şunları söylüyordu:
“Gerektiğinde
Amerikan Lejyonu, ülkemizdeki kurumları ve idealleri tıpkı İtalya’yı tehdit
eden yıkıcı güçlerle baş etmesini bilen Faşistler gibi korumaya hazırdır.
Faşistler İtalya için neyse Amerikan Lejyonu da ABD için odur, bunu asla
unutmayın.”[1]
Amerika’da
barut işinden zengin olan Du Pont ailesi, Amerikan Lejyonu isimli örgütten
kopan ve kendisini Kara Lejyon olarak adlandıran örgütü finanse etti ve bu
örgüt eliyle ülkedeki sosyalist hareketi güç kullanarak ezdi. Ülke genelinde
30.000 civarında üyesi bulunan Kara Lejyon, Ku Klux Klan yanında, ülke içinde
ve dışında sanayicilerin hedefleri doğrultusunda şirketler adına lobi faaliyeti
yürüten cephe örgütü Amerika Özgürlük Birliği ile arasındaki bağları muhafaza
etti.
Avusturya’daki
Hemwehr [“Yurt Muhafızları”] gibi diğer paramiliter örgütlerin faşistleştiği
koşullarda, Avrupa genelinde başka yeni örgütler kuruldu. 1925’te Sorel’le
eskiden birlikte çalışmış olan Georges Valois, Fransa’da Faisceau des
combattants et producteurs [“Savaşçı ve Üretici Birlikleri”] isimli örgütü
kurdu. Valois’ya göre, “faşizmin düşünsel babası Georges Sorel”di. Kendisini
ise “faşizmin mucitleri” olarak görüyor, faşizmi İtalya’da kopyaladıklarını
söylüyordu.[2]
İki
yıl sonra üniversite profesörü António de Oliveira Salazar, 1926’da Portekiz’de
askeri diktatörlüğün kurulmasına ön ayak olan darbede yer aldı. Salazar,
İtalyan faşizminden etkilenen bir isim olarak kabinede korporatist finans bakanlığı
görevini üstlendi. Altı yıl sonra ise başbakanlık koltuğuna oturdu.
Ayrıca
1926 yılında askeri lider Józef Piłsudski, Polonya’da iktidarı ele geçirdi ve
burada korporatist milliyetçi bir devlet inşa etti. Kuzeyde ise Finli
öğrenciler, Sovyetler’in politik ve kültürel etkisine karşı faşist irredentist (ilhakçı)
hareketi kuracak olan Akademik Karelya Derneği’ni kurdular. İsveç’te ise Per
Engdahl, Faşist Mücadele Örgütü’nü kurdu.
Doğu
Avrupa, önemli faşist hareketlerin kurulduğu, siyasete etki ettiği yerdi. Bunun
bir sebebi de Macaristan’ın güçlü askeri lideri Gyula Gömbös’ün Mussolini ile
müttefik olmasıydı. 1927’de antisemitist bir profesör, Romanya’nın o ünlü
Başmelek Mikail Lejyonu’nu kurdu. Örgüt, birçok insanı örgütleyen genç lideri
Corneliu Zelea Codreanu’nun savunduğu kutsallaştırılmış politik şiddet anlayışı
üzerinden büyüme imkânı buldu. Bu pratik dâhilinde örgüt üyeleri, tuhaf bir
biçimde, kendilerine kasten zarar veriyor, kan içme ayinleri düzenliyor, bir
yandan da politik suikastlar ve etnik gruplara yönelik saldırılar
tertipliyorlardı.
İngiliz
İşçi Partisi üyesi siyasetçi Oswald Mosley, kısa bir süre sonra faşizme yöneldi
ve 1932’de Britanya Faşistleri Birliği’ni kurdu. Ertesi yıl General Miguel’in
oğlu José Antonio Primo de Rivera Falange Española [“İspanyol Falanjı”]
örgütünü kurdu.
Mussolini’nin
Roma Yürüyüşü sonrası faşizmi benimseyen en önemli örgütse Bavyera eyaletinin
daha çok Katoliklerin yaşadığı bir bölgesinde kurulan küçük bir radikal sağcı
popülist parti idi. Başında her telden kaçığın, komplocunun, antisemitistin ve
okültistin bulunduğu bu parti, Alman İşçi Partisi adını aldı. Sonrasında adını
Alman Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi [“Nationalsozialistische Deutsche
Arbeiterpartei” -NSDAP] olarak değiştirdi. Onu küçük görenler, partiyi
“Nazi Partisi” olarak adlandırmışlardı.
Almanya,
İtalya’dan farklı olarak, Birinci Dünya Savaşı’ndan her yönden yenilgiyle
çıkmıştı. Donanmada başgösteren isyan, ülke genelinde işçi konseylerindeki
yayılma ile birlikte açığa çıkan devrimci harekete evrildi. Bunun sonucunda
Alman imparatorunun politik düzeni bozuldu ve imparator, tahtını bırakmak
zorunda kaldı. İktidar imkânlarının paylaşılmasını öngören, yatay ilişkiler
üzerine kurulu bir sistem inşa etmek yerine sosyal demokratlar, işçi
konseylerindeki nüfuzlarını yeni bir cumhuriyetçi hükümet kurmak için
kullandılar. Başını Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in çektiği, yeni kurulmuş
olan Alman Komünist Partisi’nin devrimci itirazlarıyla birlikte yeni kurulan
hükümet, güç kazanma imkânı bulamadı. Luxemburg ve Liebknecht, burjuva
liberalleriyle birlikte kurulmuş olan parlamenter hükümeti reddetti. Sosyal
demokratlar, paramiliter gazi örgütleriyle anlaşma yaptılar. Bunların en
önemlisi de gönüllülerden oluşan Özgürler Birliği [“Freikorps”] idi.
Yapılan anlaşma, komünistleri durdurmak ve hükümetin meşruluğunu muhafaza
etmekle ilgiliydi.
Ocak
1919’da yeni hükümet, deneyimli Özgürler Birliği üyelerini, o üzerinde gamalı haç
işareti bulunan miğferleriyle, on bir gündür süren, grevlerle ve işgal
hareketiyle birlikte ilerleyen, AKP’nin öncülük ettiği Spartakist ayaklanmayı
durdurmak için sahaya sürdü. Luxemburg ve Liebknecht tutuklanıp sorgulandı,
ardından da katledildi.
Bavyera’daki
işçi konseyleri “Sovyet Cumhuriyeti” adını aldılar. Nisan 1919’dan itibaren
evsizlere ekmek ve ev dağıtmaya, fabrikaları işçilere teslim etmeye başladılar.
Ama 3 Mayıs günü sosyal demokratlar, Alman ordusunu ve Özgürler Birliği
üyelerini Bavyera’ya gönderip solcu deneyimi sona erdirdiler. Paramiliter
unsurlar, sokaklarda yaklaşık yedi yüz insanı yargısız infaz neticesinde
katlettiler. Bu insanlar arasında komünist lider Eugen Leviné ve anarşist Gustav
Landauer de bulunuyordu.
Alman
Özgürler Birliği’ne göre Birinci Dünya Savaşı bitmemişti. Çünkü komünizme ve
demokrasiye karşı mücadele, mantıksal açıdan hâlen daha devam ediyordu: önce
Almanya, onu en önemli zamanda hükümeti yıkmak suretiyle “sırtından bıçaklayan”
solculardan ve Yahudilerden arındırılmalı, ardından Fransa’ya bir kez daha
saldırılmalı, Almanya yeniden eski şanlı günlerine döndürülmeliydi. Toprak sahibi
sınıflardan gelen iyi eğitimli Prusyalı subayların öncülük ettiği birlik, savaş
sonrası silâhlarını sakladı ve “mevcut rütbe düzenine göre birlikte
çalıştıkları emek toplulukları” kurdu, bu çalışma dâhilinde Polonya’dan gelen
göçmen emeğini ülkeden kovdu.[3] Kan ve toprakla ilgili köklerine vurgu yapan
köylü kitle tabanı üzerinden Özgürler Birliği, solculara saldırdı, solcu
liderleri katletti, sınır anlaşmazlıkları dâhilinde Polonya ordusuna saldırdı
ve onun idaresi altında olduğu iddia edilmesine rağmen, liberal demokrasiye
karşı yoğun bir savaş yürüttü.
Karşı
devrim sürecinin en sert şekilde ilerlediği günlerde milli meclis toplandı.
Yeni kurulan (ve anayasanın çerçevesinin oluşturulduğu ve imzalandığı yer olan
Weimar’ın adını alan) Alman cumhuriyetinde sosyal demokratlar, siyaset
sahnesine “otoriter kimliklerini gizleyen” Katolik Zentrumspartei
(Merkez Parti), General Paul von Hindenburg’a yakın olan Deutschnationale
Volkspartei (Milli Halk Partisi) ve liberal demokratlarla ile birlikte
hâkim oldular.[4] Yirminci yüzyılın ilk on yıllık dilimi içerisinde bir dönem
Bismarck’la birlikte hareket etmiş olan Milli Liberal Parti, Nuremberg savcısı
Franz Neumann’ın “Almanya’nın sömürge politikasının doğrudan sonucu ve Nasyonal
Sosyalist partinin ideolojik atası” dediği Pan-Alman Birliği’nin yüzde 47’sini
teşkil etmekteydi.[5] İmparatorluğun bulunmadığı koşullarda milliyetçilerden
kopmuş olan liberaller, amaçsız ve güçsüz bir hareketmiş gibi görünüyorlardı.
Dini baskılar sebebiyle milliyetçilere ve liberallere eskiden beri öfkeli olan
Katolik Merkez Partisi ise rakiplerine yardım etmek niyetinde değildi.
Koalisyon hükümeti içerisinde yer alan sosyal demokratlar, sosyalizmi inşa etme
görevini yerine getirme konusunda kendilerini güçsüz görüyor, sandıkta ve
sokakta komünist partinin ağırlığı altında eziliyorlardı. Bu dönemde bir yandan
da sağcı milliyetçiler, sosyal demokratların başarısını Kasım Devrimi’nin ve
ülkenin Bolşevikleşmesinin henüz fark edilmeyen başarısının bir göstergesi
olarak değerlendiriyorlardı.
Muhafazakâr
Devrim
Hermann
Goering, Erich Ludendorff ve Hermann Ehrhardt gibi isimlerin milli kahramanlar
olarak öne çıktığı dönemde Ernst Jünger türünden “muhafazakâr devrimciler”in
(“yeni muhafazakârlar” olarak da adlandırılan kesimin) kaleme aldığı yazılar
üzerinden yeni bir savaşçı aşırı milliyetçilik anlayışı gelişti. Dönemin erkek
haklarını savunan aktivistlerinin yazılarını anımsatan yazılar kaleme alan
Jünger, kendisindeki erkek bakışını elindeki silahla ve kadınları seks objesi
olarak gören yaklaşımıyla harmanlayan bir isimdi: “Yoldan geçen kadınlara bir
tabancayla nişan alıp ateş eder gibi delici ve kısa süreli bakışlar atıyorum,
sonra gülümsemek zorunda kaldıklarını görünce keyifleniyorum.”[6] Jünger’in yazılarında
ve artık Özgürler Birliği’ne katılmış olan Birinci Dünya Savaşı kahramanlarını
göklere çıkartan başka yazılarda, genelde kadınlar nisyanı ve
vazgeçişi temsil eden insanlar olarak sunuluyordu. Özelde ise proleter kadınlar
ise yabani, komünist, kirli, düşüncesiz ve Nazi dünya görüşüne ileride ilham
kaynağı olacak olan Özgürler Birliği mensubu erkekleri tehdit eden bir unsur
olarak görülüyorlardı. Yahudilerin durumu daha da kötüydü. Onlar, Vaftizci
John’un kellesini isteyen Yahudi prensesi Salome, eski zamanlarda İsrail
kralının eşi olan, sahte peygamberlerin temsili olarak görülen Jezebel ve Eski
Ahit’te geçen, Yahudileri kurtaran Judith üzerinden değerlendiriliyorlardı. Bu
yazılarda kullanılan dilde masum kadınlar tecavüzle tehdit ediliyor, ama öte
yandan, hikâyelerin kahramanları, cinsel açıdan ilgi göstermeden solcu
kadınlara işkence ediyor veya onları öldürüyorlardı.[7]
Jünger’in
savaşla ilgili değerlendirmelerini içeren Çeliğin Fırtınaları ile Maceraperest
Yürek, “dünyanın ruhunun gerçek arenası” olarak görülen savaş sahasında
gösterilen kahramanlıklara dair nostaljiyi besledi, bir yandan medeniyetin
çöküşünü tespit ederken, bir yandan da imparatorluğun kadınsılaşmasına eşlik
eden nisyanın ufukta belirdiğini ve bu nisyan olgusunun ortadan kaldırılması
gerektiğini söylüyordu.
Medeniyet
eleştirisi, Jünger’in alamet-i farikası idi. Bunun yanında kendisinin “derin
Aydınlanma” dediği, doğal olan lehine Aydınlanma’ya yönelttiği reddiye de önemli
bir yer tutuyordu. Jünger, ülkedeki işçilerin iradesini ve ruhunu sanayileşmeye
yönelik çaba içerisinde birleştirecek “topyekûn seferberlik” fikrini romantize
ediyor, bu pratiğin modern dünyayı felâkete sürükleyeceğini dünyayı kontrol
altında tutan liberal demokrasiyi koltuğundan edeceğini söylüyordu.[8]
Maceraperest
Yürek isimli eserinde, “hastalığın kol gezdiği, mağlubiyetin
herkesi esir aldığı günlerde zehir ilâç hâline geliyor” tespitinde bulunan
Jünger, “bugünlerde tüm insanlar ve tüm eşya büyülü bir hiçliğe doğru
sürükleniyor. Demek ki yeni hayat alev almış. Demek ki alevdir yeni hayatı
yaratan. O hâlde sen de varolmanın neticesi olan o alevin bir parçası ol”
diyordu.[9]
Weimar
Almanyası’nın yaşadığı çöküşe yönelik olarak geliştirilen nihilist yaklaşım,
bir yanıyla gerçek Almanya’nın ileride dirileceğine dair görüşü ifade ediyordu.
Jünger’in sekreteri Armin Mohler, bu dirilişi ancak muhafazakâr devrimciliğin
gerçekleştirebileceğini söylüyordu: “Öz çürümez. Umudumuz, geriye kalanlardadır”[10]
diyen bu nihilizm, faşizmin ideolojisinde makes buldu. Mevcut gerçekliği tümden
yıkmayı öngören bu nihilizm, her şeyi çürüten, yozlaşmış ve asalak unsurların
temizlenmesini, bugünde ülkeyi yenileyecek bir sürecin başlatılmasını
öngörüyordu. Bu süreçse nihayetinde ecdadı yeniden diriltmeye yönelik, efsanelerden
beslenen bir yaklaşım üzerine kuruluydu.[11] Bu türden bir ütopik fikir, yeni
insanın ürettiği yeni güne ait düzenle ilişkilendiriliyordu. Jünger, sonrasında
kaleme aldığı romanlarda bu yeni insanı Stirner’in biricik felsefesini temel
alan, insanî kusursuzluğun en iyi örneği olarak görülen Anark karakteri üzerinden
takdim etmekteydi
Esasında
muhafazakâr devrimciler arasında popüler olan nihilist egoizm, görünüşte
liberallerin temsiliyet imkânı bulamamış emperyalist hırsları, Katoliklerin
hakların mahrum kılınmış gelenekçiliği, popülizmin halkın yavan fikirlerini
önemseyen anlayışı ve kanla toprağa dönmeyi arzulayan milliyetçi anlayış
içerisinde varolan güçle alakalı boşluğa sesleniyordu. Bu boşluğu doldurmak
adına, genelde “yurtsever hareket” içerisinde değerlendirilen bir dizi gerici
politik parti kuruldu. Bu partiler, çoğunlukla muhafazakâr devrimci gazi
örgütleri ve köylerdeki milliyetçi paramiliter unsurlarla birlikte çalışıyor,
solculara karşı harekâtlar düzenliyor, Polonya sınırında yaşanan çatışmalara
dâhil oluyorlardı. Bu partilerden biri de Alman İşçi Partisi’ydi.
1919’da
ordu, başarısız bir ressam, aynı zamanda orduda onbaşılık yapan Adolf Hitler isimli
bir kişiyi Alman İşçi Partisi hakkında bilgi toplamakla görevlendirdi. Hitler, partiyi
kendi partisiymiş gibi sahiplendi, lideri hâline geldi ve partinin ismini Alman
Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi olarak değiştirdi. Hitler, Almanya’nın
yüzleştiği ve kendisine hayran olan, hayat hikâyesini kaleme alan Gerhard Loose’ye
göre, “sadece beklenen değil, aynı zamanda hoş karşılanan” sıkıntıları
konusunda totalitarizmi öneriyordu.[12]
Jünger’in
zafere işaret eden kehanetine karşın Almanya, kriz denilen bataklığa
yuvarlandı. Hükümet, Özgürler Birliği’ni dağıtmaya çalıştı, ama birlik, bu
hamleye Berlin’e yürüyerek cevap verdi. Sonrasında bu darbe girişimi, Rosa
Luxemburg ile Karl Liebknecht’in ölümünden sorumlu olan Waldemar Pabst’ın yanı
sıra Ehrhardt ile Ludendorff’un güçlerini birleştirdiği Wolfgang Kapp isimli
devlet memurunun adıyla anıldı. Ordunun darbeye karşı harekete geçmeyi
reddetmesi üzerine hükümet mensupları Berlin’e kaçtı ve darbe girişiminin
sonlanmasına neden olacak olan genel grev için çağrı yaptı. Ancak genel grev,
süreç içerisinde silâhlı ayaklanmaya evrildi. Ruhr bölgesindeki militan işçiler
Kızıl Ordu’yu kurdular, hükümeti işçilerin kontrolü altına aldılar. Kapp
darbesine karşı hamle yapmaya karşı çıkan aynı ordu, Ruhr’daki Kızıl Ordu’ya
karşı Özgürler Birliği ile birlikte hareket etti, yüzlerce insanı öldürdü veya
işkenceden geçirdi. Büyük bir cesaretle dövüşen solcular, “Derdimiz ne zulüm,
ne intikam, ne cezalandırma. Sadece insanlık sevgisi ve adalet!” dediler. İşçi ve
asker konseylerinin gerçekleştirdiği ayaklanma kanlı bir biçimde bastırıldı.[13]
Takip
eden dönemde ekonomi istikrarsızlaştı. Bu da Weimar hükümetini Fransa’dan savaş
tazminatlarının ödeneceği tarihin ertelenmesini istemeye mecbur etti. Gelgelelim,
Almanya’nın bu talebine cevap olarak 1922’de Fransız ve Belçika orduları Ruhr
bölgesini birlikte işgal ettiler. Sosyal demokratlar ve sendikalar işgale “pasif
direniş”le karşılık verince Fransız makamları 100.000 sendikacıyı ve devlet
görevlisini aileleriyle birlikte Ruhr bölgesinden kovdu.[14] Ruhr krizi ve
sonrasında Fransa ile ilişkilerde yaşanan politik kriz, politik fırsatların doğmasını
sağladı.
Hitler,
Mussolini’nin faşizm anlayışını, partisinin gerçekleştirdiği popülist şatafatlı
gösterileri ve Roma yürüyüşünde sergilenen gösteri sanatını benimsedi. 8 Kasım
1923 günü Birahane Darbesi’nden önce kalabalığa yaptığı konuşmada “milli devrim”
çağrısında bulundu. Bu çağrı üzerine General Ludendorff ve “Yurtsever Hareket”
içindeki diğer paramiliter unsurlar, Bavyera hükümetine karşı bir darbe
girişiminde bulundular.[15] Alaycı bir ifadeyle “Birahane Darbesi” olarak anılan
ve Münih’te gerçekleştirilen bu darbe girişimi sonrası Hitler yargılandı. Bu yargılama
sürecinde Hitler, antisemitist görüşlerini aktaracak önemli bir kitleye
kavuştu. Kısa süre kaldığı hapishanede politik manifestosu Kavgam’ı
vekili Rudolf Hess’e yazdırdı.
Nazi
“Solu” ve Halkçı Hareket
Hitler
hapisteyken Nazi partisi, geçici süreliğine yasaklanma tehlikesiyle yüzleşti. Bunun
üzerine Nazi Partisi üyesi örgütçü Gregor Strasser, kardeşi Otto Strasser ve
partinin ideologu Artur Dinter’le birlikte yeni bir halkçı hareket inşa etmek
için kolları sıvadı. Aynı dönemde Komünist Parti ve sosyal demokratlar,
paramiliter güçlerle sokakları kontrol altına alan faşizmin tehlikeli olduğunu
gördü ve bu paramiliter güçleri durdurmak için örgütleme çalışmaları başlattı. Ruhr
Kızıl Ordusu’ndan geriye kalanlar Kızıl Cephe Savaşçıları (RFB) isimli bir
örgüt kurdular. Birahane Darbesi’nden bir yıl sonra, 1924’te kurulan örgüt
solcuların mitinglerine ve yürüyüşlerine yönelik olarak gerçekleştirilen faşist
saldırıları püskürtmek, ayrıca faşistlerin düzenlediği mitingleri dağıtmak için
kullanıldı. Sosyal demokratlar da Reichsbanner [“İmparatorluk Sancağı”]
isimli, üye sayısı bir milyonu bulan başka bir örgüt kurdular. Bu antifaşist
örgütler, faşistlerin halkçı hareketinin gerçekleştirdiği her türden manevranın
önüne taş koydular. İtalya’da olduğu gibi Almanya’daki bu halkçı hareket de
faşist hareketle ekoloji gibi konularda ortaklaşıyordu, ama Hitler’in devre
dışı kalması ve Nazi Partisi’nin yasaklanması üzerine hareketteki ideolojik
katılık ortadan kalktı. Zamanla Nazilere yüzünü çevirmiş insanları pratikte
örgütlemek diğer partiler için daha da kolay bir iş hâline geldi.
Strasser
Kardeşler, güneyin köylerindeki muhafazakârları değil de kuzeydeki sanayi
işçilerini örgütlese de hareketleri ne kapitalizmi ne de Marksizmi savunuyordu.
Bu iki isim, “efendilerin olmadığı” bir toplumun inşa edilmesini öneren, liyakat
temelli doğal hiyerarşiyi temel alan, Avrupa milletlerini yeni kurulacak Avrupa
Birleşik Devletleri içinde bir araya getirecek, sendikalar ve şirketlerden
oluşan organik birlik fikrini savunan başka bir zihniyete sahipti. Kafalarındaki
bu “doğal hiyerarşi”, işçilerle liderleri arasında dayanışmanın tesis
edilmesini isteyen, bu anlamda, bürokrasi ve idaredeki “efendiler”e karşı
çıkan, zorunlu görülen meritokrasi ve iş ahlakı anlayışına denk düşüyordu.
Ekolojiyi ve köylü hareketlerini proleter devrime eklemleyen Strasser Kardeşler’in
derdi, “Ortaçağ sonrası yaşanan Köylü Savaşları’nda kullanılan siyah bayrağı göndere
çekmek”ti. Burada Strasser Kardeşler, esasen devrimci muhafazakâr bir isim olan
Arthur Moeller van den Bruck’un kaleme aldığı, 1923 tarihli Das Dritte Reich
[“Üçüncü İmparatorluk”] isimli kitaptaki görüşü dile getiriyorlardı.[16] ilk
çıktığında başlığı “Üçüncü Yol” olan bu kitapta isyanı temel alan halkçı
ideoloji, modern dünyanın sorunlarının çözümü olarak görülen Alman Protestan
geleneğindeki manevi otantikliği esas alan “üçüncü bir güç” olarak takdim
ediliyordu.[17] Nasyonal Sosyalizm’in yükselişi için uygun ortamın
yaratılmasına katkıda bulunan halkçı ve “muhafazakâr devrimci” hareketin diğer
birçok üyesi gibi Moeller de Almanları sağ-sol ayrımını toplumsal bir devrimle
aşabilecek manevi bir kolektif dâhilinde birleştirmek için Niçeci üstinsanın
yaratılması çağrısında bulunuyordu.
Sağ
ve solun tuhaf bir biçimde bir arada varolduğu düşünsel ortamlara verilecek
diğer bir örnek de “milliyetçi Bolşevizm”di. Rus iç savaşı sonrası Almanya’ya
gelen Beyaz Ordu mensupları, ülkeler arasında antikomünist bir birlik
kurulmasını savunan aşırı milliyetçi bir anlayış geliştirdiler. Bazıları, vatanlarını
“özgürleştirmek” amacıyla Nazilerle birliktelik kurmanın yollarını aradılar. Aynı
dönemde Beyaz Ordu’nun üst kademelerinde çalışmış kimi isimler, devlet
komünizminin nihayetinde yüzünü milliyetçiliğe çevireceğini düşünen sosyalizme
benzer bir görüşü benimsediler. Örneğin Nikolay Ustryalof, Bolşeviklerin
millete yaptıkları olumlu katkıları kabul ediyor, güçlü bir milliyetçi politik
ekonomi anlayışından yana durup enternasyonalizm çizgisini terk etmeleri
beklentisi içerisinde bir tür “milliyetçi Bolşevizm” anlayışını savunuyordu.[18]
Bunun
üzerine Alman faşistleri, Sovyet Beş Yıllık Plan’ın ve Almanya ile ilgili
olarak yaratacağı olası sonuçları anlama çabası içine girecek olan bir tür
düşünce kuruluşu olarak Rus Planlı Ekonomi Çalışmaları Derneği’ni (ARPLAN)
kurdular. ARPLAN Nasyonal Bolşevik örgütü, sağcı ve solcu ideolojiyi birlikte
savunuyor, Macar devrimci Georg Lukács gibi isimleri bünyesine katabiliyordu.
Bu çalışmaya sonrasında Jünger, Ernst Niekisch ve muhafazakâr devrimci bir isim
olan Friedrich Hielscher de dâhil oldu. Tüm bu isimlerin hayalinde, Rusya’nın
elinde olan Pasifik sahillerinden Portekiz plajlarına dek uzanan bir Avrasya
birliği meydana getirmek vardı. Sovyetler Birliği’ndeki bazı isimler de o dönemde
komünist partinin açıktan enternasyonalist olan çizgisiyle çelişen milliyetçi
bir yaklaşım içerisinde olmalarına rağmen, devrime revizyonist sosyal
demokratlardan daha fazla bağlı olduklarını düşünüyorlardı.[19] Hitler’in
Birahane Darbesi sebebiyle hapse atıldığı yılın ardından üst düzey bir dizi Bolşevik,
politika sahnesini devre dışı bırakacağını düşündükleri bir tür halkçı faşizme
meyleden bir hareket inşa ettiler. Nikolay Buharin, Rusya Komünist Partisi’nin
on ikinci kongresinde yaptığı konuşmada, “Nazi Partisi’nin tıpkı İtalyan
faşizmi gibi Bolşeviklerin politik kültürünü miras aldığını” söylüyordu.[20] Aynı
yıl içerisinde, 20 Haziran günü Karl Radek, Komintern İcra Komitesi’ne komünist
ve Nazi örgütleri içerisindeki halk kesimleri arasında müşterek bir zemin
bulunması önerisinde bulundu.
Lâkin
milliyetçi Bolşevikler azınlıktaydı. Komintern, faşizmin “burjuva sol partilerin
eski bir oyunu olduğunu, bu anlamda, bu partilerin sanayide ve tarımda çalışan
işçiler için sendikalar kurduğunu, böylelikle ülke içerisinde proletaryaya
barışı tesis etme çağrısı yaptığını, buradan da işveren örgütleriyle pratikte kurulacak
işbirliğine öncülük ettiğini” söyledi.[21]
Devrimi
yapamaması sebebiyle sendeleyen Alman Komünist Partisi, meclis denilen aracı
kullanarak faşizmin yükselişine mani olmak için örgütlenme çalışması yürütmeye
başladı. Bu noktada Trotskiy, partiyi faşizmi fazla ciddiye almamaları konusunda
uyardı ve bunun yerine, sosyal demokratların burjuvaziyle kurduğu işbirliği
denilen hayaletle dövüşmelerini önerdi.[22] Trotskiy’nin bu tutumu, Özgürler
Birliği’nin rolü dikkate alındığında anlaşılır olsa da o, faşizmi yanlış bir
yaklaşım dâhilinde, egemen sınıfın basit bir uşağı olarak görüyor, ümitsizliğin,
kaygının ve haklardan mahrum kalmanın yarattığı hayal kırıklığının kol gezdiği
koşullardan istifade etme konusunda epey mahir olan, sağ ile sol arasında kurulmuş, devrimci ve muhalif unsurları da içeren özel bir işbirliği zemini olduğunu tespit edemiyordu. Bu anlamda,
Alman Komünist Partisi’nin, anarşistlerin ve sosyal demokratların yüzleştiği
politik krizin yeni aşamasında önemli olan sosyal demokrasi değil faşizmdi. Trotskiy, sonrasında bu analizini değiştirip faşizmin sermayenin
çıkarlarına hizmet eden, ama sermayeye körü körüne bağlı olmayan, sınıfları
dikine kesen, popülist bir ittifak olduğunu söyledi. Buna karşın Alman Komünist
Partisi, faşizmin yükselişini onu boğacak örgütlü çalışmayı yürütmek yerine, sosyal demokrasi karşısında elini güçlendirmek için kullandı. Nazi tehdidi
konusunda muğlâk ifadelere başvuran partinin sosyal demokratların Özgürler
Birliği’ne yardım ettiğiyle ilgili tespitleri, onların sokaklarda faşizme karşı
yürüttükleri militan çalışmayı sabote etti.
Faşizmle
nasıl başa çıkılacağı konusunda kafa karışıklığının hüküm sürdüğü, ideolojik
ayrışmaların yaşandığı dönemde Naziler, Nasyonal Sosyalist Pan-Alman Özgürlük
Hareketi ve Nasyonal Sosyalist Özgürlük Partisi gibi diğer halkçı milliyetçi sosyalist
partiler üzerinden bir kitle tabanı oluşturmaya çalıştılar. Bu noktada
yereldeki büroların başına Gregor Strasser ve General Ludendorff getirildi,
ayrıca Strasser meclise gönderildi.[23]
Halkçı
milliyetçilik; milliyetçi politika, korporatizm ve milliyetçi diktatörlük gibi
başlıkların detaylarıyla ilgili tartışmalar yürüten yeni muhafazakârların ve
faşistlerin buluştuğu ideolojik kavşak hâline geldi. Nazi partisinin 1925’te yeniden
kurulması ile birlikte halkçı hareketin milliyetçi sosyalist kesimi kültür
temelli yaklaşımı terk edip Hitler’in politik liderliğine yöneldi. Artık Hitler’in
“takipçi”si değil “arkadaş”ı olan Strasser, onun “sosyalist” öğretisini NSDAP’ın
içindeki işçi hareketinin programına dâhil etti. Program taslağı, halkçı
milliyetçi sosyalizmi temel alıyor, topraksız köylülerle sanayi işçileri yerine
küçük burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılayan hiyerarşik korporatist devlet
karşısında milliyetçi diktatörlük önerisinde bulunuyordu.[24] Taslaktaki
önerilerde 1919 sonrası Almanya’ya göç eden Yahudilerin sınır dışı edilmesi
gerektiğinden bahsediliyor, kalanlarınsa yurttaşlık hakkından mahrum kalmaları
gerektiği söyleniyordu. Almanlar içinse taslak, partinin toprakları bölüp küçük
çiftçilere dağıtması, loncalarda örgütlenmiş patronların ve “milli dayanışma”ya
bağlı kalan sendikaların yönettiği faşist korporatist devleti inşa etmesi
önerisinde bulunuyordu. Burada esasen Drumont’un ve Barrès’in “sosyal monarşizm”
veya Maurras’ın “milli bütünlük” anlayışından bahsedilmekteydi. Eskiden gördüğümüz
hükümdarın yerini eylem ve halk adamı olarak modern diktatör figürü alıyor, egemenlik,
bir biçimde ona ait olmaya devam ediyordu.
Hitler
Kontrolü Yeniden Ele Geçiriyor
Hitler’e
göre halkçı hareket, esasen eksik bir tedbirdi. Liderliği ele geçirdiği Bamberg
Konferansı sonrası parti belirli bir çizgiye çekildi, böylelikle Führer kültü
uygulamaya konuldu. Strasser Kardeşler, popüler birer isim hâline geldiler. Buna
karşın, Hitler’in Bavyera eyaletinde devreye soktuğu sözde muhafazakârlığın radikal
bir kitleye kavuştuğu koşullarda, Schleswig-Holstein gibi kırsal bölgelere
kıyasla kentlerdeki işçi mahallelerinde parti yeterince üye kazanamadı. Geçiş sürecini
hızlandırmak adına Hitler, Gregor Strasser’i ikinci adam konumuna yükseltti,
bir yandan da duygusal düzeyde parti içinde kolektif birlik anlayışını oluşturacak
büyük ritüeller ve törenler üzerinden yürütülecek parti propagandası
faaliyetlerini hızlandırdı. Nazi Partisi, iktidarı almaya yönelik bir seçim
stratejisi geliştirdi, ama aslında o, daha çok cumhuriyete zarar verecek yıkıcı
bir muhalefet anlayışı üzerinden hareket ediyordu. Strasser’in ifadesiyle
parti, “yıkım politikasını uyguluyordu”, çünkü “mevcuttaki liberal sistemin çökmesini
yalnızca bu yıkım politikası sağlayabilir”di. Bu anlamda Nasyonal Sosyalistler,
“sistemi zayıflatan her bir grevi, her bir hükümet krizini ve devlet iktidarını
aşındıran her bir gelişmeyi hayırlı kabul ediyor, bunların sistemin ölümünü
hızlandıracağını düşünüyor”du.[25]
Mitingleri
savunmak ve sokakları kontrol altına almak amacıyla Joseph Goebbels ve Strasser,
partiye bağlı Sturmabteilung [“Fırtına Birlikleri” -SA] örgütünün
elindeki zor aygıtının desteğiyle kapsamlı bir propaganda faaliyeti içine
girdi. Hitler’den önce partiye katılan ve partinin parçası olduğu Yurtsever Hareket’ten
kopmuş olan Ernst Röhm isimli Birinci Dünya Savaşı gazisinin örgütlediği SA, muhtemelen
Nazi Partisi’nin en fazla göz önünde olan ve en fazla tartışmalara yol açan
yönü idi.
Nazilerdeki
militanlık, Alman ordusunun önemli bir kısmından da destek gördü. Völkischer
Beobachter [“Halkın Gözcüsü”] isimli gazeteyi ordunun sunduğu mali yardım
sayesinde satın alabilmişlerdi. Ludendorff gibi önemli askerler Nazilere destek
sundular. Ordu, SA’ya hem silah hem de gönüllü takviyesi yaptı. Her ne kadar
resmiyette ordu, Nazileri askeri çalışmalara dâhil etmiyorsa da Naziler, bu tür
çalışmalara bir biçimde sızmaya devam etti ve giderek radikal sağcı Yurtsever
Hareket’in gerçekleştirdiği yürüyüşlerde daha önemli roller üstlendi. Buna
karşın Naziler, ordunun eski tipte muhafazakâr bir isim olan Mareşal Paul von
Hindenburg’a destek sunduğu koşullarda, radikal sağın en aşırı kesimi hüviyetlerini
uzun süre korudular.
Ama
Büyük Buhran’ın 1929’da dünyayı kasıp kavurmasıyla birlikte bu durum değişti.
NSDAP üyeleri, kütleler hâlinde ülke nüfusunun yüzde kırkını meydana getiren
işsizler ordusuna dâhil oldular. SA’daki işçiden yana dil ve yoldaşlık anlayışı
sayesinde yeni insanlar örgütlendi. Bu insanların örgütlenmesinde evsiz gençler
için inşa edilmiş “Fırtına Merkezleri” adı verilen işçi koğuşları önemli bir
rol oynadılar. Ücretsiz oda temin eden, yemeği ücretsiz veren bu Fırtına
Merkezleri, bir yandan da yeni gelen gençlere bir gaye temin ediyor, güç
üzerine kurulu ideolojinin belirlediği bu hedefin yanında, gençlere haklarından
mahrum kalmışlığın yol açtığı yıkıma karşı öfkenin dil bulacağı, şiddetli
tepkinin ortaya konulmasına imkân veren bir ortam sunuyordu. Hoşlanmadıkları
kişilerin suratına yumruk sallamaya hevesli olan, uzun bira maşrapaları üzerine
bağıra çağıra şarkılar söylemeye bayılan bu genç militanlar için Fırtına
Merkezleri, bitmek bilmeyen partilerin verildiği alanlar hâline geldiler. Lâkin
bu mekânların elli yıl sonra Almanya’da ortaya çıkacak olan Neonazi dazlakların
kullandıkları “fare delikleri”yle hiçbir alakası yoktu. Mali karışıklığın
müsebbibi olarak görülen Yahudilere, sosyalistlere ve komünistlere yönelik şiddetle
birlikte SA, savaşı tecrübe etmemiş, ama Yurtsever Hareket içerisindeki savaş gazilerine
hürmet eden genç neslin toplaştığı bir merkez hâline geldi.[26]
Bu
süreçte SA içerisinde liderleri Röhm’ün eşcinsel olduğu, örgütün tümüyle
erkeklerden oluşan hiyerarşik yapısını cinsel açıdan en çok beğendiği
kişilerden oluşturduğuna dair dedikodular dillendirilmeye başlandı. Adorno’nun
ifadesiyle Röhm’ün şöhreti, “her türden hoş görülen aşırılıkla tanımlanmış”,
yani erkeklere has sertliğin sergilenmesi üzerine kurulu bir şöhretti.[27]
Savaşta aldığı yara sebebiyle burun kemeri bulunmayan bu tıknaz ve kendine
güvenen adam, insanlarda savaşçılardaki yenilmezlik becerisine ve güce sahip
bir sima olduğuna dair izlenim bırakıyordu. Bu sertliği korumak adına insanı
asla dert etmiyor, kendi içine hiçbir şekilde bakmıyor, en fazla, imkân olduğu
ölçüde, insanları hakir görüyordu. Bu türden bir baskı ve aşağılama pratiğini
besleyen içteki korku, kadınlara, komünistlere ve “tahammül edilmesi mümkün
olmayan”, dolayısıyla hoş görülemeyecek başka insanlara yansıtılıyordu. SA’nın
parçası olabilmesi için kişinin sadece insanla hakikat arasındaki kutsal
birliğin ancak Nazizmde tesis edilebileceğine inanması gerekiyordu. Bunun dışında
başka bir şeye ihtiyaç yoktu, zira Hitler’in de ifade ettiği biçimiyle, “insan,
ancak anlamadığı bir fikir için ölebilir”di.
Nazi
Partisi’nin üye sayısı arttıkça sosyal demokratlar meclisteki güçlerini
yitirdiler. Yeni kurulan muhafazakâr hükümet, Komünist Parti’ye bağlı Kızıl
Cephe Savaşçı Birlikleri’ni (RFB) yasakladı. Bu birliklerin üyeleri, ertesi yıl
kurdukları Faşizme Karşı Mücadele İttifakı ile yasa dışı yollara başvurarak
mücadeleye devam etseler de örgütün antifaşist mücadeledeki yeri iyice
zayıfladı. RFB’nin yasaklanması sonrası sosyal demokratlara bağlı İmparatorluk
Sancağı isimli örgüt, Yahudi felsefeci Leonard Nelson’un kurduğu Enternasyonal
Sosyalist Mücadele Birliği (ISK) ile birlikte mücadelesine devam etti, Alman
Komünist Partisi ile Sosyal Demokrat Parti’den kovulan muhalifleri örgütledi. Her
ne kadar ISK, Albert Einstein gibi aydınların desteğini alsa da cesur bir
girişim olmanın ötesine geçemedi. Solun örgütlediği, kitlesel desteğe sahip kurumlara
giremedi, bu da örgütün antifaşist mücadelenin hedeflerine ulaşmasına mani
oldu. Örgütün liberter ve otoriter fikirlerin tuhaf bir karışımından oluşan
zihin dünyası, zamanla onun uçlara savurdu.[28] Bu sebeple, 1919’daki başarısız
Spartakist ayaklanmanın ve 1920’deki Ruhr Kızıl Ordusu’nun Birahane Darbesi’nin
yol açtığı şokun ardından birçok Alman’ın faşizme karşı yürüttüğü mücadele,
gelişme imkânı bulacak bir devrimci hareketin üretilmesine yetmedi. Tam tersine,
partiler içindeki çatışmaların yanında partiler arasında yaşanan çatışmalar, tam
da Nazilerin Yurtsever Hareket’e hâkim olmaya başladığı bir dönemde, o
partilerin elindeki potansiyelin ortadan kalkmasına neden oldu.
Alexander Reid Ross
[Kaynak:
Against the Fascist Creep, AK Press, 2017.]
Dipnotlar:
[1] John Patrick Diggins, Mussolini and Fascism: The View from America
(Princeton, NJ: Princeton University Press, 2015), s. 206.
[2]
Winock, Nationalism, Anti-Semitism, and Fascism, s. 180.
[3]
Theweleit, Male Fantasies, Cilt. 2, s. 19.
[4]
Payne, A History of Fascism, s. 164.
[5]
Franz Neumann, Behemoth: The Structure and Practice of National Socialism,
1933–1945 (Şikago: Ivan R Dee, 2009), s. 206–7.
[6]
Ernst Jünger’den aktaran: Theweleit, a.g.e., Cilt. 2, s. 38.
[7]
A.g.e., xi, s. 68.
[8]
Elliot Neaman, “Ernst Jünger’s Millennium”, Fascism içinde, Yayına Hz.: Griffin
ve Feldman, Cilt 3: s. 377.
[9]
Ernst Jünger, “Das abenteuerliche Herz. Erste Fassung: Aufzeichnungen bei Tag
und Nacht”, Sämtliche Werke içinde, Cilt. 9 (Stuttgart: Klett-Cotta,
1979), s. 116-117.
[10]
Bu söz, Armin Mohler’in Almanya’da Muhafazakâr Devrim ile ilgili metninden
alındı. Aktaran: Roger Griffin, Fascism, (Oxford: Oxford University
Press, 1995), s. 352.
[11]
Griffin, The Nature of Fascism, s. 104.
[12]
Gerhard Loose, Ernst Jünger (New York: Twayne Publishers, 1974), s. 40.
[13]
“Declaration by the Red Ruhr Army, March 20, 1920”, All Power to the
Councils: A Documentary History of the German Revolution, 1918–1920 içinde,
Yayına Hz.: Gabriel Kuhn (Oakland, CA: PM Press, 2012), s. 268.
[14]
Walter A. McDougall, France’s Rhineland Policy, 1914–1924: The Last Bid for
a Balance of Power in Europe (Princeton, NJ: Princeton University Press,
2015), s. 269–76.
[15]
Bkz.: Harold J. Gordon, Hitler and the Beer Hall Putsch (Princeton, NJ:
Princeton University Press, 1972), s. 57–58.
[16]
Kurt Tauber, Beyond Eagle and Swastika: German Nationalism Since 1945, Cilt.
1 (Middletown, CT: Wesleyan University Press, 1967), s. 109.
[17]
Mosse, The Fascist Revolution, s. 8–9.
[18]
Shenfield, Russian Fascism, s. 35.
[19]
Eatwell, Fascism: A History, s. 125.
[20]
Nikolay Buharin’den aktaran: Payne, A History of Fascism, s. 126.
[21]
Komintern’in bu tespitini aktaran: Renton, Fascism: Theory and Practice,
s. 56.
[22]
Partiden atılana dek Alman Komünist Partisi’nin önde gelen teorisyeni olan August
Thalheimer, daha da ileri giderek, faşizmi “yürütme yetkisinin özerkleşmesi”
fikrine dayalı, kendi sağına karşı çıkmak zorunda olan Bonapartizme benzeyen halkçı
diktatörlüğe vurgu yapan sağcı bir popülizm biçimi olarak tanımladı. August
Thalheimer, “On Fascism”, Marxists in Face of Fascism içinde, Yayına
Hz.: David Beetham (Manchester, UK: Manchester University Press, 1983), s. 189.
[23]
Peter Stachura, Gregor Strasser and the Rise of Nazism (New York:
Routledge, 2015), s. 35.
[24]
A.g.e., s. 47–48.
[25]
A.g.e., s. 76.
[26]
Otis C. Mitchell, Hitler’s Stormtroopers and the Attack on the German
Republic, 1919–1933 (Jefferson, NC: McFarland & Company, 2008), s. 123–24.
[27]
Adorno vd., The Authoritarian Personality, s. 763.
[28] Peter G. J. Pulzer, Jews and the German State: The Political History of a Minority, 1848–1933 (Detroit: Wayne State University, 2003), s. 320.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder