Trump
öncesinde Amerikan siyasetine hâkim olan hegemonik blok, ilerici neoliberalizmdi.
Bu tespit oksimoronmuş gibi çalınabilir kulağa, ama dost olması ihtimali
bulunmayan bu iki gücün gerçekte güçlü bir ittifak kurduğundan söz edebiliriz.
Bu
ittifak, feminizm, ırkçılık karşıtlığı, çokkültürcülük, çevrecilik ve LGBTQ+
hakları gibi yeni toplumsal hareketlerin dayandığı ana liberal akımlardan ve New
York Borsası, Silikon Vadisi ve Hollywood gibi ABD ekonomisi içinde yer alan, oldukça dinamik, en fazla güce ve “sembolik öneme sahip” sektörlerden oluşuyor.
Bu tuhaf ikiliyi bir araya getirense gelirin dağıtılması ve kabulle ilgili görüşlerin kendisine
has bir biçimde bir araya gelerek oluşturduğu bileşke.
İlerici
neoliberal blok, liberal meritokratik kabul siyasetiyle mülksüzleştirici plütokratik
programı birleştirdi. Bu bileşkede dağıtımı gerçekleştiren unsur, neoliberalizmdi.
Piyasa
güçlerini devletin kontrolünden, ayrıca vergi ile harcama denilen değirmen
taşlarının arasında öğütülmekten kurtarmaya kararlı olan ve bu bloğa öncülük
eden sınıfların amacı, kapitalist ekonomiyi liberalleştirip küreselleştirmekti.
Bu çaba, gerçekte finansallaşmadan başka bir şeye yol açmadı.
Sermayenin
özgürce hareket etmesi önündeki engeller kaldırıldı, korumalar hükmünü yitirdi,
bankalar denetim dışı kılındı, yıkıcı borçlar şişti, sanayi zayıfladı,
sendikalar eridi, güvencesiz, kötü ücretler alan işler yaygınlaştı.
Herkesin
Reagan’la ilişkilendirdiği, aslında Bill Clinton tarafından uygulamaya konulan
ve tahkim edilen bu türden politikalar, işçi sınıfının ve orta sınıfın yaşam
standartlarını geriye çekti, bir yandan da serveti ve değeri yukarıya, tabii esas
olarak en tepedeki yüzde birin, bunun yanında, profesyonel yönetici sınıfların
üst kademelerindeki insanların cebine akıttı.
İlerici
neoliberaller, bu türden bir politik ekonomi hayal etmiyorlardı. Onu hayal etme
işini Friedrich Hayek, Milton Friedman ve James Buchanan gibi âlimler; Barry Goldwater
ve Ronald Reagan vizyoner siyasetçiler, ayrıca Charles ve David Koch gibi
zengin ve muktedir isimler üstlendi. Gelgelelim neoliberalizmin sağcı “köktenci”
versiyonu, sağduyusunu hâlen daha Yeni Mutabakatçı düşüncenin, “haklar devrimi”nin
ve yeni soldan türemiş yığınla toplumsal hareketin biçimlendirdiği ABD’de hegemonyasını
tesis edebilmiş değil.
Neoliberal projenin muzaffer olabilmesi için onun daha fazla cazip kılınması adına yeniden ambalajlanması ve özgürleşmeyle ilgili ekonomi dışı arzularla süslenmesi gerekiyordu. Bu gerici politik ekonomi, yeni hegemonik bloğun dinamik merkezi hâline ancak ilerici olarak allanıp pullandıktan sonra gelebildi.
Bu
kurgunun temel bileşeni olan ilerici kabul siyasetini yürütme işini yeni
Demokratlar üstlendiler. Sivil toplumdaki ilerici güçlerden istifade eden yeni
Demokratlar, şeklen eşitlikçi ve özgürlükçü olan kabul anlayışını her yana yaydılar.
Bu anlayışın özünde ise “çeşitlilik”, “kadınların güçlendirilmesi”, LGBTQ+ hakları,
post-ırkçılık, çokkültürcülük ve çevrecilik gibi idealler duruyordu. Bu
idealler, ABD ekonomisinin Goldman Sachs’laşması süreciyle tam bir uyum
içerisinde olan özel ve sınırlı bir yoldan, çevreyi korumayı karbon ticareti
olarak anlayan bir yoldan yorumlandılar. Ev sahipliği teşvik edildi ki yüksek
risk faizli ipotek kredileri verilebilsin, evler ipoteğe dayalı menkul kıymetler
olarak yeniden satılabilsin. Eşitlikse bu düzlemde meritokrasiden başka bir
şeyi ifade etmiyordu.
Eşitlik,
mecburen meritokrasiye indirgeniyordu. Adil bir statü düzeninden yana olan ilerici
neoliberal programın amacı, toplumsal hiyerarşiyi ilga etmek değil, onu “çeşitlendirmek”,
“yetenekli” kadınları, beyaz olmayan insanları ve cinsel azınlıkları onların yukarıya
tırmanmalarını sağlayacak şekilde “güçlendirmek”ti.
Bu
ideal, doğası gereği belirli bir sınıfa has. Amacı, “yeterince
temsil edilmeyen gruplar” içinde yer alan, “hak eden” bireylerin kendi
sınıfından beyaz erkeklerle aynı ücrete ve konuma kavuşmasını güvence altına
almak. Feministler, bu idealin etkileyici ama, ne yazık ki sıradan bir türevini
dile getirdiler. Camdan tavana yaslanıp onu çatlatmaya odaklanan bu yönelimden
esas olarak gerekli toplumsal, kültürel ve ekonomik sermayeye sahip olanlar
istifade edebileceklerdi. Sahip olmayanlarsa bodrum katında sıkışıp kalacaklardı.
Eğilip
bükülen bir konu olarak bu kabul ve tanınma siyaseti, ilerici toplumsal
hareketlerin ait olduğu önemli ve büyük akımları yeni hegemonik bloğa
örgütlemek için uğraştı. İlerici neoliberalizm davasına tabii ki tüm
feministler, ırkçılık karşıtları ve çokkültürcüler vs. örgütlenmedi, ama
örgütlenenler, bilerek ya da bilmeyerek, ait oldukları hareketlerin en büyük ve
en fazla görünür kesimini meydana getirdiler, bu akıntıya karşı çıkanlarsa
kıyıya köşeye atılıp kuşatıldılar.
İlerici
neoliberal blok içerisinde yer alan ilericiler, New York Borsası, Hollywood ve
Silikon Vadisi denilen o büyük müttefiklerine kıyasla daha güçsüzlerdi ve
ittifak içerisinde nispeten küçük bir paya sahiplerdi. Ama buna karşın aynı
ilericiler, bu kurulan tehlikeli ilişkiyi daha da etkili ve çekici kılmak
suretiyle önemli bir katkı sundular, “kapitalizme yeni bir ruh kazandırdılar.”
Özgürlükçü
olduğuna dair bir imaja kavuşan bu yeni “ruh, neoliberal ekonomik faaliyetin
heyecan ve coşkuyla birlikte yürütülmesini sağladı. Eskiden rahatsız edici ve
iç karartıcı olan şey, ilerici ve özgürlükçü, dünya vatandaşı olan, ahlaken gelişkin
bir şeye dönüştürülüp heyecan verici bir yapıya kavuştu. Bu anlayış sayesinde
servetin ve gelirlerin yukarıya doğru dağıtıldığı sürece destek çıkan politikalar,
meşruiyet zırhına kavuştular.
Öte
yandan, hegemonyasını tesis edebilmek için bu yeni ortaya çıkan ilerici
neoliberal blok, iki hasmını mağlup etmek zorundaydı. Bu noktada, ilkin Yeni Mutabakat
denilen koalisyondan kalan kalıntılar ortadan kaldırılmalıydı. Tony Blair’in “Yeni
İşçi Partisi”nden önce Demokrat Parti içindeki Clinton’cı kanat, eski ittifakı
parçaladı.
Örgütlü
emeği, göçmenleri, Afrikalı Amerikalıları, kentli orta sınıfları ve büyük sanayiyi
kontrol eden sermaye güçlerinin belirli kesimlerini onlarca yıl başarılı bir biçimde
bir arada tutmuş olan tarihsel bloğun yerine, müteşebbislerden, bankacılardan,
gecekondululardan, “sembolik işçiler”den, yeni toplumsal hareketlerden, Latin
kökenlilerden ve gençlerden oluşan yeni bir ittifakı geçirdi, bir yandan da gidecek
başka bir yeri olmadığını düşünen Afrikalı Amerikalıların desteğini muhafaza
etmeyi bildi.
1991-1992’de
Demokrat Parti’nin başkan adaylığı için yürüttüğü kampanyada Bill Clinton,
çeşitlilikten, çokkültürcülükten ve kadın haklarından bahsetmek, bir yandan da
Goldman Sachs’ın işlerini görmeye hazır olduğunu ortaya koymak suretiyle başarılı
oldu.
Nancy Fraser
[Kaynak: The Old is Dying and the New Cannot Be Born, Verso, 2019.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder