İyi
çocuklardı, öyle hatırlıyorum. Yalçın Küçük’ün eteklerinde yetişmiş olmakla
birlikte, civarda pek görünmüyorlardı. Solculuk yapmak için erken, Marksist
olmak için tehlikeli zamanlardı. Çıkardıkları bir dergi vardı; Yalçın Bey
“Kelebek”[1] diyordu. Ne merak ettim, ne de ilgilendim. Benim eksikliğimdir.
Bu
“Kelebek” ile, bizi, Toplumsal Kurtuluş ekibini uzun hücre hapsinden
sonra Ankara Merkez Kapalı’ya tıktıklarında bir kez daha karşılaştım. Yalçın
Küçük’ü ve bu arada “bizi” eleştiriyorlardı. Ayrıntılarını çok iyi
hatırlamıyorum ama Yalçın Bey’i ayırıp içerideki bizlere “küsurat” dediklerini not
etmişim. Bu zor zamanlarda yanımızda olması gereken bu çocukların hangi nedenle
ve ne tür bir hırsla arkamızdan küfür ettiklerini anlayamamıştım; hâlâ
anlamıyorum.
Sonra
bir gün, Cağaloğlu’nda çalıştığım büroya Aydemir Güler geldi. Parti kurmak ve
program tartışmak istediklerini söyledi. Elindeki program taslağını bıraktı.
Yazılı olarak ileteceğimi belirttim. Bunu bir katılma çağrısı olarak algılamış
ve memnun olmuştum. Aydemir kardeşimin ziyaretinin akşamı oturup program
hakkındaki görüşlerimi yazdım. Sabah, Aydemir ve arkadaşlarının parti kurdukları
haberini aldım. O yazıyı, şimdi bir kez daha yayınlama gereğini duydum.
Ektedir.
Sonuncu
“Kelebek” vakası, Komünist Partisi Girişimi’nin bir Ankara toplantısı sırasında
yaşandı. Partiydiler, haber gönderip görüşmek istediler. Görüşmede,
girişimimizin AB’ye uyum sürecinde Komünist Parti yasağının kalkması beklentisi
ile ilgili olup olmadığını sordular. Parti isminde “Komünist” kelimesinin olup
olmamasının o kadar önemli olmadığını söylediler; girişimle ilişki geliştirmek istediklerini
beyan ettiler. (Toplantıların tutanakları elimizdedir) Görüşmeler sürerken, bir
sabah “Komünist Partisi” oldular.
Bir
“ahlak” ortaya çıkıyor ve yazdıklarım, bu ahlakı ortaya çıkarmak içindir.
Yalçın Küçük’ün “Kelebek”i şimdi “Kuş” olmuştur… TKP adını, “Türkiye Kuşlar
Partisi” olarak açmamızın, bu ahlak sergisinden sonra uygun olacağını söylemek durumundayım.
Bu ahlakla nasıl komünist olduklarını anlamamız mümkün değildir, ortaya çıkan budur.
Ama
suçun büyüğünün bizde olduğunu da eklemeliyim; bu ülkenin komünistleri,
“beceriksizliklerinden” partilerini kurda kuşa yem etmiştir. Bir Komünist
Partisi Girişimi Meclisi üyesi olarak ben de suçlular arasındayım.
Yapamadığımız için şimdi kelebekler ve kuşlarla uğraşıyoruz. Suçumuzun en büyük
cezası olarak görüyorum… Bu yazı, aynı zamanda bir ceza çekme yazısıdır.
Bizimkisi
ayrı; Bir de “K”yı “Komünist” sananlar var. Ne yazık ki, “K”nın kuş olduğunu birtakım
düşük “Kral”lara anlatmaya gücümüz yetmemiştir. Krallar, tebaalarıyla birlikte
bunlara gitmiş ve kuşları üstlerine başlarına pisletmişlerdir. Beceriksizliğimizin
büyük bir kısmı, bu yeni kuş ve eski krallardan kaynaklanıyor.
Ne
yazık ki, bu iki “ahlak”tan bir yeni ahlak çıkarmak mümkün değildir. Bunları
bilmekle birlikte, yanıt için beklememizi yanlış anlayanlar olduğu görülüyor.
Temizlik gereğini hep hissediyoruz ve deyim yerindeyse, “işi ağırdan almamızın”
bir nedeni var. Tasfiyecilerle, hırsız kargaların çekişmesinde taraf olmak
vardı işin ucunda…
Gecikmiş
bir cevap yazma gereği, bu ağır tablodan doğuyor. Borçlar birikmiştir ve
“Kelebek”in 83. Sayısında Erkin Tufan Özalp’in yazısını[2] toplu borç ödemesi
için vesile yapıyoruz. Dilerim, sonunda hesap kapatılmış olur.
“Postmodernist
Bir Marksistin Aydınlanma ve Avrupa Düşmanlığı”; Kelebek’e göre, bu düşmanlığı ben
yapıyorum. Aydınlanma Tarikatı’nı okumak zorunda kalmış olduklarını
anlıyorum. Kızmaları ve sert olmaları yerindedir; yerlerinde olsam, aynı tepkiyi
gösterirdim. Bir Marksist olduğum, hadi onların deyimiyle “Postmodernist bir
Marksist” olduğum doğrudur. “Anlam”da anlaşmak kaydıyla, bunların bana
söylenmesinde bir sakınca yoktur. “Özalp” kardeşimizi daha da rahatlatayım;
düşmanlık lafı biraz abartı içermekle birlikte, “benim” Avrupa’ya ve
Aydınlanma’ya eleştirel yaklaştığım açıktır. Bunların fazlası var ve eksiği
yok. Fazlası şu; bu tavır, “Orhan Gökdemir”in değil, Fabrika dergisinin
tavrıdır. Son beş yılda, bu tartışma Fabrika’da yürütülmüştür ve bu
dergi ile Komünist Partisi Girişimi Meclisi’nin ayrı tutulamayacağını herkes
biliyor. Bu durumda, beş yıl önce de, STP’yi kurarken de yanlış yere gelmiş
olduklarını anlıyorum. İnsan, parti olacaksa, gittiği yere bakar: Arap alfabesiyle
yazmıyoruz, yazılanları okur, ona göre bir yön tayini yapar.
Biz,
bu arkadaşlarımızı bir kez daha şaşırtalım. Avrupa ve Aydınlanma eleştirisi bir
yana, Fabrika dergisi, aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa coğrafyasındaki birliğe
katılmasından yana da irade beyan etmiştir. Bizim için bu, elbette Avrupa’yı
bütünüyle sindirmek anlamına gelmiyor. Fabrika, bütün ırkçılıklara olduğu
kadar Avrupa ırkçılığına da karşıdır. Fabrika, halkların birleşmesi ile
devletlerin birleşmesi arasındaki farkı çok net bir biçimde çizmiştir ve eninde
sonunda Avrupa ile de birleşileceğinin farkındadır. Avrupa ile birleşeceğiz ve
kapitalizmin yarattığı bütün kirliliklerle hesaplaşacağız.
Dolayısıyla
bizim için, Avrupa’yı, Aydınlanma’yı, Modernizmi, İlerleme’yi tartışmadan Avrupa
ile birleşmek bir ham hayaldir. Bunları tartışmak ise elbette Asya’yı,
Oryantalizmi, Postmodernizmi ve Azgelişmişliği tartışmayı zorunlu kılıyor. 15
yıl önce de bu “Kelebek”çi dostları uyarmıştım; hiçbir şey olmamış gibi
davranamayız. Sovyetler Birliği yıkılmıştır;
“1992 yılı itibarıyla, yeni
sosyalizm programları geleneği yardıma çağıramaz. Artık, eski kostümlerle bir
yeni oyunu sahnelemek mümkün değildir. Dünyanın bu coğrafyasında yaşayan
devrimcilere bundan böyle ‘gelenek, gelenek’ diye türkü söyleyen ‘Sütçü Tevye’
rolünü biçmek hiç mümkün değildir. Kriz dönemleri hep devrimcidir ve direnmek
boşunadır.”[3]
Şimdi
daha ilerideyiz; Sovyetler yıkılmıştır evet, ama daha kötüsü, “Aydınlama” da
yıkılmıştır. Tarihin bildiği bir tek aydınlanma var ve dolayısıyla, “Burjuva aydınlanmacılığının
tükenişi” ve “Sosyalist aydınlanmacılığın artışı” gibi bir durum da ne yazık ki
baş göstermemektedir.
Bunlar
Kelebek’te var ve olanlardan Kuşlar Partisi’nin bir aydınlanma yapma planı
içinde olduğunu anlıyoruz. Aydınlanma, ne yazık ki bir partinin “planlı”
çabalarının sonucu olmamıştır. O, kilise ile heretik tarikatların savaşının
gayri meşru çocuğudur. Olduğunu varsaysak bile yine de bir uygunsuzluk var. “Kuşlar
Partisi”, bu işte olsa olsa “Kilise” ile eşleştirilebilir. “Kelebek”, işte bu
yüzden bizi solun Ortaçağı’na davet edip durmaktadır.
Ama
elbette, bu gerçek, “Kelebek”in “sosyalist aydınlanmacılığı”na engel değildir.
Sizinkinin farkı ne? Hiç! Hiçten ne çıkar? Başına sosyalist ekleyince, aydınlanmanın
ışığı bizden yana akmıyor. Kapitalizm ile birlikte ortaya çıkmış bu zihniyet, bizim
tarafa firar etmiyor. “Hiç” üzerine oturtulmuş aydınlanma severliğin sonu, bu
imkânsızlık yüzünden eninde sonunda kapitalizm severliktir.
İşte
bu yüzden, “[…] insanlık tarihinin kapitalizm öncesi döneminin ‘karanlık’ bir
dönem olarak nitelendirilmesi, bugünden bakıldığında hiç de yanlış değil”miş[4]
gibi görünüyor. Oysa, o aydınlanmanın piramitleri yaratan uygarlığa bakışı, sizinkinden
oldukça farklıydı. Onlar, medeniyetin merkezinin Mısır olduğuna ve bilgeliğin
orada kaybolduğuna inanıyorlardı. Aradıkları “Mısır bilgeliği” dir. Öte yandan,
kapitalizmin herkesi aydınlattığı tezi de utanmaz bir yalandır. Avrupalılar
İ.S. 17. yüzyılda köle ticareti için birbirini yerken, İ.Ö. 4. bin yıldan bu
yana piramitlerin inşasında köle çalıştırılmamıştır. Kapitalizmin yaptığı olsa
olsa “her ilerlemenin görece bir gerileme anlamına geldiği çağ”ın kapısını
aralamış olmasıdır. Avrupalılar cahildiler, dünyayı yağmalaya yağmalaya ve
dünyayı yeniden yağmalamak için öğrendiler. Ve Mısır’ın kutsal yazısı vardı
evet, yalnızca rahipler bilirdi evet, ama bir de halk yazısı vardı. 4 bin yıl
hüküm sürmüşler ama Nil’i yok etmeyi becerememişlerdir. Dünyanın bilgi merkezi
olmuşlar, ama kendi toprakları dışındaki halkları sömürgeleştirmemişlerdir. Sadece
kapitalizmin “aydınlattığı” gibi kibir dolu bir söz bizim değildir…
Kibir
yersizdir ve kompleks gereksizdir. Bu kompleksi yıkmak için de aydınlanmayı ve
ilerlemeyi tartışıyoruz. Ve elbette Avrupa merkezciliği de… Söylediğimiz şudur:
Kapitalizm bitmiştir, aydınlanması da… Ve biraz daha ilerlerse, insan soyunun
yok edileceği artık bir sosyalist kehanet de değildir.
Bunları
Özalp kardeşimizin yazısına karşılık olarak yazmıyoruz. “Kelebek” “aydınlatma” yapmaya
karar vermiştir ve giriş yazısında bunlar vardır. Kapitalizme övgü, varacağı
yere varmış Kemalizme övgü olmuştur. Açmaya gerek yok, girişte var ve şudur:
“Osmanlıca, neden
anlaşılmaz bir dildi? Çünkü halkın bu dili anlaması istenmiyordu. ‘Saray
dili’nin, daha doğrusu devlet dilinin halk dilinden ayrıştırılması, son derece
bilinçli bir tercihtir. Bilgisiz halk kolay yönetilir.”[5]
Güzel
ama sorularımız var. Artık Osmanlıca konuşulmadığına göre, demek halkımız kolay
yönetilmiyor. Bilinçli bir tercih olduğuna göre, demek Osman torunlarından biri
bu işi planlamış oluyor. Ama asıl trajik olan şu; Osmanlıca neden anlaşılmaz
bir dil olsun ki? Arap elifbesi kullanmak dışında bir sıkıntı yok. Bu
Kelebeklerin bir kısmı TÜSTAV’a üye. Hızlandırılmış Osmanlıca kursları var, iki
ayda öğrenmeleri mümkündür. İnsan yazmadan önce sağına soluna bakar, öğrenmek
kolay mı zor mu öğrenir. (Meraklısına bir de not; Türkçe bugüne kadar 20’ye
yakın alfabe ile yazılıp okunmuştur. Bir problem yaşandığını tarih not etmiyor.
Ama Osmanlıcadan Latin elifbe’sine geçtiğimiz gün bütün toplum cahil olmuştur.
Mustafa Kemal neden baş öğretmen oldu sanıyorsunuz?)
Osmanlıca
sorunu bir yana, sonuçta nasıl sosyalist sosyalist aydınlanacağız? Latin
elifbesi de sorunu çözmediğine göre? Bu arkadaşlar kendilerini 1920’li yıllarda
sanıyor. İşin kolayını da bulmuşlar; Arap elifbesini atıp, koyuyorsunuz yerine
Latin alafbesini, oluyor size aydınlanma. İnsan şüpheleniyor, sosyalist
aydınlama da onu atıp yerine Kiril elifbesi koyacak diye!
Peki
nasıl olacak bu işler? Kelebek’ten izleyelim:
“Burjuva aydınlanma
süreçlerinin tümünün yarım kalmış ve bunları restorasyon dönemlerinin izlemiş olması
boşuna değildir. Tıpkı eski Yunanistan’da ya da Ortaçağ Avrupası’nda olduğu
gibi emperyalist-kapitalist dünyada da, insanlığın bilgi birikiminden ve
kültürel mirasından yararlananlar ve bunlara katkıda bulunanlar, çok küçük
azınlıklardır. Geniş kitlelerin payına ise, sistemli bir şekilde üretilen cehalet
ve kültürsüzlük düşmektedir.”[6]
E,
hani kapitalizm bizi aydınlatmıştı! Olmamış demek!
“Sosyalist
aydınlanmacılığın temelinde, emekçilerin, her türden gericiliğe karşı harekete geçirilmesi
vardır. Emekçilerin mücadelesine yaslanmayan her türden aydınlanma hareketi
yarım kalmaya mahkumdur.”[7]
Olsun
da, yarım kalsın! Kuşlar cephesinde vaziyet budur. Özetle emekçiler harekete
geçecek, oluşan enerji ile sosyalizmin ampulü yanacak ve aydınlanma olacaktır. Kâğıt
üzerinde iyi durduğu görülüyor.
Bu
aydınlıkta, hem modernize olacağımızı, hem de ilerleyeceğimizi anlıyorum.
Fabrikalar kuracağız, dereleri, gölleri, denizleri kirleteceğiz, çalışmayı bir
“hak” olarak görüp insanları fabrikalara süreceğiz, az çalışana az, çok
çalışana çok ücret vereceğiz, bütün toplumsal yapıları dağıtıp, onları birer
kişi olarak beton silolara dolduracağız, mümkünse 15 gün tatile gönderip
bitişik nizamda denize girmelerini sağlayacağız, en girişken olanlarına parti
kimliği vereceğiz…
Bir
“program” var, bunu çok uzun zamandır biliyoruz ve izliyoruz. Bu “programa”
başkaldıranların, nasıl susturulduğunu da duymaktayız. İpuçları yıllar önce
verilmişti ve “aydınlatma” programının ne anlama geldiğinin uyarısı da yıllar
önce yapılmıştı. Masonik örgütler kurup, muz cumhuriyetinin darbe
programlarıyla yola çıkarsanız, gün gelir herkesi aydınlatacağınıza da inanmaya
başlarsınız. Aydınlatamıyorsanız, dünkü yoldaşlarını sopayla hizaya getirmekten
hicap duymayan, boynuna ip takıp sürükleyerek aşağılamaya çalışan kasları gelişmiş
ama aklı kıt kalmış aydınlanmışlarla bir güzel parlatırsınız. Bu “meslekte” 60
yılını çoktan doldurmuş Sırrı Öztürk’ü tehditle nasıl parlattıklarını biliyoruz.
Diğerleri hakkında konuşmak ise bize düşmez.
Yalnız,
Özalp kardeşimin, kendi dergisinde yazan Metin Çulhaoğlu’na hak olan aydınlanma
ve ilerleme eleştirisini nasıl olup da Orhan Gökdemir’e yasaklamaya kalktığını
anlamak mümkün değildir. Programınızda var, biliyoruz, kişisel hayatlarımızı denetlersiniz,
ceza yasalarını işletip bizleri hapishanelere atarsınız, hatta savaş çıkarıp
bizi idam da edersiniz. Belki çalışma kamplarına gönderip “çalışma hakkı”mızı
kullandırmaya da kalkarsınız. Ama önce iktidar olmalısınız. Bunun dışında bize gücünüzün
yetmesi mümkün değildir.
Özalp
kardeşim Yalçın Küçük’ü okumadığını söylüyor, beni de okumayarak cezalandırma
hakkı vardır. Ancak, Özalp kardeşim Aydınlanma Tarikatı’nı okumuş
olduğuna göre bu fırsatı da kaçırmış oluyor. Bu kadar! Şimdi gelelim cevaplara:
1.
Erkin Tufan Özalp’in tersine, Yalçın Küçük’ün her okuduğunu okumaya
çalışıyorum, okumadıklarını da okuduğumda mutlu oluyorum. Bazı kayıtlarım saklı
olmak üzere, bir zamanlar onun öğrencisi olduğum için mutluyum. Ama benim
Yalçın Küçük tedrisatım, Özalp’in ağabeylerinin yanında bir hiç kalır.
2.
Marksizmin Avrupa-merkezciliğin etkisi altında olduğunda ısrarımı Özalp’in
okuduğu kaynak dışında da sürdürdüm. Daha geniş bilgi almak istiyorsa,
Fabrika’nın 59. sayısındaki “Helonofil Marksizm” yazısını şiddetle öneririm.[7]
3.
Ben, hiçbir yerde bir “Yahudi komplosu”ndan söz etmedim. Yalçın Küçük’ün de söz
ettiğini sanmıyorum. Ancak Avrupa’nın kendisi, kendi medeniyetini bir
“Yahudi-İngiliz” medeniyeti saymaktadır. Anglo-Sakson dünyada, Yahudilerle kurulan
ittifakın tarihi Aydınlanma Tarikatı’nın son bölümünde var. Erkin Tufan
Özalp kardeşim bu konudaki edebiyatı izlemek istiyorsa internete başvurmalıdır.
4.
Ancak, Erkin Tufan kardeşimin “bizim” Yahudi sorununa değinen yazılarımızda,
Marx’ın da Yahudi olduğundan yola çıkarak bir eksiklik bulması ayıptır. Okuma
yazması varsa, bu konuda bir dikkat eksikliği olmalı. Ben kendi adıma, Marksist
yazın içinde Yahudi Sorunu’nuna çok önem veririm. Ve kendimi bu konuda
ondan daha radikal görmekten utanırım. Özalp kardeşime Aydınlanma Tarikatı
ile birlikte beş vakit Yahudi Sorunu öneriyor ve acil şifalar diliyorum.
5.
“Tarihsel ilerleme fikrini gözden düşürmek” suçunu işlemişsem inkâr etmem.
Fakat itiraf ediyorum, ben yapmadım! İlerlemeyle ilgili kuşkunun sorumlusu,
Avrupa kapitalist sisteminin ta kendisidir. Daha fazla bu şekilde “ilerlersek”
sonucun bir felaket olacağı bizden çok Avrupa tarafından dillendirilmektedir.
Ben yapmadım!
6.
Avrupa ırkçılığı meselesi “Mısır”dan kaynaklanmıyor. Tam tersine o kitapta,
Avrupa ırkçılığı ortaya çıktığı için Mısır’ın gözden düşürüldüğü yazılıdır. Bir
daha okumasını öneririm. Özalp kardeşim “Asıl kaynak” olmasaydı ne olurdu diye soruyor;
Vallahi en azından Masonluk olmazdı. Aydınlanmanın asıl kaynağı o örgüttür,
bilesiniz. Rönesans dönemi Avrupası’nda Hermetizm’i keşfedenlerin “revizyonist”
olup olmadıkları ise benim sorunum değildir. Muhtemeldir ki Özalp kardeşimin
dediği gibi buldukları Hermetik metinleri “işlerine geldiği gibi”
yorumlamışlardır. Fakat, bu yöntemi ben yine de Kelebekçi Hermetiklere önermiyorum.
İşinize geldiği gibi yorumlasanız da hermetizm hermetizmdir.
7.
Kuşlar Partisi’nde “Yahudi Sorunu” ve “Avdetilik” konusunda bir hassasiyet
olduğu saptaması bana ait değildir. Ancak isabetli bir saptama olduğunu da
teslim ediyorum. Bununla birlikte önce Yalçın Küçük söyledi, dolayısıyla Özalp
kardeşimin cevap hakkını önce ona kullanmasında fayda var. Biz bilsek bile, bu
tür sırları ifşa etmek yanlısı değiliz. Erkin Tufan Özalp adı da “onomastik” açıdan
elastik bir vaziyet arz etmektedir. Biz Yalçın Küçük’ün yalancısıyız. Elçiye
zeval olmaz…. Ancak biz, Kuşlar Partisi’ni “Sabetayist etkiye açık” olduğu için
değil, kuş olduğu için eleştiriyoruz.
8.
Aydınlanma Tarikatı’ndaki fizik yazısının Özalp kardeşimi niye bu kadar
kızdırdığını anlamadım. Ne yazık ki geçen yüzyılın başından bu yana fiziğin
kendisi bir “ilerleme” kabızlığı çekmektedir. Arada, fizikteki “ölçme sorununa”
ait tezleri, gerçekliğe ait sanan salaklar olmuştur. “Göre gerçek” dönemi, ne
yazık ki hala tartışılmaktadır ve içinden çıkılamamıştır. Hem, Özalp kardeşimin
bana karşı savunmaya çalıştığı “bilimsel teorilerin” dünyada üç beş kişi
tarafından anlaşıldığı sahipleri ve taraftarları tarafından şiddetle ileri
sürülmektedir. Biz artık kimsenin anlayamadığı bu devrimlerin ne anlama geleceğini
bilecek yaştayız. Orhan Pamuk’un “edebiyat şaheserleri”ni hatırlatırım, yeter. Özalp’in
Aziz Yardımlı’ya itirazlarını benim üzerimden yapmasını ise yersiz buluyorum. O
çalışmada “gerisi”de, “ileri”de var. Ayrıca Yahudi Tarihi’ni de ne ben
yazdım, ne de çevirdim. Yahudi Tarihi bir “Yahudiliğe övgü” kitabıdır ve bu
Yahudi kardeşlerimizi, Özalp’in benden alıntıladığı gibi övmektedir. Yahudiden
daha Yahudi kesilmek Özalp kardeşime yakışmamaktadır.
9.
Einstein bir yana, Freud’un entelektüel ahlakı bozduğu yönündeki “Yahudi
Tarihi” tezine katılıyorum. Yazdıkları bilim değildir ve bilim iddiası ortada
olduğuna göre “şarlatanlık” kabul etmek zorundayız. Şarlatanlıktır.
Psikoanaliz, ishal olduğunuz gerçeğini ortadan kaldırmaz, sizi ishalle birlikte
yaşamaya alıştırır sadece.
10.
İşin içine “Sovyet fizikçileri”ni katınca, Batıda imal edilmiş irrasyonel
teoriler “sosyalist teori” haline gelmez. “Sosyalizmin tek ülkesi”ndeki
fizikçiler içinde kaçının şarlatan olduğunu Özalp’e anlatacak kadar vaktim yok.
İrrasyonel, Sovyetler’de de yaşasa irrasyoneldir.
11.
Ne Yalçın Küçük’ün, ne de benim yazdıklarım, Özalp kardeşime aydınlatma imalatı
için yardımcı
olmaz. Yalçın Bey’i okumadığını artık biliyoruz, beni okuması ise beyhudedir.
Özalp kardeşime burada son iyiliği yapıyor ve bu iş için ona en faydalı olacak
eserin Munis Tekinalp’inkiler olduğunu haber veriyorum. Yeterince parlaktır ve
halen hepimiz onun ışığında parlatılıyoruz.
12.
Simya olmadan aydınlanma olmaz. Erkin Tufan kardeşimin yazısından simya tadı
aldım. Yahudiler konusundaki hassasiyeti ise Kabala tadındadır. Bunlar,
Kuşlar’ın aydınlanma yolunda epey ilerlediğinin delilidir. Dikkat edin
gözleriniz kamaşmasın.
13.
Uğurlu ve bir rivayete göre uğursuz rakama geldik. İbrani ulusunun 13. Boyu
kayıptır. Hazar civarında izlerine rastlanmakta birlikte onların çoğunun
Türkiye’de olduğu iddia ediliyor. Biz zenginlik sayıyoruz, sorun etmiyoruz.
Anti-semitizm’e, en az semitizm’e olduğu kadar mesafeliyiz. Konuyu buraya
kilitlemek başka bir kayıptır. Özalp kardeşimin bize kızması için “Aydınlanma”
meselesinin ötesinde nedenler var. O noktada da eleştirilerini bekleriz.
Bu
kadar yeter: Erkin Tufan Özalp kardeşime kendi dergisindeki Metin Çulhaoğlu
imzalı yazının başlığını hatırlatıyorum: “Aydınlanma: Bizi taşımaz, biz onu
taşırız.” Yani, aydınlanma, çayırda gezen uyuz eşek değildir. Yani, ortada bir
aydınlanma eşeği olmadığı gibi, bir “sosyalist aydınlanma eşeği” de yoktur.
Üzerine binemezseniz, binip çüşş diyemezsiniz. Onu taşımak için ise elbette tartışmak,
tanımlamak, ortaya çıkarmak ve üzerine yenisini kurmak gerekir. Yandaş olsak
da, kayıtla yanaşsak da eşek ilerlemiyor yoldaş Erkin!
Uçmadan
kuş olunmuyor. Bu yazının yoldaş Erkin’e katkısı şudur; o işler için gaga uygun
bir araç değildir, akıllı ol, kanatlarını kullan. Hadi bakalım!
Orhan Gökdemir
Temmuz 2005
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Gelenek dergisi kastediliyor.
[2]
Erkin Özalp, “Postmodernist Bir Marksistin Aydınlanma ve Avrupa Düşmanlığı”, Sayı
83 (Şubat 2005), Gelenek.
[3]
Orhan Gökdemir, İnsan ve Doğa, Ataol Yay., 1994, s.110.
[4]
Gelenek, “Burjuva Aydınlanmacılığının Tükenişi ve Sosyalist Aydınlanmacılık”, Sayı
83 (Şubat 2005), s. 3, Gelenek.
[5]
A.g.m.
[6]
A.g.m.
[7] Orhan Gökdemir, “Helenofil Marksizm”, Sayı 59 (Ekim 2004), s. 5-15, Fabrika.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder