Pages

23 Nisan 2023

Eleştirel Teori ve Devrimci Teori


İşçi hareketi içerisinde yer alan oportünistler, Marksizmi revize etmeye dönük pratikleri dâhilinde burjuvaziyle birlikte çalışıyorlar. Onlar, Marksizmin öğretisindeki devrimci yanı, devrimci ruhu es geçiyorlar, görmezden geliyorlar, onu tahrip ediyorlar. Buna karşılık aynı oportünistler, burjuvazinin kabul edilir bulduğu veya öyle görünen hususları ön plana taşıyorlar, göklere çıkartıyorlar.

[V. I. Lenin]


Kendisini “eleştirel teori” olarak takdim eden gelenek, ne yazık ki eleştiriden yoksun bir teori. Eşi benzeri görülmemiş bir biçimde çevreyi felâkete sürükleyen ana motor güç olarak, sömürü, zulüm ve baskı üzerine kurulu sosyoekonomik sistem anlamında kapitalizmi sistemsel ve radikal analize tabi tutacak projeden geri duran eleştirel teori, temelde söylemsel iletişim, kapsayıcı-kucaklayıcı tanıma pratiği ve yumuşak reformizmi devrimci itirazın ve kapitalizmi aşmış bir dünyayı inşa edecek somut mücadelenin üzerine ve karşısına koyuyor.

Sırtını Marksist geleneğin içinden çıktığı arka plana dönen, Frankfurt Okulu ile bağlantılı eleştirel teori, eleştiri denilen pratiği liberal bir ambalaja sardı. Toplumda bu eleştirinin gördüğü işlevlerden biri, “demokrasi ve kapitalizmi aşmış bir dünya, imkânsız olmanın yanında, istenmeyecek bir şeydir” cümlesinde uzlaşmış olanların zeminine radikalleşme ihtimali bulunanları çekmekti.[1]

Bu makale, Marksizmin eleştirel teori alanında terk edilişinin ardındaki sebepleri izah ediyor, Marksizmi terk edenlerin yaydığı zehrin karşısına çıkartılacak panzehir olarak, özgürlük mücadelelerinden doğacak devrimci teoriye dair bir değerlendirme sunuyor. Makale, Marksist gelenek dâhilinde geliştirilmiş hâliyle devrimci teorinin sahip olduğu açıklayıcılığa ve dönüştürücü güce dair bir izahatla başlıyor. Burada amaç, devrimci teoriyi, ona dair kötü tasvirlerden, aptal sloganlardan, antikomünist dogmalardan, tarihsel zırvalardan ve küçük burjuva aydınların ve başka isimlerin onu itibarsızlaştırmak için kullandığı kaba ve indirgemeci değerlendirmelerden kurtarmak.

Tarihsel materyalizmin kolektif bir çaba ile üretilmiş, disiplinlere aşkın, sistemsel, radikal ve yanlışlanabilir, kökünü kolektif mücadeleden alan bir tarih bilimi oluşuna açıklık getiren makale, bu analiz çerçevesini eleştirel teorinin eleştirel tarihini kaleme almak için devreye sokuyor. Bu anlamda, makalenin geliştirdiği Frankfurt Okulu eleştirisi, esasında içeriden yapılmış veya içeriye ait bir eleştiri değil, fikirlerin uluslararası politik ekonomisi dâhilinde gördüğü toplumsal ve tarihsel işleve dair bir materyalist analiz.

Yazının ilerleyen bölümlerinde de göreceğimiz üzere, kapitalist çıkarların yön verdiği, o çıkarlar için hegemonya tesis edenlerce gözetim altında tutulan küresel teori endüstrisinin “eleştirel” etiketi ile reklâm ettiği araştırma türü, özü konformist, biçimi eleştirel olan bir çalışmadır.

Devrimci Teori

En azından Marksizm konusunda şu söylenebilir: o, Marksizmi aştığını iddia etmiş olan diğer tüm ekonomik ve sosyal teori sistemleri karşısında çok kıymetli bir avantaja sahiptir. Bu avantajsa onun eleştiri kılıcını sadece kapitalizme değil, onunla bağlantılı analiz kategorilerine savuruyor olmasıyla ilgilidir.

[Ellen Meiksins Wood]

Karl Marx ve Friedrich Engels, toplumsal hayatın her bir yönüne ilişkin bütünsel bir değerlendirme yapmaya çalışan, sistemsel ve radikal bir toplum analizi önerisinde bulunmuş, bir yandan da toplumsal hayatın yönlerinin ardındaki ana sebeplere eğilerek, onların nasıl değiştirilebileceği konusunda cevaplar bulmaya çalışmıştır.

Tarihsel materyalizm, hem düşünceden ari “ölü olgular koleksiyonu” olarak gördüğü emprisizmden hem de tarihi muhayyel öznelerin hayali faaliyetine indirgeyen idealizmden uzak durur.[2] Dünya ile akıl arasındaki o büyük ontolojik ayrımı temel alan her iki yönelim, “insanların” tarihsel planda anlamaya çalışacakları maddi bir dünyanın içinde varoldukları, dünyadaki deneyimlerinin önceden maddi toplumsal ilişkilerin o derin tarihince şekillendirildiği gerçeğini göz ardı etmektedir. Marx ve Engels’in de izah ettiği biçimiyle, “Hislerin biçimlendirdiği dünya, ebediyetten tevarüs eden, hep aynı kalan bir şey değil, sanayinin ve toplumun ahvalinin ürettiği bir şeydir. O, tarihsel bir ürün anlamında, bir üründür, ardı ardına gelen tüm nesiller boyunca ortaya konulmuş faaliyetin bir sonucudur.”[3] Bu anlamda tarihsel materyalizm, gerçek hayata ait faaliyetleri açıklar, onun zamanla geliştiğini ortaya koyar, o faaliyetin en tutarlı, en sistematik ve kendini tefekkür etmesine imkân sağlayacak değerlendirmesini sunmaya çalışır ki bu pratik de deneyimin maddi koşullarının somutta analiz edilmesini, belirli kavramlarla karşılanmasını ve eleştiriye tabi tutulmasını gerekli kılar:

“Gökten yere inmiş olan Alman felsefesiyle doğrudan karşıtlık içerisinde olan bir yaklaşım üzerinden burada biz, meselenin yerden göğe yükselmek olduğunu söylüyoruz. Yani mesele, canlı kanlı insana ulaşmak için insanların söylediklerinden, kurdukları hayallerden, kavradıklarından ya da anlatılmış, düşünülmüş, hayal edilmiş, kavranmış insandan yola çıkarak bir tespitte bulunmak değil, bu yaşam sürecine ait ideolojik reflekslerin ve yankıların gelişimini ortaya koyan gerçek hayat süreci temelinde gerçek ve faal insanlardan yola çıkmaktır.”[4]

Buradan şu söylenebilir: tarihsel materyalizm yanlışlanabilirdir, yani dile getirdiği gerçekler, hâlihazırda devam eden kolektif doğrulama ve ayarlama sürecini temel alırlar. Her zaman doğru olabilecek dogmatik bir öğreti olmayan tarihsel materyalizm, kendisinin de tarihsel bir ürün olduğunu bilir. Dolayısıyla, özeleştiri ve yeni, farklı durumlara uyum meselesi, kullandığı mantığa içkindir.[5] Başka bir ifadeyle, tarihsel materyalizm, hem tarihin materyalist değerlendirmesidir hem de açıklama pratiğinin tarihsel planda değişen çerçevesidir.[6]

Şu örnek, ne dediğimizi açıklığa kavuşturacaktır: Lenin’in açıklamasına göre, Marx, devletle ilgili anlayışını Paris Komünü’ne dair analizi temelinde değiştirdi, bu değişiklik neticesinde Marx, Komünist Manifesto’yu revize etti ve hayatî öneme sahip müdahaleyi gerçekleştirip kitaptaki bir yanlışı düzeltti:

“İşçi sınıfı, hazır bulduğu devlet mekanizmasını elinde tutmakla ve kendi amaçları doğrultusunda kullanmakla yetinemez, onu parçalaması gerekir.”[7]

Kristin Ross’a göre,

“aynı dönemde Elisabeth Dmitrieff’le yürüttüğü tartışmalar ve Nikolay Çernişevski’nin yazılarıyla haşır neşir oluşu üzerinden Marx, sosyalizme farklı yollardan yürünebileceği fikrini kabul etti. Bu fikir, zihninde Vera Zasuliç isimli genç bir Rus kadınla yaptığı yazışmalar neticesinde olgunlaştı.”[8]

Hatta Marx, Oteçestvenya Zapiski [“Anavatandan Notlar”] dergisine yazdığı mektupta düşüncesini yanlış takdim eden yaklaşımlardan birine itiraz etti ve kendisinin tarihin bütünlüğüne tek, determinist ve teleolojik bir modeli dayattığına dair tespiti redde tabi tuttu. Kendisini eleştiren isimlerden birine verdiği cevapta ise şunları söylüyordu:

“O, ısrarla, benim Batı Avrupa’da kapitalizmin doğuşuyla ilgili olarak ortaya koyduğum tarihsel taslağı, insanların kendilerini ne türden tarihsel koşullar içerisinde bulduğuna bakmadan, herkese kader gibi dayatılmış genel sürecin tarihsel-felsefi teorisine dönüştürmeye çalışıyor. Kusura bakmasın ama bunu yaparak hem beni fazla onurlandırıyor hem de fazlasıyla itibarsızlaştırıyor. […] Farklı tarihsel bağlamlar içerisinde meydana gelen ve birbirine çarpıcı bir biçimde benzeyen olaylar, tümüyle farklı sonuçlara yol açmış görünüyor. Bu gelişmelerin her birini ayrı ayrı incelemek, sonra da bunları kıyaslamak suretiyle kişi, bu olguda önemli olan hususu kolaylıkla keşfedebilir. Gelgelelim, elde edilecek başarı, en yüce erdemi tarih üstü olmak olan tarihsel-felsefi teorinin elindeki ana anahtara ait olmayacaktır.”[9]

Marx ve Engels, her zaman tarihte faillerin oynadığı rol üzerinde durdu. Faillik meselesi, tarihsel materyalizmin üçüncü yönüdür.[10] Bu yönüyle tarihsel materyalizm, sadece değişen dönemlere ve koşullara diyalektik bir süreç dâhilinde uyum sağlayan tarihe dair materyalist bir değerlendirme sundu, ayrıca tarihe müdahale ve dünyayı değiştirme hususunda gerekli olan teorik koordinatları aktarmaya çalıştı. Başka bir ifadeyle, tarihsel materyalizm, gerçek bir kullanım değerine sahip olan bir bilimdir, çünkü ona asıl yön veren, kolektif özgürleştirme pratiğidir. O, en yalın hâliyle devrimci teoridir.

Marksist Köklerden Washington Okulu’na

Öğle yemeğinde Horkheimer’in evindeyiz. Eisler de aramızda. Sonrasında Eisler, Frankfurt Sosyoloji Enstitüsü’nün hikâyesini anlatan Nıdyanın Romanı için bir senaryo önerisinde bulundu. Buğday spekülatörü olan Weil ismindeki zengin bir ihtiyar, dünyadaki yoksulluktan duyduğu rahatsızlık üzerine ölür. Vasiyetnamesinde parasının büyük bir kısmını yoksullukla ilgili araştırmalar yapacak bir enstitünün kurulması için bir kişiye bırakır. Bu kişi, tabii ki kendisidir.

[Bertolt Brecht]

İlk başta Frankfurt Okulu, yirminci yüzyılın başlarında Almanya’da devrimin başarısız olma sebeplerini ve gelecekte başarıya ulaşma yolunu açıklamak için kurulmuş, disiplinlerarası çalışma yürütecek bir Marksist düşünce kuruluşu olarak teşkil edilmişti. Kurucuları, Marksizm Enstitüsü ismini uygun bulmuşlardı, fakat sonrasında yetkilileri kışkırtmayacak, akmaz kokmaz başka bir isim buldular: Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü. Buna karşın, ilk müdürü Carl Grünberg, enstitünün Marksist olacağını, bilimsel yöntem olarak Marksizme bağlı kalacağını açıkladı.

Müdürün çerçevesini çizdiği araştırma başlıkları arasında politik ekonomiye dair meseleler, işçi mücadeleleri ve devrimci politika gibi başlıklar bulunuyordu. Bir kapitalistin finanse etmesi gibi belirli çelişkilerden muzdarip olan enstitü, politik hareket alanına yatırım yapmaktan uzak durdu[11], ama buna rağmen Marksist bilimi temel aldığını açıktan iddia etti.

Yirmilerin sonunda enstitünün başına önce Friedrich Pollock, sonra da Max Horkheimer geçti. Böylelikle enstitü, tarihsel materyalizm ve işçi siyasetinden uzak duran teorik fikirlere ve akademik araştırmalara yöneldi.[12] Gillian Rose’un tespitiyle:

“Otuzların başı itibarıyla enstitü, işçi hareketinden uzaklaştı. Bu süreç, Carl Grünberg’in yerine Max Horkheimer’in getirilmesi ve Grünberg’in oluşturduğu Sosyalizm ve İşçi Hareketinin Tarihi Arşiv Çalışması’nın yerine Toplumsal Araştırmalar Dergisi’nin ikame edilmesi ile birlikte sona erdi. Hatta enstitü, sınıfsal analiz meselesiyle de ilgilenmemeye başladı, giderek ilgisini kültür ve otorite analizine yöneltti. Akademiyi politikleştirmek yerine politikayı akademikleştirdi.”[13]

Bu politikanın akademikleştirilmesi sürecinin düzeyini ve yoğunluğunu ortaya koyan bir işaret de, akademik mahfillerde bazen benimsenen Marksist bir aydın olarak Leon Trotskiy’nin eserlerinin hiç incelenmemiş olmasıydı.[14] Bu, özellikle üzerinde durulması gereken bir husustu, çünkü Trotskiy, reel sosyalizm konusunda Frankfurt Okulu’nun getirdiği eleştirilerin bazılarını kabul ediyor, Almanya’da devrimin uğradığı başarısızlığı ve Avrupa faşizmin yükselişini o da dert ediniyordu. Her ne kadar Trotskiy, eleştirel teori yazılarında geçerken değinilen bir isimse de enstitü yazarları, genelde “Sol Muhalefet” olarak bilinen grubu ve Muhalefet Bülteni isimli bir dergi çıkartan Dördüncü Enternasyonal’i ya görmezden geliyor ya da onlarla ilişki kurmaktan imtina ediyordu. Trotskiy’nin sekreteri Walter Held (Heinz Epe) Frankfurt Okulu’nu biliyor, hatta Horkheimer’ın dergisiyle ilgili olarak, meramını daha başlığında ortaya koyan bir eleştiri yazısı yazıyordu: “Politik Pratiksiz Eleştirel Teori Mümkün mü?”

Okulda Horkheimer’e yakın duran üyeler Troçkist değildi, oysa Troçkizm, Sovyetizm karşıtlığına sunduğu katkı ve genelde reel sosyalizme yönelik reddiyesi sebebiyle Batı akademyasında Marksizmin en kabul edilir biçimi olarak görülüyordu.

Okul üyeleri, (Trotskiy’nin Spartaküs Birliği’nin ezilmesinde ve faşizmin yükselişinde sahip olduğu sorumluluk sebebiyle sert bir dille eleştirdiği) reformist İkinci Enternasyonal Marksizmi bağlamında, sosyal demokrat bile değillerdi.[15] Belirli konu başlıkları ile ilgili olarak somut konumlar alma konusunda hep isteksiz olan Horkheimer, Adorno ile birlikte yürüttüğü çalışmayı sosyal demokrasinin sağında bir yere yerleştirmekteydi.

“Biz, insanların yazılarımızın alabildiğine radikal olduğunu söylemelerini istemiyoruz. Çalışmayana ekmek yok: biz sosyal demokratlara bu noktada saldırıyoruz.”[16]

Almanya’da Nazizmin otuzların başında iktidara gelmesi sebebiyle enstitünün ABD’ye taşınması sonrası kurum, “ülkedeki burjuva düzenine uyum sağladı, geçmişte ve o günlerde yürüttüğü çalışmaları ABD’deki akademinin ve şirketlerin şüphelerini ortadan kaldırmak için sansürledi.”[17] Marcuse, sonrasında Horkheimer’in her türden politik faaliyeti neden yasakladığını izah etmek zorunda kaldı.[18] Stuart Jeffries’ın aktardığı biçimiyle, “ABD’de sürgünde olduğu dönem boyunca Horkheimer, kurumun Amerikalı sponsorlarını korkutmamak adına, makalelerden Marksizm ve Devrim sözcüklerinin çıkartılmasını ısrarla dile getirdi.”[19] Thomas Wheatland’in detaylarını sunduğu gelişme dâhilinde enstitü, Yahudi İşçi Komitesi, (Commentary isimli dergisi CIA ile bağlantılı olan) Amerikan Yahudi Komitesi, sonrasında Rockefeller Vakfı, Alman Savunma Bakanlığı ve Almanya Yüksek Komiserliği gibi teşkilâtlardan gelen parayı güvence altına almak adına, yürüttüğü araştırma programına İngiliz-Amerikan topraklarında geliştirilmiş tekno-bilimsel sosyolojinin politik açıdan tarafsız kimi biçimlerini dâhil etti.[20] Enstitü, ayrıca sonrasında Uygulamalı Toplumsal Araştırmalar Bürosu (BASR) adını alan, Paul Lazarsfeld’in kurduğu Radyo Araştırmaları Bürosu’yla sıkı bir ilişki içerisine girdi. Horkheimer’in çevresinde bulunan, Amerika’ya getirttiği Adorno gibi enstitü üyelerini işe alan bu iletişim çalışmaları merkezi, Christopher Simpson’ın aktardığına göre, “hükümetin yürüttüğü psikolojik savaş programlarının fiili uzantıları”ndan birisiydi.[21] ABD Ulusal Güvenlik Aygıtı ile birlikte çalışan Rockefeller Vakfı’ndan 67.000 dolarlık bağış almanın yanında merkez, CIA gibi bir dizi devlet kurumuyla birçok askerî, istihbarî ve propaganda amaçlı iş için sözleşme imzaladı. Yıllık bütçesinin yüzde 75’ini devletten gelen para oluşturuyordu.[22]

Büyük Buhran dönemi boyunca enstitüye yapılan bağışlar sayesinde Horkheimer ve yakın çevresi, rahat koşullarda çalışma imkânı buldu. Örneğin bu dönemde birçok farklı dili bilen personelin çalıştığı Manhattan’daki 117. Cadde’de bulunan genel merkezde çalışanların idari veya öğretmenlikle ilgili bir vazifeleri bulunmamasına rağmen bunlara yüksek maaşlar ödeniyor, bu insanlar düzenli olarak tatillere gönderiliyordu.[23]

Ancak bu durum 1937’de değişti. Yatırım alanında yapılan yanlışlar, kuruma yapılan bağışların önemli oranda düşmesine neden oldu. Enstitünün ekonomi uzmanı Pollock’a bu sorunu çözme görevi verildi. Başında bulunduğu büro, zamanla New York Borsası analizcilerinin bürolarına benzer bir yapıya kavuştu. Dışarıdan hizmet veren finans danışmanları, Pollock’a bir dizi yatırım stratejisi önerdiler (bunlardan biri de New York’un kuzeyinde ikamet amaçlı emlâk işine girmesi yönündeydi.)[24]

Bu süreçte Horkheimer, maaşlarda ve personel sayısında kesintiye gitti, bir yandan da enstitünün yürüteceği araştırmaları Amerikan standartlarına çekmek için yoğun bir çaba içine girdi. Burada amaç, bağış toplayabilmekti.[25] Otuzların sonunda, “enstitünün toplumsal eleştirisi kitle kültürüne ve haraç toplumu teorisine yönelmiş olmasına karşın, Horkheimer, ABD’de Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nü muteber kılmak ve başarılarını duyurmak için halkla ilişkiler şirketi olarak çalışsın diye Phoenix Haber ve Reklâmcılık Bürosu’nu görevlendirdi.”[26] Pazara hâkim olmak ve şirketlerden gelen paraları güvence altına almak için elinden gelen her şeyi yapan enstitü, yazıları ABD basınında ön plana çıksın diye bir halkla ilişkiler şirketi tuttu. Tam da bu sebeple Bertolt Brecht gibi Marksist aydınlar, Frankfurt Okulu’ndaki hocaları, Stuart Jeffries’ın ifadesiyle, “Amerika’da sürgünde yaşadıkları dönem boyunca destek arayışı için yeteneklerini ve görüşlerini birer mal gibi satan, böylece ABD halkına zulmedenlerin hâkim ideolojisine destek sunan fahişeler”e benzettiler.[27]

Horkheimer’in yaptığı mali kesintiler sebebiyle çevresinde oluşmuş grubun sekiz üyesinin beşi Washington’da ayrılıp iş buldu, bu isimleri ABD hükümeti ve ulusal güvenlik aygıtı işe aldı.[28] Leo Löwenthal’ı, ülke içinde ve dışında büyük ölçekli propaganda kampanyaları yürüten Savaş Enformasyonu Bürosu (OWI) işe aldı. Friedrich Pollock ise Adalet Bakanlığı Tekellerle Mücadele Departmanı’nda çalıştı. Herbert Marcuse, Franz Neumann ve Otto Kirchheimer ise önce OWI’da, sonra da CIA’in önceki hâli olan Stratejik Hizmetler Bürosu’nun (OSS) Araştırma ve Analiz Şubesi’nde istihdam edildi.[29] OSS’te bu isimler, Nazizmin yükselişi ve yayılımı, Üçüncü Reich’ın yenilgisinin yol açacağı sonuçlar, Almanya’da muhalif siyaset ve komünizm, Nazilerden kurtulma süreci gibi meselelerle ilgili raporlar hazırladılar.[30] Bu beş isim, savaş sonrasında da Washington’da kaldı. Sonrasında üniversitelerde önemli mevkilere geldiler. Ülkeden ilkin, sonrasında çift taraflı çalışan, Moskova’ya da hizmet eden bir ajan olduğu ortaya çıkartılan Neumann ayrıldı.[31] 1948’de Columbia Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü oldu. En son Löwenthal ayrıldı, çünkü kendisi, ABD propagandasının en önemli araçlarından olan Amerika’nın Sesi radyosunda yıllarca araştırma direktörü olarak çalıştı. 1956’da Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Kampüsü’nde hocalık yapmaya başladı. Horkheimer grubunu oluşturan Horkheimer, Adorno ve Fromm, New York’ta kaldı (sonrasında Fromm hariç diğer iki isim Kaliforniya’ya taşındı). Bu anlamda, okul üyelerinin Amerika’daki sürgün hayatıyla ilgili olarak anlatılan standart hikâyenin düzeltilmesi gerekiyor. Ekip, savaş döneminde ve savaş sonrasında esas olarak Washington’da ikamet etti. Burada Amerikan ulusal güvenlik aygıtı, Alman kültürü ve toplumu konusunda uzman olan bu solculara kucak açtı ve onları el üstünde tuttu. Bu anlamda Frankfurt Okulu, esasen Washington Okulu olarak tarif edilebilir. Okul içindeki aydınların büyük bir kısmı, Amerikan hükümeti için araştırma yürütüyor, analizler kaleme alıyor, propaganda faaliyeti yürütüyordu.

Batı’nın Statükosunu Savunmak

Uzun vadede hiçbir şey değiştirilemez. […] Yani bu anlamda bizim hem Marksizmi hem de ontolojiyi reddetmemiz gerekiyor. […] İnsanlıktan Amerikan sisteminin az çok eski olan hâlinden başka bir şey inşa etmesini bekleyemeyiz.

[Max Horkheimer]

Enstitü, savaş sonrasında Frankfurt’a geri dönmeye karar verince genç Jürgen Habermas, “Horkheimer’in Federal Cumhuriyet’in sıkı bir müttefiki hâline gelmesinden korktu”:

“Onun kamuoyuna karşı sergilediği tavır ve enstitü ile ilgili olarak yürüttüğü politika, bize onda cisimleşmiş olan eleştiri geleneğiyle çelişen oportünist bir uyumculuğun ifadesiymiş gibi geliyordu.”[32]

Bu bağlamda, Horkheimer’in ellilerde Habermas’ı politik açıdan radikal oluşu sebebiyle kenara ittiğinden ve sansürlediğinden bahsetmek gerekiyor. Hatta Horkheimer, onu aynı temelde, enstitüden çıkartmayı bile önerdi.[33] Habermas’ın biri liberal demokrasi eleştirisini içeren, diğeri burjuva toplumunu prangalarından kurtarma ihtimalinden ve devrimden bahseden iki makalesini yayımlamayı reddetti. Adorno’ya gönderdiği bir mektupta da aynı şikâyetini dile getiriyordu:

“Bu ‘prangalanmış toplum’un paralarıyla varolan bir enstitünün yayımladığı araştırma raporuna bu türden bir yazıyı kabul etmemiz imkânsız.”

Üstelik bahsini ettiği kurum, birçok projede CIA ile birlikte çalışan ve onun Ford Vakfı ile birlikte yürüttüğü çalışmaları denetleyen ABD Almanya Yüksek Komiseri John McCloy gibi isimler tarafından finanse edilmekteydi.[34]

Horkheimer, o dönemde CIA’in desteklediği, ortanın sağında duran, antikomünist parti Hristiyan Demokrat Birlik’le yan yana duruyor, Çinlileri durdurmak için zaruri olduğunu söylediği Vietnam savaşına açıktan destek sunmak suretiyle ABD dış politikasına arka çıkıyordu.[35] 1967’de, İkinci Dünya Savaşı sonrası antikomünist kültür savaşı dâhilinde kurulmuş Amerika Evleri’nden birinde yaptığı konuşmada şunu söylüyordu:

“Amerika’da savaş yapmak gerekli olduğunda, beni şimdi iyi dinleyin, mesele vatan savunması değildir, asıl mesele, insan haklarını savunmak, anayasayı savunmaktır.”[36]

Nisan 1948’de Frankfurt Üniversitesi’nde misafir profesörlük unvanını almak için Almanya’ya geri döndüğünde Amerikan vatandaşıydı. Rockefeller Vakfı’ndan bağış alan enstitüsü, Wiggershaus’un ifadesiyle,

“Horkheimer’in standartları uyarınca, ABD’deki en eski ve en büyük kapitalist tekellerinden gelen paranın çok küçük bir kısmını entelektüel faaliyet ve kültürdeki yozlaşmayı araştırma işine tahsis ediyordu.”[37]

1956’da Horkheimer ve Adorno, Spiegel dergisine yazdıkları yazıda İsrail, İngiltere ve Fransa’nın Süveyş Kanalı’nın kontrolünü sağlamak için Mısır’ı işgal etmeleriyle neticelenen saldırıyı savundu (Birleşmiş Milletler bu eylemi kınadı).

“Kimse, cüret edip de bu hırsız Arap devletlerinin İsrail’e saldırmak ve oraya sığınmış olan Yahudileri kıyımdan geçirmek için yıllardır fırsat kolladığını söyleyemiyor.”[38]

Aynı yıl ikili, Komünist Manifesto’nun güncel versiyonuna dair görüşlerini içeren ve açıktan politik olan çalışmalarını yayımladı. Kitapta bir iki küçük istisna dışında, Batı dünyasının üstünlüğünü övdüler, Sovyetler ve Çin’i kötülediler, bunu yaparken Doğu’daki barbarlardan bahsettiler, onları “köleliği seçmiş hayvanlar, sürüler ve faşistler” olarak tarif ettiler.[39] Horkheimer orada şunu söylüyordu:

“Ben, Avrupa ve Amerika’nın tarihin bugüne dek refah ve adalet konusunda ürettiği en iyi medeniyetler olduğuna inanıyorum. Bugün asıl önemli mesele, bu kazanımları korumaktır.”[40]

Habermas, nadiren de olsa Horkheimer ve Adorno’yu ilk yıllarda belli konularda sollasa da o, devrimci olmaktan uzak bir isimdi. Zira Habermas, sonrasında İran Körfezi Savaşı’na ve NATO’nun Yugoslavya’ya yaptığı müdahaleye destek verdi.[41] Ayrıca şunu da hatırlatmakta fayda var: daha öncesinde Habermas, Hitler Gençliği örgütünün üyesiydi ve savaş süresince cephede yardımcı kuvvetler içerisinde faaliyet yürütmüştü. Ardından okulda dört yıl boyunca Nazi felsefecisi denilen bir kişiden eğitim aldı (Horkheimer ve Marcuse de Heidegger’den eğitim almıştı.)[42] Her ne kadar Habermas, ilk başta altmışlardaki antiemperyalist ve antikapitalist aktivizmle ilgilense de nihayetinde enstitüdeki arkadaşlarıyla birlikte hareketi bir tür “sol faşizm” olarak değerlendirip mahkûm etti.

Adorno, bu “sol faşizm” lafını söylem ahlakı bağlamında yeniden kullandı ve Marcuse’nin şu cümlelerde ifade edilen suçlamasına karşı bu isimle sıfat arasındaki çelişkiyi içeren ifadeyi diyalektiğin rengarenk hâlini gündeme getirmek adına savundu:

“(Hakiki) sol, kendisini kendisine içkin zıtlıkların zorlamasıyla sağcılaştıramaz. Bunun için kendi toplumsal zeminini ve hedeflerini değiştirmesi gerekir.”[43]

Adorno, bu süreçte akıl dışı eylemlere sürüklendiğini, düşüncesizce şiddet uyguladığını düşündüğü eylemci öğrencilere Batı Almanya’nın neden savunulması gerektiğini anlatıyordu. Ona göre Batı Almanya, eleştirilmesi gereken faşist bir devlet değil, bir demokrasiydi (sonrasında Habermas da “Alman cumhuriyetinin dünyadaki en liberal altı yedi ülkesinden biri olduğunu” söyledi.)[44] Ayrıca Adorno, bu tespitine üniversitenin toplumu değiştirmek için kullanılacak operasyon üssü olmadığı, radikal değişimlerle alakalı girişimlerin aydınlara yönelik öfkeyi harlayacağı tespitini ekledi. Batı Almanya’ya verdiği desteği ve “Vietkong gerillaları Çinlilere has işkence yöntemlerini kullandığı için Vietnam’daki savaş, geceleri uykularımızı kaçırıyor” tespitini meşrulaştırmak adına Adorno, Teori ve Pratiğe Kenar Notları isimli çalışmasını yayımladı.[45] Bu makalede Adorno, en eylem türünün eylemsizlik olduğunu göstermek amacıyla, diyalektik harlama yöntemini kullandı. “Gerçek pratiğin hedefi, pratiğin kendisini ortadan kaldırmak olmalıdır” diyen Adorno, teorinin en zor ve en gerekli “pratik” olduğunu söylüyordu.[46] Hatta daha da ileri giderek, faşizmle komünizmin aynı şey olduğuna dair “aleni gerçeği” savunur bir konuma geldi.[47] Bu iddiasını desteklemek için aşırı milliyetçi Neonazi partisi Almanya Nasyonal Demokrasi Partisi’ne su taşıyan Parlamento Dışı Muhalefet (ApO) isimli yeni sol hareketi örnek gösterdi. Başka bir yerde ise iddiasını desteklemek için şunu söyledi:

“Almanlar, Rusların sosyalizmden yana olduğunu sanıyorlar. Oysa insanlar Rusların, bilhassa avamın faşist olduğunun farkında değiller. Ama sanayiciler ve bankacılar, bu gerçeğin farkında.”[48]

Sovyetler Birliği, 27 milyon Rus’un faşizmle mücadelede canlarını feda ettiği bir dünya savaşından çıktığı için “avam”ın SSCB’yi antifaşist sayması, gayet doğal bir durum. Ayrıca sanayicilerin ve bankacıların ya da Adorno gibi babası “zengin bir şarap tüccarı” olan profesyonel aydınların komünistleri mülkiyetleriyle alakalı çıkarlarına yönelik bir tehdit olarak gördükleri için onları yanlış bir yaklaşımla, faşistlerle bir tutmasında da şaşılacak bir şey yok.[49]

Altmışların sonunda dağıtılan bir öğrenci bildirisinde, Frankfurt Okulu’ndaki hocalarla ilgili olarak dile getirilen cümle, öğrencilerin o hocaları nasıl gördüklerini gayet iyi özetliyor:

“Onlar, teoride eleştirel, pratikte konformist olan, otoriter devlete ait solcu aptallardır.”[50]

Adorno, Hans-Jürgen Krahl ve diğer Sosyalist Alman Öğrenci Birliği üyesi protestocular, Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’ndeki odasını işgal ettiğinde polisi çağırınca Krahl, öğrenciler adına duyduğu rahatsızlığı “Adorno ve diğer profesörler boktan eleştirel teorisyenlerdir” cümlesiyle dile getiriyordu.[51] Minima Moralia’nın yazarı, Krahl ile ilgili suçlamalarından vazgeçmedi. Aynı tutumu 1964’te Yıkıcı Eylem isimli öğrenci örgütü konusunda da takındı. Şikâyetinden ve suçlamalarından vazgeçmesine dönük onca baskıya rağmen Adorno, geri adım atmadı.

Enstitü, Batı Almanya’daki demokrasiyi eylemci öğrencilerdeki faşizmin karşısına çıkartıyor, onu yüceye yerleştiriyordu. Oysa maddi gerçeklikte bu tespitlerinin bir karşılığı bulunmamaktaydı. Philip Agee gibi isimlerin detaylı bir biçimde açıkladıkları üzere, Batı Almanya’da işbaşında olan Adenauer hükümetine CIA mali destek sunuyor, bizzat onun tarafından kontrol ediliyordu.[52] OSS/CIA, ayrıca dört bin kadar ajanı doğrudan Adenauer ile işbirliği içerisinde hareket eden ve eski Nazi partisi üyesi tuğgeneral Reinhard Gehlen’in ellerine teslim etti. CIA, bu isimler sayesinde savaş sonrasında Alman istihbarat kurumunu kontrol altına almayı bildi. [53] Buna ek olarak, ABD ulusal güvenlik aygıtı, Doğu Almanya’ya karşı yürütülen istikrarsızlaştırma ve kapsamlı terör kampanyasını yürütsünler diye sağcı örgütleri finanse etti, eğitti, donattı.[54] Son olarak OSS/CIA, antikomünist terörizm ve sabotaj görevleri üstlenmiş faşist yedek birlikler oluşturmak için Nazileri kullandı.[55] CIA’in savaş sonrası dönemde Batı Almanya’da yürüttüğü faaliyetlerin kapsamı bugün bile bilinmiyor, ama sürecin nasıl işlediği, o dönemde birçok eylemci öğrencinin de bildiği bir gerçeklik. Bu anlamda, Enstitü’nün başında isimlerin faşist yedek birlikleri bilmiyor olmaları imkânsız. Zira o dönemde, bilhassa Ekim 1952’de Spiegel, Frankfurter Allgemeine Zeitung, Frankfurter Rundeschau, New York Times, Times of London ve Newsweek gibi dergilerde konuyla ilgili yazılar yayımlanmış.[56] Hatta o dönemde Frankfurt’ta Hans Otto isimli eski bir SS subayı karakola teslim oldu ve kendisinin içinde iki bin kadar aşırıcı sağ militanın bulunduğu Teknik Hizmet isimli gizli faşist ordusunun bir şubesinin üyesi olduğunu söyledi. Sonrasında yürütülen ve Frankfurt ile başka kentlerde kamuoyunda tartışmalara neden olan soruşturma esnasında esas olarak CIA’in eğittiği, silâhlandırdığı ve denetlediği Nazilerden oluşan bu terörist ağın elinde “X” olayının gerçekleşmesi durumunda yok edilmesi öngörülen kırk kadar üst düzey sosyal demokrat çalışanın ve çok sayıda komünistin isminin bulunduğu uzun bir liste ele geçirildi. Muhtemelen “X” olayı derken de Sovyet işgali, kitlesel gösteriler veya solun seçim zaferi kastediliyordu.[57] O dönemde Almanya’da açık faşizm yürürlükte değildi, çünkü ülke, kendisindeki faşizmi ortayolcu bir kukla hükümetin sunduğu kılıfın altında saklıyordu. Daniel Guérin gibi zeki aydınlar ve öğrenciler bu gerçeği gördüler.[58] Ama Adorno ve yakın dostları göremediler.[59]

Her ne kadar Frankfurt Okulu içerisinde tarih boyunca farklı tartışmalar yürütülmüş, farklı konumlar alınmış, farklı güçlere bağlılık gösterilmiş olsa da güvenle ifade edebiliriz ki, belirli bir dönemi dâhilinde Marcuse haricinde Frankfurt Okulu’nun önde gelen üyeleri, öğrenci hareketine ya hiç ilgi göstermemiş ya da onu eleştirmiş, bir yandan da yeni sola şüpheyle yaklaşırken eski solu önemsememiştir.[60]

Horkheimer, hiçbir zaman bir işçi sınıfı partisine üye olmazken, Adorno, sosyalist politik faaliyetle hiçbir zaman bir bağ kurmadı.[61] Hatta okulun ilk yıllarında bazı isimlerin yapıp ettikleri ile ilgili değerlendirmesinde Rolf Wiggershaus’un dile getirdiği biçimiyle, “Horkheimer çevresine mensup kişilerin hiçbirisi politik faaliyet içerisine girmedi, bu kişiler, işçi hareketi veya Marksizm içinden gelen isimler değillerdi.”[62]

Akademi dâhilinde teşkil edilmiş bir düşünce geleneği olarak eleştirel teori, radikal toplumsal hareketlerin ortaya koyduğu pratiği eleştiren bir teori biçimiydi.[63] Eleştiri, Marksizmin özünü çöpe atıp onun ruhundan beslenen, kişinin kendi fikirlerini netleştirmeye yönelik düşünsel gayreti olarak anlaşılıyordu. Bu yaklaşım üzerinden okulun teorisyenleri, Marx’ın devrimci teorisini idealist liberalleri ve gericileri de içerecek biçimde, söylemsel ve soyut anlamı dâhilinde, spekülatif bir eleştiri geleneğine dönüştürmeye çalıştılar. Wheatland’in tespitiyle, Okul üyeleri, hümanizme ve eleştirel akıl ülküsüne bağlı, Kant, Romantikler, Hegel, Marx, Schopenhauer, Nietzsche, Freud ve Weber’in mirasından oluşan klasik Alman düşüncesinden kök almış tüm değerleri savunan, her şeye “hayır” deyip duran (bu anlamda, Lowenthal’in o çok sevdiği ifadeyle, “uyumlu olmak istemiyorum” diyen) radikal isimler olarak varlıklarını sürdürdüler.[64] Louis Althusser’in “teoride sınıf mücadelesi” dediği, materyalizmle idealizm arasındaki gerçek ideolojik savaşı ifade eden şey, idealizmin kısmi veya topyekûn zaferi sebebiyle ortadan kayboldu. Ingar Solty’nin de tespit ettiği biçimiyle:

“Özünde Horkheimer ve Adorno, tarihsel faşizmi, yenilip soyut antikapitalizm ve teorideki konformizm dışılık konumuna çekilmiş sosyalist proje olarak görüyordu. […]. Ancak bu konum üzerinden ikili, temelde Marx’ın Alman İdeolojisi’nde dile getirdiği ‘eleştirel eleştirinin eleştirisi’ denilen çizginin gerisine düştü. Tıpkı Bruno Bauer ve Max Stirner gibi onlar da sürekli şu şikâyeti dile döküp durdular: ‘Keşke insanlar da bizim gibi aldatmacanın genel bağlantısı üzerinden görebilselerdi!’ […]”[65]

Frankfurt Okulu’ndaki hocaların gelecek nesillere “mesajı şişe içinde iletme” stratejisi konusunda çok mürekkep harcandı. Bazıları, “onların devrimci olmayan yazılarının bu sebeple fazla radikal olduğunu” iddia ettiler. Gelgelelim, çok az insan, o mesajın içeriğini sorguladı. Oysa o mesajın asıl amacı, insanları bugün ve burada süren mücadelelerden uzaklaştırıp, onların spekülasyon denizine yelken açmasını sağlamaktı.[66]

Bu anlamda, okulun önde gelen üyelerinin 1966’da CIA eliyle kurulan cephe örgütü olduğu ortaya çıkan Kültürel Özgürlük Kongresi (CCF) ile bağları olmasında şaşılacak bir şey yok. CCF, CIA’in düşün dünyasında eşitlikçi siyasete karşı yürüttüğü savaşta kullandığı en önemli silâhlardan biriydi. CIA, bu süreçte komünist olmayan solu finanse ve teşvik etti.[67]

Horkheimer, kurumun Hamburg’da düzenlenen konferanslarından birine katılırken, Adorno, CCF’in Monat isimli dergisini çıkarttı. Makaleleri CIA’in fonladığı Encounter ve Tempo Presente dergilerinde yayımlandı.[68] ABD, okulu el üstünde tuttu, savaş sonrası dönemde ünlenmesini sağladı. Bu sürece Partisan Review ve Commentary gibi dergilerle katkıda bulundu.[69]

Partisan Review CIA’in çıkarttığı bir dergi iken, Commentary’nin yayın yönetmeni yardımcılığını, CCF’in Amerikan şubesi ACCF’in (Amerika Kültürel Özgürlük Kongresi) yönetici sekreteri Irving Kristol üstlenmişti.[70] Commentary, tıpkı enstitü gibi, Amerikan Yahudi Komitesi’nden para alıyordu. Derginin yayın yönetmeni Elliot Cohen, enstitünün dostlarındandı (2006’da açığa çıkan bir CIA belgesinde Cohen’in aynı zamanda Başkanın Dış İstihbarat Danışma Kurulu için danışmanlık yaptığı ortaya konuluyor).[71]

Wheatland, ACCF’in çıkarttığı dergilerden biri olan Commentary dergisini “Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’yle irtibatlı isimlerin çalışmalarının reklâmının yapılmasında ve itibarlarının artırılmasında en önemli araçlardan biri” olduğunu söylüyor.[72] Cohen’in yanı sıra, enstitüyle sıkı işbirliği içinde olan başka isimlerin de ulusal güvenlik aygıtıyla güçlü bağlara sahip kişiler oldukları görülüyor. Bu isimlerden biri, Horkheimer’in ABD’de yazıştığı felsefe profesörü Sidney Hook. Bu isim, CIA’in yürüttüğü kültürel Soğuk Savaş’ın cephe hattında yer alan ateşli bir soğuk savaşçı. ACCF ve CCF’yle derin ilişkileri bulunan Hook, aynı zamanda 1950-1953 arası dönemde CIA direktörüne ve 1951’de antikomünist propaganda faaliyetlerini denetleyip koordine etmek amacıyla kurulmuş olan Psikolojik Strateji Kurulu’na danışmanlık yapıyor. Enstitüyle uzun süre işbirliği içerisinde hareket etmiş olan Edward Shils, CCF için çalışan bir soğuk savaşçı. Shils, sonrasında CCF’in CIA’e ait bir cephe örgütü olduğunu ta 1955 yılında bildiğini kabul etti.[73]

Ulusal güvenlik aygıtıyla bağları bulunan aydınların sunduğu maddi destek ve yürüttüğü reklâm çalışmasının, Horkheimer’in yakın çevresinin derin devletin propaganda faaliyetlerine bilinçli olarak katkı sunan ajanlardan oluştuğunu ispatlamadığını söyleyenler, önemli bir meseleyi gözden kaçırıyorlar. Horkheimer’in antikomünist solcu aydınlardan oluşan grubu, esas olarak Thomas Braden gibi CIA memurlarının kültürel Soğuk Savaş dâhilinde yürütmeye çalıştıkları çalışmaya benzer bir çalışmaya imza attı. Gizli operasyonları, sadece bilmesi gereken insanlar biliyorlardı.

“Ellilerde Avrupa’nın önemli bir kısmında kendisini ‘solcu’ olarak adlandıran, birçok Amerikalının komünistten farklı görmediği sosyalistler, komünizmle mücadele meselesini pek umursamıyorlardı.”[74]

Bunlar, CIA’in desteklediği ve reklâm ettiği aydınlardı. Devlet kurumlarıyla, özel vakıflarla, üniversitelerle, yayıncılarla ve basın kuruluşlarıyla yakın ilişki içerisinde olan bu işbirlikçiler, çalışmalarını bugüne dek CIA’ye hiç değmeden yürüttüler.

Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü, komünist olmayan solcu isimlerden oluşan bir yapıydı. Üyeleri açıktan reel sosyalizmi eleştirmekteydi. Birçok çalışmasında bu insanlar, kapitalizmden kurtulmanın imkânsız olduğunu yazıp durdular. Wheatland’in anımsattığı biçimiyle:

“Marcuse ve Horkheimer Çevresi, Amerikan soluna ve Batı Marksizmine önemli katkılar sundular. Bu katkı, esasen ‘geç dönem kapitalizmi’nin Marksistlerin düşündüğünden daha istikrarlı ve sağlam olduğu fikri ile ilgiliydi. Enstitünün Amerika’ya göç ettikten sonra geliştirdiği düşüncelerin önemli bir kısmı bu tez üzerine kuruluydu. Enstitü, toplumsal araştırmalara dair birçok alanda bu tezi savunuyordu.”[75]

Bu noktada şu ilginç notu da eklemek gerekiyor: bilebildiğim kadarıyla, okulun önde gelen isimlerinin hiçbirisi, CIA’in komünist olmayan solun desteklenmesi ve Batı aydınlarının ideolojik bir çizgide örgütlenmesinde oynadığı rolü açıktan eleştiren tek bir laf etmedi.

Enstitünün doğmasını sağlayan Birinci Marksist Çalışma Haftası isimli ön araştırma seminerine katılmış olan Georg Lukács, okuldaki hocaların davayı kötümser bir tutumla terk etmelerinin ve emperyalizme suç ortaklığı yapmalarının önde gelen Batılı aydınlar olarak yaşayacakları o güzel hayatın bedeli olduğunu söylüyordu. 1962 yılında Roman Teorisi isimli çalışmasına yazdığı önsözde Lukács, Schopenhauer’e yönelttiği önceki eleştirinin kapsamını genişleterek, ona “Adorno gibi önde gelen Alman aydınlarının önemli bir kısmını da dâhil ediyordu.”[76] Aklın Yıkımı isimli çalışmasında geliştirdiği bu eleştiri, Schopenhauer’in, dolayısıyla Adorno ve şürekasının uçurumun, hiçliğin ve absürtlüğün kıyısında her türden rahatlığı sunan güzel otel anlamında “Büyük Otel Uçurumu”nda ikamet ettiğini söylüyordu. “Mükellef sofralarla sanatsal pratikleri içeren eğlenceler arasında geçen günlük tefekkür pratiği, ancak o incelikli zevkler içeren rahatlatıcı unsurlardan alınan zevki artırmaktan başka bir işe yaramıyordu.”[77]

Eleştirinin Sol Sınırında Polislik Yapmak

Artık sınıfa yapılan çağrılar hiçbir işe yaramaz, çünkü bugün gerçekte hepiniz proletersiniz.

[Theodor Adorno]

Eğer çok şeye sahip olanlar, sahip oldukları şeylerin bir kısmını ihtiyaç sahiplerine vermek zorunda kalırsa bu insanlar, en nihayetinde o ihtiyaç sahiplerinin altında ezileceklerdir.

[Max Horkheimer]

Frankfurt Okulu’nun geliştirdiği eleştirel teori, öncelikle Batı kültürünün ve medeniyetinin tarihiyle meşgul oldu. Tüketimci kapitalizm ve kültür endüstrilerinin hâkim olduğu toplumsal hayata dair kimi derinlikli görüşler dile getirse de okul, işçi mücadelelerine, sömürgecilik karşıtı kurtuluş savaşlarına, materyalist feminizme ve diğer devrimci hareketlere hep uzak durdu. Edward Said, uluslararası planda solcu siyasetin sahneye çıkmayışını gayet güzel tarif ettiği çalışmasında, Batı Marksizmine mensup aydınların önemli bir kısmının emperyalizm konusunda kör olduğu üzerinde duruyordu:

“Hâkimiyet, modern toplum ve sanat ile eleştiri üzerinden kurtulma fırsatları arasındaki ilişkiler konusunda önemli görüşler sunsa da Frankfurt Okulu, ırkçı teori, antiemperyalist direniş ve imparatorluk bünyesinde ortaya konulan muhalefet pratiği konusunda sessiz kaldı. Hadi diyelim bu sessizlik bir tür gafletti, bugün okulun önde gelen teorisyenlerinden Jürgen Habermas, ilkin New Left Review’de yayımlanan bir söyleşisinde bu sessizliğin kasti bir çekimserliğin tezahürü olduğunu söylüyor. Orada ‘Üçüncü Dünya’daki antikapitalist ve antiemperyalist mücadelelere diyecek bir şeyimiz yok’ diyor ve ekliyor: ‘Ben, aslında bu yaklaşımın Avrupamerkezcilikle kısıtlanmış bir görüşü temel aldığının farkındayım.’ […]”[78]

Herbert Marcuse, okulla bağlantılı olan önemli bir isim olarak, altmışların sonunda ve yetmişlerin başında radikal toplumsal hareketlere destek veren birine dönüştü. Öyle ki kendisi bu tabiri reddetse de kimileri onu Yeni Sol’un “büyükbaba”sı olarak adlandırdı.[79] Buna karşılık, Andrew Feenberg gibi isimler, Marküzeci yönelimi, en azından 1968 sonrasındaki hâlini, tarihsel materyalizme bağlılık ve pratiğin riskleri düzleminde ele aldılar:

“Horkheimer ve Adorno, nihayetinde Yeni Sol’u redde tabi tutarken, Marcuse, Hegelci-Marksçı-Lukaççı ikilemi tarih alanına taşıdı.”[80]

2 Haziran 1969’da işçilerin ve öğrencilerin antikapitalist hareketlerinin açığa çıkardığı harr karşısında Konkret dergisi Marcuse’yi, “Frankfurt Okulu’nun eleştirel teorinin iddialarını gerçeğe taşımak isteyen öğrencileri, genç işçileri, kentlerde zulüm gören azınlıkları ve Üçüncü Dünya’daki ezilenleri destekleyen tek temsilcisi” diyerek göklere çıkartıyordu.[81]

Bu bağlamda, şu önemli notu aktarmak gerekiyor: Marcuse’nin akademideki toplumsal itibarı yanında okuldaki gelişmeleri anlamak için kullanılan hâkim tarihyazımı, doğrudan Marcuse’nin gizliden bağlı olduğu politik konularla alakalıydı.

Marcuse, çoğunlukla anakronizme meyilli bir ahmak ya da altmışların egemen kültüre meydan okuyan, ama artık mazide kalmış olan dünyaya ait, üzeri küf bağlamış bir ikona olarak görülüp ihmal edilen ya da kenara itilen bir isimdi. Eski öğrencisi Angela Davis’in 2004’te dediği gibi, “Frankfurt Okulu’yla ilişki olan, en çok bilinen ve yaygın bir biçimde okunan tek düşünürü olarak Marcuse, seksenlerde ve doksanlarda o kadar okunmazken, Theodor Adorno, Max Horkheimer ve Walter Benjamin, yakın dönemde yaygın bir biçimde okundu.”[82]

Esasen Marcuse’nin sahip olduğu itibarın kısmen sorumlusu Horkheimer’di, zira o, Marcuse’yi kendi düşüncesini ve Adorno’nun düşüncelerini basitleştirip kabalaştırmakla suçlamıştı.[83] Adorno’ya yazdığı bir mektupta bu suçlamaya cevap veren Marcuse, basitleştirmenin etkili bir taktik olduğunu, zira toplumsal değişim için dile getirilmiş olan fikirlerin kullanım değerini artırdığını söyledi:

“Bana yönelik saldırısında Max, müşterek yürüyen tartışmalarda geliştirilen fikirleri özel mülk olarak geri istiyor. Bu yaklaşımı bana sıra dışı geliyor. Ben, çalışmalarımda bu düşüncelerin kabalaşıp basitleştiğini memnuniyetle kabul ediyorum. Ben, kabalığın ve basitleştirmenin bu düşüncelerin kendisini hemen ele vermeyen radikal özünün yeniden görünür kıldığına inanıyorum.”[84]

Angela Davis’ten bahsetmişken, şunu söylemek lazım: Habermas’ın ve yeni Habermasçıların yörüngesinde hareket eden eleştirel teori geleneğine dair, artık önemli bir yere sahip olan değerlendirmelerde Angela Davis’in ismine rastlanmıyor. Rolf Wiggershaus, “Frankfurt Okulu: Tarihi, Teorileri ve Politik Önemi” gibi okura çok şey vaat eden bir alt başlık içeren 788 sayfalık kitabında Davis’in adını hiç anmıyor. Aynı konuyu ele alan ünlü kitabında Martin Jay, sadece kitabın 1996 tarihli baskısı için yazdığı önsözde Davis’ten bahsediyor. İlk baskısı 1973’te yapılmış olan kitapta yazar, küçümseyici bir ifade dâhilinde, Davis’i “Marcuse’nin kendisiyle kavgalı eski öğrencisi ve Komünist Parti lideri” olarak tarif ediyor.[85]

Başlarda Davis’i, toplumsal eylemlilikle felsefeye yönelik ayrıksı ilgisi arasındaki bağı nasıl kuracağına dönük çalışmadan soğutan asıl isim Adorno.[86] Davis sonrasında, “Adorno’nun kendisinde gelişen, o dönemde radikal hareketler içerisinde çalışma arzusunu medya çalışmaları hocasının radyo teknisyeni olmak istemesiyle bir tuttuğunu” söylüyor.[87]

Adorno, burada açıktan dile getirmese de esasen şunu söylüyor: gerçek bir akademisyen, incelediği pratiklerin içine asla girmemeli. Bu küçük burjuva ideolojisine göre, akademik çalışmanın geçerliliği ve bilimsel değeri politikayla ilgilenildiği ölçüde azalıyor, sahada faal olan hareketler ve partilerin gerçek kullanım değeri düşüyor. Politik yönelimi az çok görünmez olan çalışma, politik açıdan tarafsız, bu sebeple gerçek manada “bilimsel” addediliyor. Çünkü o, hâkim ideolojiyle dikişsiz bir biçimde kaynaşıyor. Bu açıdan, muhalif politikanın “bilimsel” olması imkânsız, çünkü burjuva bilimini kuvvetlendiren bir politik ideolojiyi salık veriyor.

Okulun tarihi konusunda artık klasikleşmiş olan değerlendirmeler, politika, ırk ve cinsiyet temelli anlatılar için bir araç hâline gelmiş durumda. Bilhassa devrimci Kara Panter Partisi’yle bağlantısı bulunan komünist siyahi kadının eserlerinde karşılık bulan Marküzeci mirasa ait devrimci eylemliliği nispeten muhafazakâr olan Horkheimer-Habermas çizgisinden ayıran akademik tarihyazımı, çok net bir tercihte bulunuyor. Bu ayrışma, tabii ki ilgili gelenekteki yegâne ayrışma değil. Zira bu Marküzeci miras da eleştiriye tabi tutuluyor. Bu anlamda, söz konusu eleştiri, okulun politik tarihi konusunda anlamlı kimi görüşler sunuyor.[88]

Marx’ın Hayaletinin Şeytanlaştırılması

Ütopyacılık, emek kavramı yerine iletişim kavramına vurgu yapmaya başladı.
[Habermas]

Öz diye bir şey kalmadı, ama Frankfurt Okulu’na mensup ilk kuşak Marksçı ruhu az çok muhafaza etti. Sonraki kuşaklar, Habermas’ın çalışmalarında somutlaşan ikinci kuşak ve Seyla Benhabib, Axel Honneth, Nancy Fraser, Rainer Forst gibi isimlerde somutlaşan üçüncü kuşaksa bu ruhu tümden yitirdi. Kapitalist sistem ve ona ait “demokratik” kurumlar içerisinde sosyalizmin fiilileşmesini sağlamak gerektiğini söyleyen Habermas, gündemi belirledi. O, Berlin Duvarı’nın yıkılışına yönelik tepkisini içeren makalesinde şunları söylüyordu:

“Doğu Almanya aydınları, Batı Avrupa solunun onlarca yıl içerisinde uyum sağladıkları duruma yarın uyum sağlamak zorunda kalacaklar. Sosyalist fikirleri, herkese oy hakkı tanıyan anayasal demokrasi ve refah devleti biçimini almış, zayıflıkları yanında güçlü yanları da bulunan kapitalist toplumun alabildiğine reformist olan özeleştirine dönüştürecekler. Devlet sosyalizminin iflası ile birlikte her şey, bu iğnenin deliğinden geçirilmek zorunda kalınacak. […] İnsanlığın kendisine dayatılmış olan vesayetten ve küçük düşürücü yaşam koşullarından kurtulması umudu gücünü hiç yitirmedi, ama gene de o umut, yanlışlanabilir olan bilincin ve talihli azınlığın varlığı ile yağmalanan kıtalar arasında belirli bir denge tesis edildiğinde bunun ümit verici olduğunu söyleyen tarihsel derse yönelik farkındalığın süzgecinden geçti.”[89]

Bu reformist iğnenin deliğinden geçen Habermas, radikal teorinin eleştirel iğnesini o teoriyi mevcutta olan sistemlere iliştirmek için kullanıyordu. Bunun için sosyalizmi toparlamayla ilgili ajandası, esasen maddi tarihin yeniden işlenmesi pratiğine tabiydi. Bu pratik dâhilinde Habermas, Avrupa Aydınlanması projesini iletişim alanında kullanılan aklın öznelerarası ilişkileri aydınlatan ışığını her yana yaymak için uğraşan bir şeymiş gibi takdim etti. Bunun yanında Habermas, dünya genelinde hüküm süren baskı, sömürü, emperyalizmin uyguladığı zulüm, sömürgecilik, kölelik ve yerli halklara uygulanan soykırım ile el ele ilerleyen, sonrasında “modern demokrasi ve kapitalizm” denilen gelişmenin ulaştığı ölçüyü bir tür kaza kabul ederek, bu gelişmeyi önemsiz bir şeymiş gibi göstermeye çalıştı, kenara itti, dışladı.

Benim, Domenico Losurdo’nun ve başka isimlerin eldeki kapsamlı tarihsel kanıtlar üzerinden dile getirdiği biçimiyle, bunlar, iki ayrı proje değildi. Modern “demokratik” Avrupa’nın tarihi hiçbir şekilde kapitalist genişleme sürecinin dünya genelinde yol açtığı felâketten ayrı ele alınamazdı.[90] Aydınlanma idealleri denilen hususlar, esasen oligarşik toplumsal yapılardan ve baskıcı sınıf, cinsiyet ve ırk ilişkilerinden kaynaklanıyordu. Bu idealler, aslında bir avuç azınlık içindi ve o azınlığın dünya nüfusunun büyük bir kısmını statülerini profesyonel badanacılar olarak çalışma arzusunda olan aydınların yaratıcı işgüçlerini satın alarak meşrulaştırmaya veya gizlemeye çalışan egemen sınıfı meydana getiren bir avuç aydınlanmış beyaz, erkek, mülk sahibi Avrupalının hizmetine sokma amacını güdüyordu. İlericiymiş gibi görünen ve “kapsayıcılık” olarak adlandırılan mitolojik hikâye, bu projenin kurucu unsurlarından biriydi. Bu hikâye, aşağıdakilerin geçmişte verdikleri mücadelelere itibar kazandırmak suretiyle projenin daimî olmasını sağlıyor, bir yandan da bu mücadeleler başarısız olduğunda, parlak bir gelecekle ilgili vaatlerini yineliyordu.

Habermas’ın çalışmalarında bu türden vaatler, maddi değişiklik imasında dahi bulunmuyor, çünkü ona göre, “toplumsal emeğe dayanan toplumla ilgili ütopik fikir tüm ikna etme becerisini yitirdi” ve yerini iletişim kavramına bıraktı. Bu kavramın “ütopik içeriği hiç zarar görmemiş öznelerarası alanın biçimsel yönlerine indirgenmiş toplum için bir zemin teşkil etmekteydi.”[91] Bugünün eleştirel teorisinin arzuladığı reformist gelecek böyle bir şeydi. Bu teori, kapitalizm içerisinde alan açılabileceğini, o alanın söylem temelli irade oluşumuna dair kapsayıcı usul ve rasyonel iletişim için demokrasinin idare edilebileceğini söylüyor.[92]

Dilbilgisi Olarak Liberal İdeolojisi

Burjuva evrenselciliğinin sınırlarını aşmak için gerekli çabayı ortaya koymak yerine doğal olan çeşitlilikleri öven pratik, günümüz emperyalizminin küreselleşme projesinin ihtiyaçlarıyla uyum içerisinde hareket ediyor.

[Samir Amin]

Modern liberal-kapitalist toplumların ahlaki altyapısı, politik ahlak için meşru çıkış noktası olarak görülebilir.

[Axel Honneth]

Habermas’ın çalışmaları, eleştirel teori geleneğinin üçüncü kuşağının yönettiği orkestrada ses tonlarının belirlenmesinde kullanılan diyapazon işlevi görüyor. Bu geleneğin üçüncü kuşağına mensup isimler, yazılarında ve verdikleri derslerde, Habermas’ı eleştirdiklerinde veya onun ilgilendiği sahanın dışında duran konuları gündeme getirdiklerinde bile genelde onun reformist politik yöneliminden ve müflis tarihyazımı pratiğinden istifade ediyorlar. Aslında bu anlamda okulun tarihi içerisinde bizatihi Habermas şahsında somutlaşan dönüm noktası ile ayrışan iki ayrı kuşaktan söz edilebilir:

“Habermas’ın eleştirel toplum teorisi, başka bir ifadeyle, eleştirel teoriyle ilişkisi, yeni Marksizmin bu biçiminin yaşadığı düşüşte önemli bir etkiye sahipti. […] Habermas, niyetlerinden bağımsız olarak, gelişim imkânlarını önemli ölçüde ortadan kaldıran eleştirel toplum teorisyenlerinin ikinci kuşağının merkezinde duran bir isimdi. O, söz konusu teoriyi geleneksel teoriye yeniden entegre ederek, onun erkenden sonunu getirdi. Bu geleneksel teorinin içinden, Habermas’ın anladığı biçimiyle, özgürleştirme potansiyelinden yoksun olan başka bir tür geleneksel teori çıktı.”[93]

Burası yeni Habermasçıları değerlendireceğimiz yer değilse de bu çalışmada Nancy Fraser’a göre bütünleştirici toplum eleştirisini inşa etmiş zengin geleneğin yolundan yürümüş iki isim üzerinde duracağım: Axel Honneth ve Nancy Fraser’ın kendisi.[94]

Birlikte kaleme aldıkları Redistribution or Recognition? [“Yeniden Dağıtım mı Kabul mü? -2003] isimli çalışmada, Honneth, araştırmasını Habermas’ın toparlayıcı devrim görüşü üzerine temellendiriyor, buradan da Marksizmin çöktüğünü söylüyor, devamında da Batı dünyasındaki kapitalist liberal toplumların ahlaken ve siyaseten üstün olduğunu iddia ediyor:

“Liberal-kapitalist toplumlarda kabul üzerine kurulu ilişkilere dair değerlendirmemde, toplumsal gelişmenin ahlaki yönü konusunda örtük bir dizi tespitte bulunmuştum. Sadece yeni düzenin toplumsal entegrasyonun ahlaken üstün olan biçimini içerdiği ile ilgili tespitim konusunda şunu söyleyebilirim: bu yeni düzenin içsel ilkeleri meşrudur ve politik ahlakın genel çerçevesini çizmek için gerekli çıkış noktasını vermektedir. […] İlk önce, normatif anayasanın geçmişin yön verdiği gelişmenin sonucu olduğuna dair tespitim üzerinden modernitenin ahlaki açıdan üstün olduğunu varsaymak zorunda kaldım.”[95]

Honneth, Avrupamerkezci olan tespitine ulaşmak için başta “toplumsal kabul”deki biçimsel beklentinin antropolojik bir sabiteyi temsil ettiğini, fakat ilgili toplum üzerinden bu beklentinin içeriğinin de değiştiğini söylüyor.[96] Ardından, bilimcilik veya sosyal bilimcilik olarak adlandırabileceğimiz fikre çalan laflar ediyor: bu noktada Avrupalı bir küçük burjuva olarak okuduğu bir dizi “empirik” çalışmadan beslenen Honneth, en genel manada “insanlığın adaletsizlikle ilgili deneyimi” konusunda genel bir çıkarıma ulaştığını söylüyor. İddiasına göre, tüm adaletsizlik deneyimlerinin özünde, toplum tarafından kabul edilme fikrinden vazgeçme yatıyor.[97] Honneth’den öğrendiğimize göre, “ezilenlerin çektiği maddi çile, onlar nezdinde, yaşam tarzı ile elde edilen başarıların toplumun geri kalanının duyduğu saygıya değmeyeceği gerçeğine kıyasla, daha az önemlidir.”[98] Başka bir yerde dile getirdiği biçimiyle, toplumsal sınıflar, kolektif ve nesnel bir çıkara sahip olamazlar.

“Özgürleşmeyle alakalı çıkarların ve deneyimlerin müşterek toplumsal-ekonomik koşullardan başka bir şeyi olmayan bir grup insana (yani bir sınıfa) atfedilebileceğini söyleyen anlayışı terk etmiş olmamız hayırlı bir gelişmedir.”[99]

Bu anlayış, sınıf mücadelesini teoriden kovuyor.

İlgili konum, Bantu kabilesinin gerçekte kabul edilmek ve saygı görmek istediğini, maddi varlık koşullarının tali olduğunu söyleyen Bantu Felsefesi kitabının yazarı, Belçika’nın Kongo’da görevlendirdiği misyoner R. P. Tempels’ın aldığı konuma çok benziyor.

Honneth’in hiç utanmadan sıkılmadan “tüm empirik kanıtları sunduğunu” söylediği kitabında bahsini dahi etmediği Aimé Césaire’a ait çalışmalarda, Tempels’ın konumu özetlenirken, bir yandan da her derde devaymış gibi önerilen burjuva kabul politikasının eleştirisine yer veriliyor. Césaire, Tempels’in Bantu felsefesinin manevi niteliğine duyduğu saygının maddi sömürüyü ve zulmü gizlediğini söylüyor. Sahnenin başında Césaire, Tempels’i Bantu’nun maddi taleplerine verdiği cevapla başlıyor, ardından onun sözlerini aktarıyor:

“İnsana yakışır ücretler mi! Rahat bir ev mi! Yiyecek mi! Bu Bantular saf ruh. Sana daha önce dediğim gibi: Bunların ilk ve her şeyden önce arzuladığı şey, ekonomik veya maddi durumlarının gelişmesi değil, beyaz adamın onların insan olarak sahip olduğu onura, onların insan olarak sahip olduğu değere saygı duyması, onu kabul etmesi.”

Ardından Césaire, bu konumun varacağı sonuçları aktarıyor:

“Hâsılı, Bantu’nun yaşama gücüne şapka çıkartın, onun ölümsüz ruhuna selam durun, hepsi bu! Bunun da çok zor bir iş olduğunu siz de kabul edeceksiniz!”[100]

Honneth, bu dediği işin ekmeğini epey yedi, kabul politikasını temel alan “eleştirel teori” üzerine koca bir akademik kariyer inşa etti. İnsanın Avrupa’daki burjuva toplumunda ortaya çıkmış bireysel kabul türüne duyduğu sözde ihtiyacı doğallaştırıp genele teşmil ettikten sonra Honneth, hiç de şaşırtıcı olmayan laflar etti ve sömürgeciliğin medenileştirme misyonuna işaret eden görüşe benzer bir görüş dâhilinde, öznelerin birbirlerini kabul etmesinin en iyi biçiminin modern kapitalist toplumlarda bulunabileceğini söyledi. Hatta Honneth’in anlayışına göre bu toplumlar, ahlaki toplum düzeninde üç yeni kabul alanı (sevgi, hukuk ve başarı) meydana getirdiği için hem “yıkıcı” hem de “devrimci”ydi.[101] Onlara yön veren ilkelerle birlikte bu üç alan, “modern kapitalist toplumda kurumsal düzeyde sıkı bir bağlantı içerisinde”ydi ve çağımızın ahlaki dilbilgisini teşkil ediyordu.[102] Üç alan, birlikte bizim burjuva bireysel kabul düzeni olarak adlandırabileceğimiz şeyi meydana getiriyordu. Honneth’e göre bu kabul düzeni, yücede tutulması gereken bir şeydi, zira “kişinin kimlik oluşumu”na imkân sağlıyordu.[103]

“Modern liberal kapitalist toplum düzenine doğru gerçekleştirilen sıçramayı ahlaki bir ilerleme olarak gören anlayış meşrudur, zira sevgi, hukuki eşitlik ve başarı ilkesine denk düşen bu üç kabul alanı arasındaki farklar, toplumun sunduğu bireyselleşme imkânlarındaki artışla ve toplumun kucaklama ihtimalindeki artışla birlikte çoğalır.”[104]

Bu düzen, diğer düzenlere kıyasla, sadece bireyin kapsayıcı toplumsal kabule dönük ihtiyacı denilen antropolojik sabitenin gereğini daha iyi yerine getirdiği için değil, ayrıca günümüzde dile dökülen tüm ahlaki ve politik iddiaların değerlendirilmesi için gerekli normatif düzeni temin ettiği için de üstündür. Dolayısıyla, Honneth’e göre eleştirinin görevi, elde edilecek daha çok kabulün olduğu alanlara işaret etmektir:

“Eleştiri görevini üstlenebilmesi için burada genel çerçevesi çizilen adalet teorisi, toplumsal yorumun doğruluğunun karşısına kabul ilkelerindeki geçerliliği çıkartabilir.”[105]

Tam da bu sebeple Honneth, kendi projesini “toplumsal adaletin inşası ve gerçekleşmesi denilen, ahlak zeminine oturan politik görevin hedeflerine dair normatif bir fikir dile dökmeye çalışan teleolojik liberalizm” olarak tarif ediyor.[106] Bu alanda gerçekleşecek ilerlemenin ölçütü ise doğrudan emperyalist kapitalizm çağında hâkim olan burjuva ahlakına tabidir:

“Sadece toplumsal kabul ilişkilerinin zenginleşmesine katkıda bulunabilecek talepler normatif açıdan sağlam temelli kabul edilebilir, zira bu talepler, toplumsal kabulün ahlaki düzeyinde yaşanan yükselmenin yönüne işaret ederler. Bu tartı işleminin yapılmasını sağlayacak ölçütleri ise bireyselleşme ve kapsama denilen iki ölçüm aracı verir.”[107]

Honneth’in zihniyetine göre liberal kapitalist düzen, sadece meşru değil, ayrıca insani varoluş için en hayırlı şeydir. Bu düzen, tüm politik faaliyetlerin ahlaki efendisi, dünya düzeninde verili olan, hiç sorgulanmayacak unsurudur.

Honneth’in iddialarını Marksist açıdan değerlendirmek zorunda kalırsak eğer, şu hususu kabul etmek zorunda kalırız: diyalektik tarihi kurnazca kullananlar, eşi benzeri olmayan bir çalışma ortaya koymuş, burjuva toplumunun eleştirisini burjuvalaşmış eleştiri ile ikame etmişlerdir. Marx’ın kapitalist toplumsal ilişkilerin bir ürünü olduğunu ispatladığı burjuva bireyciliği denilen ideoloji, tüm normatif iddialara yön veren ana çerçeve hâline gelmiştir.

Honneth, ideoloji eleştirisi yapmak yerine, kimi yönlerden Habermas gibi, ideolojiyi eleştirinin normatif çerçevesi ve temeli olarak sunuyor. Ardından, bu tespitini genele teşmil ediyor, bireysel kabul fikri üzerine kurulu modern Avrupa’daki burjuva düzenini tüm insanlık için gerekli bir ahlaki ve politik model olarak takdim ediyor. Böylelikle eleştirel teori, eleştirinin nesnesiyle bütünleşiyor, sömürgeci kapitalizmin ve sahte demokrasinin felsefi odalığı olarak iş görmeye başlıyor. Burjuva ideolojisi de “özgürleştirme pratiği”nin kullanacağı dilbilgisi hâline geliyor.[108]

Sol Antikomünizm

Akademide Marksizmi ve kullandığı yöntemleri bir bütün olarak ‘bütünleştirici, indirgemeci veya genellemeci’ diyerek kapı dışarı etmek, aydınların ortak anlayışı hâline geldi. Feministler, kadınların ve kadın emeğinin analizden dışlandığını söyleyerek eleştirdi Marksizmi. […] Oysa indirgemecilik eleştirisi, en çok da Marksizm karşıtı feminizm için geçerli.

[Carol A. Stabile]

Nancy Fraser, eleştirel teori denilen kurumun solunda duran bir isim. Kendisini “sosyalist” olarak tanımlayan Fraser, “yeniden dağıtım yoksa kabul de yok” sözüyle tanınan bir aydın.[109] Eleştirel teori geleneği içerisinde yeniden dağıtıma yönelik tedbirleri açıktan destekleyen Fraser, “son otuz yıl içerisinde eleştirenlerin terk ettikleri kapitalizm meselesine geri dönülmesini” savunuyor.[110]

Fraser, ayrıca dışarıdan eleştiri ve dönüşüm üzerine kurulu bir dil geliştirdi ve bu dil, şirketlerin feminizmini şiddetle eleştiriyor, feminizmle antikapitalist mücadelelerin ilişkilendirilmesi gerektiği üzerinde duruyor.[111]

Fakat öte yandan, onun geliştirdiği projenin, büyük ölçüde demokrasinin yürüyüşüne ve Marksizmin güya başarısız olduğuna vurgu yapan Habermasçı tarihyazımını temel aldığını söylemek gerekiyor. Ona göre Marksizm, Batı’daki burjuva aydınlarca sürekli gündeme getirilen, Stalinizme ait olağan imaj dâhilinde tuzla buz oldu. Kendi iddialarını desteklemek adına, Habermas’ın ütopik enerjilerin tükendiğine ve toplumsal hareketlerin ekonomik meselelere sırt döndüklerine dair tezini arkasına alan Fraser, her şeyi kucaklayacak bir önerme sunuyor ve “artık dikkate alınması gerekmeyen bir güç olarak Marksizm, yerini siyaset ve akademi alanında kültürcü paradigmalara bıraktı” diyor.[112] Fraser, ayrıca günümüzün eleştirel teorisyenlerinin yeni bir tarihsel bağlama kavuştuklarını iddia ediyor:

“İlk dönem Frankfurt Okulu düşünürlerinden farklı olarak bu teorisyenler, özgürleşmeye dair umutların sosyalizmi odağa yerleştirdiği, emeğin toplumsal hareketler içerisinde öncelikli bir yere sahip olduğu, toplumsal eşitlikçiliğin herkesten destek gördüğü bir politik kültürün varolmadığını söylüyorlar.”[113]

Honneth gibi Fraser da yeniden dağıtımı önemseyen politikanın yerini kabul politikasına bıraktığını söyleyen Amerikan akademyasının dar bakış açısını temel alıyor. Daha da temelde Fraser, neoliberal kapitalizmin yükselişe geçtiği ve nihayetinde hegemonya sahibi olduğu dönemde farklı biçimler alan kimlikçi politikaya ait ideolojinin gelişimi ve yayılımı ardındaki maddi güçleri yeterince değerlendirmeye tabi tutmuyor. Marksist eleştirmenlerin de sürekli dile getirdiği biçimiyle, kimlikçi politika, toplumsal adalet mücadelesini küresel kapitalizme dair radikal analizin en fazla gerekli olduğu bir dönemde temsil ve kapsama üzerine kurulu, kimseye zararı olmayan sembolik politikaya dönüştürüyor.[114] William I. Robinson’ın ifade ettiği biçimiyle:

“Ulusötesi elitlerin ‘çeşitlilik’ ve ‘çokkültürcülük’ siyasetini toplumsal adalet mücadelesini ve antikapitalist dönüşümü açıktan kendi safına çekme değilse bile, kapsayıcılık adına kimseyi tehdit etmeyen taleplere indirgemesinde şaşılacak bir yan yok. Bu strateji, işçi sınıfının ve halk sınıflarının dilinin, antikapitalizm söyleminin üzerini örtmeye yaradı.”[115]

Dahası Fraser, o basitleştirici ve belirli bir izleği takip eden tarihyazımı ile sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet arasında iç içe geçen ilişkileri kenara itiyor veya yanlış aktarıyor, günümüz dünyasında hüküm süren, Küba Devrimi’nden, Kara Panterlere, Genç Lordlardan Burkina Faso’daki Demokratik Halk Devrimi’ne, Zapatistalar ve Sandinistalardan Bolivar Devrimi’ne dek uzanan birçok devrimci politik hareketi değersizleştiriyor veya görmezden geliyor.

Domenico Losurdo’nun da dile getirdiği biçimiyle, Habermasçılarda ve yeni Habermasçılardaki “emekçi yoksulların veya sınıfın mücadelesinin yok olduğuna ve geri dönme ihtimaline yönelik ilgi, onların her şeyden önce sınıf mücadelesinin (Batılı aydınların belirli kesimlerinin bilincinde silinmiş olsa bile) hiçbir zaman ortadan kaybolmadığı gerçeği karşısında cahil olduklarını ortaya koyuyor.[116]

Losurdo ayrıca, “komünizmin çöktüğünün iddia edildiği güne dek gelirlerin yeniden dağıtılması üzerinde duran ve yüz elli yıldır hâkim paradigmayı teşkil etmiş olan tezin artık fazla indirgemeci bulunduğunu”[117] söylüyor. Marx, Engels, Lenin ve Mao gibi isimlerin politik eylemlerini ve yazılarını Habermas’ın ve yeni Habermasçıların Marksist gelenekle ilgili yazılarında göremeyeceğimiz tarihsel açıdan doğru tespitleri ve aktardığı ayrıntılarla birlikte incelemeye tabi tutan Losurdo, komünist sınıf mücadelesi anlayışının her zaman kabul (Anerkennung) için mücadeleyi içerdiğini ortaya koyuyor:

“Sınıf mücadelesinin ana meselesi nedir? Boyunduruk altına alınmış halklar, proletarya, madun sınıflar, ev içerisinde yürürlükte olan köleliğe karşı direnmeye çalışan kadınlar. Tüm bu birbirinden farklı özneler, farklı talepler ortaya koyabilirler: milli kurtuluş, köleliğin kaldırılması, en temel özgürlük biçimlerinin elde edilmesi, daha iyi yaşam ve çalışma koşulları, mülkiyetin ve üretim ilişkilerinin dönüştürülmesi ve ev içerisindeki ayrımcılığın sonlandırılması. […] Ekonomik-politik düzeyde ise bu mücadele, fabrika veya aile içerisinde uluslararası planda oluşmuş işbölümünün değiştirilmesi hedefini, politik-ahlaki düzeyde kabul edilme hedefini ifade eden, kapitalist topluma damgasını vuran insanı değersizleştirip şeyleştiren süreçlerin aşılması hedefini içerir.”[118]

Losurdo’nun ifadesiyle, “her şeyi ekonomiye indirgeyen, ekonomizmle malul olan düşünce, Marksizmin mirası değil. Asıl sınıf mücadelesini indirgemeci ve kaba ekonomist olarak yorumlayan, liberal gelenektir.”[119]

Aynı gelenek, ırksal, cinsel ve toplumsal cinsiyetle alakalı eşitliğe dair meseleleri Marksist analiz alanının dışına attı ve mitoloji üzerine kurulu bir ilerleme hikâyesi kurguladı. Bu gelenek, Marksist analizin esas olarak beyaz, erkek işçi sınıfına mensup özneleri etkileyen ekonomik meselelerle meşgul olduğunu iddia etti. Kendisinin ne ve kim olduğunu gayet iyi ortaya koyan, Cinzia Arruzza ve Tithi Bhattacharya ile birlikte 2019 yılında kaleme aldığı manifestosunda Nancy Fraser şunları söylüyordu:

“Marx’ın takipçileri, işçi sınıfının ve insanlığın kendi içinde farklılaşmış, homojen olmayan bir yapı olduğunu hiçbir zaman kavrayamadılar, evrenselliğin bunlardaki içsel farklılıkları göz ardı ederek elde edilebileceğine inandılar. Bu anlamda, bugün biz, hâlen daha bu politik ve düşünsel yanlışların bedelini ödüyoruz. […] Solun birçok kesimi, hâlen daha bizi bir araya getirenin soyut ve homojen bir sınıf anlayışı olduğunu, feminizmin ve ırkçılık karşıtlığının bizi bölmekten başka bir işe yaramayacağını söyleyen o eski formüle sarılıyor. Oysa militan işçiyi beyaz ve erkek olarak tasvir eden olağan yaklaşımın döneme uyum sağlamadığı, hiçbir zaman doğru olmadığı artık gün gibi ortada. Manifesto’da da dile getirdiğimiz biçimiyle, bugün dünyada işçi sınıfı, milyarlarca kadından, göçmenden ve beyaz olmayan insanlardan oluşuyor.”[120]

Bu satırların yazarlarına “Marx’ın takipçileri” derken, kimleri kastettiklerini sormak gerekiyor. Bu takipçilerden biri, “proleter kadınların ve anaların evlerinin o dört duvarı arasında çektikleri zahmet, kapitalizm koşullarında üretken kabul edilmiyor”[121] diyen Rosa Luxemburg mu, Lenin’le “kadın meselesi”ni tartışan, Komünist Kadınlar Enternasyonali’nin kurucu liderlerinden olan ve “Kadınlar Karl Marx’a Ne Borçlu?” gibi çarpıcı bir isme sahip olan çalışmasında “Marx, kadınların tüm hakları elde etmek için verdikleri mücadelenin ihtiyaç duyduğu, yeri doldurulması mümkün olmayan tüm o önemli silâhları imal etmiştir”[122] diyen Clara Zetkin mi, içeriğini daha baştan ortaya koyan Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı ve Kadınların Özgürleşmesi gibi çalışmalar kaleme almış olan, Valentine Mukaddem’in ifadesiyle, “kendisinden önce ve sonra toplumsal cinsiyet konusunda cüretkâr ifadeler kullanan”[123] Lenin mi, Yoksa Mao Zedung, Ho Chi Minh, Thomas Sankara, George Jackson, Huey Newton, Fidel Castro ve Ernesto “Che” Guevara mı kastediliyor? Bu insanların liderliğinde çalışan milyonlarca komünist mi ırkçılık karşıtlığını görmezden geldi, militan işçinin beyaz olduğunu söyledi? Kadınların ücretli annelik izni, ücretsiz sağlık hizmeti, herkese eğitim alma imkânı, işgücünün her bir sektöründe çalışma imkânı, eşit ücret ve “erkeklerin ev içi çalışmalarla ve çocuk yetiştirmeyle ilgili sorumlulukları paylaşmasını zorunluluk hâline getiren 1975 tarihli Aile Kanunu gibi mevzileri elde etmelerine yardımcı olan Kübalı Kadınlar Federasyonu’nun 3,8 milyon üyesi mi bu manifestoyu okuyarak indirgemeci Marksizmin o eski okuluna ait klişelerindeki cahil dogmatizmi aşacak?[124] Alexandra Kollantai, Claudia Jones, Celia Sánchez, Vilma Espín, Haydee Santamaría, Kathleen Cleaver, Assata Shakur, Denise Oliver-Velez ve Komutan Ramona’nın, “beyaz erkek” Marksizminin etkisi altında olduğu için ırk ve toplumsal cinsiyete dair hiçbir fikir geliştirmediklerini söyleyebilir miyiz? Marksistler mi yoksa onları hakir gören radikal liberaller mi indirgemeci?

Fraser’ın kaleme aldığı Manifesto, birçok yerde “eski okul”a ait yaklaşımlara ve kendisinin Marksist gelenekle ilişkilendirdiği “sınıf indirgemeci” sola yönelik atıfta bulunuyor, ama bu konuda somut örnekler ortaya koymuyor.[125] Böylelikle manifestonun yazarları, projelerini yeni bir şeymiş gibi takdim etme ve “artık sınıf mücadelenin yeni ve eşi benzeri görülmüş bir aşamaya geçmesi, feminist, enternasyonalist, çevreci ve ırkçılık karşıtı olması mümkün” deme imkânı buluyorlar.[126] Ama bu yazarlar, Marksist geleneğin sınıf mücadelesini zaten feminist, enternasyonalist, çevreci ve ırkçılık karşıtı bir mücadele olarak gördüğünden hiç bahsetmiyorlar.

Marx’ın görüşüyle uyum içerisinde olan bir değerlendirmesinde Engels, Jean-Baptiste Joseph Fourier’nin “cinsiyetler arası ilişkilerin burjuva biçimine ve kadının burjuva toplumundaki konumuna yönelik ustalıklı eleştirisi”ne[127] övgüler düzüyor, devamında Fourier’nin, “her türden toplumda kadının özgürlük düzeyi, genel özgürlüğün doğal ölçütünü verir”[128] diyen ilk kişi olduğunu söylüyordu. Domenico Losurdo meseleyi şu şekilde izah ediyor:

“Liberal gelenek, sınıfı mücadelesini indirgemeci bir biçimde, kaba ekonomist olarak yorumluyor. Özgürlük/Eşitlik denilen kavram çiftine sırtını yaslayan liberal gelenek mensupları, kendilerini özgürlüğü kıskançlıkla savunan, onu başka şeylere dönük ilgisini kesmişçesine seven kişiler mertebesinde görüyor, muarrızlarını ise ekonomik eşitlik peşinde koşan, sadece maddi çıkar üzerinden harekete geçebilen, kaba ve haset ruhlar olarak etiketliyor. […] Liberaller, kadınların ve ezilen milletlerin özgürleşmesi davasına yönelik somut bağlılıklarını [Marx’ın konumu]; Amerikan iç savaşı esnasında Afrikalı-Amerikalılara dayatılan zincirlerin kırılmasına katkıda bulunmak adına en ağır maddi fedakârlıkların altına imza atılmış olmasını [Marx’ın konumu]; kölelik yanında “modern ücretli köleliğin” ortadan kaldırılması konusunda gösterilen kararlılığı [Marx’ın konumu]; patronların fabrikalarda sergilediği ‘despotizm’e karşı günbegün verilen mücadeleleri ve Bismarck’ın özgürlükleri ezen kanunlara karşı verilen mücadeleleri, felsefi ve filolojik bir dikkatten çok Soğuk Savaş yıllarında sergilenen politik ve ideolojik tutkuya uygun düşen bir yorum dâhilinde nisyana gömüyor.”[129]

Fraser, Luc Boltanski ile yaptığı tartışmada özgürleşme denilen olguyu “hâkimiyetin aşılması gerçeği”[130] olarak tarif ediyor. Muhtemelen onu böylesi bir tarife bahsini ettiğimiz tarihyazımı taşıdı. Fraser, özgürleşme sürecinin içeriğinden hiç bahsetmiyor, bunun yerine, gelecekte yeni hâkimiyet biçimlerinin ortaya çıkabileceğini, bu sebeple bu sürecin neye benzeyeceğine dair net bir şey söyleyemeyeceğimizi iddia ediyor. Ama bir yandan da Fraser, inatla, anayasal devletin, pazarın ve tüketime yönelik ürünlerin zaruri olduğu fikrini savunuyor:

“Benim niyetim, aslında yeni bir sentezin oluşturulmasını, özgürleşme pratiği ile toplumsal koruma arasında yeni bir ittifakın kurulmasını önermekti. ‘Toplumsal koruma’ derken, kurumların pekiştirilmesini, bunun yanında, anayasal devletin mantığının oluşturulmasını kastediyorum. Ayrıca biz pazarsız yapamayız. Tüketime yönelik ürünlerin bir pazara kavuşmasının zorunlu olduğu en az üç alan var: çevre, toplumsal koruma ve maliye. Pazarın gerekli olduğu bu alanların kontrol altında tutulması ve sağlam olması gerekiyor. Ayrıca kuralları dayatan pazarlar belirli kısıtlara sahip olmalı.”[131]

Rosaura Sánchez, Fraser’ın anladığı biçimiyle, kabul siyasetinin de yeniden dağıtım siyasetinin de kapitalist sistemi ayakta tutan yapıları tehdit etmediğini söylüyor.[132] Fraser’ın manifestosunda toplumsal hareket ve reform modeline yaptığı vurguyu eleştiren yazılarında Andrea D’Atri ve Celeste Murillo’nun dile getirdikleri üzere, bu iki siyaset, kapsayıcı ve reformist tedbirlerin alınmasını sağlamayı amaçlıyor.[133] Bu tespitler ışığında, William I. Robinson’ın yirminci yüzyılın önemli bir kısmında Batı dünyasında uygulanan ekonomi politikası olarak Fordizmi ve Keynesçiliği “yeniden dağıtımcı kapitalizm” olarak tarif etmesi belirli bir anlama kavuşuyor:

“Keynes’in talep yanlısı ekonomi stratejisinde esas olarak, krediler ve istihdam alanı yaratmak suretiyle uygulanacak tedbirler, artan oranlı vergilendirme ve talep yaratmak amacıyla kamusal işlere ve toplumsal programlara yönelik hükümet harcamaları, bunun yanında, birikim sürecini düzene sokacak, bu sayede istikrara kavuşturacak diğer mekanizmalar üzerinde duruluyor. Bu sayede hükümetlerin krizlerin üstesinden gelebileceğinden, uzun vadede büyümeyi sağlayıp istihdamı artıracağından ve kapitalist toplumu istikrara kavuşturacağından söz ediliyor.”[134]

Fraser da 1997’de kaleme aldığı Justice Interruptus [“Paramparça Adalet” -1997] gibi kitaplarında liberal refah devleti olumlu bir çare olarak sunanların karşısına “sosyalizmi dönüştürücü çare” olarak çıkartıyordu. Bu çareye dair anlayışını ise reel sosyalizm ve devrimci gelenekten ayrıştırıyordu.[135]

2016’da verdiği bir mülâkatta Fraser, kendisini sosyal demokrat olarak tarif ediyor, ama bir yandan da bu tabirin ne anlama geldiğini bilmediğini söylüyor. Bunun sebebini izah ederken de “olumlu bir program tanımlarken zorlandık” diyor.[136] Kafasında olumsuz programla ilgili fikirse gayet net:

“Demokratik sosyalizmin tek parti modeline dayalı, otoriter komuta ekonomisinden farklı bir şey olduğunu biliyoruz.”[137]

Somut analizin yerini alan aşağılama amaçlı ifadeleri bir yana bırakacak olursak, Fraser’ın demokratik sosyalizmin komünizme hiçbir şekilde benzemediğini söylediğini görüyoruz. Esasında bu fikrin gerçek dünyada sosyalizmle de bir alakası yok. Justice Interruptus kitabındaki dipnotları dikkatle okuduğumuzda, Fraser’ın reel sosyalizmin birçok özelliğinin “sorunlu olduğu”na dair önermeyi esas alarak yola koyulduğunu, sadece “sosyalizm”den farklı olmakla kalmayan, aynı zamanda ona net bir içerik kazandırmaktan imtina eden ideal “sosyalist düşünce” teorisini ortaya koyduğunu görüyoruz.[138]

Bu idealist yaklaşım, Fraser’ı sosyalizmle sağlam olduğunu düşündüğü sosyal demokrasi arasında salınıp duran, kasten karalama hâlinde bırakılmış olan bir resmi çizmeye götürüyor.[139] Esasında dönüştürücü çarelerle ilgili fikrini tarif ederken Fraser, yeniden dağıtımcı kapitalizmin özellikleriyle örtüşen bir dizi özellik sıralıyor:

“Dönüştürücü çareler, evrenselci toplumsal yardım programlarını, artan oranlı vergilendirmeyi, tam istihdam koşullarını yaratma amacını güden makroekonomik politikaları, piyasa dışında duran büyük kamu sektörünü, önemli bir düzeye ulaşmış kamu mülkiyetini ve/veya kolektif mülkiyeti ve temel sosyoekonomik öncelikler konusunda alınan demokratik kararları bir araya getirir.”[140]

Bu noktada Ernest Mandel’in belirli yeniden dağıtım biçimlerinin yükünün pratikte işçilerin sırtına yüklendiğine dair tespitini hatırlamak gerekmektedir. Fransa ve Büyük Britanya’da sosyal güvenlikle ilgili önemli bir dizi deneyimini aktaran Mandel, bu politikaların “bizzat işçilerin sırtına yüklenen vergiler üzerinden finanse edildiklerini” söylüyor.[141] Tam da bu sebeple, kapitalist sistemde vergilendirme yoluyla ulusal gelirin gerçek ve radikal anlamda yeniden dağıtıldığı herhangi bir pratiğe hiçbir zaman tanık olmadık. Bu tür bir ihtimal, reformizmin dillendirdiği en büyük efsanelerden biridir” diyor.[142]

Fraser, diğer bazı eleştirel teorisyenlere nazaran reformist konuma daha yakın duran bir isim. Bu anlamda o, “Marksist olma ihtimali bulunmayan, hatta Marksizm konusunda güvenilir herhangi bir değerlendirme ortaya koyamayacak olan bir radikal demokrat”.[143]

Devrimci Teori

Bizim işimiz, geleceği tasarlamak ve hazır çözümler dillendirmek değil. Şu hususu net bir biçimde idrak etmemiz gerekiyor: bizim bugünde varolan her şeyi acımasızca eleştirmeyi becermemiz gerekiyor. ‘Acımasız eleştirimiz, iki şeyi hedefe koymaktan asla korkmamalı: Kendi ulaştığımız sonuçlar ve güçler arasındaki çelişkiler.

[Karl Marx]

Belirli çevrelerde Frankfurt Okulu, “eleştirel teori” ifadesi konusunda tekel hâline geldi ve kendisini Marksçı düşünce geleneğinin bugündeki teorik örneği olarak tasvir etti. Bu mirasa tam da bu sebeple karşı konulmalı, dünyadaki teori endüstrisi dâhilinde oynadığı rol ve ilgili endüstriyi hareket ettiren güçler, detaylı ve sistematik bir biçimde eleştiriye tabi tutulmalı.

Eleştirel teorinin ABD emperyalizmdeki genişlemenin, küresel eşitsizliklerdeki artışın ve biyosferde kapitalizmin yol açtığı yıkımın damgasını vurduğu tarihsel konjonktürde devrimci politikadan uzaklaşma sürecine katkı sunduğu koşullarda, bu teorinin zımnen ve alenen göz yumduğu ve destek sunduğu dünya konusunda sorumlu tutulması şart.[144] Mesele, bu düzeyde formüle edilmeli, işçi sınıfının toplumsal meşruiyeti politik ve düşünsel projeye gerekli anlamı kazandırmalı, aklın, iletişimin veya kabulün saf biçimlerine çağrıda bulunup duran, salt Avrupa’yı temel alan çağrılardan uzak durulmalıdır.[145]

Eğer eleştirel teori, gerçekte kendisini düşünce pratiğinin konusu hâline getiren, “eleştirel teori”nin yegâne biçimi olarak kendisini reklâm edenlerin bu çabaları ardındaki ekonomik sebepler de dâhil tüm içsel ve dışsal güç dinamiklerini bilince çıkartabilmiş olsaydı, mevcut dünya düzeninde maddi açıdan geçerli olup olmadığını inceleyip teorik bir gelenek olarak edindiği özgüveni sorgulamak suretiyle, herkesi eleştiriyi radikalleştirmeye davet eder, bu yönde çağrıda bulunurdu. Dahası, eleştirel teori, aydınların ideolojinin pekiştirilmesi ve daimi kılınmasında oynadıkları önemli rolü tanımlamak suretiyle, küçük burjuva akademisyenler türünden özneleri nesnel güç ilişkileri bağlamı içerisine yerleştirirdi.

Devrimci teori, bu görevi ifa etmekle, yani düşünce pratiğini küresel sınıf mücadelesinin toplumsal bütünlüğü içerisine yerleştiren tarihsel materyalist yöntemi temin etmekle kalmaz, ayrıca her yönüyle diyalektik olan bir eleştiri biçimi geliştirir. Devrimci teori, ne salt düşünseldir ne sadece bireysel tefekkürden neşet eder, ne de saf anlamda olumsuz olan bir projeyi temel alır. Devrimci teori, kendisini pratikte sürekli sınar, fiili toplumsal ve politik mücadelelerle kurduğu ilişkiler üzerinden kendisini arındırıp geliştirir. Bu, kolektif bir süreçtir, bu anlamda devrimci teorinin sahip olduğu gerçek güç, kitlelerle kurduğu bağla ilgilidir, zira devrimci teori, koordinatları belli olan eylem için herkesin güven duyacağı pusulayı temin eder. Bunun bir sebebi de devrimci teorinin her daim eleştirinin olumsuz yönünü özgürleştirme denilen olumlu göreviyle ilişkilendirebilmesidir. Zira eleştirinin asıl amacı, daha iyi bir dünyanın hep birlikte inşa edilmesi amacını güden eşitlikçi ve ekolojik projenin mevzi kazanmasını sağlamaktır.

Gabriel Rockhill
24 Ocak 2021
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Stathis Kouvélakis şunu söylüyor: “Son yüzyılda devrimci hareketlerin çöküşü sonrası eleştirel teoriler, son sığındıkları üniversite dünyasında gelişip serpildiler. Bu paradoksun hükmünü bugünkü koşullarda yürüttüğünü görüyoruz. Neredeyse her zaman Marksizmden ve/veya liberter kaynaklardan ilham alan az sayıda antikapitalist sima haricinde bu eleştirel teorilere esas damgasını vuran şey, mevcut toplumsal ve politik düzeni sorgulama pratiğindeki eksiklikti, başka bir ifadeyle, eleştiri boyutunun devre dışı kalmış olmasıydı. Üstelik eleştiri, Kant ve Marx’ın döneminden farklı bir kurguya ve içeriğe sahipti.” [La Critique défaite: Émergence et domestication de la Théorie critique (Paris: Éditions Amsterdam, 2019), s. 22].

[2] Karl Marx ve Friedrich Engels, Collected Works, Cilt 5, Marx ve Engels: 1845-47 (New York: International Publishers, 1976), s. 37.

[3] Marx ve Engels, Collected Works, Cilt 5, s. 39.

[4] Marx ve Engels, Collected Works, Cilt 5, s. 36.

[5] George Jackson şunu söylüyor: “Devrimci teori asla dogmatik olamaz. O, halkın mücadelesinin içinden doğmak zorundadır.” [Blood in My Eye (Baltimore: Black Classic Press, 1990), s. 13].

[6] Samir Amin’in izahı şu şekilde: “Marksist olmak, Marx’ın başladığı çalışmayı devam ettirmektir. Üstelik bu çalışma, eşitsiz güç ilişkileri dâhilinde başlatılmıştır. Çalışma Marx’ta duramaz, onunla başlar. Marx, hem gerçekliğin eleştirisi hem de gerçekliğin nasıl okunacağı üzerinden doğru veya nihai olarak görülmesi gereken kimi çıkarımlara ulaşan bir peygamber değildir. Onun asarı, kapalı bir teoriye işaret etmez. Marx, sınırsızdır, zira onun başlattığı radikal eleştiri sınırsızdır, her daim eksiktir, kendisi tarafından eleştirilmelidir. (‘Belirli bir momentte formüle edilmiş olan Marksizm de Marksist eleştiriye tabi tutulmalıdır’) Marksizm, kendisini radikal eleştiriyle zenginleştirir, gerçekte varolan sistemin ürettiği her türden yenilik, yeni açılmış bilgi alanları olarak ele alınmalıdır.” [Modern Imperialism, Monopoly Finance Capital, and Marx’s Law of Value (New York: Monthly Review Press), s. 9-10].

[7] Yayına Hz.: Henry M. Christman, Essential Works of Lenin (New York: Dover Publications, 1987), s. 297. Devamında Lenin, şu açıklamayı yapıyor: “Marx’ta ütopyacılıktan eser yoktur. O, ‘yeni bir toplum’ icat da tahayyül de etmemiştir. Marx, yeni toplumun doğuşunu eski toplum üzerinden incelemiş, yeniden eskiye geçiş biçimlerini doğal tarihsel bir süreç olarak ele almıştır. […] Ezilen sınıfların inşa ettiği o büyük hareketlerin ortaya koydukları deneyimlerden bir şeyler öğrenmekten korkmayan ve bilgiç bir üslupla vaazlar vermekten uzak durmuş olan tüm büyük devrimci düşünürler gibi Marx da Komün’den dersler çıkartmayı bilmiştir.” (s. 306).

[8] Kristin Ross, Communal Luxury: The Political Imaginary of the Paris Commune (Londra: Verso, 2016), s. 26-27.

[9] Yayına Hz.: Teodor Shanin, Late Marx and the Russian Road: Marx and ‘the Peripheries of Capitalism’ (New York: Monthly Review Press, 1983), s. 136.

[10] Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm eserinde Friedrich Engels, tarihsel materyalizmi “nihai sebebin peşine düşen, toplumun ekonomik gelişiminde cereyan eden tüm önemli tarihsel olayların, üretim ve mübadele tarzlarındaki değişimlerin, toplumların farklı sınıflara bölünmesinin ve bu sınıfların arasındaki mücadelenin ardındaki o büyük, hareket ettirici gücü anlamaya çalışan görüş” olarak tarif ediyordu. [Essential Writings of Friedrich Engels (St Petersburg, Florida: Red and Black Publishers, 2011), s. 13].

[11] Bu genel eğilimin kimi istisnaları mevcuttu. Bu isimlerden biri de kapitalizmin çöküşü konusunda Leninizmden beslenen bir ekonomi teorisi geliştirmiş, sokakta savaşan bir devrimci iken akademisyen olmuş olan Henryk Grossman’dı [Stuart Jeffries, Grand Hotel Abyss: The Lives of the Frankfurt School (Londra: Verso, 2017), s. 77].

[12] Rolf Wiggershaus şunu söylüyor: “Enstitü, Horkheimer döneminde sadece az çok politikmiş gibi görünen faaliyetlerden değil, Almanya’daki durumu duyurmaya veya göçmenleri desteklemeye yönelik her türden kolektif veya örgütlü çalışmadan da uzak durdu.” [Rolf Wiggershaus, The Frankfurt School: Its History, Theories, and Political Significance, Çev. Michael Robertson (Cambridge, Massachusetts: The MIT Press, 1995), s. 133].

[13] Gillian Rose, The Melancholy Science: An Introduction to the Thought of Theodor W. Adorno (New York: Columbia University Press, 1978), s. 2. Ingar Solty’nin açıklaması şu şekilde: “Horkheimer, kapitalizm ve krizleri, emek-sermaye ilişkileri, artı-değerin oluşumu ve dağıtımı, sistemin yeniden üretilmesi, uluslararası düzlemde işbölümünün hiyerarşik niteliği, ulus-devlet sisteminde kapitalizmin uluslararasılaşma sürecinin örgütlenmesi, emperyalizmin kökenleri ve emperyalistler arası rekabetler gibi konularda empirik araştırmalar yürütmedi.” [Ingar Solty, “Max Horkheimer, a Teacher without a Class,” 15 Şubat 2020, Jacobin].

[14] Bkz.: Leon Trotsky, The Struggle Against Fascism in Germany (New York: Pathfinder Press, 1971).

[15] Michael Parenti’nin tespitine göre, “1918 gibi erken bir tarihte Almanya’da sosyal demokratların lideri Ebert, Bolşevizmle mücadele etmek adına Feldmareşal von Hindenburg’la ittifak yaptı” [Michael Parenti, Dirty Truths: Reflections on Politics, Media, Ideology, Conspiracy, Ethnic Life and Class Power (San Francisco: City Lights Books, 1996), s. 39-40].

[16] Theodor Adorno ve Max Horkheimer, “Towards a New Manifesto?” New Left Review 65 (Eylül-Ekim 2010), s. 47.

[17] Perry Anderson, Considerations on Western Marxism (Londra: Verso, 1989), s. 33. Thomas Wheatland’e göre, New York’taki Horkheimer çevresi, “dönemin önemli politik sorunları konusunda sessiz kalmayı tercih etti ve Marksizmini neredeyse tümden gizleme yoluna gitti. […] Horkheimer, politik eylemlerin muhtemel sonuçlarının yol açacağı olası riskleri göğüslemek istemedi, hatta dönemin önemli konu başlıklarını bile ele almama eğilimini hep muhafaza etti.” [Thomas Wheatland, The Frankfurt School in Exile (Minneapolis: University of Minnesota Press, 2009), s. 99].

[18] Wheatland, The Frankfurt School in Exile, s. 72 (ayrıca bkz.: s. 141).

[19] Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 72. Çarpıcı bir örnek olarak Enstitü’nün Walter Benjamin’in ünlü makalesi “Mekanik Yeniden Üretim Çağında Sanat Çalışmaları”ndaki son cümleyi değiştirmesi verilebilir: orada Benjamin şunu yazmıştı: “Bu, faşizmin estetiği yorumlayıp dönüştürdüğü dönemdi. Komünizm, buna sanatı politize ederek cevap verdi.” Makalenin Zeitschrift’te [“Dergi”] yayımlanmış hâlinde ise ‘totaliter doktrin’ yerine ‘faşizm’, ‘komünizm’ yerine ‘insanlığın kurucu güçleri’ yazılmıştı.” [Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 197] Bazıları, enstitünün bu türden müdahalelerini FBI dosyalarına da yansıyan, ABD’deki makamların enstitünün komünist cephe olduğuna dair endişeler üzerinden izah ediyor. Bugün internette bulunan, Bilgilendirme Özgürlüğü Kanunu uyarınca Adorno konusunda istenen kayıtlar kıt bilgi içermektedir ve kısmen sansürlüdür. O açıdan pek güvenilir değildir. 21 Ocak 1944’te FBI’ın hazırladığı detaylı bir raporda enstitünün tarihine dair bilgiler sunuluyor ve yürüttüğü kimi araştırmaların özeti aktarılıyor. İddiasına göre, enstitü, “toplumsal ve ekonomik araştırmalar kılıfı altında faaliyet yürüten komünist bir aydın örgütüydü.” FBI, sonraki on yıl boyunca okuldaki hocaları izlemek ve bilgi toplamak için Karl Wittfogel gibi profesörleri, doçentleri ve kişilerin komşularını içeren geniş muhbir ağını devreye soktu. Buna karşın büro, enstitünün şüpheli faaliyet yürüttüğü hususunda tek bir kanıt bile bulamadı. Elimizdeki FBI dosyaları, Frankfurt Okulu’ndaki hocaları şahsen tanıyan muhbirlerin büro çalışanlarına şunu aktardığını ortaya koyuyor: “Bu insanlar, amaç ve taktik konusunda Hitler ve Stalin arasında bir farkın bulunmadığına inanıyorlar.”

[20] Bkz.: Wheatland, The Frankfurt School in Exile (bilhassa beşinci ve altıncı bölümler) ve Steven Müller- Doohm, Adorno: A Biography, Çev.: Rodney Livingstone (Cambridge: Polity Press, 2005), s. 414. Irving Kristol, “1952-1953’te ACCF’in icracı sekreteri ve Commentary dergisinin yayın yönetmeni yardımcısı oldu” [Giles Scott-Smith, The Politics of Apolitical Culture: The Congress for Cultural Freedom, the CIA and Post-War American Hegemony (New York: Routledge, 2002), s. 129). Amerika Kültürel Özgürlük Kongresi (ACCF) CIA’in kurduğu cephe örgütü idi. Son olarak şu belirtmek lazım: Enstitü’nün kendi kendisini sansürlediği faaliyetleri savaş sonrasında da devam etti. Wiggershaus, bu konuda şu örneği veriyor: yazarları, Aydınlanma’nın Diyalektiği eserinin 1947 tarihli baskısında önemli bir dizi değişiklik yaptılar (bkz.: The Frankfurt School, s. 401), Horkheimer, Almanya’ya döndükten sonra “kapitalizm” kelimesini ağzına bir daha hiç almadı: “Bu hamlenin asıl sebebi, taktikseldi. Kapitalizm eleştirilseydi, Amerikalı makamlar enstitüye iyi niyetle yaklaşmaz, ona destek vermez, Amerikalı yurttaşların Almanya’da faaliyet yürütmesine izin vermez, hatta enstitünün kurulması bile mümkün olmazdı.” [The Frankfurt School, s. 401]

[21] Christopher Simpson, Science of Coercion: Communication Research and Psychological Warfare 1945-1960 (Oxford: Oxford University Press, 1996), s. 4.

[22] Wiggershaus, The Frankfurt School, s. 239. “İkinci Dünya Savaşı esnasında ABD Kara Kuvvetleri Psikolojik Savaş Departmanı İstihbarat Seksiyonu’nda baş yayın yönetmeni olarak çalışan Daniel Lerner, BASR üyesiydi” [Rohan Samarajiwa, “The Murky Beginnings of the Communication and Development Field: Voice of America and ‘The Passing of Traditional Society,’” Rethinking Development Communication içinde, Yayına Hz.: Neville Jayaweera & Sarath Amumugama (Singapur: The Asian Mass Communication Research and Information Centre), s. 6]. Samarajiwa, Lerner’in araştırma projesini ve Passing of Traditional Society [“Geleneksel Toplumun Ölümü”] isimli kitabını Amerika’nın Sesi gibi propaganda araçları için kitle bulma işini üstlendiği gerekçesiyle eleştiriyor. Uygulamalı Toplumsal Araştırmalar Bürosu (BASR) ile CIA arasındaki ilişki konusunda 17 Nisan 1980 günü Columbia Daily Spectator gazetesi şu haberi yapıyor: CIA ellilerde ve altmışlarda Columbia Üniversitesi’nde bir dizi araştırma projesini yönetti. Bu projelerden biri de BASR’ın yönettiği Columbia Savaşın Belgelenmesi Projesi’ydi. Adorno’nun müzik bölümüne başkanlık ettiği Princeton Radyo Araştırmaları Projesi’ndeki iki direktörden biri de CBS’in araştırma direktörü, aynı zamanda ileride kurumun başına geçen (1946-1971) ve Rand Corporation başkanı olan (1961-1967) Frank Stanton’dı. CBS, ABD’deki ulusal güvenlik aygıtı ile derin bağlantılara sahip bir kurumdu. Direktörleri sonrasında CIA’yle doğrudan bağlantı kurmak amacıyla CBS’in santralini baypas eden özel bir telefon hattı kurmuşlardı. CIA ajanları, kadro veya muhabir olarak kurumda çalıştılar. CIA parasının aklanması için William S. Paley Vakfı’nı kullandılar. “CBS muhabirleri, yılda bir CIA hiyerarşisinde önemli yere sahip isimlerle özel akşam yemeklerine ve brifinglere katılıyorlardı.” [Hugh Wilford, The Mighty Wurlitzer: How the CIA Played America (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 2008), s. 227; Frances Stonor Saunders, The Cultural Cold War: The CIA and the World of Arts and Letters (New York: The New Press, 1999, s. 221]. Princeton Radyo Araştırmaları Projesi’nin diğer direktörü Hadley Cantril ise Latin Amerika’daki faaliyetleri denetleyen propaganda ve istihbarat kurumu, Nelson Rockefeller tarafından oluşturulmuş Amerika Kıtasındaki İşlerin Koordinasyonu Bürosu’nda danışman olarak çalıştı.

[23] Wheatland, The Frankfurt School in Exile, s. 215.

[24] Wheatland, a.g.e., s. 215-216.

[25] Wheatland, a.g.e., s. 214 ve devamı.

[26] Wheatland, a.g.e., s. 221.

[27] Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 136. Brecht’in tespiti şu şekilde: “Frankfurt Okulu, bir yandan Marksist bir enstitüymüş pozu keserek, bir yandan da devrimin artık işçi sınıfının ayaklanmasına bağlı olmadığını ısrarla dile getirip, kapitalizmi yıkacak faaliyet içerisinde rol almaktan imtina ederek, burjuvalara has bir hokkabazlığın altına imza attı.” [Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 77] Sonrasında Brecht, “Turandot or The Whitewashers’ Congress” [“Turandot ya da Badanacılar Kongresi”] isimli ünlü oyununda “piyasa ve emtia çağının aydınları” dediği isimleri “Aydın” sözcüğünün tersi anlamında “Nıdya” olarak nitelendirdi. [Bertolt Brecht, Collected Plays: Six, Yayına Hz.: John Willett ve Ralph Manheim (Londra: Random House, 1998), s. 248]. Burada Brecht bir gazeteci olarak Frankfurt Okulu’nu, genelde Weimar Cumhuriyeti’nin yaşadığı başarısızlıkta ve Nazizmin yükselişinde aydınların gördüğü toplumsal işlevi hicveden Marksist eleştirisini dile getirmekteydi. Barry Katz’in ifadesiyle, “Brecht her şeyi tersten anlayan, dolayısıyla ‘nıdya’ olan aydınları acımasızca hicvetmekteydi.” [Barry Katz, Herbert Marcuse and the Art of Liberation: An Intellectual Biography (Londra: Verso, 1982), s. 106]

[28] Amerikan istihbarat örgütlerinin ve propaganda araçlarının tarihi yanında bunların profesyonel aydınlar sınıfıyla ilişkileri ile ilgili yazın, burada özetlenemeyecek ölçüde zengin ve kapsamlıdır. Faydalı olabilecek genel değerlendirmeler sunan birkaç çalışma konusunda şu örneklerden bahsedilebilir: Saunders, The Cultural Cold War; Barry M. Katz, Foreign Intelligence: Research and Analysis in the Office of Strategic Services 1942-1945 (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 1989); Robin W. Winks, Cloak and Gown: Scholars in the Secret War, 1939-1961 (New Haven: Yale University Press, 1987); Ray S. Cline, Secrets, Spies and Scholars: Blueprint of the Essential CIA (Washington D.C.: Acropolis Books, 1976); Nicholas J. Cull, The Cold War and the United States Information Agency: American Propaganda and Public Diplomacy, 1945-1989 (Cambridge: Cambridge University Press, 2008).

[29] Enstitü’deki Arkady Gurland isimli hoca da OSS’te çalışıyordu. Wiggershaus, bu meseleyi şu şekilde özetliyor: “1943’te enstitüdeki hocaların altısı devlette tam ya da yarı zamanlı olarak çalışıyordu. Bu isimler, bu anlamda savaşla alakalı çalışmalara katkı sundular. Bu süreçte Neumann, Stratejik Hizmetler Bürosu Orta Avrupa Seksiyonu başkan vekili ve Ekonomik Savaş Kurulu danışmanı; Herbert Marcuse, OSS’te üst düzey analizci; Kirchheimer ve Gurland, OSS memuru; Lowenthal Savaş Enformasyonu Bürosu’nda danışman; Pollock ise Adalet Bakanlığı’nın Tekellerle Mücadele Departmanı’nda danışman olarak çalıştı. Enstitünün iki önemli teorisyeni Horkheimer ve Adorno herhangi bir kurumda çalışmadı.” [The Frankfurt School, s. 301].

[30] Bkz.: Yayına Hz.: Raffaele Laudani, Secret Reports on Nazi Germany: The Frankfurt School Contribution to the War Effort (Princeton: Princeton University Press, 2013).

[31] Neumann konusunda bkz.: Allen Weinstein ve Alexander Vassiliev, The Haunted Wood: Soviet Espionage in America—the Stalin Era (New York: Random House, 1999). KGB dosyaları, Sovyet istihbarat servisinin Neumann’ın yakın dostu Marcuse ile ilgilendiğini, onu kendi safına çekmeyi düşündüğünü ortaya koyuyor. Bu konuda kurumun temas kurmak için adım atıp atmadığını bilmiyoruz.

[32] Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 297.

[33] Bkz.: Wiggershaus, The Frankfurt School, s. 554-556.

[34] Aktaran: Wiggershaus, a.g.e., s. 554. Wiggershaus’un dediğine göre, “1950 yılında ABD’nin Almanya Büyükelçisi John McCloy, Enstitü’ye 200.000 mark, sonrasında da yeniden inşası için de 235.000 mark veriyor” [The Frankfurt School, 434]. Frankfurt şehri de parasal destek sundu. Toplumsal Araştırmalar Derneği ve özel bağışçılar da katkı yaptılar [The Frankfurt School, s. 435]. 1954’te enstitü, “Bolşevizmle Mücadele Birliği’nin kurucu üyesi olan ve vaktiyle Nazi partisini finanse eden Mannesmann şirketiyle yürütülecek araştırma için bir sözleşme yaptı. Burada amaç, işçilerin kanaatlerine dair sosyolojik bir çalışma yapmak, böylece Bolşevik tarzda örgütlenmeye ve sosyalistlerin işçi hareketine müdahalesine mani olması konusunda idareye katkı sunacak bilgiler üretmekti [The Frankfurt School, s. 479].

[35] Wiggershaus’a göre: “Paul Tillich gibi Horkheimer de sosyalizmi savunan bir isim değildi. O, Hugo Sinzheimer ve Hermann Heller gibi, kendisini davasına adamış, Nazizmin düşmanı olduğunu söyleyen demokratlar arasında görüyordu” [The Frankfurt School, s. 112].

[36] Akt.: Yayına Hz.: Wolfgang Kraushaar, Frankfurter Schule und Studentenbewegung: Von der Flaschenpost zum Molotowcocktail 1946-1995, Cilt I: Chronik (Hamburg: Rogner & Bernhard GmbH & Co. Verlags KG, 1998), s. 252-3.

[37] Wiggershaus, The Frankfurt School, s. 397.

[38] Akt.: Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 297.

[39] Domenico Losurdo’nun Savaş ve Devrim eserinde izah ettiği biçimiyle, komünistlerin ırksal bir olgu olarak görülüp aşağılanmasına yönelik pratik, antikomünist ideolojinin önemli bir parçasıydı (Çev.: Gregory Elliott Londra: Verso, 2015).

[40] Adorno ve Horkheimer, “Towards a New Manifesto?” s. 41. Horkheimer, makalelerini topladığı çalışmasının 1968 tarihli baskısına yazdığı önsözde benzer bir konum alıyor: “Tüm o kusurları ile şüpheli olan demokrasinin bugün devrimin kaçınılmaz olarak yol açacağı diktatörlükten daha iyi olduğuna dair tespit hakikat aşkına dillendirilmesi gereken bir tespittir.” [Max Horkheimer, Critical Theory: Selected Essays, Çev.: Matthew J. O’Connell vd. (New York: Continuum, 2002, s. viii]

[41] James L. Marsh’ın tespitiyle, “Habermas Körfez Savaşı’na bile isteye onay verdi, NATO’nun Yugoslavya’ya müdahalesine büyük bir coşkuyla destek sundu” [“Toward a New Critical Theory”, New Critical Theory: Essays on Liberation içinde, Yayına Hz.: William S. Wilkerson ve Jeffrey Paris (Lanham, Maryland: Rowman & Littlefield Publishers, 2001, s. 50]. Habermas’ın bu aldığı konumları nasıl meşrulaştırdığı konusunda bkz.: Danny Postel. “Letter to America” (Jürgen Habermas’la söyleşi). The Nation (16 Aralık 2002): Archive (erişim tarihi: 5 Mart 2021).

[42] Habermas’ın Nazi Gençliği içinde yer alması konusunda bkz.: Steven Müller-Doohm, Habermas: A Biography, Çev. Daniel Steuer (Cambridge: Polity Press, 2016), s. 17-19. Stuart Jeffries ise, “Habermas’ın yazılarının hiçbirisinde gençken Hitler için mücadele etmiş olmaktan ötürü herhangi bir suçluluk veya utanma duygusuna rastlamıyorsunuz” diyor. [Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 357]

[43] Theodor Adorno ve Herbert Marcuse, “Correspondence on the German Student Movement,” New Left Review 233 (Ocak-Şubat 1999), s. 129.

[44] Yayına Hz.: Peter Dews, Autonomy and Solidarity: Interviews with Jürgen Habermas (Londra: Verso, 1992), s. 231.

[45] Theodor Adorno, Critical Models: Inventions and Catchwords (New York: Columbia University Press, 2005), s. 274.

[46] Adorno, Critical Models, s. 267. Adorno, “en iyi eylem biçimi olarak eylemsizliğe dönük diyalektik övgüsü”nü, öğrenci eylemleri konusunda Marcuse’ye yazdığı mektuplarda yineleniyor: “İçinde yaşadığımız dönemin her şeyine katlandık, sen de benim kadar şey yaşadın, daha korkunç durumlara tanık oldun, Yahudilerin sorgusuz sualsiz katledilişlerini gördün. Bu durumlar yolumuza taş koydu. […] Açık konuşmak lazım: öğrencilerin tehlikeli işlerine iştirak etmezsen, Vietnam’da veya Biafra’da olan bitenle ilgilenmezsen yolunu yürüyemeyeceğini düşünüyorsun, ama aslında kendini kandırıyorsun. Eğer bu senin gerçek tepkinse o zaman sadece napalm bombalarının yol açtığı dehşeti protesto etmekle yetinmemelisin, Vietkong gerillalarının sürekli uyguladıkları, kimsenin ağzına almadığı Çin işkencelerine de bir şey diyebilmelisin.” [Adorno ve Marcuse, “Correspondence on the German Student Movement,” s. 127]

[47] Adorno, Critical Models, s. 268.

[48] Adorno ve Horkheimer, “Towards a New Manifesto?” s. 49.

[49] Wheatland, The Frankfurt School in Exile, s. 24. Horkheimer’in babasının “birkaç tekstil fabrikasına sahip bir milyoner” olduğu söyleniyor (Solty, “Max Horkheimer, a Teacher without a Class” and Wheatland, a.g.e., s. 13). Pollock da “zengin bir aileden geliyor (babasının birkaç deri mamulü üreten fabrikası vardı)”, Marcuse’nin babası ise başarılı bir tekstilciydi, sonrasında emlak işine girdi (Wheatland, a.g.e., s. 22).

[50] Akt.: Esther Leslie, “Introduction to Adorno/Marcuse Correspondence on the German Student Movement,” New Left Review 233 (Ocak-Şubat 1999), s. 119 ve Kraushaar, Frankfurter Schule und Studentenbewegung, Cilt 1, s. 374.

[51] Kraushaar, Frankfurter Schule und Studentbewegung, Cilt 1, s. 398.

[52] Yayına Hz.: Philip Agee ve Louis Wolf, Dirty Work: The CIA in Western Europe (New York: Dorset Press, 1978), s. 186. ABD emperyalizminin tepe noktalarında görevlendirilen eski Nazi dışişleri bakanlığı çalışanı Gustav Hilger, elindeki imkânları Adenauer’in iktidara gelmesi için kullandı. Sonrasında kendisi ABD’nin Hristiyan Demokrat Parti’den sorumlu gayriresmi elçisi oldu [Bkz.: Christopher Simpson, Blowback: America’s Recruitment of Nazis and Its Effects on the Cold War (New York: Weidenfeld & Nicolson, 1988), s. 112-118].

[53] Eric Lichtblau, The Nazis Next Door: How America Became a Safe Haven for Hitler’s Men (New York: Mariner Books, 2015), s. 33.

[54] William Blum, Killing Hope: US Military and CIA Interventions since World War II (Londra: Zed Books, 2014), s. 61-64.

[55] Danielle Ganser, Nato’s Secret Armies: Operation Gladio and Terrorism in Western Europe (New York: Rougledge, 2005).

[56] Ganser, Nato’s Secret Armies, s. 193. Newsweek’te çıkan makalenin başlığı: “Germany Rocked by Scandal of U.S. Arming Storm Troops,” Newsweek (20 Ekim 1952), s. 42-7.

[57] Ganser, Nato’s Secret Armies, s. 196.

[58] “Faşizmden sonra kurulan ‘demokratik’ devlet faşist virüsten tümüyle kurtulamadı (aynı şekilde faşizmden önce varolan demokratik devlet de faşist virüsün etkisi altındaydı” [Daniel Guérin, Fascisme et grand capital (Paris: Libertalia, 2014)]

[59] Savaş sonrasında Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün 1949-1950’de Frankfurt’a dönüşü konusunda Perry Anderson şunları söylüyor: “Artık Batı Almanya politik ve kültürel açıdan Avrupa’daki en gerici kapitalist ülkeydi. Burada faal olan ve Nazi şovenizmiyle İngiliz-Amerikan kaynaklı baskıların güdükleştirdiği Marksist gelenekler, bunun yanında, proletarya geçici bir süre pasifleşip sessizliğe gömüldü. Böylesi bir ortamda Alman Komünist Partisi yasaklandı, Sosyal Demokrat Parti Marksizmle bağlarını koparttı, böylelikle enstitünün depolitizasyon süreci tamamlandı. Neticede okul, ABD’deki akademik dünya içerisinde tecrit edilmiş küçük bir adacıktan başka bir şey değildi, Batı Almanya’ya geldiğinde ise devlet eliyle onurlandırıldı ve onun himayesine girdi. Otuzlarda Horkheimer’in savunduğu ‘eleştirel teori’ artık sosyalist pratikle arasındaki tüm bağları açıktan kopartmıştı. Nihayetinde Horkheimer emekliliğinde alçakça bir üslupla kapitalizmi müdafaa eden yazılar yazan birine dönüştü.” [Anderson, Considerations on Western Marxism, s. 34]

[60] Burada kısa bir özet sunmanın imkânı yok, bu sebeple şu çalışmalara bakılabilir: Jay, The Dialectical Imagination; Wiggershaus, The Frankfurt School; Wheatland, The Frankfurt School in Exile; Jeffries, Grand Hotel Abyss; ve Simone Chambers, “The Politics of Critical Theory,” The Cambridge Companion to Critical Theory içinde, Yayına Hz.: Fred Rush (Cambridge: Cambridge University Press, 2004), s. 219-247. Sanatçı Hito Steyerl’ün Adorno’s Grey (“Adorno’nun Grisi -2012), bu meselelerin bir kısmını yeniden ele alan ilginç bir çalışmadır.

[61] Anderson, Considerations on Western Marxism, s. 33.

[62] Wiggershaus, The Frankfurt School, s. 104.

[63] Kieran Durkin’e göre, Erich Fromm “eleştirel teori etiketine şüpheyle yaklaşan bir isimdir.” Ona göre, enstitü Marksist etiketinden uzak durmak için böylesi bir hileye başvurmuştur [Kieran Durkin, “Erich Fromm and Theodor W. Adorno Reconsidered: A Case Study in Intellectual History,” New German Critique 46:1 (1 Şubat 2019), s. 112].

[64] Wheatland, The Frankfurt School in Exile, s. 272.

[65] Solty, “Max Horkheimer, a Teacher without a Class.”

[66] Frankfurt’taki hocaların “devrimci olmayan” durumun kurbanları olduğuna dair fikir konusunda iki meselenin altı çizilmelidir: 1. Enternasyonalizm açısından bakıldığında bu hocalar yirminci yüzyılın en yoğun devrimci mücadelelerine tanık olmuş, Küba Devrimi, Çin Kültür Devrimi ve Vietnamlıların Amerika’ya karşı verdikleri Direniş Savaşı gibi gelişmelere açıktan karşı çıkmışlardı. 2. İçinde hareket ettikleri bağlamı Batı Avrupa ve ABD ile sınırlı tuttuğumuzda ise bu sefer de akla Lenin’in söz ve eylemleri gelecektir: “Dolaysız, açık, gerçek manada kitlesel ve gerçek manada devrimci bir mücadele için gerekli koşulların bulunmadığı durumda devrimci olmak, devrimci olmayan, açıktan gerici yapıların yerince güçlü olduğu o durum içerisinde yürütülecek propaganda, ajitasyon ve örgütlenme pratiği üzerinden devrimin çıkarlarını devrimci eylem yöntemlerine dönük ihtiyacı hemen takdir etme becerisinden yoksun olan kitleler içerisinde savunabilmek, gerçekten çok daha zor ve çok daha kıymetli bir iştir. Kitleleri gerçek, kalıcı, nihai çözüme götürecek, o büyük devrimci mücadeleye katılmaya sevk edecek olayların özel seyrini veya o özel yolu doğru bir biçimde sorgulama, bulma ve belirleme becerisini göstermek, bugün Batı Avrupa ve Amerika’daki komünist hareketin ana görevidir.” [V. I. Lenin. “Left-Wing” Communism an Infantile Disorder. Red Star Publishers, 2016, 83] George Jackson ise emperyalizmin merkezinde şunları söylüyor: “Faşistler hepten delirmediği sürece geniş kitle tabanını esas alan devrimci savaş için gerekli koşullar bütünüyle ortaya çıkmaz. Peki biz, onlarca yıl yaşanmayacak bir şeyi oturup bekleyecek miyiz? Mevcut olmayan koşullar imal edilmelidir.” [George Jackson, Blood in My Eye, s. 16]

[67] Bkz.: Gabriel Rockhill, “The CIA Reads French Theory: On the Intellectual Labor of Dismantling the Cultural Left,” 28 Şubat 2017, Salon [Türkçesi: İştiraki] ve Gabriel Rockhill, Radical History and the Politics of Art (New York: Columbia University Press, 2014), s. 191-217.

[68] Burada bahsi edilen makalelere referans veremiyorum, ama galiba bu bilgiyi Pierre Grémion’un Intelligence de l’anticommunisme isimli eserinden almıştım. Yazar orada Batı Almanya’da CIA’ye bağlı cephe örgütü olduğu çok önceden ortaya çıkmış olan CCF’e bağlı grupları inşa eden Hans-Schwab-Felisch’in ilişki kurduğu isimlerden birinin Adorno olduğunu söylüyor.

[69] Wheatland’in değerlendirmesine göre, “Partisan Review, Politics, Commentary ve Dissent dergilerini yüzeysel okuyan biri, Horkheimer çevresinin birçok New Yorklu yazarın idrak edip birbirine bağlamasına katkıda bulunduğu birbirleriyle ilişkili konu başlıklarının sürekli ele alındığını görür. Esasında kırkların sonunda ve ellilerde New York’taki aydın cemaatinin çıkarttığı birçok dergide yer almış, Horkheimer çevresinden isimlerce yazılmış birçok makale, enstitünün New York aydınları arasında yeni elde ettiği önem ve statünün ispatı idi” [Wheatland, The Frankfurt School in Exile, s. 186-187). Frankfurt Okulu üyelerini de içeren New York Aydınları’nın ABD ulusal güvenlik aygıtıyla sıkı ilişkileri mevcuttu. Örneğin bkz.: Hugh Wilford, The New York Intellectuals: From Vanguard to Institution (Manchester: Manchester University Press, 1995); Wilford, The Mighty Wurlitzer; Saunders, The Cultural Cold War]

[70] Bkz.: Scott-Smith, The Politics of Apolitical Culture, s. 129.

[71] Bkz.: “Letter to Robert Gates from Roy Godson,” 20 Ekim 1987, FOIA CIARDP89G01321R000700330003-7, CIA.

[72] Wheatland, The Frankfurt School in Exile, s. 153.

[73] Bkz.: Wheatland, a.g.e., s. 251 ve Saunders, The Cultural Cold War, s. 395.

[74] Thomas W. Braden, “I’m Glad the CIA Is ‘Immoral,’” Saturday Evening Post, 20 Mayıs 1967, s. 10.

[75] Wheatland, The Frankfurt School in Exile, s. 327.

[76] Georg Lukács, The Theory of the Novel, Çev. Anna Bostock (Cambridge, Massachusetts: The MIT Press, 1999), s. 22.

[77] Lukács, The Theory of the Novel, s. 22.

[78] Edward W. Said, Culture and Imperialism (New York: Vintage Books, 1993), s. 278. “Geleneksel Teori, Eleştirel Teori” isimli o ünlü makalesinde Horkheimer, argümanını Avrupa’daki teori geleneği temelinde aktarıyor. Pek dillendirmediği önermelerinden birinde o, söz konusu geleneğin kendisine hizmet eden bir düşünce geleneği olduğunu söylüyor. Bunun dışında Horkheimer, “eleştirel teorinin doğru toplum biçimini inşa etme görevinin beyaz olmayanların, kadınların veya Batılı olmayanların maruz kaldıkları sömürü ve zulmü aşmak anlamına geldiğini” söyleyenlerin bu düşüncesine hiçbir şekilde katılmıyor.

[79] Marcuse’nin bu etikete yönelik itirazı için bkz.: “Interview with Marcuse,” Australian Left Review, 1(22), 1969, s. 36, RO.

[80] Andrew Feenberg, “Waiting for History: Horkheimer and Adorno’s Theatre of the Absurd,” The Platypus Review, Sayı 37’ye ek (Temmuz 2011), s. 4.

[81] Aktaran: Leslie, “Introduction to Adorno-Marcuse Correspondence,” s. 121.

[82] Angela Y. Davis, “Marcuse’s Legacies,” Herbert Marcuse: A Critical Reader içinde, Yayına Hz.: John Abromeit ve W. Mark Cobb (New York: Routledge, 2004), s. 43. Wheatland’in dediğine göre, “Marcuse’nin altmışlarda, yetmişlerde ve seksenlerde gördüğü kabul sayesinde Frankfurt Okulu ABD’deki akademik dünyada önemli bir itibara kavuşuyor.” [Wheatland, The Frankfurt School in Exile, s. 297]

[83] Leslie, “Introduction to Adorno-Marcuse Correspondence,” s. 122.

[84] Adorno ve Marcuse, “Correspondence on the German Student Movement,” s. 134.

[85] Martin Jay, The Dialectical Imagination: A History of the Frankfurt School and the Institute of Social Research, 1923-1950 (Berkeley: University of California Press, 1996), s. xii.

[86] Davis, “Marcuse’s Legacies,” s. 46.

[87] Davis, “Marcuse’s Legacies,” s. 47.

[88] Esasında bu soykütüğünün izlediği yol, önemli ürünlerini ve alternatif patikaları kendisine tabi kılarak veya dışlayarak ilerliyor. Bu konuda birçok örnek verilebilir, ama muhtemelen en önemlisi Erich Fromm vakasıdır. Okulun sürgündeki döneminin ilk yıllarında onun en önemli temsilcilerinden biri olan Erich Fromm, “Horkeimer’den koptuktan sonra Horkheimer çevresi, Fromm’un eleştirel teorinin gelişiminde oynadığı rolü görmezden geliyor” [Wheatland, The Frankfurt School in Exile, s. 224]. Marcuse ve Davis’i, bilhassa Marcuse’nin ilk çalışmalarını ele alan birçok önemli eleştiri çalışması mevcut. Joy James, Davis’in çalışmaları konusunda en sert eleştirileri dile getiren bir isim. Bu dersleri YouTube’da bulmak mümkün. Ayrıca Black Agenda Report’ta çıkan “Airbrushing Revolution for the Sake of Abolition” (“29 Temmuz 2020) makalesine de bakılabilir: BAR (erişim tarihi: 24 Ocak 2021).

[89] Jürgen Habermas, “What Does Socialism Mean Today? The Revolutions of Recuperation and the Need for New Thinking,” After the Fall: The Failure of Communism and the Future of Socialism içinde, Yayına Hz.: Robin Blackburn (Londra: Verso, 1991), s. 45. Habermas başka bir yerde şunu söylüyor: “1989–1990’dan beri kapitalizmin inşa ettiği gerçeklikten kopmak imkânsız. Elimizde kalan tek seçenekse kapitalist dinamiği içeriden medenileştirmek veya terbiye etmek” [Jürgen Habermas, The Crisis of the European Union: A Response. Çev. Ciaran Cronin. Cambridge: Polity Books, 2012, s. 106].

[90] Bkz.: Domenico Losurdo, Liberalism: A Counter-History, Çeviri. Gregory Elliott (Londra: Verso, 2014) ve Gabriel Rockhill, Counter-History of the Present (Durham, N.C.: Duke University Press, 2017).

[91] Jürgen Habermas, The New Conservativism: Cultural Criticism and the Historians’ Debate, Yayına Hz. ve Çeviren: Shierry Weber Nicholsen (Cambridge, Massachusetts: The MIT Press, 1990, s. 53 ve 69. Habermas’ın tespiti şu yönde: “Gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşam standartları nüfusun en geniş kesimlerinin bile toplumsal kurtuluşa yönelik ilginin artık doğrudan ekonomi düzleminde ifade edilmediği ölçüde gelişti. ‘Yabancılaşma’ yoksulluk denilen ve apaçık ortada olan ekonomik biçiminden mahrum kaldı.” [Jürgen Habermas, Theory and Practice, Çeviri. John Viertel (Boston: Beacon Press, 1973), s. 195]

[92] Habermas, The New Conservativism, s. 69.

[93] Tom Rockmore, “Habermas, Critical Theory, and Political Economy,” Radical Intellectuals and the Subversion of Progressive Politics: Political Philosophy and Public Purpose içinde, Yayına Hz.: G. Smulewicz-Zucker ve M.J. Thompson M.J. (New York: Palgrave Macmillan, 2015), s. 191-192. Michael J. Thompson da benzer bir sonuca ulaşıyor: “Bugün eleştirel teori, eski paradigmanın içerisinden yeni bir paradigma çıkartıyor. Bu sebeple ben, burada ‘eleştirel teorinin ehlileştirilmesi’ derken, aslında eleştirel teorinin Jürgen Habermas, Axel Honneth gibi isimler eliyle yetmişlerde ve seksenlerde dil, usul ve kabul alanında başlattığı değişim sürecine atıfta bulunuyorum. Bu isimler, insanın yarattığı kültürdeki bozulmanın ve toplumsal hâkimiyetin asıl kaynağı olan kapitalist piyasa toplumu ile yüzleşen pratikten uzak durdular. Özünde eleştirel teorinin ehlileştirilmesi süreci, radikal politik içeriğin pratikte tasfiye edilmesi anlamına geliyordu.” [Michael J. Thompson, The Domestication of Critical Theory (Londra: Rowman & Littlefield International, 2016), s. 2]

[94] Bkz.: Nancy Fraser, “Global Justice and the Renewal of the Critical Theory Tradition: Dialogue with Alfredo Gomez-Muller and Gabriel Rockhill,” Politics of Culture and the Spirit of Critique: Dialogues içinde, Yayına Hz.: Alfredo Gomez-Muller ve Gabriel Rockhill (New York: Columbia University Press, 2011), s. 69.

[95] Nancy Fraser ve Axel Honneth, Redistribution or Recognition? A Political-Philosophical Exchange (Londra: Verso, 2003), s. 184 (Marksizmin çöktüğü iddiası ile ilgili olarak 126. sayfaya bakılabilir).

[96] Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 174.

[97] Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 134.

[98] Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 131. “Ekonomik dezavantajı içeren toplumsal adaletsizlik deneyimine, her daim meşru kabul olarak görülebilecek husustan vazgeçen pratik denk düşüyor” (Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 170].

[99] Axel Honneth, Disrespect: The Normative Foundations of Critical Theory (Cambridge: Polity Press, 2007), s. 69. Honneth gibi, Hartmut Rosa da Habermasçı tarihyazımında dillendirilen, Avrupa modernitesinin özerklik vaadiyle ilgili efsaneleri toplumsal hastalıklara liberallerin getirdiği teşhislere yönelik eleştiriyi birleştiriyor. O, sadece kapitalizm eleştirisini terk etmekle kalmıyor, aynı zamanda gulag şantajına açıktan başvuruyor: “Yabancılaşmanın politika ve kültür alanında yok edilmesine dönük her türden çabanın felsefenin, kültürün, politikanın totaliter biçimlerine ve otoriter kişilik biçimlerine yol açtığına hiç şüphe yok.” [Alienation and Acceleration: Towards a Critical Theory of Late- Modern Temporality (Malmö, İsveç: NSU Press, 2010), s. 98-99]

[100] Aimé Césaire, Discourse on Colonialism, Çev. Joan Pinkham (New York: Monthly Review Press, 2000), s. 58-59.

[101] Fraser ve Honneth, Redistribution or Recognition?, s. 140.

[102] Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 160.

[103] Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 176.

[104] Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 185.

[105] Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 186.

[106] Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 178.

[107] Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 187.

[108] Honneth, Batı aydınları arasında sosyalizmle ilgili olarak yaşanan tartışmalardaki artışa konuyla ilgili yazdığı The Idea of Socialism [“Sosyalizm Düşüncesi” -2015] isimli kitapla cevap verdi. Bu kitapta Honneth, “önceden takipçilerinin büyük bir kısmının onaylamayacağı teorik dürtüye ve amaca sahip bir sosyalizm”den dem vurduğunu söylüyordu [Axel Honneth, The Idea of Socialism, Çev. Joseph Ganahl (Cambridge: Polity Press, 2017), s. 106]. Aslında Honneth, kapitalizm dışında bir dünyanın bir mümkün olduğuna ya da hatta bu dünyanın arzulanır olduğuna dair vehimlerine bağlı kalanları eleştirmekteydi: “Ortada kapitalizmin çökeceğine veya işçi sınıfının kendi içinde yeni toplumun tohumunu barındırdığına dair bir umut yok” [Honneth, The Idea of Socialism, s. 106]. Ona göre sosyalizm, en iyi “liberal demokratik kapitalizm”in parametreleri çerçevesinde tarif edilmeli [Honneth, The Idea of Socialism, s. 106].

[109] Justice Interruptus yanında ayrıca Nancy A. Naples ile yapılmış, “To Interpret the World and to Change It: An Interview with Nancy Fraser” başlığını taşıyan mülâkata da bakılabilir, Signs: Journal of Women in Culture and Society 29:4 (2004), s. 1122.

[110] Luc Boltanski ve Nancy Fraser, Domination et émancipation: pour un renouveau de la critique sociale (Lyon: Presses universitaires de Lyon, 2014), s. 72.

[111] Boltanski ve Fraser, a.g.e., s. 55.

[112] Fraser ve Honneth, Redistribution or Recognition?, s. 212. Michael Parenti’nin de anımsattığı biçimiyle, “1915’te Lenin, burjuva biliminin Marksizmi hiç işitmediğini, ama buna karşın onun çürütüldüğünü ve yok edildiğini söylediğini aktarıyordu.” [Michael Parenti, Blackshirts & Reds: Rational Fascism & the Overthrow of Communism (San Francisco: City Lights Books, 1997), s. 121]

[113] Fraser ve Honneth, Redistribution or Recognition?, s. 198.

[114] Örneğin bkz.: Adolph Reed Jr., Class Notes: Posing as Politics and Other Thoughts on the American Scene (New York: The New Press, 2001).

[115] William I. Robinson, “The Betrayal of the Intellectuals,” Great Transition Initiative, Nisan 2020, Transition.

[116] Domenico Losurdo, Class Struggle: A Political and Philosophical History, Çev. Gregory Elliott (New York: Palgrave Macmillan, 2016), s. 2-3. Fraser ve Rahel Jaeggi’nin son kitapları Capitalism’i [“Kapitalizm”] böylesi bir teorik zemine oturtmuş olmaları kimseyi şaşırtmamalı. Hem Marksist geleneğin mevcut derinliğinden ve kapsamından bihaber olduklarından hem de dünya genelinde kesintisiz bir biçimde süren antikapitalist sınıf mücadelelerinden bihaber olan yazarlar, kapitalizmi “her şeyi kuşatan bir yaşam biçimi” olarak anlayan anlayışın geri döndüğünü iddia ediyorlar [Nancy Fraser ve Rahel Jaeggi, Capitalism: A Conversation in Critical Theory (Cambridge: Polity, 2018), s. 2]. Kitap okundukça yazarların bunun yeni bir gelişme olduğunu düşünmelerinin sebebi daha iyi anlaşılıyor: kapitalizm düşüncesi, onların ait olduğu aydın çevresine daha yeni sızmaya başladı. Bu yazarlar, Habermas’ın Theory of Communicative Action [“İletişimsel Eylem Teorisi”] isimli çalışmasını “eleştirel teorinin geniş ölçekli sosyal teori üzerinden temellendirilmesine yönelik ilk girişim” olduklarını düşünüyorlar, devamında da Habermas sonrası eleştirel teorisyenlerin pratikte ekonomi alanını eleştiri alanından çekip çıkarttıklarını söylüyorlar [Fraser ve Jaeggi, Capitalism, s. 5]. Bu anlamda, yazarlara göre kapitalizmin geri dönüşü, onu terk etmiş olan düşünce geleneğine ait küçük akademik çevrelerde yeniden ortaya çıkışına ait bir gösterge.

[117] Losurdo, Class Struggle, s. 73.

[118] Losurdo, a.g.e., s. 83.

[119] Losurdo, a.g.e., s. 75. Ellen Meiksins Wood’un açıkladığı biçimiyle, “Marx’ın analizini klasik politik ekonomiden ayıran temel özellik, Marx’ın analizinin ekonomi ve politika alanları arasında bağ kurmasıdır. Marx, süreklilik arz eden unsurların izini sürmeyi bilmiştir, çünkü o, ekonomiyi birbirinden kopuk güçlerden oluşan bir ağ değil, tıpkı politika alanı gibi, bir toplumsal ilişkiler kümesi olarak ele alır.” (Ellen Meiksins Wood, Democracy Against Capitalism: Renewing Historical Materialism (Londra: Verso, 2016), s. 21).

[120] Cinzia Arruzza, Nancy Fraser ve Tithi Bhattacharya, Feminism for the 99%: A Manifesto (Londra: Verso, 2019), s. 83-84.

[121] Yayına Hz.: Peter Hudis ve Kevin B. Anderson, The Rosa Luxemburg Reader (New York: Monthly Review Press, 2004), s. 241.

[122] Yayına Hz.: Philip S. Foner, Clara Zetkin: Selected Writings (Şikago: Haymarket Books, 2015), s. 93.

[123] Valentine M. Moghadam, Modernizing Women: Gender and Social Change in the Middle East (Boulder: Lynne Rienner Publishers, 1993), s. 77. Mukaddem, çalışmasında şu açıklamayı sunuyor: “Aleksandıra Kolantay’ın sosyal yardım bakanı olduğu dönemde kadınlara sekiz saatlik iş günü hakkı, sosyal sigorta hakkı, doğum öncesi ve sonrası iki aylık hamilelik izni ve işyerinde çocuğunu emzirmek için süre gibi hakları veren bazı kanunlar yürürlüğe girdi. Bu kanunlar, aynı zamanda çocuk emeğine ve kadınların geceleri çalışmasına yasak getirdi. Devrimin ilk aylarında bir yandan da karı-koca arasında eşitliği tesis eden, evlilikte nüfus kaydı, kolay boşanma imkânı, evlilik dışı çocuğun meşrulaşması, kadının kocasının soyadını almama hakkı veya kocasının evini paylaşmama hakkı gibi konularla ilgili kanunlar da çıkartıldı. [...] Bolşevikler, bir yandan da kadınların siyasete katılımlarının zaruri olduğu hususuna vurgu yaptılar [...] Özgür birlikteliği savunan Bolşevikler, boşanma pratiğini yasallaştırdılar” (Moghadam, Modernizing Women, s. 78-79). Ayrıca bkz.: Tatiana Cozzarelli, “Socialist Revolution, Women’s Liberation, and the Withering Away of the Family,” Left Voice (19 Mayıs 2020): LV.

[124] Malena Hinze, “The Revolutionary Role of Women in Cuba,” Liberation School (1 Mart 2007): LS. Ayrıca María Torrellas’ın çektiği Cubanas, Mujeres en Revolución [“Kübalı Kadınlar, Devrimdeki Kadınlar”] isimli belgesele bakılabilir: Vimeo (erişim tarihi: 21 Ocak 2021).

[125] Elbette burada ben, Marksist gelenekte mebzul miktarda kaba ve indirgemeci yaklaşımlara yönelik eleştirinin bolca dillendirildiğini söylüyor, bazı kaba ve indirgemeci “Marksizm” biçimlerinin varlığına işaret ediyorum. Marksizmin kaba ve indirgemeci olmadığı konusunda şu iki örnekten bahsedilebilir. 1923’te Clara Zetkin şunu söylüyor: “İkinci Enternasyonal’in aksine Komintern Avrupalı ve Amerikalı beyaz işçilerin elit kesimi için kurulmuş bir enternasyonal değildir. O, tüm ırklara mensup sömürülenler için vardır.” (Clara Zetkin, Fighting Fascism: How to Struggle and How to Win. Yayına Hz.: Mike Taber ve John Riddell. Şikago: Haymarket Books, 61). “Kadınlar Özgürleşmeden Zafer Mümkün Değildir” başlıklı konuşmasında Thomas Sankara, “öncülük ettiği devrimin erkeklerin kurtuluşuna katkıda bulunduğu, ama devrimin hakiki olup olmadığının ve geleceğinin kadınlara bağlı olduğu gerçeği”ne işaret ediyor (Thomas Sankara, Women’s Liberation and the African Freedom Struggle. Atlanta, GA: Pathfinder Press, 2010, s. 22).

[126] Arruzza vd., Feminism for the 99%, s. 9.

[127] Karl Marx ve Friedrich Engels, Collected Works, Cilt 25, Frederick Engels: Anti-Dühring, Dialectics of Nature (New York: International Publishers, 1987), s. 248.

[128] Marx ve Engels, Collected Works, Cilt 25, s. 248.

[129] Losurdo, Class Struggle, s. 75.

[130] Boltanski ve Fraser, Domination et émancipation, s. 74.

[131] Boltanski ve Fraser, a.g.e., s. 74. Minqi Li, ikna edici tespitinde, “kapitalizmin ve öteki hiçbir piyasa temelli ekonominin ekolojik çöküş sorununu çözemeyeceğini söylüyor, devamında, “medeniyetin korunması hedefine uygun bir biçimde iklimi belirli düzeyde istikrara kavuşturmak istiyorsa, insanlığın ancak sıfır ekonomik büyüme hedefiyle (kapsamlı altyapı dönüşümüne ihtiyaç duyan) salınım yoğunluğunu hızla düşürme hedefini birlikte gündemine alması gerekir” diyor ve şu tespiti yapıyor: “Sıfır ekonomik büyüme ihtiyacı, sadece kapitalizmin değil, her türden piyasa temelli ekonomik sistemin yirmi birinci yüzyılda tek geçerli tarihsel seçenek olarak görülmesi ihtimalini ortadan kaldırır” [Minqi Li, “The 21st Century: Is There an Alternative (to Socialism)?” Science & Society 77:1 (Ocak 2013), s. 38-39).

[132] Rosaura Sánchez, “On a Critical Realist Theory of Identity,” Identity Politics Reconsidered içinde, Yayına Hz.: Linda Martín Alcoff (New York: Palgrave Macmillan, 2006), s. 49.

[133] D’Atri ve Murillo şunu söylüyor: “Biz, antikapitalist olduğunu iddia eden bir feminizmin, ücretlilerin ekonomik talepleriyle geniş halk kitlelerinin demokratik talepleri birbirinden keyfi biçimde ayıran işçi hareketinin başındaki, belirli kesimlerden gelen bürokratik liderlerle mücadele etmesi gerektiğine, söz konusu ayrımın kapitalizmin hayrına olduğuna inanıyoruz. İşçi sınıfının belirli kesimlerinin kapitalizme karşı verdikleri mücadelenin toplumsal gücünü görmezden gelen, kriz bağlamında giderek ütopik bir nitelik kazanan dar reformist bakış açısına bu demokratik mücadeleleri teslim etmeye çalışan, toplumsal hareketin başındaki bürokratik ve belirli kesimlerden gelen liderlerle mücadele edilmelidir.” (“Feminism for the 99%: A Debate on Strategy,” Left Voice, 20 Ağustos 2019, LV).

[134] William I. Robinson, Global Capitalism and the Crisis of Humanity (Cambridge: Cambridge University Press, 2014), s. 54.

[135] Bkz.: Nancy Fraser, Justice Interruptus: Critical Reflections on the “Postsocialist” Condition (New York: Routledge, 1997), s. 37, 33. dipnot.

[136] Nancy Fraser, “Capitalism’s Crisis of Care,” Dissent 63:4 (Güz 2016): s. 35.

[137] Fraser, “Capitalism’s Crisis of Care,” s. 35.

[138] Fraser, Justice Interruptus, s. 37. Reel sosyalizmin gerçek içeriğini incelemek isteyenler şu tür kaynaklara bakabilir: Minqi Li, “The 21st Century: Is There an Alternative (to Socialism)?”; Vicente Navarro, “Has Socialism Failed? An Analysis of Health Indicators under Capitalism and Socialism.” Science & Society 57:1 (Bahar 1993): s. 6-30; Michael Parenti, “Reflections on the Overthrow of Communism” (kayıt altına alınmış ders): Archive (erişim tarihi: 20 Ocak 2021). Muhtemelen Parenti, reel sosyalizmle ilgili bilimsel araştırmaların en iyi özetini sunan isim: “[…] ‘Sosyalizmin işlemediğini’ söyleyenler, işlediği gerçeğini görmezden geliyorlar. Doğu Avrupa’da, Rusya’da, Çin’de, Moğolistan’da, Kuzey Kore’de ve Küba’da devrimci komünizm, feodal ağaların, askeri patronların, yabancı sömürgecilerin ve Batılı kapitalistlerin zulmüne ve sömürüsüne tahammül etmek zorunda kalan kitlelere daha iyi bir hayat yaşama imkânı sunmayı bilmiştir. Sonuçta yüz milyonlarca insanın maruz kaldığı yaşam koşulları, tarihte daha önce tanık olunmamış ölçüde iyileşme kaydetmiştir.” [Michael Parenti, Blackshirts & Reds: Rational Fascism and the Overthrow of Communism (San Francisco: City Lights Publishers, 1997), s. 85]

[139] Fraser, Justice Interruptus, s. 38. Fraser, sonrasında kimi somut konumlar aldı, mesela “gerçek feminist tercih” olarak Gloria La Riva’ya değil de Bernie Sanders’a desteğini açıkladı [Bkz.: Nancy Fraser ve Liza Featherstone, “Why Bernie Is the True Feminist Choice,” (10 Şubat 2020): Jacobin.).

[140] Fraser, Justice Interruptus, s. 25-26. Ayrıca Fraser, bu tür bir “sosyalizm”le kolektif devrimci toplumsal değişime zerre katkısı olmamış, önde gelen teorisyenleri arasında Martin Heidegger ve Paul De Man gibi Nazi partisi mensubu kişiler ile Jacques Derrida gibi kafası karışık antikomünist liberallerin olduğu yapısökümcü geleneğin birleştirilmesi fikrini savunuyor.

[141] Ernest Mandel, An Introduction to Marxist Economic Theory (New York: Pathfinder Press, 1973), s. 88.

[142] Mandel, An Introduction to Marxist Economic Theory, s. 89.

[143] Bkz.: Fraser, Justice Interruptus, s. 173-188.

[144] “Oxfam isimli uluslararası kalkınma ajansının derlediği rakamlar herkesin malumu: 2017 yılı itibarıyla insan nüfusunun yüzde birini teşkil eden en zengin kesim, dünyadaki toplam servetin yarısından fazlasını kontrolü altında tutuyordu; en tepede duran ve nüfusun yüzde 30’unu teşkil eden kesim dünyadaki toplam servetin yüzde 95’inden fazlasını kontrolü altında tutuyordu, öte yandan, nüfusun yüzde 70’i ise dünyadaki kaynakların yüzde 5’inden azı ile idare etmek zorundaydı.” [William I. Robinson, “Introduction: Who Rules the World?”, Peter Phillips, Giants: The Global Power Elite içinde (New York: Seven Stories Press, 2018), s. 15]

[145] Eleştirel teorinin Avrupamerkezciliğinin bir eleştirisi için bkz.: Amy Allen, The End of Progress: Decolonizing the Normative Foundations of Critical Theory (New York: Columbia University Press, 2017).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder