“İşçi
hareketi içerisinde yer alan oportünistler, Marksizmi revize etmeye dönük
pratikleri dâhilinde burjuvaziyle birlikte çalışıyorlar. Onlar, Marksizmin
öğretisindeki devrimci yanı, devrimci ruhu es geçiyorlar, görmezden geliyorlar,
onu tahrip ediyorlar. Buna karşılık aynı oportünistler, burjuvazinin kabul
edilir bulduğu veya öyle görünen hususları ön plana taşıyorlar, göklere
çıkartıyorlar.”
[V. I. Lenin]
Kendisini “eleştirel teori” olarak takdim eden
gelenek, ne yazık ki eleştiriden yoksun bir teori. Eşi benzeri görülmemiş bir
biçimde çevreyi felâkete sürükleyen ana motor güç olarak, sömürü, zulüm ve
baskı üzerine kurulu sosyoekonomik sistem anlamında kapitalizmi sistemsel ve
radikal analize tabi tutacak projeden geri duran eleştirel teori, temelde
söylemsel iletişim, kapsayıcı-kucaklayıcı tanıma pratiği ve yumuşak reformizmi
devrimci itirazın ve kapitalizmi aşmış bir dünyayı inşa edecek somut
mücadelenin üzerine ve karşısına koyuyor.
Sırtını Marksist geleneğin içinden çıktığı arka plana
dönen, Frankfurt Okulu ile bağlantılı eleştirel teori, eleştiri denilen pratiği
liberal bir ambalaja sardı. Toplumda bu eleştirinin gördüğü işlevlerden biri,
“demokrasi ve kapitalizmi aşmış bir dünya, imkânsız olmanın yanında,
istenmeyecek bir şeydir” cümlesinde uzlaşmış olanların zeminine radikalleşme
ihtimali bulunanları çekmekti.[1]
Bu makale, Marksizmin eleştirel teori alanında terk
edilişinin ardındaki sebepleri izah ediyor, Marksizmi terk edenlerin yaydığı
zehrin karşısına çıkartılacak panzehir olarak, özgürlük mücadelelerinden
doğacak devrimci teoriye dair bir değerlendirme sunuyor. Makale, Marksist
gelenek dâhilinde geliştirilmiş hâliyle devrimci teorinin sahip olduğu
açıklayıcılığa ve dönüştürücü güce dair bir izahatla başlıyor. Burada amaç,
devrimci teoriyi, ona dair kötü tasvirlerden, aptal sloganlardan, antikomünist
dogmalardan, tarihsel zırvalardan ve küçük burjuva aydınların ve başka
isimlerin onu itibarsızlaştırmak için kullandığı kaba ve indirgemeci
değerlendirmelerden kurtarmak.
Tarihsel materyalizmin kolektif bir çaba ile
üretilmiş, disiplinlere aşkın, sistemsel, radikal ve yanlışlanabilir, kökünü
kolektif mücadeleden alan bir tarih bilimi oluşuna açıklık getiren makale, bu
analiz çerçevesini eleştirel teorinin eleştirel tarihini kaleme almak için
devreye sokuyor. Bu anlamda, makalenin geliştirdiği Frankfurt Okulu eleştirisi,
esasında içeriden yapılmış veya içeriye ait bir eleştiri değil, fikirlerin
uluslararası politik ekonomisi dâhilinde gördüğü toplumsal ve tarihsel işleve
dair bir materyalist analiz.
Yazının ilerleyen bölümlerinde de göreceğimiz üzere,
kapitalist çıkarların yön verdiği, o çıkarlar için hegemonya tesis edenlerce
gözetim altında tutulan küresel teori endüstrisinin “eleştirel” etiketi ile
reklâm ettiği araştırma türü, özü konformist, biçimi eleştirel olan bir
çalışmadır.
Devrimci Teori
“En
azından Marksizm konusunda şu söylenebilir: o, Marksizmi aştığını iddia etmiş
olan diğer tüm ekonomik ve sosyal teori sistemleri karşısında çok kıymetli bir
avantaja sahiptir. Bu avantajsa onun eleştiri kılıcını sadece kapitalizme
değil, onunla bağlantılı analiz kategorilerine savuruyor olmasıyla ilgilidir.”
[Ellen Meiksins Wood]
Karl Marx ve Friedrich Engels, toplumsal hayatın her
bir yönüne ilişkin bütünsel bir değerlendirme yapmaya çalışan, sistemsel ve
radikal bir toplum analizi önerisinde bulunmuş, bir yandan da toplumsal hayatın
yönlerinin ardındaki ana sebeplere eğilerek, onların nasıl değiştirilebileceği
konusunda cevaplar bulmaya çalışmıştır.
Tarihsel materyalizm, hem düşünceden ari “ölü olgular
koleksiyonu” olarak gördüğü emprisizmden hem de tarihi muhayyel öznelerin
hayali faaliyetine indirgeyen idealizmden uzak durur.[2] Dünya ile akıl
arasındaki o büyük ontolojik ayrımı temel alan her iki yönelim, “insanların”
tarihsel planda anlamaya çalışacakları maddi bir dünyanın içinde varoldukları,
dünyadaki deneyimlerinin önceden maddi toplumsal ilişkilerin o derin tarihince
şekillendirildiği gerçeğini göz ardı etmektedir. Marx ve Engels’in de izah ettiği
biçimiyle, “Hislerin biçimlendirdiği dünya, ebediyetten tevarüs eden, hep aynı
kalan bir şey değil, sanayinin ve toplumun ahvalinin ürettiği bir şeydir. O,
tarihsel bir ürün anlamında, bir üründür, ardı ardına gelen tüm nesiller
boyunca ortaya konulmuş faaliyetin bir sonucudur.”[3] Bu anlamda tarihsel
materyalizm, gerçek hayata ait faaliyetleri açıklar, onun zamanla geliştiğini
ortaya koyar, o faaliyetin en tutarlı, en sistematik ve kendini tefekkür
etmesine imkân sağlayacak değerlendirmesini sunmaya çalışır ki bu pratik de
deneyimin maddi koşullarının somutta analiz edilmesini, belirli kavramlarla
karşılanmasını ve eleştiriye tabi tutulmasını gerekli kılar:
“Gökten
yere inmiş olan Alman felsefesiyle doğrudan karşıtlık içerisinde olan bir
yaklaşım üzerinden burada biz, meselenin yerden göğe yükselmek olduğunu
söylüyoruz. Yani mesele, canlı kanlı insana ulaşmak için insanların
söylediklerinden, kurdukları hayallerden, kavradıklarından ya da anlatılmış,
düşünülmüş, hayal edilmiş, kavranmış insandan yola çıkarak bir tespitte
bulunmak değil, bu yaşam sürecine ait ideolojik reflekslerin ve yankıların
gelişimini ortaya koyan gerçek hayat süreci temelinde gerçek ve faal
insanlardan yola çıkmaktır.”[4]
Buradan şu söylenebilir: tarihsel materyalizm
yanlışlanabilirdir, yani dile getirdiği gerçekler, hâlihazırda devam eden
kolektif doğrulama ve ayarlama sürecini temel alırlar. Her zaman doğru
olabilecek dogmatik bir öğreti olmayan tarihsel materyalizm, kendisinin de
tarihsel bir ürün olduğunu bilir. Dolayısıyla, özeleştiri ve yeni, farklı
durumlara uyum meselesi, kullandığı mantığa içkindir.[5] Başka bir ifadeyle,
tarihsel materyalizm, hem tarihin materyalist değerlendirmesidir hem de
açıklama pratiğinin tarihsel planda değişen çerçevesidir.[6]
Şu örnek, ne dediğimizi açıklığa kavuşturacaktır:
Lenin’in açıklamasına göre, Marx, devletle ilgili anlayışını Paris Komünü’ne
dair analizi temelinde değiştirdi, bu değişiklik neticesinde Marx, Komünist
Manifesto’yu revize etti ve hayatî öneme sahip müdahaleyi gerçekleştirip
kitaptaki bir yanlışı düzeltti:
“İşçi
sınıfı, hazır bulduğu devlet mekanizmasını elinde tutmakla ve kendi amaçları
doğrultusunda kullanmakla yetinemez, onu parçalaması gerekir.”[7]
Kristin Ross’a göre,
“aynı
dönemde Elisabeth Dmitrieff’le yürüttüğü tartışmalar ve Nikolay Çernişevski’nin
yazılarıyla haşır neşir oluşu üzerinden Marx, sosyalizme farklı yollardan
yürünebileceği fikrini kabul etti. Bu fikir, zihninde Vera Zasuliç isimli genç
bir Rus kadınla yaptığı yazışmalar neticesinde olgunlaştı.”[8]
Hatta Marx, Oteçestvenya Zapiski [“Anavatandan
Notlar”] dergisine yazdığı mektupta düşüncesini yanlış takdim eden
yaklaşımlardan birine itiraz etti ve kendisinin tarihin bütünlüğüne tek,
determinist ve teleolojik bir modeli dayattığına dair tespiti redde tabi tuttu.
Kendisini eleştiren isimlerden birine verdiği cevapta ise şunları söylüyordu:
“O,
ısrarla, benim Batı Avrupa’da kapitalizmin doğuşuyla ilgili olarak ortaya
koyduğum tarihsel taslağı, insanların kendilerini ne türden tarihsel koşullar
içerisinde bulduğuna bakmadan, herkese kader gibi dayatılmış genel sürecin
tarihsel-felsefi teorisine dönüştürmeye çalışıyor. Kusura bakmasın ama bunu
yaparak hem beni fazla onurlandırıyor hem de fazlasıyla itibarsızlaştırıyor.
[…] Farklı tarihsel bağlamlar içerisinde meydana gelen ve birbirine çarpıcı bir
biçimde benzeyen olaylar, tümüyle farklı sonuçlara yol açmış görünüyor. Bu
gelişmelerin her birini ayrı ayrı incelemek, sonra da bunları kıyaslamak
suretiyle kişi, bu olguda önemli olan hususu kolaylıkla keşfedebilir.
Gelgelelim, elde edilecek başarı, en yüce erdemi tarih üstü olmak olan
tarihsel-felsefi teorinin elindeki ana anahtara ait olmayacaktır.”[9]
Marx ve Engels, her zaman tarihte faillerin oynadığı
rol üzerinde durdu. Faillik meselesi, tarihsel materyalizmin üçüncü
yönüdür.[10] Bu yönüyle tarihsel materyalizm, sadece değişen dönemlere ve
koşullara diyalektik bir süreç dâhilinde uyum sağlayan tarihe dair materyalist
bir değerlendirme sundu, ayrıca tarihe müdahale ve dünyayı değiştirme hususunda
gerekli olan teorik koordinatları aktarmaya çalıştı. Başka bir ifadeyle,
tarihsel materyalizm, gerçek bir kullanım değerine sahip olan bir bilimdir,
çünkü ona asıl yön veren, kolektif özgürleştirme pratiğidir. O, en yalın
hâliyle devrimci teoridir.
Marksist Köklerden Washington Okulu’na
“Öğle
yemeğinde Horkheimer’in evindeyiz. Eisler de aramızda. Sonrasında Eisler,
Frankfurt Sosyoloji Enstitüsü’nün hikâyesini anlatan Nıdyanın Romanı için
bir senaryo önerisinde bulundu. Buğday spekülatörü olan Weil ismindeki zengin
bir ihtiyar, dünyadaki yoksulluktan duyduğu rahatsızlık üzerine ölür.
Vasiyetnamesinde parasının büyük bir kısmını yoksullukla ilgili araştırmalar
yapacak bir enstitünün kurulması için bir kişiye bırakır. Bu kişi, tabii ki
kendisidir.”
[Bertolt Brecht]
İlk başta Frankfurt Okulu, yirminci yüzyılın
başlarında Almanya’da devrimin başarısız olma sebeplerini ve gelecekte başarıya
ulaşma yolunu açıklamak için kurulmuş, disiplinlerarası çalışma yürütecek bir
Marksist düşünce kuruluşu olarak teşkil edilmişti. Kurucuları, Marksizm
Enstitüsü ismini uygun bulmuşlardı, fakat sonrasında yetkilileri
kışkırtmayacak, akmaz kokmaz başka bir isim buldular: Toplumsal Araştırmalar
Enstitüsü. Buna karşın, ilk müdürü Carl Grünberg, enstitünün Marksist
olacağını, bilimsel yöntem olarak Marksizme bağlı kalacağını açıkladı.
Müdürün çerçevesini çizdiği araştırma başlıkları
arasında politik ekonomiye dair meseleler, işçi mücadeleleri ve devrimci
politika gibi başlıklar bulunuyordu. Bir kapitalistin finanse etmesi gibi
belirli çelişkilerden muzdarip olan enstitü, politik hareket alanına yatırım
yapmaktan uzak durdu[11], ama buna rağmen Marksist bilimi temel aldığını
açıktan iddia etti.
Yirmilerin sonunda enstitünün başına önce Friedrich
Pollock, sonra da Max Horkheimer geçti. Böylelikle enstitü, tarihsel
materyalizm ve işçi siyasetinden uzak duran teorik fikirlere ve akademik
araştırmalara yöneldi.[12] Gillian Rose’un tespitiyle:
“Otuzların
başı itibarıyla enstitü, işçi hareketinden uzaklaştı. Bu süreç, Carl
Grünberg’in yerine Max Horkheimer’in getirilmesi ve Grünberg’in oluşturduğu Sosyalizm
ve İşçi Hareketinin Tarihi Arşiv Çalışması’nın yerine Toplumsal
Araştırmalar Dergisi’nin ikame edilmesi ile birlikte sona erdi. Hatta
enstitü, sınıfsal analiz meselesiyle de ilgilenmemeye başladı, giderek ilgisini
kültür ve otorite analizine yöneltti. Akademiyi politikleştirmek yerine
politikayı akademikleştirdi.”[13]
Bu politikanın akademikleştirilmesi sürecinin düzeyini
ve yoğunluğunu ortaya koyan bir işaret de, akademik mahfillerde bazen
benimsenen Marksist bir aydın olarak Leon Trotskiy’nin eserlerinin hiç
incelenmemiş olmasıydı.[14] Bu, özellikle üzerinde durulması gereken bir
husustu, çünkü Trotskiy, reel sosyalizm konusunda Frankfurt Okulu’nun getirdiği
eleştirilerin bazılarını kabul ediyor, Almanya’da devrimin uğradığı
başarısızlığı ve Avrupa faşizmin yükselişini o da dert ediniyordu. Her ne kadar
Trotskiy, eleştirel teori yazılarında geçerken değinilen bir isimse de enstitü
yazarları, genelde “Sol Muhalefet” olarak bilinen grubu ve Muhalefet Bülteni
isimli bir dergi çıkartan Dördüncü Enternasyonal’i ya görmezden geliyor ya
da onlarla ilişki kurmaktan imtina ediyordu. Trotskiy’nin sekreteri Walter Held
(Heinz Epe) Frankfurt Okulu’nu biliyor, hatta Horkheimer’ın dergisiyle ilgili
olarak, meramını daha başlığında ortaya koyan bir eleştiri yazısı yazıyordu:
“Politik Pratiksiz Eleştirel Teori Mümkün mü?”
Okulda Horkheimer’e yakın duran üyeler Troçkist
değildi, oysa Troçkizm, Sovyetizm karşıtlığına sunduğu katkı ve genelde reel
sosyalizme yönelik reddiyesi sebebiyle Batı akademyasında Marksizmin en kabul
edilir biçimi olarak görülüyordu.
Okul üyeleri, (Trotskiy’nin Spartaküs Birliği’nin
ezilmesinde ve faşizmin yükselişinde sahip olduğu sorumluluk sebebiyle sert bir
dille eleştirdiği) reformist İkinci Enternasyonal Marksizmi bağlamında, sosyal
demokrat bile değillerdi.[15] Belirli konu başlıkları ile ilgili olarak somut
konumlar alma konusunda hep isteksiz olan Horkheimer, Adorno ile birlikte
yürüttüğü çalışmayı sosyal demokrasinin sağında bir yere yerleştirmekteydi.
“Biz,
insanların yazılarımızın alabildiğine radikal olduğunu söylemelerini
istemiyoruz. Çalışmayana ekmek yok: biz sosyal demokratlara bu noktada
saldırıyoruz.”[16]
Almanya’da Nazizmin otuzların başında iktidara gelmesi
sebebiyle enstitünün ABD’ye taşınması sonrası kurum, “ülkedeki burjuva düzenine
uyum sağladı, geçmişte ve o günlerde yürüttüğü çalışmaları ABD’deki akademinin
ve şirketlerin şüphelerini ortadan kaldırmak için sansürledi.”[17] Marcuse,
sonrasında Horkheimer’in her türden politik faaliyeti neden yasakladığını izah
etmek zorunda kaldı.[18] Stuart Jeffries’ın aktardığı biçimiyle, “ABD’de
sürgünde olduğu dönem boyunca Horkheimer, kurumun Amerikalı sponsorlarını
korkutmamak adına, makalelerden Marksizm ve Devrim sözcüklerinin çıkartılmasını
ısrarla dile getirdi.”[19] Thomas Wheatland’in detaylarını sunduğu gelişme
dâhilinde enstitü, Yahudi İşçi Komitesi, (Commentary isimli dergisi CIA
ile bağlantılı olan) Amerikan Yahudi Komitesi, sonrasında Rockefeller Vakfı,
Alman Savunma Bakanlığı ve Almanya Yüksek Komiserliği gibi teşkilâtlardan gelen
parayı güvence altına almak adına, yürüttüğü araştırma programına
İngiliz-Amerikan topraklarında geliştirilmiş tekno-bilimsel sosyolojinin
politik açıdan tarafsız kimi biçimlerini dâhil etti.[20] Enstitü, ayrıca
sonrasında Uygulamalı Toplumsal Araştırmalar Bürosu (BASR) adını alan, Paul
Lazarsfeld’in kurduğu Radyo Araştırmaları Bürosu’yla sıkı bir ilişki içerisine
girdi. Horkheimer’in çevresinde bulunan, Amerika’ya getirttiği Adorno gibi
enstitü üyelerini işe alan bu iletişim çalışmaları merkezi, Christopher
Simpson’ın aktardığına göre, “hükümetin yürüttüğü psikolojik savaş
programlarının fiili uzantıları”ndan birisiydi.[21] ABD Ulusal Güvenlik Aygıtı
ile birlikte çalışan Rockefeller Vakfı’ndan 67.000 dolarlık bağış almanın
yanında merkez, CIA gibi bir dizi devlet kurumuyla birçok askerî, istihbarî ve
propaganda amaçlı iş için sözleşme imzaladı. Yıllık bütçesinin yüzde 75’ini
devletten gelen para oluşturuyordu.[22]
Büyük Buhran dönemi boyunca enstitüye yapılan bağışlar
sayesinde Horkheimer ve yakın çevresi, rahat koşullarda çalışma imkânı buldu.
Örneğin bu dönemde birçok farklı dili bilen personelin çalıştığı Manhattan’daki
117. Cadde’de bulunan genel merkezde çalışanların idari veya öğretmenlikle
ilgili bir vazifeleri bulunmamasına rağmen bunlara yüksek maaşlar ödeniyor, bu
insanlar düzenli olarak tatillere gönderiliyordu.[23]
Ancak bu durum 1937’de değişti. Yatırım alanında
yapılan yanlışlar, kuruma yapılan bağışların önemli oranda düşmesine neden
oldu. Enstitünün ekonomi uzmanı Pollock’a bu sorunu çözme görevi verildi.
Başında bulunduğu büro, zamanla New York Borsası analizcilerinin bürolarına
benzer bir yapıya kavuştu. Dışarıdan hizmet veren finans danışmanları, Pollock’a
bir dizi yatırım stratejisi önerdiler (bunlardan biri de New York’un kuzeyinde
ikamet amaçlı emlâk işine girmesi yönündeydi.)[24]
Bu süreçte Horkheimer, maaşlarda ve personel sayısında
kesintiye gitti, bir yandan da enstitünün yürüteceği araştırmaları Amerikan
standartlarına çekmek için yoğun bir çaba içine girdi. Burada amaç, bağış
toplayabilmekti.[25] Otuzların sonunda, “enstitünün toplumsal eleştirisi kitle
kültürüne ve haraç toplumu teorisine yönelmiş olmasına karşın, Horkheimer,
ABD’de Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nü muteber kılmak ve başarılarını
duyurmak için halkla ilişkiler şirketi olarak çalışsın diye Phoenix Haber ve
Reklâmcılık Bürosu’nu görevlendirdi.”[26] Pazara hâkim olmak ve şirketlerden
gelen paraları güvence altına almak için elinden gelen her şeyi yapan enstitü,
yazıları ABD basınında ön plana çıksın diye bir halkla ilişkiler şirketi tuttu.
Tam da bu sebeple Bertolt Brecht gibi Marksist aydınlar, Frankfurt Okulu’ndaki
hocaları, Stuart Jeffries’ın ifadesiyle, “Amerika’da sürgünde yaşadıkları dönem
boyunca destek arayışı için yeteneklerini ve görüşlerini birer mal gibi satan,
böylece ABD halkına zulmedenlerin hâkim ideolojisine destek sunan fahişeler”e
benzettiler.[27]
Horkheimer’in yaptığı mali kesintiler sebebiyle
çevresinde oluşmuş grubun sekiz üyesinin beşi Washington’da ayrılıp iş buldu,
bu isimleri ABD hükümeti ve ulusal güvenlik aygıtı işe aldı.[28] Leo
Löwenthal’ı, ülke içinde ve dışında büyük ölçekli propaganda kampanyaları
yürüten Savaş Enformasyonu Bürosu (OWI) işe aldı. Friedrich Pollock ise Adalet
Bakanlığı Tekellerle Mücadele Departmanı’nda çalıştı. Herbert Marcuse, Franz
Neumann ve Otto Kirchheimer ise önce OWI’da, sonra da CIA’in önceki hâli olan
Stratejik Hizmetler Bürosu’nun (OSS) Araştırma ve Analiz Şubesi’nde istihdam
edildi.[29] OSS’te bu isimler, Nazizmin yükselişi ve yayılımı, Üçüncü Reich’ın
yenilgisinin yol açacağı sonuçlar, Almanya’da muhalif siyaset ve komünizm,
Nazilerden kurtulma süreci gibi meselelerle ilgili raporlar hazırladılar.[30]
Bu beş isim, savaş sonrasında da Washington’da kaldı. Sonrasında
üniversitelerde önemli mevkilere geldiler. Ülkeden ilkin, sonrasında çift
taraflı çalışan, Moskova’ya da hizmet eden bir ajan olduğu ortaya çıkartılan
Neumann ayrıldı.[31] 1948’de Columbia Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü
oldu. En son Löwenthal ayrıldı, çünkü kendisi, ABD propagandasının en önemli
araçlarından olan Amerika’nın Sesi radyosunda yıllarca araştırma
direktörü olarak çalıştı. 1956’da Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Kampüsü’nde
hocalık yapmaya başladı. Horkheimer grubunu oluşturan Horkheimer, Adorno ve
Fromm, New York’ta kaldı (sonrasında Fromm hariç diğer iki isim Kaliforniya’ya
taşındı). Bu anlamda, okul üyelerinin Amerika’daki sürgün hayatıyla ilgili
olarak anlatılan standart hikâyenin düzeltilmesi gerekiyor. Ekip, savaş
döneminde ve savaş sonrasında esas olarak Washington’da ikamet etti. Burada
Amerikan ulusal güvenlik aygıtı, Alman kültürü ve toplumu konusunda uzman olan
bu solculara kucak açtı ve onları el üstünde tuttu. Bu anlamda Frankfurt Okulu,
esasen Washington Okulu olarak tarif edilebilir. Okul içindeki aydınların büyük
bir kısmı, Amerikan hükümeti için araştırma yürütüyor, analizler kaleme alıyor,
propaganda faaliyeti yürütüyordu.
Batı’nın Statükosunu Savunmak
“Uzun
vadede hiçbir şey değiştirilemez. […] Yani bu anlamda bizim hem Marksizmi hem
de ontolojiyi reddetmemiz gerekiyor. […] İnsanlıktan Amerikan sisteminin az çok
eski olan hâlinden başka bir şey inşa etmesini bekleyemeyiz.”
[Max Horkheimer]
Enstitü, savaş sonrasında Frankfurt’a geri dönmeye
karar verince genç Jürgen Habermas, “Horkheimer’in Federal Cumhuriyet’in sıkı
bir müttefiki hâline gelmesinden korktu”:
“Onun
kamuoyuna karşı sergilediği tavır ve enstitü ile ilgili olarak yürüttüğü
politika, bize onda cisimleşmiş olan eleştiri geleneğiyle çelişen oportünist
bir uyumculuğun ifadesiymiş gibi geliyordu.”[32]
Bu bağlamda, Horkheimer’in ellilerde Habermas’ı
politik açıdan radikal oluşu sebebiyle kenara ittiğinden ve sansürlediğinden
bahsetmek gerekiyor. Hatta Horkheimer, onu aynı temelde, enstitüden çıkartmayı
bile önerdi.[33] Habermas’ın biri liberal demokrasi eleştirisini içeren, diğeri
burjuva toplumunu prangalarından kurtarma ihtimalinden ve devrimden bahseden
iki makalesini yayımlamayı reddetti. Adorno’ya gönderdiği bir mektupta da aynı
şikâyetini dile getiriyordu:
“Bu
‘prangalanmış toplum’un paralarıyla varolan bir enstitünün yayımladığı
araştırma raporuna bu türden bir yazıyı kabul etmemiz imkânsız.”
Üstelik bahsini ettiği kurum, birçok projede CIA ile
birlikte çalışan ve onun Ford Vakfı ile birlikte yürüttüğü çalışmaları
denetleyen ABD Almanya Yüksek Komiseri John McCloy gibi isimler tarafından
finanse edilmekteydi.[34]
Horkheimer, o dönemde CIA’in desteklediği, ortanın
sağında duran, antikomünist parti Hristiyan Demokrat Birlik’le yan yana
duruyor, Çinlileri durdurmak için zaruri olduğunu söylediği Vietnam savaşına
açıktan destek sunmak suretiyle ABD dış politikasına arka çıkıyordu.[35]
1967’de, İkinci Dünya Savaşı sonrası antikomünist kültür savaşı dâhilinde
kurulmuş Amerika Evleri’nden birinde yaptığı konuşmada şunu söylüyordu:
“Amerika’da
savaş yapmak gerekli olduğunda, beni şimdi iyi dinleyin, mesele vatan savunması
değildir, asıl mesele, insan haklarını savunmak, anayasayı savunmaktır.”[36]
Nisan 1948’de Frankfurt Üniversitesi’nde misafir
profesörlük unvanını almak için Almanya’ya geri döndüğünde Amerikan
vatandaşıydı. Rockefeller Vakfı’ndan bağış alan enstitüsü, Wiggershaus’un
ifadesiyle,
“Horkheimer’in
standartları uyarınca, ABD’deki en eski ve en büyük kapitalist tekellerinden
gelen paranın çok küçük bir kısmını entelektüel faaliyet ve kültürdeki
yozlaşmayı araştırma işine tahsis ediyordu.”[37]
1956’da Horkheimer ve Adorno, Spiegel dergisine
yazdıkları yazıda İsrail, İngiltere ve Fransa’nın Süveyş Kanalı’nın kontrolünü
sağlamak için Mısır’ı işgal etmeleriyle neticelenen saldırıyı savundu
(Birleşmiş Milletler bu eylemi kınadı).
“Kimse,
cüret edip de bu hırsız Arap devletlerinin İsrail’e saldırmak ve oraya sığınmış
olan Yahudileri kıyımdan geçirmek için yıllardır fırsat kolladığını
söyleyemiyor.”[38]
Aynı yıl ikili, Komünist Manifesto’nun güncel
versiyonuna dair görüşlerini içeren ve açıktan politik olan çalışmalarını
yayımladı. Kitapta bir iki küçük istisna dışında, Batı dünyasının üstünlüğünü övdüler,
Sovyetler ve Çin’i kötülediler, bunu yaparken Doğu’daki barbarlardan
bahsettiler, onları “köleliği seçmiş hayvanlar, sürüler ve faşistler” olarak
tarif ettiler.[39] Horkheimer orada şunu söylüyordu:
“Ben,
Avrupa ve Amerika’nın tarihin bugüne dek refah ve adalet konusunda ürettiği en
iyi medeniyetler olduğuna inanıyorum. Bugün asıl önemli mesele, bu kazanımları
korumaktır.”[40]
Habermas, nadiren de olsa Horkheimer ve Adorno’yu ilk
yıllarda belli konularda sollasa da o, devrimci olmaktan uzak bir isimdi. Zira
Habermas, sonrasında İran Körfezi Savaşı’na ve NATO’nun Yugoslavya’ya yaptığı
müdahaleye destek verdi.[41] Ayrıca şunu da hatırlatmakta fayda var: daha
öncesinde Habermas, Hitler Gençliği örgütünün üyesiydi ve savaş süresince
cephede yardımcı kuvvetler içerisinde faaliyet yürütmüştü. Ardından okulda dört
yıl boyunca Nazi felsefecisi denilen bir kişiden eğitim aldı (Horkheimer ve
Marcuse de Heidegger’den eğitim almıştı.)[42] Her ne kadar Habermas, ilk başta
altmışlardaki antiemperyalist ve antikapitalist aktivizmle ilgilense de
nihayetinde enstitüdeki arkadaşlarıyla birlikte hareketi bir tür “sol faşizm”
olarak değerlendirip mahkûm etti.
Adorno, bu “sol faşizm” lafını söylem ahlakı
bağlamında yeniden kullandı ve Marcuse’nin şu cümlelerde ifade edilen suçlamasına
karşı bu isimle sıfat arasındaki çelişkiyi içeren ifadeyi diyalektiğin
rengarenk hâlini gündeme getirmek adına savundu:
“(Hakiki)
sol, kendisini kendisine içkin zıtlıkların zorlamasıyla sağcılaştıramaz. Bunun
için kendi toplumsal zeminini ve hedeflerini değiştirmesi gerekir.”[43]
Adorno, bu süreçte akıl dışı eylemlere sürüklendiğini,
düşüncesizce şiddet uyguladığını düşündüğü eylemci öğrencilere Batı Almanya’nın
neden savunulması gerektiğini anlatıyordu. Ona göre Batı Almanya, eleştirilmesi
gereken faşist bir devlet değil, bir demokrasiydi (sonrasında Habermas da
“Alman cumhuriyetinin dünyadaki en liberal altı yedi ülkesinden biri olduğunu”
söyledi.)[44] Ayrıca Adorno, bu tespitine üniversitenin toplumu değiştirmek
için kullanılacak operasyon üssü olmadığı, radikal değişimlerle alakalı
girişimlerin aydınlara yönelik öfkeyi harlayacağı tespitini ekledi. Batı
Almanya’ya verdiği desteği ve “Vietkong gerillaları Çinlilere has işkence
yöntemlerini kullandığı için Vietnam’daki savaş, geceleri uykularımızı
kaçırıyor” tespitini meşrulaştırmak adına Adorno, Teori ve Pratiğe Kenar
Notları isimli çalışmasını yayımladı.[45] Bu makalede Adorno, en eylem
türünün eylemsizlik olduğunu göstermek amacıyla, diyalektik harlama yöntemini
kullandı. “Gerçek pratiğin hedefi, pratiğin kendisini ortadan kaldırmak
olmalıdır” diyen Adorno, teorinin en zor ve en gerekli “pratik” olduğunu
söylüyordu.[46] Hatta daha da ileri giderek, faşizmle komünizmin aynı şey
olduğuna dair “aleni gerçeği” savunur bir konuma geldi.[47] Bu iddiasını
desteklemek için aşırı milliyetçi Neonazi partisi Almanya Nasyonal Demokrasi
Partisi’ne su taşıyan Parlamento Dışı Muhalefet (ApO) isimli yeni sol hareketi
örnek gösterdi. Başka bir yerde ise iddiasını desteklemek için şunu söyledi:
“Almanlar,
Rusların sosyalizmden yana olduğunu sanıyorlar. Oysa insanlar Rusların,
bilhassa avamın faşist olduğunun farkında değiller. Ama sanayiciler ve
bankacılar, bu gerçeğin farkında.”[48]
Sovyetler Birliği, 27 milyon Rus’un faşizmle
mücadelede canlarını feda ettiği bir dünya savaşından çıktığı için “avam”ın
SSCB’yi antifaşist sayması, gayet doğal bir durum. Ayrıca sanayicilerin ve
bankacıların ya da Adorno gibi babası “zengin bir şarap tüccarı” olan
profesyonel aydınların komünistleri mülkiyetleriyle alakalı çıkarlarına yönelik
bir tehdit olarak gördükleri için onları yanlış bir yaklaşımla, faşistlerle bir
tutmasında da şaşılacak bir şey yok.[49]
Altmışların sonunda dağıtılan bir öğrenci
bildirisinde, Frankfurt Okulu’ndaki hocalarla ilgili olarak dile getirilen
cümle, öğrencilerin o hocaları nasıl gördüklerini gayet iyi özetliyor:
“Onlar,
teoride eleştirel, pratikte konformist olan, otoriter devlete ait solcu
aptallardır.”[50]
Adorno, Hans-Jürgen Krahl ve diğer Sosyalist Alman
Öğrenci Birliği üyesi protestocular, Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’ndeki
odasını işgal ettiğinde polisi çağırınca Krahl, öğrenciler adına duyduğu
rahatsızlığı “Adorno ve diğer profesörler boktan eleştirel teorisyenlerdir”
cümlesiyle dile getiriyordu.[51] Minima Moralia’nın yazarı, Krahl ile
ilgili suçlamalarından vazgeçmedi. Aynı tutumu 1964’te Yıkıcı Eylem isimli
öğrenci örgütü konusunda da takındı. Şikâyetinden ve suçlamalarından
vazgeçmesine dönük onca baskıya rağmen Adorno, geri adım atmadı.
Enstitü, Batı Almanya’daki demokrasiyi eylemci
öğrencilerdeki faşizmin karşısına çıkartıyor, onu yüceye yerleştiriyordu. Oysa
maddi gerçeklikte bu tespitlerinin bir karşılığı bulunmamaktaydı. Philip Agee
gibi isimlerin detaylı bir biçimde açıkladıkları üzere, Batı Almanya’da
işbaşında olan Adenauer hükümetine CIA mali destek sunuyor, bizzat onun tarafından
kontrol ediliyordu.[52] OSS/CIA, ayrıca dört bin kadar ajanı doğrudan Adenauer
ile işbirliği içerisinde hareket eden ve eski Nazi partisi üyesi tuğgeneral
Reinhard Gehlen’in ellerine teslim etti. CIA, bu isimler sayesinde savaş
sonrasında Alman istihbarat kurumunu kontrol altına almayı bildi. [53] Buna ek
olarak, ABD ulusal güvenlik aygıtı, Doğu Almanya’ya karşı yürütülen
istikrarsızlaştırma ve kapsamlı terör kampanyasını yürütsünler diye sağcı
örgütleri finanse etti, eğitti, donattı.[54] Son olarak OSS/CIA, antikomünist
terörizm ve sabotaj görevleri üstlenmiş faşist yedek birlikler oluşturmak için
Nazileri kullandı.[55] CIA’in savaş sonrası dönemde Batı Almanya’da yürüttüğü
faaliyetlerin kapsamı bugün bile bilinmiyor, ama sürecin nasıl işlediği, o
dönemde birçok eylemci öğrencinin de bildiği bir gerçeklik. Bu anlamda,
Enstitü’nün başında isimlerin faşist yedek birlikleri bilmiyor olmaları
imkânsız. Zira o dönemde, bilhassa Ekim 1952’de Spiegel, Frankfurter
Allgemeine Zeitung, Frankfurter Rundeschau, New York Times, Times
of London ve Newsweek gibi dergilerde konuyla ilgili yazılar
yayımlanmış.[56] Hatta o dönemde Frankfurt’ta Hans Otto isimli eski bir SS
subayı karakola teslim oldu ve kendisinin içinde iki bin kadar aşırıcı sağ
militanın bulunduğu Teknik Hizmet isimli gizli faşist ordusunun bir şubesinin
üyesi olduğunu söyledi. Sonrasında yürütülen ve Frankfurt ile başka kentlerde
kamuoyunda tartışmalara neden olan soruşturma esnasında esas olarak CIA’in
eğittiği, silâhlandırdığı ve denetlediği Nazilerden oluşan bu terörist ağın
elinde “X” olayının gerçekleşmesi durumunda yok edilmesi öngörülen kırk kadar
üst düzey sosyal demokrat çalışanın ve çok sayıda komünistin isminin bulunduğu
uzun bir liste ele geçirildi. Muhtemelen “X” olayı derken de Sovyet işgali,
kitlesel gösteriler veya solun seçim zaferi kastediliyordu.[57] O dönemde
Almanya’da açık faşizm yürürlükte değildi, çünkü ülke, kendisindeki faşizmi
ortayolcu bir kukla hükümetin sunduğu kılıfın altında saklıyordu. Daniel Guérin
gibi zeki aydınlar ve öğrenciler bu gerçeği gördüler.[58] Ama Adorno ve yakın
dostları göremediler.[59]
Her ne kadar Frankfurt Okulu içerisinde tarih boyunca
farklı tartışmalar yürütülmüş, farklı konumlar alınmış, farklı güçlere bağlılık
gösterilmiş olsa da güvenle ifade edebiliriz ki, belirli bir dönemi dâhilinde
Marcuse haricinde Frankfurt Okulu’nun önde gelen üyeleri, öğrenci hareketine ya
hiç ilgi göstermemiş ya da onu eleştirmiş, bir yandan da yeni sola şüpheyle
yaklaşırken eski solu önemsememiştir.[60]
Horkheimer, hiçbir zaman bir işçi sınıfı partisine üye
olmazken, Adorno, sosyalist politik faaliyetle hiçbir zaman bir bağ kurmadı.[61]
Hatta okulun ilk yıllarında bazı isimlerin yapıp ettikleri ile ilgili
değerlendirmesinde Rolf Wiggershaus’un dile getirdiği biçimiyle, “Horkheimer
çevresine mensup kişilerin hiçbirisi politik faaliyet içerisine girmedi, bu
kişiler, işçi hareketi veya Marksizm içinden gelen isimler değillerdi.”[62]
Akademi dâhilinde teşkil edilmiş bir düşünce geleneği
olarak eleştirel teori, radikal toplumsal hareketlerin ortaya koyduğu pratiği
eleştiren bir teori biçimiydi.[63] Eleştiri, Marksizmin özünü çöpe atıp onun
ruhundan beslenen, kişinin kendi fikirlerini netleştirmeye yönelik düşünsel
gayreti olarak anlaşılıyordu. Bu yaklaşım üzerinden okulun teorisyenleri,
Marx’ın devrimci teorisini idealist liberalleri ve gericileri de içerecek
biçimde, söylemsel ve soyut anlamı dâhilinde, spekülatif bir eleştiri
geleneğine dönüştürmeye çalıştılar. Wheatland’in tespitiyle, Okul üyeleri,
hümanizme ve eleştirel akıl ülküsüne bağlı, Kant, Romantikler, Hegel, Marx,
Schopenhauer, Nietzsche, Freud ve Weber’in mirasından oluşan klasik Alman
düşüncesinden kök almış tüm değerleri savunan, her şeye “hayır” deyip duran (bu
anlamda, Lowenthal’in o çok sevdiği ifadeyle, “uyumlu olmak istemiyorum” diyen)
radikal isimler olarak varlıklarını sürdürdüler.[64] Louis Althusser’in
“teoride sınıf mücadelesi” dediği, materyalizmle idealizm arasındaki gerçek
ideolojik savaşı ifade eden şey, idealizmin kısmi veya topyekûn zaferi
sebebiyle ortadan kayboldu. Ingar Solty’nin de tespit ettiği biçimiyle:
“Özünde
Horkheimer ve Adorno, tarihsel faşizmi, yenilip soyut antikapitalizm ve
teorideki konformizm dışılık konumuna çekilmiş sosyalist proje olarak
görüyordu. […]. Ancak bu konum üzerinden ikili, temelde Marx’ın Alman
İdeolojisi’nde dile getirdiği ‘eleştirel eleştirinin eleştirisi’ denilen
çizginin gerisine düştü. Tıpkı Bruno Bauer ve Max Stirner gibi onlar da sürekli
şu şikâyeti dile döküp durdular: ‘Keşke insanlar da bizim gibi aldatmacanın genel
bağlantısı üzerinden görebilselerdi!’ […]”[65]
Frankfurt Okulu’ndaki hocaların gelecek nesillere
“mesajı şişe içinde iletme” stratejisi konusunda çok mürekkep harcandı.
Bazıları, “onların devrimci olmayan yazılarının bu sebeple fazla radikal
olduğunu” iddia ettiler. Gelgelelim, çok az insan, o mesajın içeriğini
sorguladı. Oysa o mesajın asıl amacı, insanları bugün ve burada süren
mücadelelerden uzaklaştırıp, onların spekülasyon denizine yelken açmasını
sağlamaktı.[66]
Bu anlamda, okulun önde gelen üyelerinin 1966’da CIA
eliyle kurulan cephe örgütü olduğu ortaya çıkan Kültürel Özgürlük Kongresi
(CCF) ile bağları olmasında şaşılacak bir şey yok. CCF, CIA’in düşün dünyasında
eşitlikçi siyasete karşı yürüttüğü savaşta kullandığı en önemli silâhlardan
biriydi. CIA, bu süreçte komünist olmayan solu finanse ve teşvik etti.[67]
Horkheimer, kurumun Hamburg’da düzenlenen
konferanslarından birine katılırken, Adorno, CCF’in Monat isimli
dergisini çıkarttı. Makaleleri CIA’in fonladığı Encounter ve Tempo
Presente dergilerinde yayımlandı.[68] ABD, okulu el üstünde tuttu, savaş
sonrası dönemde ünlenmesini sağladı. Bu sürece Partisan Review ve Commentary
gibi dergilerle katkıda bulundu.[69]
Partisan Review CIA’in
çıkarttığı bir dergi iken, Commentary’nin yayın yönetmeni yardımcılığını,
CCF’in Amerikan şubesi ACCF’in (Amerika Kültürel Özgürlük Kongresi) yönetici
sekreteri Irving Kristol üstlenmişti.[70] Commentary, tıpkı enstitü
gibi, Amerikan Yahudi Komitesi’nden para alıyordu. Derginin yayın yönetmeni
Elliot Cohen, enstitünün dostlarındandı (2006’da açığa çıkan bir CIA belgesinde
Cohen’in aynı zamanda Başkanın Dış İstihbarat Danışma Kurulu için danışmanlık
yaptığı ortaya konuluyor).[71]
Wheatland, ACCF’in çıkarttığı dergilerden biri olan Commentary
dergisini “Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’yle irtibatlı isimlerin
çalışmalarının reklâmının yapılmasında ve itibarlarının artırılmasında en
önemli araçlardan biri” olduğunu söylüyor.[72] Cohen’in yanı sıra, enstitüyle
sıkı işbirliği içinde olan başka isimlerin de ulusal güvenlik aygıtıyla güçlü
bağlara sahip kişiler oldukları görülüyor. Bu isimlerden biri, Horkheimer’in
ABD’de yazıştığı felsefe profesörü Sidney Hook. Bu isim, CIA’in yürüttüğü
kültürel Soğuk Savaş’ın cephe hattında yer alan ateşli bir soğuk savaşçı. ACCF
ve CCF’yle derin ilişkileri bulunan Hook, aynı zamanda 1950-1953 arası dönemde
CIA direktörüne ve 1951’de antikomünist propaganda faaliyetlerini denetleyip
koordine etmek amacıyla kurulmuş olan Psikolojik Strateji Kurulu’na danışmanlık
yapıyor. Enstitüyle uzun süre işbirliği içerisinde hareket etmiş olan Edward
Shils, CCF için çalışan bir soğuk savaşçı. Shils, sonrasında CCF’in CIA’e ait
bir cephe örgütü olduğunu ta 1955 yılında bildiğini kabul etti.[73]
Ulusal güvenlik aygıtıyla bağları bulunan aydınların
sunduğu maddi destek ve yürüttüğü reklâm çalışmasının, Horkheimer’in yakın
çevresinin derin devletin propaganda faaliyetlerine bilinçli olarak katkı sunan
ajanlardan oluştuğunu ispatlamadığını söyleyenler, önemli bir meseleyi gözden
kaçırıyorlar. Horkheimer’in antikomünist solcu aydınlardan oluşan grubu, esas
olarak Thomas Braden gibi CIA memurlarının kültürel Soğuk Savaş dâhilinde
yürütmeye çalıştıkları çalışmaya benzer bir çalışmaya imza attı. Gizli
operasyonları, sadece bilmesi gereken insanlar biliyorlardı.
“Ellilerde
Avrupa’nın önemli bir kısmında kendisini ‘solcu’ olarak adlandıran, birçok
Amerikalının komünistten farklı görmediği sosyalistler, komünizmle mücadele
meselesini pek umursamıyorlardı.”[74]
Bunlar, CIA’in desteklediği ve reklâm ettiği
aydınlardı. Devlet kurumlarıyla, özel vakıflarla, üniversitelerle, yayıncılarla
ve basın kuruluşlarıyla yakın ilişki içerisinde olan bu işbirlikçiler,
çalışmalarını bugüne dek CIA’ye hiç değmeden yürüttüler.
Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü, komünist olmayan
solcu isimlerden oluşan bir yapıydı. Üyeleri açıktan reel sosyalizmi
eleştirmekteydi. Birçok çalışmasında bu insanlar, kapitalizmden kurtulmanın
imkânsız olduğunu yazıp durdular. Wheatland’in anımsattığı biçimiyle:
“Marcuse
ve Horkheimer Çevresi, Amerikan soluna ve Batı Marksizmine önemli katkılar
sundular. Bu katkı, esasen ‘geç dönem kapitalizmi’nin Marksistlerin
düşündüğünden daha istikrarlı ve sağlam olduğu fikri ile ilgiliydi. Enstitünün
Amerika’ya göç ettikten sonra geliştirdiği düşüncelerin önemli bir kısmı bu tez
üzerine kuruluydu. Enstitü, toplumsal araştırmalara dair birçok alanda bu tezi
savunuyordu.”[75]
Bu noktada şu ilginç notu da eklemek gerekiyor:
bilebildiğim kadarıyla, okulun önde gelen isimlerinin hiçbirisi, CIA’in
komünist olmayan solun desteklenmesi ve Batı aydınlarının ideolojik bir çizgide
örgütlenmesinde oynadığı rolü açıktan eleştiren tek bir laf etmedi.
Enstitünün doğmasını sağlayan Birinci Marksist Çalışma
Haftası isimli ön araştırma seminerine katılmış olan Georg Lukács, okuldaki
hocaların davayı kötümser bir tutumla terk etmelerinin ve emperyalizme suç
ortaklığı yapmalarının önde gelen Batılı aydınlar olarak yaşayacakları o güzel
hayatın bedeli olduğunu söylüyordu. 1962 yılında Roman Teorisi isimli
çalışmasına yazdığı önsözde Lukács, Schopenhauer’e yönelttiği önceki
eleştirinin kapsamını genişleterek, ona “Adorno gibi önde gelen Alman
aydınlarının önemli bir kısmını da dâhil ediyordu.”[76] Aklın Yıkımı isimli
çalışmasında geliştirdiği bu eleştiri, Schopenhauer’in, dolayısıyla Adorno ve
şürekasının uçurumun, hiçliğin ve absürtlüğün kıyısında her türden rahatlığı
sunan güzel otel anlamında “Büyük Otel Uçurumu”nda ikamet ettiğini söylüyordu.
“Mükellef sofralarla sanatsal pratikleri içeren eğlenceler arasında geçen
günlük tefekkür pratiği, ancak o incelikli zevkler içeren rahatlatıcı
unsurlardan alınan zevki artırmaktan başka bir işe yaramıyordu.”[77]
Eleştirinin Sol Sınırında Polislik Yapmak
“Artık
sınıfa yapılan çağrılar hiçbir işe yaramaz, çünkü bugün gerçekte hepiniz
proletersiniz.”
[Theodor Adorno]
“Eğer
çok şeye sahip olanlar, sahip oldukları şeylerin bir kısmını ihtiyaç
sahiplerine vermek zorunda kalırsa bu insanlar, en nihayetinde o ihtiyaç
sahiplerinin altında ezileceklerdir.”
[Max Horkheimer]
Frankfurt Okulu’nun geliştirdiği eleştirel teori, öncelikle
Batı kültürünün ve medeniyetinin tarihiyle meşgul oldu. Tüketimci kapitalizm ve
kültür endüstrilerinin hâkim olduğu toplumsal hayata dair kimi derinlikli
görüşler dile getirse de okul, işçi mücadelelerine, sömürgecilik karşıtı
kurtuluş savaşlarına, materyalist feminizme ve diğer devrimci hareketlere hep
uzak durdu. Edward Said, uluslararası planda solcu siyasetin sahneye
çıkmayışını gayet güzel tarif ettiği çalışmasında, Batı Marksizmine mensup
aydınların önemli bir kısmının emperyalizm konusunda kör olduğu üzerinde
duruyordu:
“Hâkimiyet,
modern toplum ve sanat ile eleştiri üzerinden kurtulma fırsatları arasındaki
ilişkiler konusunda önemli görüşler sunsa da Frankfurt Okulu, ırkçı teori,
antiemperyalist direniş ve imparatorluk bünyesinde ortaya konulan muhalefet
pratiği konusunda sessiz kaldı. Hadi diyelim bu sessizlik bir tür gafletti,
bugün okulun önde gelen teorisyenlerinden Jürgen Habermas, ilkin New Left
Review’de yayımlanan bir söyleşisinde bu sessizliğin kasti bir
çekimserliğin tezahürü olduğunu söylüyor. Orada ‘Üçüncü Dünya’daki
antikapitalist ve antiemperyalist mücadelelere diyecek bir şeyimiz yok’ diyor
ve ekliyor: ‘Ben, aslında bu yaklaşımın Avrupamerkezcilikle kısıtlanmış bir
görüşü temel aldığının farkındayım.’ […]”[78]
Herbert Marcuse, okulla bağlantılı olan önemli bir
isim olarak, altmışların sonunda ve yetmişlerin başında radikal toplumsal
hareketlere destek veren birine dönüştü. Öyle ki kendisi bu tabiri reddetse de
kimileri onu Yeni Sol’un “büyükbaba”sı olarak adlandırdı.[79] Buna karşılık,
Andrew Feenberg gibi isimler, Marküzeci yönelimi, en azından 1968 sonrasındaki
hâlini, tarihsel materyalizme bağlılık ve pratiğin riskleri düzleminde ele
aldılar:
“Horkheimer
ve Adorno, nihayetinde Yeni Sol’u redde tabi tutarken, Marcuse, Hegelci-Marksçı-Lukaççı
ikilemi tarih alanına taşıdı.”[80]
2 Haziran 1969’da işçilerin ve öğrencilerin
antikapitalist hareketlerinin açığa çıkardığı harr karşısında Konkret dergisi
Marcuse’yi, “Frankfurt Okulu’nun eleştirel teorinin iddialarını gerçeğe taşımak
isteyen öğrencileri, genç işçileri, kentlerde zulüm gören azınlıkları ve Üçüncü
Dünya’daki ezilenleri destekleyen tek temsilcisi” diyerek göklere
çıkartıyordu.[81]
Bu bağlamda, şu önemli notu aktarmak gerekiyor:
Marcuse’nin akademideki toplumsal itibarı yanında okuldaki gelişmeleri anlamak
için kullanılan hâkim tarihyazımı, doğrudan Marcuse’nin gizliden bağlı olduğu
politik konularla alakalıydı.
Marcuse, çoğunlukla anakronizme meyilli bir ahmak ya
da altmışların egemen kültüre meydan okuyan, ama artık mazide kalmış olan
dünyaya ait, üzeri küf bağlamış bir ikona olarak görülüp ihmal edilen ya da
kenara itilen bir isimdi. Eski öğrencisi Angela Davis’in 2004’te dediği gibi,
“Frankfurt Okulu’yla ilişki olan, en çok bilinen ve yaygın bir biçimde okunan
tek düşünürü olarak Marcuse, seksenlerde ve doksanlarda o kadar okunmazken,
Theodor Adorno, Max Horkheimer ve Walter Benjamin, yakın dönemde yaygın bir
biçimde okundu.”[82]
Esasen Marcuse’nin sahip olduğu itibarın kısmen
sorumlusu Horkheimer’di, zira o, Marcuse’yi kendi düşüncesini ve Adorno’nun
düşüncelerini basitleştirip kabalaştırmakla suçlamıştı.[83] Adorno’ya yazdığı
bir mektupta bu suçlamaya cevap veren Marcuse, basitleştirmenin etkili bir
taktik olduğunu, zira toplumsal değişim için dile getirilmiş olan fikirlerin
kullanım değerini artırdığını söyledi:
“Bana
yönelik saldırısında Max, müşterek yürüyen tartışmalarda geliştirilen fikirleri
özel mülk olarak geri istiyor. Bu yaklaşımı bana sıra dışı geliyor. Ben,
çalışmalarımda bu düşüncelerin kabalaşıp basitleştiğini memnuniyetle kabul
ediyorum. Ben, kabalığın ve basitleştirmenin bu düşüncelerin kendisini hemen
ele vermeyen radikal özünün yeniden görünür kıldığına inanıyorum.”[84]
Angela Davis’ten bahsetmişken, şunu söylemek lazım:
Habermas’ın ve yeni Habermasçıların yörüngesinde hareket eden eleştirel teori
geleneğine dair, artık önemli bir yere sahip olan değerlendirmelerde Angela
Davis’in ismine rastlanmıyor. Rolf Wiggershaus, “Frankfurt Okulu: Tarihi,
Teorileri ve Politik Önemi” gibi okura çok şey vaat eden bir alt başlık içeren
788 sayfalık kitabında Davis’in adını hiç anmıyor. Aynı konuyu ele alan ünlü
kitabında Martin Jay, sadece kitabın 1996 tarihli baskısı için yazdığı önsözde
Davis’ten bahsediyor. İlk baskısı 1973’te yapılmış olan kitapta yazar,
küçümseyici bir ifade dâhilinde, Davis’i “Marcuse’nin kendisiyle kavgalı eski
öğrencisi ve Komünist Parti lideri” olarak tarif ediyor.[85]
Başlarda Davis’i, toplumsal eylemlilikle felsefeye
yönelik ayrıksı ilgisi arasındaki bağı nasıl kuracağına dönük çalışmadan
soğutan asıl isim Adorno.[86] Davis sonrasında, “Adorno’nun kendisinde gelişen,
o dönemde radikal hareketler içerisinde çalışma arzusunu medya çalışmaları
hocasının radyo teknisyeni olmak istemesiyle bir tuttuğunu” söylüyor.[87]
Adorno, burada açıktan dile getirmese de esasen şunu
söylüyor: gerçek bir akademisyen, incelediği pratiklerin içine asla girmemeli.
Bu küçük burjuva ideolojisine göre, akademik çalışmanın geçerliliği ve bilimsel
değeri politikayla ilgilenildiği ölçüde azalıyor, sahada faal olan hareketler
ve partilerin gerçek kullanım değeri düşüyor. Politik yönelimi az çok görünmez
olan çalışma, politik açıdan tarafsız, bu sebeple gerçek manada “bilimsel”
addediliyor. Çünkü o, hâkim ideolojiyle dikişsiz bir biçimde kaynaşıyor. Bu
açıdan, muhalif politikanın “bilimsel” olması imkânsız, çünkü burjuva bilimini
kuvvetlendiren bir politik ideolojiyi salık veriyor.
Okulun tarihi konusunda artık klasikleşmiş olan
değerlendirmeler, politika, ırk ve cinsiyet temelli anlatılar için bir araç
hâline gelmiş durumda. Bilhassa devrimci Kara Panter Partisi’yle bağlantısı
bulunan komünist siyahi kadının eserlerinde karşılık bulan Marküzeci mirasa ait
devrimci eylemliliği nispeten muhafazakâr olan Horkheimer-Habermas çizgisinden
ayıran akademik tarihyazımı, çok net bir tercihte bulunuyor. Bu ayrışma, tabii
ki ilgili gelenekteki yegâne ayrışma değil. Zira bu Marküzeci miras da eleştiriye
tabi tutuluyor. Bu anlamda, söz konusu eleştiri, okulun politik tarihi
konusunda anlamlı kimi görüşler sunuyor.[88]
Marx’ın Hayaletinin Şeytanlaştırılması
“Ütopyacılık, emek kavramı yerine
iletişim kavramına vurgu yapmaya başladı.”
[Habermas]
Öz diye bir şey kalmadı, ama Frankfurt Okulu’na mensup
ilk kuşak Marksçı ruhu az çok muhafaza etti. Sonraki kuşaklar, Habermas’ın
çalışmalarında somutlaşan ikinci kuşak ve Seyla Benhabib, Axel Honneth, Nancy
Fraser, Rainer Forst gibi isimlerde somutlaşan üçüncü kuşaksa bu ruhu tümden
yitirdi. Kapitalist sistem ve ona ait “demokratik” kurumlar içerisinde
sosyalizmin fiilileşmesini sağlamak gerektiğini söyleyen Habermas, gündemi
belirledi. O, Berlin Duvarı’nın yıkılışına yönelik tepkisini içeren makalesinde
şunları söylüyordu:
“Doğu
Almanya aydınları, Batı Avrupa solunun onlarca yıl içerisinde uyum sağladıkları
duruma yarın uyum sağlamak zorunda kalacaklar. Sosyalist fikirleri, herkese oy
hakkı tanıyan anayasal demokrasi ve refah devleti biçimini almış, zayıflıkları
yanında güçlü yanları da bulunan kapitalist toplumun alabildiğine reformist
olan özeleştirine dönüştürecekler. Devlet sosyalizminin iflası ile birlikte her
şey, bu iğnenin deliğinden geçirilmek zorunda kalınacak. […] İnsanlığın
kendisine dayatılmış olan vesayetten ve küçük düşürücü yaşam koşullarından
kurtulması umudu gücünü hiç yitirmedi, ama gene de o umut, yanlışlanabilir olan
bilincin ve talihli azınlığın varlığı ile yağmalanan kıtalar arasında belirli
bir denge tesis edildiğinde bunun ümit verici olduğunu söyleyen tarihsel derse
yönelik farkındalığın süzgecinden geçti.”[89]
Bu reformist iğnenin deliğinden geçen Habermas,
radikal teorinin eleştirel iğnesini o teoriyi mevcutta olan sistemlere
iliştirmek için kullanıyordu. Bunun için sosyalizmi toparlamayla ilgili
ajandası, esasen maddi tarihin yeniden işlenmesi pratiğine tabiydi. Bu pratik
dâhilinde Habermas, Avrupa Aydınlanması projesini iletişim alanında kullanılan
aklın öznelerarası ilişkileri aydınlatan ışığını her yana yaymak için uğraşan
bir şeymiş gibi takdim etti. Bunun yanında Habermas, dünya genelinde hüküm
süren baskı, sömürü, emperyalizmin uyguladığı zulüm, sömürgecilik, kölelik ve
yerli halklara uygulanan soykırım ile el ele ilerleyen, sonrasında “modern
demokrasi ve kapitalizm” denilen gelişmenin ulaştığı ölçüyü bir tür kaza kabul
ederek, bu gelişmeyi önemsiz bir şeymiş gibi göstermeye çalıştı, kenara itti,
dışladı.
Benim, Domenico Losurdo’nun ve başka isimlerin eldeki
kapsamlı tarihsel kanıtlar üzerinden dile getirdiği biçimiyle, bunlar, iki ayrı
proje değildi. Modern “demokratik” Avrupa’nın tarihi hiçbir şekilde kapitalist
genişleme sürecinin dünya genelinde yol açtığı felâketten ayrı ele alınamazdı.[90]
Aydınlanma idealleri denilen hususlar, esasen oligarşik toplumsal yapılardan ve
baskıcı sınıf, cinsiyet ve ırk ilişkilerinden kaynaklanıyordu. Bu idealler,
aslında bir avuç azınlık içindi ve o azınlığın dünya nüfusunun büyük bir
kısmını statülerini profesyonel badanacılar olarak çalışma arzusunda olan
aydınların yaratıcı işgüçlerini satın alarak meşrulaştırmaya veya gizlemeye
çalışan egemen sınıfı meydana getiren bir avuç aydınlanmış beyaz, erkek, mülk
sahibi Avrupalının hizmetine sokma amacını güdüyordu. İlericiymiş gibi görünen
ve “kapsayıcılık” olarak adlandırılan mitolojik hikâye, bu projenin kurucu
unsurlarından biriydi. Bu hikâye, aşağıdakilerin geçmişte verdikleri
mücadelelere itibar kazandırmak suretiyle projenin daimî olmasını sağlıyor, bir
yandan da bu mücadeleler başarısız olduğunda, parlak bir gelecekle ilgili
vaatlerini yineliyordu.
Habermas’ın çalışmalarında bu türden vaatler, maddi
değişiklik imasında dahi bulunmuyor, çünkü ona göre, “toplumsal emeğe dayanan
toplumla ilgili ütopik fikir tüm ikna etme becerisini yitirdi” ve yerini
iletişim kavramına bıraktı. Bu kavramın “ütopik içeriği hiç zarar görmemiş
öznelerarası alanın biçimsel yönlerine indirgenmiş toplum için bir zemin teşkil
etmekteydi.”[91] Bugünün eleştirel teorisinin arzuladığı reformist gelecek
böyle bir şeydi. Bu teori, kapitalizm içerisinde alan açılabileceğini, o alanın
söylem temelli irade oluşumuna dair kapsayıcı usul ve rasyonel iletişim için
demokrasinin idare edilebileceğini söylüyor.[92]
Dilbilgisi Olarak Liberal İdeolojisi
“Burjuva
evrenselciliğinin sınırlarını aşmak için gerekli çabayı ortaya koymak yerine doğal
olan çeşitlilikleri öven pratik, günümüz emperyalizminin küreselleşme
projesinin ihtiyaçlarıyla uyum içerisinde hareket ediyor.”
[Samir Amin]
“Modern
liberal-kapitalist toplumların ahlaki altyapısı, politik ahlak için meşru çıkış
noktası olarak görülebilir.”
[Axel Honneth]
Habermas’ın çalışmaları, eleştirel teori geleneğinin
üçüncü kuşağının yönettiği orkestrada ses tonlarının belirlenmesinde kullanılan
diyapazon işlevi görüyor. Bu geleneğin üçüncü kuşağına mensup isimler,
yazılarında ve verdikleri derslerde, Habermas’ı eleştirdiklerinde veya onun
ilgilendiği sahanın dışında duran konuları gündeme getirdiklerinde bile genelde
onun reformist politik yöneliminden ve müflis tarihyazımı pratiğinden istifade
ediyorlar. Aslında bu anlamda okulun tarihi içerisinde bizatihi Habermas
şahsında somutlaşan dönüm noktası ile ayrışan iki ayrı kuşaktan söz edilebilir:
“Habermas’ın
eleştirel toplum teorisi, başka bir ifadeyle, eleştirel teoriyle ilişkisi, yeni
Marksizmin bu biçiminin yaşadığı düşüşte önemli bir etkiye sahipti. […]
Habermas, niyetlerinden bağımsız olarak, gelişim imkânlarını önemli ölçüde
ortadan kaldıran eleştirel toplum teorisyenlerinin ikinci kuşağının merkezinde
duran bir isimdi. O, söz konusu teoriyi geleneksel teoriye yeniden entegre
ederek, onun erkenden sonunu getirdi. Bu geleneksel teorinin içinden,
Habermas’ın anladığı biçimiyle, özgürleştirme potansiyelinden yoksun olan başka
bir tür geleneksel teori çıktı.”[93]
Burası yeni Habermasçıları değerlendireceğimiz yer
değilse de bu çalışmada Nancy Fraser’a göre bütünleştirici toplum eleştirisini
inşa etmiş zengin geleneğin yolundan yürümüş iki isim üzerinde duracağım: Axel
Honneth ve Nancy Fraser’ın kendisi.[94]
Birlikte kaleme aldıkları Redistribution or
Recognition? [“Yeniden Dağıtım mı Kabul mü? -2003] isimli çalışmada,
Honneth, araştırmasını Habermas’ın toparlayıcı devrim görüşü üzerine
temellendiriyor, buradan da Marksizmin çöktüğünü söylüyor, devamında da Batı
dünyasındaki kapitalist liberal toplumların ahlaken ve siyaseten üstün olduğunu
iddia ediyor:
“Liberal-kapitalist
toplumlarda kabul üzerine kurulu ilişkilere dair değerlendirmemde, toplumsal
gelişmenin ahlaki yönü konusunda örtük bir dizi tespitte bulunmuştum. Sadece
yeni düzenin toplumsal entegrasyonun ahlaken üstün olan biçimini içerdiği ile ilgili
tespitim konusunda şunu söyleyebilirim: bu yeni düzenin içsel ilkeleri meşrudur
ve politik ahlakın genel çerçevesini çizmek için gerekli çıkış noktasını
vermektedir. […] İlk önce, normatif anayasanın geçmişin yön verdiği gelişmenin
sonucu olduğuna dair tespitim üzerinden modernitenin ahlaki açıdan üstün
olduğunu varsaymak zorunda kaldım.”[95]
Honneth, Avrupamerkezci olan tespitine ulaşmak için
başta “toplumsal kabul”deki biçimsel beklentinin antropolojik bir sabiteyi
temsil ettiğini, fakat ilgili toplum üzerinden bu beklentinin içeriğinin de
değiştiğini söylüyor.[96] Ardından, bilimcilik veya sosyal bilimcilik olarak
adlandırabileceğimiz fikre çalan laflar ediyor: bu noktada Avrupalı bir küçük
burjuva olarak okuduğu bir dizi “empirik” çalışmadan beslenen Honneth, en genel
manada “insanlığın adaletsizlikle ilgili deneyimi” konusunda genel bir çıkarıma
ulaştığını söylüyor. İddiasına göre, tüm adaletsizlik deneyimlerinin özünde,
toplum tarafından kabul edilme fikrinden vazgeçme yatıyor.[97] Honneth’den
öğrendiğimize göre, “ezilenlerin çektiği maddi çile, onlar nezdinde, yaşam
tarzı ile elde edilen başarıların toplumun geri kalanının duyduğu saygıya
değmeyeceği gerçeğine kıyasla, daha az önemlidir.”[98] Başka bir yerde dile
getirdiği biçimiyle, toplumsal sınıflar, kolektif ve nesnel bir çıkara sahip
olamazlar.
“Özgürleşmeyle
alakalı çıkarların ve deneyimlerin müşterek toplumsal-ekonomik koşullardan
başka bir şeyi olmayan bir grup insana (yani bir sınıfa) atfedilebileceğini
söyleyen anlayışı terk etmiş olmamız hayırlı bir gelişmedir.”[99]
Bu anlayış, sınıf mücadelesini teoriden kovuyor.
İlgili konum, Bantu kabilesinin gerçekte kabul edilmek
ve saygı görmek istediğini, maddi varlık koşullarının tali olduğunu söyleyen Bantu
Felsefesi kitabının yazarı, Belçika’nın Kongo’da görevlendirdiği misyoner
R. P. Tempels’ın aldığı konuma çok benziyor.
Honneth’in hiç utanmadan sıkılmadan “tüm empirik
kanıtları sunduğunu” söylediği kitabında bahsini dahi etmediği Aimé Césaire’a
ait çalışmalarda, Tempels’ın konumu özetlenirken, bir yandan da her derde
devaymış gibi önerilen burjuva kabul politikasının eleştirisine yer veriliyor.
Césaire, Tempels’in Bantu felsefesinin manevi niteliğine duyduğu saygının maddi
sömürüyü ve zulmü gizlediğini söylüyor. Sahnenin başında Césaire, Tempels’i Bantu’nun
maddi taleplerine verdiği cevapla başlıyor, ardından onun sözlerini aktarıyor:
“İnsana
yakışır ücretler mi! Rahat bir ev mi! Yiyecek mi! Bu Bantular saf ruh. Sana
daha önce dediğim gibi: Bunların ilk ve her şeyden önce arzuladığı şey,
ekonomik veya maddi durumlarının gelişmesi değil, beyaz adamın onların insan
olarak sahip olduğu onura, onların insan olarak sahip olduğu değere saygı
duyması, onu kabul etmesi.”
Ardından Césaire, bu konumun varacağı sonuçları
aktarıyor:
“Hâsılı,
Bantu’nun yaşama gücüne şapka çıkartın, onun ölümsüz ruhuna selam durun, hepsi
bu! Bunun da çok zor bir iş olduğunu siz de kabul edeceksiniz!”[100]
Honneth, bu dediği işin ekmeğini epey yedi, kabul
politikasını temel alan “eleştirel teori” üzerine koca bir akademik kariyer
inşa etti. İnsanın Avrupa’daki burjuva toplumunda ortaya çıkmış bireysel kabul
türüne duyduğu sözde ihtiyacı doğallaştırıp genele teşmil ettikten sonra
Honneth, hiç de şaşırtıcı olmayan laflar etti ve sömürgeciliğin medenileştirme
misyonuna işaret eden görüşe benzer bir görüş dâhilinde, öznelerin birbirlerini
kabul etmesinin en iyi biçiminin modern kapitalist toplumlarda bulunabileceğini
söyledi. Hatta Honneth’in anlayışına göre bu toplumlar, ahlaki toplum düzeninde
üç yeni kabul alanı (sevgi, hukuk ve başarı) meydana getirdiği için hem
“yıkıcı” hem de “devrimci”ydi.[101] Onlara yön veren ilkelerle birlikte bu üç
alan, “modern kapitalist toplumda kurumsal düzeyde sıkı bir bağlantı
içerisinde”ydi ve çağımızın ahlaki dilbilgisini teşkil ediyordu.[102] Üç alan,
birlikte bizim burjuva bireysel kabul düzeni olarak adlandırabileceğimiz şeyi
meydana getiriyordu. Honneth’e göre bu kabul düzeni, yücede tutulması gereken
bir şeydi, zira “kişinin kimlik oluşumu”na imkân sağlıyordu.[103]
“Modern
liberal kapitalist toplum düzenine doğru gerçekleştirilen sıçramayı ahlaki bir
ilerleme olarak gören anlayış meşrudur, zira sevgi, hukuki eşitlik ve başarı
ilkesine denk düşen bu üç kabul alanı arasındaki farklar, toplumun sunduğu
bireyselleşme imkânlarındaki artışla ve toplumun kucaklama ihtimalindeki
artışla birlikte çoğalır.”[104]
Bu düzen, diğer düzenlere kıyasla, sadece bireyin
kapsayıcı toplumsal kabule dönük ihtiyacı denilen antropolojik sabitenin
gereğini daha iyi yerine getirdiği için değil, ayrıca günümüzde dile dökülen
tüm ahlaki ve politik iddiaların değerlendirilmesi için gerekli normatif düzeni
temin ettiği için de üstündür. Dolayısıyla, Honneth’e göre eleştirinin görevi,
elde edilecek daha çok kabulün olduğu alanlara işaret etmektir:
“Eleştiri
görevini üstlenebilmesi için burada genel çerçevesi çizilen adalet teorisi, toplumsal
yorumun doğruluğunun karşısına kabul ilkelerindeki geçerliliği çıkartabilir.”[105]
Tam da bu sebeple Honneth, kendi projesini “toplumsal
adaletin inşası ve gerçekleşmesi denilen, ahlak zeminine oturan politik görevin
hedeflerine dair normatif bir fikir dile dökmeye çalışan teleolojik liberalizm”
olarak tarif ediyor.[106] Bu alanda gerçekleşecek ilerlemenin ölçütü ise
doğrudan emperyalist kapitalizm çağında hâkim olan burjuva ahlakına tabidir:
“Sadece
toplumsal kabul ilişkilerinin zenginleşmesine katkıda bulunabilecek talepler
normatif açıdan sağlam temelli kabul edilebilir, zira bu talepler, toplumsal
kabulün ahlaki düzeyinde yaşanan yükselmenin yönüne işaret ederler. Bu tartı
işleminin yapılmasını sağlayacak ölçütleri ise bireyselleşme ve kapsama denilen
iki ölçüm aracı verir.”[107]
Honneth’in zihniyetine göre liberal kapitalist düzen,
sadece meşru değil, ayrıca insani varoluş için en hayırlı şeydir. Bu düzen, tüm
politik faaliyetlerin ahlaki efendisi, dünya düzeninde verili olan, hiç
sorgulanmayacak unsurudur.
Honneth’in iddialarını Marksist açıdan değerlendirmek
zorunda kalırsak eğer, şu hususu kabul etmek zorunda kalırız: diyalektik tarihi
kurnazca kullananlar, eşi benzeri olmayan bir çalışma ortaya koymuş, burjuva
toplumunun eleştirisini burjuvalaşmış eleştiri ile ikame etmişlerdir. Marx’ın
kapitalist toplumsal ilişkilerin bir ürünü olduğunu ispatladığı burjuva
bireyciliği denilen ideoloji, tüm normatif iddialara yön veren ana çerçeve
hâline gelmiştir.
Honneth, ideoloji eleştirisi yapmak yerine, kimi yönlerden
Habermas gibi, ideolojiyi eleştirinin normatif çerçevesi ve temeli olarak
sunuyor. Ardından, bu tespitini genele teşmil ediyor, bireysel kabul fikri
üzerine kurulu modern Avrupa’daki burjuva düzenini tüm insanlık için gerekli
bir ahlaki ve politik model olarak takdim ediyor. Böylelikle eleştirel teori,
eleştirinin nesnesiyle bütünleşiyor, sömürgeci kapitalizmin ve sahte
demokrasinin felsefi odalığı olarak iş görmeye başlıyor. Burjuva ideolojisi de
“özgürleştirme pratiği”nin kullanacağı dilbilgisi hâline geliyor.[108]
Sol Antikomünizm
“Akademide
Marksizmi ve kullandığı yöntemleri bir bütün olarak ‘bütünleştirici,
indirgemeci veya genellemeci’ diyerek kapı dışarı etmek, aydınların ortak
anlayışı hâline geldi. Feministler, kadınların ve kadın emeğinin analizden
dışlandığını söyleyerek eleştirdi Marksizmi. […] Oysa indirgemecilik
eleştirisi, en çok da Marksizm karşıtı feminizm için geçerli.”
[Carol A. Stabile]
Nancy Fraser, eleştirel teori denilen kurumun solunda
duran bir isim. Kendisini “sosyalist” olarak tanımlayan Fraser, “yeniden
dağıtım yoksa kabul de yok” sözüyle tanınan bir aydın.[109] Eleştirel teori
geleneği içerisinde yeniden dağıtıma yönelik tedbirleri açıktan destekleyen
Fraser, “son otuz yıl içerisinde eleştirenlerin terk ettikleri kapitalizm meselesine
geri dönülmesini” savunuyor.[110]
Fraser, ayrıca dışarıdan eleştiri ve dönüşüm üzerine
kurulu bir dil geliştirdi ve bu dil, şirketlerin feminizmini şiddetle
eleştiriyor, feminizmle antikapitalist mücadelelerin ilişkilendirilmesi
gerektiği üzerinde duruyor.[111]
Fakat öte yandan, onun geliştirdiği projenin, büyük
ölçüde demokrasinin yürüyüşüne ve Marksizmin güya başarısız olduğuna vurgu
yapan Habermasçı tarihyazımını temel aldığını söylemek gerekiyor. Ona göre
Marksizm, Batı’daki burjuva aydınlarca sürekli gündeme getirilen, Stalinizme
ait olağan imaj dâhilinde tuzla buz oldu. Kendi iddialarını desteklemek adına,
Habermas’ın ütopik enerjilerin tükendiğine ve toplumsal hareketlerin ekonomik
meselelere sırt döndüklerine dair tezini arkasına alan Fraser, her şeyi
kucaklayacak bir önerme sunuyor ve “artık dikkate alınması gerekmeyen bir güç
olarak Marksizm, yerini siyaset ve akademi alanında kültürcü paradigmalara
bıraktı” diyor.[112] Fraser, ayrıca günümüzün eleştirel teorisyenlerinin yeni
bir tarihsel bağlama kavuştuklarını iddia ediyor:
“İlk
dönem Frankfurt Okulu düşünürlerinden farklı olarak bu teorisyenler,
özgürleşmeye dair umutların sosyalizmi odağa yerleştirdiği, emeğin toplumsal
hareketler içerisinde öncelikli bir yere sahip olduğu, toplumsal eşitlikçiliğin
herkesten destek gördüğü bir politik kültürün varolmadığını söylüyorlar.”[113]
Honneth gibi Fraser da yeniden dağıtımı önemseyen
politikanın yerini kabul politikasına bıraktığını söyleyen Amerikan
akademyasının dar bakış açısını temel alıyor. Daha da temelde Fraser,
neoliberal kapitalizmin yükselişe geçtiği ve nihayetinde hegemonya sahibi
olduğu dönemde farklı biçimler alan kimlikçi politikaya ait ideolojinin
gelişimi ve yayılımı ardındaki maddi güçleri yeterince değerlendirmeye tabi
tutmuyor. Marksist eleştirmenlerin de sürekli dile getirdiği biçimiyle,
kimlikçi politika, toplumsal adalet mücadelesini küresel kapitalizme dair
radikal analizin en fazla gerekli olduğu bir dönemde temsil ve kapsama üzerine
kurulu, kimseye zararı olmayan sembolik politikaya dönüştürüyor.[114] William
I. Robinson’ın ifade ettiği biçimiyle:
“Ulusötesi
elitlerin ‘çeşitlilik’ ve ‘çokkültürcülük’ siyasetini toplumsal adalet
mücadelesini ve antikapitalist dönüşümü açıktan kendi safına çekme değilse
bile, kapsayıcılık adına kimseyi tehdit etmeyen taleplere indirgemesinde
şaşılacak bir yan yok. Bu strateji, işçi sınıfının ve halk sınıflarının
dilinin, antikapitalizm söyleminin üzerini örtmeye yaradı.”[115]
Dahası Fraser, o basitleştirici ve belirli bir izleği
takip eden tarihyazımı ile sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet arasında iç içe
geçen ilişkileri kenara itiyor veya yanlış aktarıyor, günümüz dünyasında hüküm
süren, Küba Devrimi’nden, Kara Panterlere, Genç Lordlardan Burkina Faso’daki
Demokratik Halk Devrimi’ne, Zapatistalar ve Sandinistalardan Bolivar Devrimi’ne
dek uzanan birçok devrimci politik hareketi değersizleştiriyor veya görmezden
geliyor.
Domenico Losurdo’nun da dile getirdiği biçimiyle,
Habermasçılarda ve yeni Habermasçılardaki “emekçi yoksulların veya sınıfın
mücadelesinin yok olduğuna ve geri dönme ihtimaline yönelik ilgi, onların her
şeyden önce sınıf mücadelesinin (Batılı aydınların belirli kesimlerinin
bilincinde silinmiş olsa bile) hiçbir zaman ortadan kaybolmadığı gerçeği
karşısında cahil olduklarını ortaya koyuyor.[116]
Losurdo ayrıca, “komünizmin çöktüğünün iddia edildiği
güne dek gelirlerin yeniden dağıtılması üzerinde duran ve yüz elli yıldır hâkim
paradigmayı teşkil etmiş olan tezin artık fazla indirgemeci bulunduğunu”[117]
söylüyor. Marx, Engels, Lenin ve Mao gibi isimlerin politik eylemlerini ve
yazılarını Habermas’ın ve yeni Habermasçıların Marksist gelenekle ilgili
yazılarında göremeyeceğimiz tarihsel açıdan doğru tespitleri ve aktardığı
ayrıntılarla birlikte incelemeye tabi tutan Losurdo, komünist sınıf mücadelesi
anlayışının her zaman kabul (Anerkennung) için mücadeleyi içerdiğini ortaya
koyuyor:
“Sınıf
mücadelesinin ana meselesi nedir? Boyunduruk altına alınmış halklar,
proletarya, madun sınıflar, ev içerisinde yürürlükte olan köleliğe karşı
direnmeye çalışan kadınlar. Tüm bu birbirinden farklı özneler, farklı talepler
ortaya koyabilirler: milli kurtuluş, köleliğin kaldırılması, en temel özgürlük
biçimlerinin elde edilmesi, daha iyi yaşam ve çalışma koşulları, mülkiyetin ve
üretim ilişkilerinin dönüştürülmesi ve ev içerisindeki ayrımcılığın
sonlandırılması. […] Ekonomik-politik düzeyde ise bu mücadele, fabrika veya
aile içerisinde uluslararası planda oluşmuş işbölümünün değiştirilmesi
hedefini, politik-ahlaki düzeyde kabul edilme hedefini ifade eden, kapitalist
topluma damgasını vuran insanı değersizleştirip şeyleştiren süreçlerin aşılması
hedefini içerir.”[118]
Losurdo’nun ifadesiyle, “her şeyi ekonomiye
indirgeyen, ekonomizmle malul olan düşünce, Marksizmin mirası değil. Asıl sınıf
mücadelesini indirgemeci ve kaba ekonomist olarak yorumlayan, liberal
gelenektir.”[119]
Aynı gelenek, ırksal, cinsel ve toplumsal cinsiyetle
alakalı eşitliğe dair meseleleri Marksist analiz alanının dışına attı ve
mitoloji üzerine kurulu bir ilerleme hikâyesi kurguladı. Bu gelenek, Marksist
analizin esas olarak beyaz, erkek işçi sınıfına mensup özneleri etkileyen ekonomik
meselelerle meşgul olduğunu iddia etti. Kendisinin ne ve kim olduğunu gayet iyi
ortaya koyan, Cinzia Arruzza ve Tithi Bhattacharya ile birlikte 2019 yılında
kaleme aldığı manifestosunda Nancy Fraser şunları söylüyordu:
“Marx’ın
takipçileri, işçi sınıfının ve insanlığın kendi içinde farklılaşmış, homojen
olmayan bir yapı olduğunu hiçbir zaman kavrayamadılar, evrenselliğin bunlardaki
içsel farklılıkları göz ardı ederek elde edilebileceğine inandılar. Bu anlamda,
bugün biz, hâlen daha bu politik ve düşünsel yanlışların bedelini ödüyoruz. […]
Solun birçok kesimi, hâlen daha bizi bir araya getirenin soyut ve homojen bir
sınıf anlayışı olduğunu, feminizmin ve ırkçılık karşıtlığının bizi bölmekten
başka bir işe yaramayacağını söyleyen o eski formüle sarılıyor. Oysa militan
işçiyi beyaz ve erkek olarak tasvir eden olağan yaklaşımın döneme uyum
sağlamadığı, hiçbir zaman doğru olmadığı artık gün gibi ortada. Manifesto’da
da dile getirdiğimiz biçimiyle, bugün dünyada işçi sınıfı, milyarlarca
kadından, göçmenden ve beyaz olmayan insanlardan oluşuyor.”[120]
Bu satırların yazarlarına “Marx’ın takipçileri”
derken, kimleri kastettiklerini sormak gerekiyor. Bu takipçilerden biri,
“proleter kadınların ve anaların evlerinin o dört duvarı arasında çektikleri
zahmet, kapitalizm koşullarında üretken kabul edilmiyor”[121] diyen Rosa
Luxemburg mu, Lenin’le “kadın meselesi”ni tartışan, Komünist Kadınlar
Enternasyonali’nin kurucu liderlerinden olan ve “Kadınlar Karl Marx’a Ne
Borçlu?” gibi çarpıcı bir isme sahip olan çalışmasında “Marx, kadınların tüm
hakları elde etmek için verdikleri mücadelenin ihtiyaç duyduğu, yeri
doldurulması mümkün olmayan tüm o önemli silâhları imal etmiştir”[122] diyen
Clara Zetkin mi, içeriğini daha baştan ortaya koyan Ulusların Kendi
Kaderlerini Tayin Hakkı ve Kadınların Özgürleşmesi gibi çalışmalar kaleme
almış olan, Valentine Mukaddem’in ifadesiyle, “kendisinden önce ve sonra
toplumsal cinsiyet konusunda cüretkâr ifadeler kullanan”[123] Lenin mi, Yoksa
Mao Zedung, Ho Chi Minh, Thomas Sankara, George Jackson, Huey Newton, Fidel
Castro ve Ernesto “Che” Guevara mı kastediliyor? Bu insanların liderliğinde
çalışan milyonlarca komünist mi ırkçılık karşıtlığını görmezden geldi, militan
işçinin beyaz olduğunu söyledi? Kadınların ücretli annelik izni, ücretsiz
sağlık hizmeti, herkese eğitim alma imkânı, işgücünün her bir sektöründe
çalışma imkânı, eşit ücret ve “erkeklerin ev içi çalışmalarla ve çocuk
yetiştirmeyle ilgili sorumlulukları paylaşmasını zorunluluk hâline getiren 1975
tarihli Aile Kanunu gibi mevzileri elde etmelerine yardımcı olan Kübalı
Kadınlar Federasyonu’nun 3,8 milyon üyesi mi bu manifestoyu okuyarak
indirgemeci Marksizmin o eski okuluna ait klişelerindeki cahil dogmatizmi
aşacak?[124] Alexandra Kollantai, Claudia Jones, Celia Sánchez, Vilma Espín,
Haydee Santamaría, Kathleen Cleaver, Assata Shakur, Denise Oliver-Velez ve
Komutan Ramona’nın, “beyaz erkek” Marksizminin etkisi altında olduğu için ırk
ve toplumsal cinsiyete dair hiçbir fikir geliştirmediklerini söyleyebilir
miyiz? Marksistler mi yoksa onları hakir gören radikal liberaller mi
indirgemeci?
Fraser’ın kaleme aldığı Manifesto, birçok yerde
“eski okul”a ait yaklaşımlara ve kendisinin Marksist gelenekle ilişkilendirdiği
“sınıf indirgemeci” sola yönelik atıfta bulunuyor, ama bu konuda somut örnekler
ortaya koymuyor.[125] Böylelikle manifestonun yazarları, projelerini yeni bir
şeymiş gibi takdim etme ve “artık sınıf mücadelenin yeni ve eşi benzeri
görülmüş bir aşamaya geçmesi, feminist, enternasyonalist, çevreci ve ırkçılık
karşıtı olması mümkün” deme imkânı buluyorlar.[126] Ama bu yazarlar, Marksist
geleneğin sınıf mücadelesini zaten feminist, enternasyonalist, çevreci ve
ırkçılık karşıtı bir mücadele olarak gördüğünden hiç bahsetmiyorlar.
Marx’ın görüşüyle uyum içerisinde olan bir
değerlendirmesinde Engels, Jean-Baptiste Joseph Fourier’nin “cinsiyetler arası
ilişkilerin burjuva biçimine ve kadının burjuva toplumundaki konumuna yönelik
ustalıklı eleştirisi”ne[127] övgüler düzüyor, devamında Fourier’nin, “her
türden toplumda kadının özgürlük düzeyi, genel özgürlüğün doğal ölçütünü
verir”[128] diyen ilk kişi olduğunu söylüyordu. Domenico Losurdo meseleyi şu
şekilde izah ediyor:
“Liberal
gelenek, sınıfı mücadelesini indirgemeci bir biçimde, kaba ekonomist olarak
yorumluyor. Özgürlük/Eşitlik denilen kavram çiftine sırtını yaslayan liberal
gelenek mensupları, kendilerini özgürlüğü kıskançlıkla savunan, onu başka
şeylere dönük ilgisini kesmişçesine seven kişiler mertebesinde görüyor,
muarrızlarını ise ekonomik eşitlik peşinde koşan, sadece maddi çıkar üzerinden
harekete geçebilen, kaba ve haset ruhlar olarak etiketliyor. […] Liberaller,
kadınların ve ezilen milletlerin özgürleşmesi davasına yönelik somut
bağlılıklarını [Marx’ın konumu]; Amerikan iç savaşı esnasında
Afrikalı-Amerikalılara dayatılan zincirlerin kırılmasına katkıda bulunmak adına
en ağır maddi fedakârlıkların altına imza atılmış olmasını [Marx’ın konumu];
kölelik yanında “modern ücretli köleliğin” ortadan kaldırılması konusunda
gösterilen kararlılığı [Marx’ın konumu]; patronların fabrikalarda sergilediği
‘despotizm’e karşı günbegün verilen mücadeleleri ve Bismarck’ın özgürlükleri
ezen kanunlara karşı verilen mücadeleleri, felsefi ve filolojik bir dikkatten
çok Soğuk Savaş yıllarında sergilenen politik ve ideolojik tutkuya uygun düşen
bir yorum dâhilinde nisyana gömüyor.”[129]
Fraser, Luc Boltanski ile yaptığı tartışmada
özgürleşme denilen olguyu “hâkimiyetin aşılması gerçeği”[130] olarak tarif
ediyor. Muhtemelen onu böylesi bir tarife bahsini ettiğimiz tarihyazımı taşıdı.
Fraser, özgürleşme sürecinin içeriğinden hiç bahsetmiyor, bunun yerine,
gelecekte yeni hâkimiyet biçimlerinin ortaya çıkabileceğini, bu sebeple bu
sürecin neye benzeyeceğine dair net bir şey söyleyemeyeceğimizi iddia ediyor.
Ama bir yandan da Fraser, inatla, anayasal devletin, pazarın ve tüketime
yönelik ürünlerin zaruri olduğu fikrini savunuyor:
“Benim
niyetim, aslında yeni bir sentezin oluşturulmasını, özgürleşme pratiği ile
toplumsal koruma arasında yeni bir ittifakın kurulmasını önermekti. ‘Toplumsal
koruma’ derken, kurumların pekiştirilmesini, bunun yanında, anayasal devletin
mantığının oluşturulmasını kastediyorum. Ayrıca biz pazarsız yapamayız.
Tüketime yönelik ürünlerin bir pazara kavuşmasının zorunlu olduğu en az üç alan
var: çevre, toplumsal koruma ve maliye. Pazarın gerekli olduğu bu alanların
kontrol altında tutulması ve sağlam olması gerekiyor. Ayrıca kuralları dayatan
pazarlar belirli kısıtlara sahip olmalı.”[131]
Rosaura Sánchez, Fraser’ın anladığı biçimiyle, kabul
siyasetinin de yeniden dağıtım siyasetinin de kapitalist sistemi ayakta tutan
yapıları tehdit etmediğini söylüyor.[132] Fraser’ın manifestosunda toplumsal
hareket ve reform modeline yaptığı vurguyu eleştiren yazılarında Andrea D’Atri ve
Celeste Murillo’nun dile getirdikleri üzere, bu iki siyaset, kapsayıcı ve
reformist tedbirlerin alınmasını sağlamayı amaçlıyor.[133] Bu tespitler
ışığında, William I. Robinson’ın yirminci yüzyılın önemli bir kısmında Batı dünyasında
uygulanan ekonomi politikası olarak Fordizmi ve Keynesçiliği “yeniden dağıtımcı
kapitalizm” olarak tarif etmesi belirli bir anlama kavuşuyor:
“Keynes’in
talep yanlısı ekonomi stratejisinde esas olarak, krediler ve istihdam alanı
yaratmak suretiyle uygulanacak tedbirler, artan oranlı vergilendirme ve talep
yaratmak amacıyla kamusal işlere ve toplumsal programlara yönelik hükümet
harcamaları, bunun yanında, birikim sürecini düzene sokacak, bu sayede
istikrara kavuşturacak diğer mekanizmalar üzerinde duruluyor. Bu sayede
hükümetlerin krizlerin üstesinden gelebileceğinden, uzun vadede büyümeyi
sağlayıp istihdamı artıracağından ve kapitalist toplumu istikrara
kavuşturacağından söz ediliyor.”[134]
Fraser da 1997’de kaleme aldığı Justice Interruptus
[“Paramparça Adalet” -1997] gibi kitaplarında liberal refah devleti olumlu bir
çare olarak sunanların karşısına “sosyalizmi dönüştürücü çare” olarak
çıkartıyordu. Bu çareye dair anlayışını ise reel sosyalizm ve devrimci
gelenekten ayrıştırıyordu.[135]
2016’da verdiği bir mülâkatta Fraser, kendisini sosyal
demokrat olarak tarif ediyor, ama bir yandan da bu tabirin ne anlama geldiğini
bilmediğini söylüyor. Bunun sebebini izah ederken de “olumlu bir program
tanımlarken zorlandık” diyor.[136] Kafasında olumsuz programla ilgili fikirse
gayet net:
“Demokratik
sosyalizmin tek parti modeline dayalı, otoriter komuta ekonomisinden farklı bir
şey olduğunu biliyoruz.”[137]
Somut analizin yerini alan aşağılama amaçlı ifadeleri
bir yana bırakacak olursak, Fraser’ın demokratik sosyalizmin komünizme hiçbir
şekilde benzemediğini söylediğini görüyoruz. Esasında bu fikrin gerçek dünyada
sosyalizmle de bir alakası yok. Justice Interruptus kitabındaki
dipnotları dikkatle okuduğumuzda, Fraser’ın reel sosyalizmin birçok özelliğinin
“sorunlu olduğu”na dair önermeyi esas alarak yola koyulduğunu, sadece
“sosyalizm”den farklı olmakla kalmayan, aynı zamanda ona net bir içerik
kazandırmaktan imtina eden ideal “sosyalist düşünce” teorisini ortaya koyduğunu
görüyoruz.[138]
Bu idealist yaklaşım, Fraser’ı sosyalizmle sağlam
olduğunu düşündüğü sosyal demokrasi arasında salınıp duran, kasten karalama
hâlinde bırakılmış olan bir resmi çizmeye götürüyor.[139] Esasında dönüştürücü
çarelerle ilgili fikrini tarif ederken Fraser, yeniden dağıtımcı kapitalizmin özellikleriyle
örtüşen bir dizi özellik sıralıyor:
“Dönüştürücü
çareler, evrenselci toplumsal yardım programlarını, artan oranlı
vergilendirmeyi, tam istihdam koşullarını yaratma amacını güden makroekonomik
politikaları, piyasa dışında duran büyük kamu sektörünü, önemli bir düzeye
ulaşmış kamu mülkiyetini ve/veya kolektif mülkiyeti ve temel sosyoekonomik
öncelikler konusunda alınan demokratik kararları bir araya getirir.”[140]
Bu noktada Ernest Mandel’in belirli yeniden dağıtım
biçimlerinin yükünün pratikte işçilerin sırtına yüklendiğine dair tespitini
hatırlamak gerekmektedir. Fransa ve Büyük Britanya’da sosyal güvenlikle ilgili
önemli bir dizi deneyimini aktaran Mandel, bu politikaların “bizzat işçilerin
sırtına yüklenen vergiler üzerinden finanse edildiklerini” söylüyor.[141] Tam
da bu sebeple, kapitalist sistemde vergilendirme yoluyla ulusal gelirin gerçek
ve radikal anlamda yeniden dağıtıldığı herhangi bir pratiğe hiçbir zaman tanık
olmadık. Bu tür bir ihtimal, reformizmin dillendirdiği en büyük efsanelerden
biridir” diyor.[142]
Fraser, diğer bazı eleştirel teorisyenlere nazaran
reformist konuma daha yakın duran bir isim. Bu anlamda o, “Marksist olma
ihtimali bulunmayan, hatta Marksizm konusunda güvenilir herhangi bir
değerlendirme ortaya koyamayacak olan bir radikal demokrat”.[143]
Devrimci Teori
“Bizim
işimiz, geleceği tasarlamak ve hazır çözümler dillendirmek değil. Şu hususu net
bir biçimde idrak etmemiz gerekiyor: bizim bugünde varolan her şeyi acımasızca
eleştirmeyi becermemiz gerekiyor. ‘Acımasız eleştirimiz, iki şeyi hedefe
koymaktan asla korkmamalı: Kendi ulaştığımız sonuçlar ve güçler arasındaki
çelişkiler.”
[Karl Marx]
Belirli çevrelerde Frankfurt Okulu, “eleştirel teori”
ifadesi konusunda tekel hâline geldi ve kendisini Marksçı düşünce geleneğinin
bugündeki teorik örneği olarak tasvir etti. Bu mirasa tam da bu sebeple karşı
konulmalı, dünyadaki teori endüstrisi dâhilinde oynadığı rol ve ilgili
endüstriyi hareket ettiren güçler, detaylı ve sistematik bir biçimde eleştiriye
tabi tutulmalı.
Eleştirel teorinin ABD emperyalizmdeki genişlemenin,
küresel eşitsizliklerdeki artışın ve biyosferde kapitalizmin yol açtığı yıkımın
damgasını vurduğu tarihsel konjonktürde devrimci politikadan uzaklaşma sürecine
katkı sunduğu koşullarda, bu teorinin zımnen ve alenen göz yumduğu ve destek
sunduğu dünya konusunda sorumlu tutulması şart.[144] Mesele, bu düzeyde formüle
edilmeli, işçi sınıfının toplumsal meşruiyeti politik ve düşünsel projeye
gerekli anlamı kazandırmalı, aklın, iletişimin veya kabulün saf biçimlerine
çağrıda bulunup duran, salt Avrupa’yı temel alan çağrılardan uzak
durulmalıdır.[145]
Eğer eleştirel teori, gerçekte kendisini düşünce
pratiğinin konusu hâline getiren, “eleştirel teori”nin yegâne biçimi olarak
kendisini reklâm edenlerin bu çabaları ardındaki ekonomik sebepler de dâhil tüm
içsel ve dışsal güç dinamiklerini bilince çıkartabilmiş olsaydı, mevcut dünya
düzeninde maddi açıdan geçerli olup olmadığını inceleyip teorik bir gelenek
olarak edindiği özgüveni sorgulamak suretiyle, herkesi eleştiriyi
radikalleştirmeye davet eder, bu yönde çağrıda bulunurdu. Dahası, eleştirel
teori, aydınların ideolojinin pekiştirilmesi ve daimi kılınmasında oynadıkları
önemli rolü tanımlamak suretiyle, küçük burjuva akademisyenler türünden
özneleri nesnel güç ilişkileri bağlamı içerisine yerleştirirdi.
Devrimci teori, bu görevi ifa etmekle, yani düşünce
pratiğini küresel sınıf mücadelesinin toplumsal bütünlüğü içerisine yerleştiren
tarihsel materyalist yöntemi temin etmekle kalmaz, ayrıca her yönüyle
diyalektik olan bir eleştiri biçimi geliştirir. Devrimci teori, ne salt
düşünseldir ne sadece bireysel tefekkürden neşet eder, ne de saf anlamda
olumsuz olan bir projeyi temel alır. Devrimci teori, kendisini pratikte sürekli
sınar, fiili toplumsal ve politik mücadelelerle kurduğu ilişkiler üzerinden
kendisini arındırıp geliştirir. Bu, kolektif bir süreçtir, bu anlamda devrimci
teorinin sahip olduğu gerçek güç, kitlelerle kurduğu bağla ilgilidir, zira
devrimci teori, koordinatları belli olan eylem için herkesin güven duyacağı
pusulayı temin eder. Bunun bir sebebi de devrimci teorinin her daim eleştirinin
olumsuz yönünü özgürleştirme denilen olumlu göreviyle ilişkilendirebilmesidir.
Zira eleştirinin asıl amacı, daha iyi bir dünyanın hep birlikte inşa edilmesi
amacını güden eşitlikçi ve ekolojik projenin mevzi kazanmasını sağlamaktır.
Gabriel Rockhill
24 Ocak 2021
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Stathis Kouvélakis şunu söylüyor: “Son yüzyılda devrimci hareketlerin
çöküşü sonrası eleştirel teoriler, son sığındıkları üniversite dünyasında
gelişip serpildiler. Bu paradoksun hükmünü bugünkü koşullarda yürüttüğünü
görüyoruz. Neredeyse her zaman Marksizmden ve/veya liberter kaynaklardan ilham
alan az sayıda antikapitalist sima haricinde bu eleştirel teorilere esas
damgasını vuran şey, mevcut toplumsal ve politik düzeni sorgulama pratiğindeki
eksiklikti, başka bir ifadeyle, eleştiri boyutunun devre dışı kalmış olmasıydı.
Üstelik eleştiri, Kant ve Marx’ın döneminden farklı bir kurguya ve içeriğe
sahipti.” [La Critique défaite: Émergence et domestication de la Théorie
critique (Paris: Éditions Amsterdam, 2019), s. 22].
[2] Karl Marx ve Friedrich Engels, Collected Works,
Cilt 5, Marx ve Engels: 1845-47 (New York: International Publishers, 1976), s.
37.
[3] Marx ve Engels, Collected Works, Cilt 5, s.
39.
[4] Marx ve Engels, Collected Works, Cilt 5, s.
36.
[5] George Jackson şunu söylüyor: “Devrimci teori asla
dogmatik olamaz. O, halkın mücadelesinin içinden doğmak zorundadır.” [Blood
in My Eye (Baltimore: Black Classic Press, 1990), s. 13].
[6] Samir Amin’in izahı şu şekilde: “Marksist olmak,
Marx’ın başladığı çalışmayı devam ettirmektir. Üstelik bu çalışma, eşitsiz güç
ilişkileri dâhilinde başlatılmıştır. Çalışma Marx’ta duramaz, onunla başlar.
Marx, hem gerçekliğin eleştirisi hem de gerçekliğin nasıl okunacağı üzerinden
doğru veya nihai olarak görülmesi gereken kimi çıkarımlara ulaşan bir peygamber
değildir. Onun asarı, kapalı bir teoriye işaret etmez. Marx, sınırsızdır, zira
onun başlattığı radikal eleştiri sınırsızdır, her daim eksiktir, kendisi
tarafından eleştirilmelidir. (‘Belirli bir momentte formüle edilmiş olan
Marksizm de Marksist eleştiriye tabi tutulmalıdır’) Marksizm, kendisini radikal
eleştiriyle zenginleştirir, gerçekte varolan sistemin ürettiği her türden
yenilik, yeni açılmış bilgi alanları olarak ele alınmalıdır.” [Modern
Imperialism, Monopoly Finance Capital, and Marx’s Law of Value (New York:
Monthly Review Press), s. 9-10].
[7] Yayına Hz.: Henry M. Christman, Essential Works
of Lenin (New York: Dover Publications, 1987), s. 297. Devamında Lenin, şu
açıklamayı yapıyor: “Marx’ta ütopyacılıktan eser yoktur. O, ‘yeni bir toplum’
icat da tahayyül de etmemiştir. Marx, yeni toplumun doğuşunu eski toplum
üzerinden incelemiş, yeniden eskiye geçiş biçimlerini doğal tarihsel bir süreç
olarak ele almıştır. […] Ezilen sınıfların inşa ettiği o büyük hareketlerin
ortaya koydukları deneyimlerden bir şeyler öğrenmekten korkmayan ve bilgiç bir
üslupla vaazlar vermekten uzak durmuş olan tüm büyük devrimci düşünürler gibi
Marx da Komün’den dersler çıkartmayı bilmiştir.” (s. 306).
[8] Kristin Ross, Communal Luxury: The Political
Imaginary of the Paris Commune (Londra: Verso, 2016), s. 26-27.
[9] Yayına Hz.: Teodor Shanin, Late Marx and the
Russian Road: Marx and ‘the Peripheries of Capitalism’ (New York: Monthly
Review Press, 1983), s. 136.
[10] Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm eserinde
Friedrich Engels, tarihsel materyalizmi “nihai sebebin peşine düşen, toplumun
ekonomik gelişiminde cereyan eden tüm önemli tarihsel olayların, üretim ve
mübadele tarzlarındaki değişimlerin, toplumların farklı sınıflara bölünmesinin
ve bu sınıfların arasındaki mücadelenin ardındaki o büyük, hareket ettirici
gücü anlamaya çalışan görüş” olarak tarif ediyordu. [Essential Writings of
Friedrich Engels (St Petersburg, Florida: Red and Black Publishers, 2011),
s. 13].
[11] Bu genel eğilimin kimi istisnaları mevcuttu. Bu
isimlerden biri de kapitalizmin çöküşü konusunda Leninizmden beslenen bir
ekonomi teorisi geliştirmiş, sokakta savaşan bir devrimci iken akademisyen
olmuş olan Henryk Grossman’dı [Stuart Jeffries, Grand Hotel Abyss: The Lives
of the Frankfurt School (Londra: Verso, 2017), s. 77].
[12] Rolf Wiggershaus şunu söylüyor: “Enstitü,
Horkheimer döneminde sadece az çok politikmiş gibi görünen faaliyetlerden
değil, Almanya’daki durumu duyurmaya veya göçmenleri desteklemeye yönelik her
türden kolektif veya örgütlü çalışmadan da uzak durdu.” [Rolf Wiggershaus, The
Frankfurt School: Its History, Theories, and Political Significance, Çev.
Michael Robertson (Cambridge, Massachusetts: The MIT Press, 1995), s. 133].
[13] Gillian Rose, The Melancholy Science: An
Introduction to the Thought of Theodor W. Adorno (New York: Columbia
University Press, 1978), s. 2. Ingar Solty’nin açıklaması şu şekilde:
“Horkheimer, kapitalizm ve krizleri, emek-sermaye ilişkileri, artı-değerin
oluşumu ve dağıtımı, sistemin yeniden üretilmesi, uluslararası düzlemde
işbölümünün hiyerarşik niteliği, ulus-devlet sisteminde kapitalizmin
uluslararasılaşma sürecinin örgütlenmesi, emperyalizmin kökenleri ve
emperyalistler arası rekabetler gibi konularda empirik araştırmalar yürütmedi.”
[Ingar Solty, “Max Horkheimer, a Teacher without a Class,” 15 Şubat 2020, Jacobin].
[14] Bkz.: Leon Trotsky, The Struggle Against
Fascism in Germany (New York: Pathfinder Press, 1971).
[15] Michael Parenti’nin tespitine göre, “1918 gibi
erken bir tarihte Almanya’da sosyal demokratların lideri Ebert, Bolşevizmle
mücadele etmek adına Feldmareşal von Hindenburg’la ittifak yaptı” [Michael
Parenti, Dirty Truths: Reflections on Politics, Media, Ideology, Conspiracy,
Ethnic Life and Class Power (San Francisco: City Lights Books, 1996), s.
39-40].
[16] Theodor Adorno ve Max Horkheimer, “Towards a New
Manifesto?” New Left Review 65 (Eylül-Ekim 2010), s. 47.
[17] Perry Anderson, Considerations on Western
Marxism (Londra: Verso, 1989), s. 33. Thomas Wheatland’e göre, New
York’taki Horkheimer çevresi, “dönemin önemli politik sorunları konusunda
sessiz kalmayı tercih etti ve Marksizmini neredeyse tümden gizleme yoluna
gitti. […] Horkheimer, politik eylemlerin muhtemel sonuçlarının yol açacağı
olası riskleri göğüslemek istemedi, hatta dönemin önemli konu başlıklarını bile
ele almama eğilimini hep muhafaza etti.” [Thomas Wheatland, The Frankfurt
School in Exile (Minneapolis: University of Minnesota Press, 2009), s. 99].
[18] Wheatland, The Frankfurt School in Exile,
s. 72 (ayrıca bkz.: s. 141).
[19] Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 72.
Çarpıcı bir örnek olarak Enstitü’nün Walter Benjamin’in ünlü makalesi “Mekanik
Yeniden Üretim Çağında Sanat Çalışmaları”ndaki son cümleyi değiştirmesi
verilebilir: orada Benjamin şunu yazmıştı: “Bu, faşizmin estetiği yorumlayıp
dönüştürdüğü dönemdi. Komünizm, buna sanatı politize ederek cevap verdi.”
Makalenin Zeitschrift’te [“Dergi”] yayımlanmış hâlinde ise ‘totaliter
doktrin’ yerine ‘faşizm’, ‘komünizm’ yerine ‘insanlığın kurucu güçleri’
yazılmıştı.” [Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 197] Bazıları, enstitünün
bu türden müdahalelerini FBI dosyalarına da yansıyan, ABD’deki makamların
enstitünün komünist cephe olduğuna dair endişeler üzerinden izah ediyor. Bugün
internette bulunan, Bilgilendirme Özgürlüğü Kanunu uyarınca Adorno konusunda
istenen kayıtlar kıt bilgi içermektedir ve kısmen
sansürlüdür. O açıdan pek güvenilir değildir. 21 Ocak 1944’te FBI’ın
hazırladığı detaylı bir raporda enstitünün tarihine dair bilgiler sunuluyor ve
yürüttüğü kimi araştırmaların özeti aktarılıyor. İddiasına göre, enstitü,
“toplumsal ve ekonomik araştırmalar kılıfı altında faaliyet yürüten komünist
bir aydın örgütüydü.” FBI, sonraki on yıl boyunca okuldaki hocaları izlemek ve
bilgi toplamak için Karl Wittfogel gibi profesörleri, doçentleri ve kişilerin
komşularını içeren geniş muhbir ağını devreye soktu. Buna karşın büro,
enstitünün şüpheli faaliyet yürüttüğü hususunda tek bir kanıt bile bulamadı.
Elimizdeki FBI dosyaları, Frankfurt Okulu’ndaki hocaları şahsen tanıyan
muhbirlerin büro çalışanlarına şunu aktardığını ortaya koyuyor: “Bu insanlar,
amaç ve taktik konusunda Hitler ve Stalin arasında bir farkın bulunmadığına
inanıyorlar.”
[20] Bkz.: Wheatland, The Frankfurt School in Exile
(bilhassa beşinci ve altıncı bölümler) ve Steven Müller- Doohm, Adorno: A
Biography, Çev.: Rodney Livingstone (Cambridge: Polity Press, 2005), s.
414. Irving Kristol, “1952-1953’te ACCF’in icracı sekreteri ve Commentary
dergisinin yayın yönetmeni yardımcısı oldu” [Giles Scott-Smith, The Politics
of Apolitical Culture: The Congress for Cultural Freedom, the CIA and Post-War
American Hegemony (New York: Routledge, 2002), s. 129). Amerika Kültürel
Özgürlük Kongresi (ACCF) CIA’in kurduğu cephe örgütü idi. Son olarak şu
belirtmek lazım: Enstitü’nün kendi kendisini sansürlediği faaliyetleri savaş
sonrasında da devam etti. Wiggershaus, bu konuda şu örneği veriyor: yazarları, Aydınlanma’nın
Diyalektiği eserinin 1947 tarihli baskısında önemli bir dizi değişiklik
yaptılar (bkz.: The Frankfurt School, s. 401), Horkheimer, Almanya’ya
döndükten sonra “kapitalizm” kelimesini ağzına bir daha hiç almadı: “Bu
hamlenin asıl sebebi, taktikseldi. Kapitalizm eleştirilseydi, Amerikalı
makamlar enstitüye iyi niyetle yaklaşmaz, ona destek vermez, Amerikalı
yurttaşların Almanya’da faaliyet yürütmesine izin vermez, hatta enstitünün
kurulması bile mümkün olmazdı.” [The Frankfurt School, s. 401]
[21] Christopher Simpson, Science of Coercion:
Communication Research and Psychological Warfare 1945-1960 (Oxford: Oxford
University Press, 1996), s. 4.
[22] Wiggershaus, The Frankfurt School, s. 239.
“İkinci Dünya Savaşı esnasında ABD Kara Kuvvetleri Psikolojik Savaş Departmanı
İstihbarat Seksiyonu’nda baş yayın yönetmeni olarak çalışan Daniel Lerner, BASR
üyesiydi” [Rohan Samarajiwa, “The Murky Beginnings of the Communication and
Development Field: Voice of America and ‘The Passing of Traditional Society,’” Rethinking
Development Communication içinde, Yayına Hz.: Neville Jayaweera &
Sarath Amumugama (Singapur: The Asian Mass Communication Research and
Information Centre), s. 6]. Samarajiwa, Lerner’in araştırma projesini ve Passing
of Traditional Society [“Geleneksel Toplumun Ölümü”] isimli kitabını Amerika’nın
Sesi gibi propaganda araçları için kitle bulma işini üstlendiği
gerekçesiyle eleştiriyor. Uygulamalı Toplumsal Araştırmalar Bürosu (BASR) ile
CIA arasındaki ilişki konusunda 17 Nisan 1980 günü Columbia Daily Spectator
gazetesi şu haberi yapıyor: CIA ellilerde ve altmışlarda Columbia
Üniversitesi’nde bir dizi araştırma projesini yönetti. Bu projelerden biri de
BASR’ın yönettiği Columbia Savaşın Belgelenmesi Projesi’ydi. Adorno’nun müzik
bölümüne başkanlık ettiği Princeton Radyo Araştırmaları Projesi’ndeki iki
direktörden biri de CBS’in araştırma direktörü, aynı zamanda ileride kurumun
başına geçen (1946-1971) ve Rand Corporation başkanı olan (1961-1967) Frank
Stanton’dı. CBS, ABD’deki ulusal güvenlik aygıtı ile derin bağlantılara sahip
bir kurumdu. Direktörleri sonrasında CIA’yle doğrudan bağlantı kurmak amacıyla
CBS’in santralini baypas eden özel bir telefon hattı kurmuşlardı. CIA ajanları,
kadro veya muhabir olarak kurumda çalıştılar. CIA parasının aklanması için
William S. Paley Vakfı’nı kullandılar. “CBS muhabirleri, yılda bir CIA
hiyerarşisinde önemli yere sahip isimlerle özel akşam yemeklerine ve
brifinglere katılıyorlardı.” [Hugh Wilford, The Mighty Wurlitzer: How the
CIA Played America (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press,
2008), s. 227; Frances Stonor Saunders, The Cultural Cold War: The CIA and
the World of Arts and Letters (New York: The New Press, 1999, s. 221]. Princeton
Radyo Araştırmaları Projesi’nin diğer direktörü Hadley Cantril ise Latin
Amerika’daki faaliyetleri denetleyen propaganda ve istihbarat kurumu, Nelson
Rockefeller tarafından oluşturulmuş Amerika Kıtasındaki İşlerin Koordinasyonu
Bürosu’nda danışman olarak çalıştı.
[23] Wheatland, The Frankfurt School in Exile,
s. 215.
[24] Wheatland, a.g.e., s. 215-216.
[25] Wheatland, a.g.e., s. 214 ve devamı.
[26] Wheatland, a.g.e., s. 221.
[27] Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 136.
Brecht’in tespiti şu şekilde: “Frankfurt Okulu, bir yandan Marksist bir
enstitüymüş pozu keserek, bir yandan da devrimin artık işçi sınıfının
ayaklanmasına bağlı olmadığını ısrarla dile getirip, kapitalizmi yıkacak
faaliyet içerisinde rol almaktan imtina ederek, burjuvalara has bir
hokkabazlığın altına imza attı.” [Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 77]
Sonrasında Brecht, “Turandot or The Whitewashers’ Congress” [“Turandot ya da
Badanacılar Kongresi”] isimli ünlü oyununda “piyasa ve emtia çağının aydınları”
dediği isimleri “Aydın” sözcüğünün tersi anlamında “Nıdya” olarak nitelendirdi.
[Bertolt Brecht, Collected Plays: Six, Yayına Hz.: John Willett ve Ralph
Manheim (Londra: Random House, 1998), s. 248]. Burada Brecht bir gazeteci
olarak Frankfurt Okulu’nu, genelde Weimar Cumhuriyeti’nin yaşadığı
başarısızlıkta ve Nazizmin yükselişinde aydınların gördüğü toplumsal işlevi
hicveden Marksist eleştirisini dile getirmekteydi. Barry Katz’in ifadesiyle,
“Brecht her şeyi tersten anlayan, dolayısıyla ‘nıdya’ olan aydınları acımasızca
hicvetmekteydi.” [Barry Katz, Herbert Marcuse and the Art of Liberation: An
Intellectual Biography (Londra: Verso, 1982), s. 106]
[28] Amerikan istihbarat örgütlerinin ve propaganda
araçlarının tarihi yanında bunların profesyonel aydınlar sınıfıyla ilişkileri
ile ilgili yazın, burada özetlenemeyecek ölçüde zengin ve kapsamlıdır. Faydalı
olabilecek genel değerlendirmeler sunan birkaç çalışma konusunda şu örneklerden
bahsedilebilir: Saunders, The Cultural Cold War; Barry M. Katz, Foreign
Intelligence: Research and Analysis in the Office of Strategic Services
1942-1945 (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 1989); Robin
W. Winks, Cloak and Gown: Scholars in the Secret War, 1939-1961 (New
Haven: Yale University Press, 1987); Ray S. Cline, Secrets, Spies and
Scholars: Blueprint of the Essential CIA (Washington D.C.: Acropolis Books,
1976); Nicholas J. Cull, The Cold War and the United States Information
Agency: American Propaganda and Public Diplomacy, 1945-1989 (Cambridge: Cambridge
University Press, 2008).
[29] Enstitü’deki Arkady Gurland isimli hoca da OSS’te
çalışıyordu. Wiggershaus, bu meseleyi şu şekilde özetliyor: “1943’te
enstitüdeki hocaların altısı devlette tam ya da yarı zamanlı olarak
çalışıyordu. Bu isimler, bu anlamda savaşla alakalı çalışmalara katkı sundular.
Bu süreçte Neumann, Stratejik Hizmetler Bürosu Orta Avrupa Seksiyonu başkan
vekili ve Ekonomik Savaş Kurulu danışmanı; Herbert Marcuse, OSS’te üst düzey
analizci; Kirchheimer ve Gurland, OSS memuru; Lowenthal Savaş Enformasyonu
Bürosu’nda danışman; Pollock ise Adalet Bakanlığı’nın Tekellerle Mücadele
Departmanı’nda danışman olarak çalıştı. Enstitünün iki önemli teorisyeni
Horkheimer ve Adorno herhangi bir kurumda çalışmadı.” [The Frankfurt School,
s. 301].
[30] Bkz.: Yayına Hz.: Raffaele Laudani, Secret
Reports on Nazi Germany: The Frankfurt School Contribution to the War Effort (Princeton:
Princeton University Press, 2013).
[31] Neumann konusunda bkz.: Allen Weinstein ve
Alexander Vassiliev, The Haunted Wood: Soviet Espionage in America—the
Stalin Era (New York: Random House, 1999). KGB dosyaları, Sovyet istihbarat
servisinin Neumann’ın yakın dostu Marcuse ile ilgilendiğini, onu kendi safına
çekmeyi düşündüğünü ortaya koyuyor. Bu konuda kurumun temas kurmak için adım
atıp atmadığını bilmiyoruz.
[32] Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 297.
[33] Bkz.: Wiggershaus, The Frankfurt School,
s. 554-556.
[34] Aktaran: Wiggershaus, a.g.e., s. 554.
Wiggershaus’un dediğine göre, “1950 yılında ABD’nin Almanya Büyükelçisi John McCloy,
Enstitü’ye 200.000 mark, sonrasında da yeniden inşası için de 235.000 mark
veriyor” [The Frankfurt School, 434]. Frankfurt şehri de parasal destek
sundu. Toplumsal Araştırmalar Derneği ve özel bağışçılar da katkı yaptılar [The
Frankfurt School, s. 435]. 1954’te enstitü, “Bolşevizmle Mücadele
Birliği’nin kurucu üyesi olan ve vaktiyle Nazi partisini finanse eden
Mannesmann şirketiyle yürütülecek araştırma için bir sözleşme yaptı. Burada
amaç, işçilerin kanaatlerine dair sosyolojik bir çalışma yapmak, böylece
Bolşevik tarzda örgütlenmeye ve sosyalistlerin işçi hareketine müdahalesine
mani olması konusunda idareye katkı sunacak bilgiler üretmekti [The
Frankfurt School, s. 479].
[35] Wiggershaus’a göre: “Paul Tillich gibi Horkheimer
de sosyalizmi savunan bir isim değildi. O, Hugo Sinzheimer ve Hermann Heller
gibi, kendisini davasına adamış, Nazizmin düşmanı olduğunu söyleyen demokratlar
arasında görüyordu” [The Frankfurt School, s. 112].
[36] Akt.: Yayına Hz.: Wolfgang Kraushaar, Frankfurter
Schule und Studentenbewegung: Von der Flaschenpost zum Molotowcocktail
1946-1995, Cilt I: Chronik (Hamburg: Rogner & Bernhard GmbH & Co.
Verlags KG, 1998), s. 252-3.
[37] Wiggershaus, The Frankfurt School, s. 397.
[38] Akt.: Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 297.
[39] Domenico Losurdo’nun Savaş ve Devrim eserinde
izah ettiği biçimiyle, komünistlerin ırksal bir olgu olarak görülüp
aşağılanmasına yönelik pratik, antikomünist ideolojinin önemli bir parçasıydı
(Çev.: Gregory Elliott Londra: Verso, 2015).
[40] Adorno ve Horkheimer, “Towards a New Manifesto?”
s. 41. Horkheimer, makalelerini topladığı çalışmasının 1968 tarihli baskısına
yazdığı önsözde benzer bir konum alıyor: “Tüm o kusurları ile şüpheli olan
demokrasinin bugün devrimin kaçınılmaz olarak yol açacağı diktatörlükten daha
iyi olduğuna dair tespit hakikat aşkına dillendirilmesi gereken bir tespittir.”
[Max Horkheimer, Critical Theory: Selected Essays, Çev.: Matthew J.
O’Connell vd. (New York: Continuum, 2002, s. viii]
[41] James L. Marsh’ın tespitiyle, “Habermas Körfez
Savaşı’na bile isteye onay verdi, NATO’nun Yugoslavya’ya müdahalesine büyük bir
coşkuyla destek sundu” [“Toward a New Critical Theory”, New Critical Theory:
Essays on Liberation içinde, Yayına Hz.: William S. Wilkerson ve Jeffrey Paris
(Lanham, Maryland: Rowman & Littlefield Publishers, 2001, s. 50].
Habermas’ın bu aldığı konumları nasıl meşrulaştırdığı konusunda bkz.: Danny
Postel. “Letter to America” (Jürgen Habermas’la söyleşi). The Nation (16
Aralık 2002): Archive (erişim tarihi: 5 Mart 2021).
[42] Habermas’ın Nazi Gençliği içinde yer alması
konusunda bkz.: Steven Müller-Doohm, Habermas: A Biography, Çev. Daniel
Steuer (Cambridge: Polity Press, 2016), s. 17-19. Stuart Jeffries ise,
“Habermas’ın yazılarının hiçbirisinde gençken Hitler için mücadele etmiş
olmaktan ötürü herhangi bir suçluluk veya utanma duygusuna rastlamıyorsunuz”
diyor. [Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 357]
[43] Theodor Adorno ve Herbert Marcuse,
“Correspondence on the German Student Movement,” New Left Review 233
(Ocak-Şubat 1999), s. 129.
[44] Yayına Hz.: Peter Dews, Autonomy and
Solidarity: Interviews with Jürgen Habermas (Londra: Verso, 1992), s. 231.
[45] Theodor Adorno, Critical Models: Inventions
and Catchwords (New York: Columbia University Press, 2005), s. 274.
[46] Adorno, Critical Models, s. 267. Adorno,
“en iyi eylem biçimi olarak eylemsizliğe dönük diyalektik övgüsü”nü, öğrenci
eylemleri konusunda Marcuse’ye yazdığı mektuplarda yineleniyor: “İçinde
yaşadığımız dönemin her şeyine katlandık, sen de benim kadar şey yaşadın, daha
korkunç durumlara tanık oldun, Yahudilerin sorgusuz sualsiz katledilişlerini
gördün. Bu durumlar yolumuza taş koydu. […] Açık konuşmak lazım: öğrencilerin
tehlikeli işlerine iştirak etmezsen, Vietnam’da veya Biafra’da olan bitenle
ilgilenmezsen yolunu yürüyemeyeceğini düşünüyorsun, ama aslında kendini
kandırıyorsun. Eğer bu senin gerçek tepkinse o zaman sadece napalm bombalarının
yol açtığı dehşeti protesto etmekle yetinmemelisin, Vietkong gerillalarının
sürekli uyguladıkları, kimsenin ağzına almadığı Çin işkencelerine de bir şey
diyebilmelisin.” [Adorno ve Marcuse, “Correspondence on the German Student Movement,”
s. 127]
[47] Adorno, Critical Models, s. 268.
[48] Adorno ve Horkheimer, “Towards a New Manifesto?”
s. 49.
[49] Wheatland, The Frankfurt School in Exile, s.
24. Horkheimer’in babasının “birkaç tekstil fabrikasına sahip bir milyoner”
olduğu söyleniyor (Solty, “Max Horkheimer, a Teacher without a Class” and
Wheatland, a.g.e., s. 13). Pollock da “zengin bir aileden geliyor
(babasının birkaç deri mamulü üreten fabrikası vardı)”, Marcuse’nin babası ise
başarılı bir tekstilciydi, sonrasında emlak işine girdi (Wheatland, a.g.e.,
s. 22).
[50] Akt.: Esther Leslie, “Introduction to
Adorno/Marcuse Correspondence on the German Student Movement,” New Left
Review 233 (Ocak-Şubat 1999), s. 119 ve Kraushaar, Frankfurter Schule
und Studentenbewegung, Cilt 1, s. 374.
[51] Kraushaar, Frankfurter Schule und
Studentbewegung, Cilt 1, s. 398.
[52] Yayına Hz.: Philip Agee ve Louis Wolf, Dirty
Work: The CIA in Western Europe (New York: Dorset Press, 1978), s. 186. ABD
emperyalizminin tepe noktalarında görevlendirilen eski Nazi dışişleri bakanlığı
çalışanı Gustav Hilger, elindeki imkânları Adenauer’in iktidara gelmesi için
kullandı. Sonrasında kendisi ABD’nin Hristiyan Demokrat Parti’den sorumlu
gayriresmi elçisi oldu [Bkz.: Christopher Simpson, Blowback: America’s
Recruitment of Nazis and Its Effects on the Cold War (New York: Weidenfeld
& Nicolson, 1988), s. 112-118].
[53] Eric Lichtblau, The Nazis Next Door: How
America Became a Safe Haven for Hitler’s Men (New York: Mariner Books,
2015), s. 33.
[54] William Blum, Killing Hope: US Military and
CIA Interventions since World War II (Londra: Zed Books, 2014), s. 61-64.
[55] Danielle Ganser, Nato’s Secret Armies:
Operation Gladio and Terrorism in Western Europe (New York: Rougledge,
2005).
[56] Ganser, Nato’s Secret Armies, s. 193. Newsweek’te
çıkan makalenin başlığı: “Germany Rocked by Scandal of U.S. Arming Storm
Troops,” Newsweek (20 Ekim 1952), s. 42-7.
[57] Ganser, Nato’s Secret Armies, s. 196.
[58] “Faşizmden sonra kurulan ‘demokratik’ devlet
faşist virüsten tümüyle kurtulamadı (aynı şekilde faşizmden önce varolan
demokratik devlet de faşist virüsün etkisi altındaydı” [Daniel Guérin, Fascisme
et grand capital (Paris: Libertalia, 2014)]
[59] Savaş sonrasında Toplumsal Araştırmalar
Enstitüsü’nün 1949-1950’de Frankfurt’a dönüşü konusunda Perry Anderson şunları
söylüyor: “Artık Batı Almanya politik ve kültürel açıdan Avrupa’daki en gerici
kapitalist ülkeydi. Burada faal olan ve Nazi şovenizmiyle İngiliz-Amerikan
kaynaklı baskıların güdükleştirdiği Marksist gelenekler, bunun yanında,
proletarya geçici bir süre pasifleşip sessizliğe gömüldü. Böylesi bir ortamda
Alman Komünist Partisi yasaklandı, Sosyal Demokrat Parti Marksizmle bağlarını
koparttı, böylelikle enstitünün depolitizasyon süreci tamamlandı. Neticede
okul, ABD’deki akademik dünya içerisinde tecrit edilmiş küçük bir adacıktan
başka bir şey değildi, Batı Almanya’ya geldiğinde ise devlet eliyle
onurlandırıldı ve onun himayesine girdi. Otuzlarda Horkheimer’in savunduğu
‘eleştirel teori’ artık sosyalist pratikle arasındaki tüm bağları açıktan
kopartmıştı. Nihayetinde Horkheimer emekliliğinde alçakça bir üslupla
kapitalizmi müdafaa eden yazılar yazan birine dönüştü.” [Anderson, Considerations
on Western Marxism, s. 34]
[60] Burada kısa bir özet sunmanın imkânı yok, bu
sebeple şu çalışmalara bakılabilir: Jay, The Dialectical Imagination;
Wiggershaus, The Frankfurt School; Wheatland, The Frankfurt School in
Exile; Jeffries, Grand Hotel Abyss; ve Simone Chambers, “The
Politics of Critical Theory,” The Cambridge Companion to Critical Theory
içinde, Yayına Hz.: Fred Rush (Cambridge: Cambridge University Press, 2004), s.
219-247. Sanatçı Hito Steyerl’ün Adorno’s Grey (“Adorno’nun Grisi -2012),
bu meselelerin bir kısmını yeniden ele alan ilginç bir çalışmadır.
[61] Anderson, Considerations on Western Marxism,
s. 33.
[62] Wiggershaus, The Frankfurt School, s. 104.
[63] Kieran Durkin’e göre, Erich Fromm “eleştirel
teori etiketine şüpheyle yaklaşan bir isimdir.” Ona göre, enstitü Marksist
etiketinden uzak durmak için böylesi bir hileye başvurmuştur [Kieran Durkin,
“Erich Fromm and Theodor W. Adorno Reconsidered: A Case Study in Intellectual
History,” New German Critique 46:1 (1 Şubat 2019), s. 112].
[64] Wheatland, The Frankfurt School in Exile,
s. 272.
[65] Solty, “Max Horkheimer, a Teacher without a
Class.”
[66] Frankfurt’taki hocaların “devrimci olmayan”
durumun kurbanları olduğuna dair fikir konusunda iki meselenin altı
çizilmelidir: 1. Enternasyonalizm açısından bakıldığında bu hocalar yirminci
yüzyılın en yoğun devrimci mücadelelerine tanık olmuş, Küba Devrimi, Çin Kültür
Devrimi ve Vietnamlıların Amerika’ya karşı verdikleri Direniş Savaşı gibi
gelişmelere açıktan karşı çıkmışlardı. 2. İçinde hareket ettikleri bağlamı Batı
Avrupa ve ABD ile sınırlı tuttuğumuzda ise bu sefer de akla Lenin’in söz ve
eylemleri gelecektir: “Dolaysız, açık, gerçek manada kitlesel ve gerçek manada
devrimci bir mücadele için gerekli koşulların bulunmadığı durumda devrimci
olmak, devrimci olmayan, açıktan gerici yapıların yerince güçlü olduğu o durum
içerisinde yürütülecek propaganda, ajitasyon ve örgütlenme pratiği üzerinden
devrimin çıkarlarını devrimci eylem yöntemlerine dönük ihtiyacı hemen takdir
etme becerisinden yoksun olan kitleler içerisinde savunabilmek, gerçekten çok
daha zor ve çok daha kıymetli bir iştir. Kitleleri gerçek, kalıcı, nihai çözüme
götürecek, o büyük devrimci mücadeleye katılmaya sevk edecek olayların özel
seyrini veya o özel yolu doğru bir biçimde sorgulama, bulma ve belirleme
becerisini göstermek, bugün Batı Avrupa ve Amerika’daki komünist hareketin ana
görevidir.” [V. I. Lenin. “Left-Wing” Communism an Infantile Disorder.
Red Star Publishers, 2016, 83] George Jackson ise emperyalizmin merkezinde şunları
söylüyor: “Faşistler hepten delirmediği sürece geniş kitle tabanını esas alan
devrimci savaş için gerekli koşullar bütünüyle ortaya çıkmaz. Peki biz, onlarca
yıl yaşanmayacak bir şeyi oturup bekleyecek miyiz? Mevcut olmayan koşullar imal
edilmelidir.” [George Jackson, Blood in My Eye, s. 16]
[67] Bkz.: Gabriel Rockhill, “The CIA Reads French
Theory: On the Intellectual Labor of Dismantling the Cultural Left,” 28 Şubat
2017, Salon [Türkçesi: İştiraki] ve Gabriel Rockhill, Radical
History and the Politics of Art (New York: Columbia University Press,
2014), s. 191-217.
[68] Burada bahsi edilen makalelere referans
veremiyorum, ama galiba bu bilgiyi Pierre Grémion’un Intelligence de
l’anticommunisme isimli eserinden almıştım. Yazar orada Batı Almanya’da
CIA’ye bağlı cephe örgütü olduğu çok önceden ortaya çıkmış olan CCF’e bağlı
grupları inşa eden Hans-Schwab-Felisch’in ilişki kurduğu isimlerden birinin
Adorno olduğunu söylüyor.
[69] Wheatland’in değerlendirmesine göre, “Partisan
Review, Politics, Commentary ve Dissent dergilerini
yüzeysel okuyan biri, Horkheimer çevresinin birçok New Yorklu yazarın idrak
edip birbirine bağlamasına katkıda bulunduğu birbirleriyle ilişkili konu
başlıklarının sürekli ele alındığını görür. Esasında kırkların sonunda ve
ellilerde New York’taki aydın cemaatinin çıkarttığı birçok dergide yer almış,
Horkheimer çevresinden isimlerce yazılmış birçok makale, enstitünün New York
aydınları arasında yeni elde ettiği önem ve statünün ispatı idi” [Wheatland, The
Frankfurt School in Exile, s. 186-187). Frankfurt Okulu üyelerini de içeren
New York Aydınları’nın ABD ulusal güvenlik aygıtıyla sıkı ilişkileri mevcuttu.
Örneğin bkz.: Hugh Wilford, The New York Intellectuals: From Vanguard to
Institution (Manchester: Manchester University Press, 1995); Wilford, The
Mighty Wurlitzer; Saunders, The Cultural Cold War]
[70] Bkz.: Scott-Smith, The Politics of Apolitical
Culture, s. 129.
[71] Bkz.: “Letter to Robert Gates from Roy Godson,”
20 Ekim 1987, FOIA CIARDP89G01321R000700330003-7, CIA.
[72] Wheatland, The Frankfurt School in Exile,
s. 153.
[73] Bkz.: Wheatland, a.g.e., s. 251 ve
Saunders, The Cultural Cold War, s. 395.
[74] Thomas W. Braden, “I’m Glad the CIA Is
‘Immoral,’” Saturday Evening Post, 20 Mayıs 1967, s. 10.
[75] Wheatland, The Frankfurt School in Exile,
s. 327.
[76] Georg Lukács, The Theory of the Novel,
Çev. Anna Bostock (Cambridge, Massachusetts: The MIT Press, 1999), s. 22.
[77] Lukács, The Theory of the Novel, s. 22.
[78] Edward W. Said, Culture and Imperialism (New
York: Vintage Books, 1993), s. 278. “Geleneksel Teori, Eleştirel Teori” isimli
o ünlü makalesinde Horkheimer, argümanını Avrupa’daki teori geleneği temelinde
aktarıyor. Pek dillendirmediği önermelerinden birinde o, söz konusu geleneğin
kendisine hizmet eden bir düşünce geleneği olduğunu söylüyor. Bunun dışında
Horkheimer, “eleştirel teorinin doğru toplum biçimini inşa etme görevinin beyaz
olmayanların, kadınların veya Batılı olmayanların maruz kaldıkları sömürü ve
zulmü aşmak anlamına geldiğini” söyleyenlerin bu düşüncesine hiçbir şekilde
katılmıyor.
[79] Marcuse’nin bu etikete yönelik itirazı için bkz.:
“Interview with Marcuse,” Australian Left Review, 1(22), 1969, s. 36, RO.
[80] Andrew Feenberg, “Waiting for History: Horkheimer
and Adorno’s Theatre of the Absurd,” The Platypus Review, Sayı 37’ye ek
(Temmuz 2011), s. 4.
[81] Aktaran: Leslie, “Introduction to Adorno-Marcuse
Correspondence,” s. 121.
[82] Angela Y. Davis, “Marcuse’s Legacies,” Herbert
Marcuse: A Critical Reader içinde, Yayına Hz.: John Abromeit ve W. Mark
Cobb (New York: Routledge, 2004), s. 43. Wheatland’in dediğine göre,
“Marcuse’nin altmışlarda, yetmişlerde ve seksenlerde gördüğü kabul sayesinde
Frankfurt Okulu ABD’deki akademik dünyada önemli bir itibara kavuşuyor.” [Wheatland,
The Frankfurt School in Exile, s. 297]
[83] Leslie, “Introduction to Adorno-Marcuse
Correspondence,” s. 122.
[84] Adorno ve Marcuse, “Correspondence on the German
Student Movement,” s. 134.
[85] Martin Jay, The Dialectical Imagination: A
History of the Frankfurt School and the Institute of Social Research, 1923-1950
(Berkeley: University of California Press, 1996), s. xii.
[86] Davis, “Marcuse’s Legacies,” s. 46.
[87] Davis, “Marcuse’s Legacies,” s. 47.
[88] Esasında bu soykütüğünün izlediği yol, önemli
ürünlerini ve alternatif patikaları kendisine tabi kılarak veya dışlayarak
ilerliyor. Bu konuda birçok örnek verilebilir, ama muhtemelen en önemlisi Erich
Fromm vakasıdır. Okulun sürgündeki döneminin ilk yıllarında onun en önemli
temsilcilerinden biri olan Erich Fromm, “Horkeimer’den koptuktan sonra
Horkheimer çevresi, Fromm’un eleştirel teorinin gelişiminde oynadığı rolü
görmezden geliyor” [Wheatland, The Frankfurt School in Exile, s. 224].
Marcuse ve Davis’i, bilhassa Marcuse’nin ilk çalışmalarını ele alan birçok
önemli eleştiri çalışması mevcut. Joy James, Davis’in çalışmaları konusunda en
sert eleştirileri dile getiren bir isim. Bu dersleri YouTube’da bulmak mümkün.
Ayrıca Black Agenda Report’ta çıkan “Airbrushing Revolution for the Sake
of Abolition” (“29 Temmuz 2020) makalesine de bakılabilir: BAR (erişim tarihi: 24 Ocak 2021).
[89] Jürgen Habermas, “What Does Socialism Mean Today?
The Revolutions of Recuperation and the Need for New Thinking,” After the
Fall: The Failure of Communism and the Future of Socialism içinde, Yayına
Hz.: Robin Blackburn (Londra: Verso, 1991), s. 45. Habermas başka bir yerde
şunu söylüyor: “1989–1990’dan beri kapitalizmin inşa ettiği gerçeklikten kopmak
imkânsız. Elimizde kalan tek seçenekse kapitalist dinamiği içeriden
medenileştirmek veya terbiye etmek” [Jürgen Habermas, The Crisis of the
European Union: A Response. Çev. Ciaran Cronin. Cambridge: Polity Books,
2012, s. 106].
[90] Bkz.: Domenico Losurdo, Liberalism: A
Counter-History, Çeviri. Gregory Elliott (Londra: Verso, 2014) ve Gabriel
Rockhill, Counter-History of the Present (Durham, N.C.: Duke University
Press, 2017).
[91] Jürgen Habermas, The New Conservativism:
Cultural Criticism and the Historians’ Debate, Yayına Hz. ve Çeviren:
Shierry Weber Nicholsen (Cambridge, Massachusetts: The MIT Press, 1990, s. 53
ve 69. Habermas’ın tespiti şu yönde: “Gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşam
standartları nüfusun en geniş kesimlerinin bile toplumsal kurtuluşa yönelik
ilginin artık doğrudan ekonomi düzleminde ifade edilmediği ölçüde gelişti.
‘Yabancılaşma’ yoksulluk denilen ve apaçık ortada olan ekonomik biçiminden
mahrum kaldı.” [Jürgen Habermas, Theory and Practice, Çeviri. John
Viertel (Boston: Beacon Press, 1973), s. 195]
[92] Habermas, The New Conservativism, s. 69.
[93] Tom Rockmore, “Habermas, Critical Theory, and
Political Economy,” Radical Intellectuals and the Subversion of Progressive
Politics: Political Philosophy and Public Purpose içinde, Yayına Hz.: G.
Smulewicz-Zucker ve M.J. Thompson M.J. (New York: Palgrave Macmillan, 2015), s.
191-192. Michael J. Thompson da benzer bir sonuca ulaşıyor: “Bugün eleştirel
teori, eski paradigmanın içerisinden yeni bir paradigma çıkartıyor. Bu sebeple
ben, burada ‘eleştirel teorinin ehlileştirilmesi’ derken, aslında eleştirel
teorinin Jürgen Habermas, Axel Honneth gibi isimler eliyle yetmişlerde ve
seksenlerde dil, usul ve kabul alanında başlattığı değişim sürecine atıfta
bulunuyorum. Bu isimler, insanın yarattığı kültürdeki bozulmanın ve toplumsal
hâkimiyetin asıl kaynağı olan kapitalist piyasa toplumu ile yüzleşen pratikten
uzak durdular. Özünde eleştirel teorinin ehlileştirilmesi süreci, radikal
politik içeriğin pratikte tasfiye edilmesi anlamına geliyordu.” [Michael J.
Thompson, The Domestication of Critical Theory (Londra: Rowman &
Littlefield International, 2016), s. 2]
[94] Bkz.: Nancy Fraser, “Global Justice and the
Renewal of the Critical Theory Tradition: Dialogue with Alfredo Gomez-Muller
and Gabriel Rockhill,” Politics of Culture and the Spirit of Critique:
Dialogues içinde, Yayına Hz.: Alfredo Gomez-Muller ve Gabriel Rockhill (New
York: Columbia University Press, 2011), s. 69.
[95] Nancy Fraser ve Axel Honneth, Redistribution
or Recognition? A Political-Philosophical Exchange (Londra: Verso, 2003),
s. 184 (Marksizmin çöktüğü iddiası ile ilgili olarak 126. sayfaya bakılabilir).
[96] Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 174.
[97] Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 134.
[98] Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 131.
“Ekonomik dezavantajı içeren toplumsal adaletsizlik deneyimine, her daim meşru
kabul olarak görülebilecek husustan vazgeçen pratik denk düşüyor” (Fraser ve
Honneth, a.g.e., s. 170].
[99] Axel Honneth, Disrespect: The Normative
Foundations of Critical Theory (Cambridge: Polity Press, 2007), s. 69.
Honneth gibi, Hartmut Rosa da Habermasçı tarihyazımında dillendirilen, Avrupa
modernitesinin özerklik vaadiyle ilgili efsaneleri toplumsal hastalıklara
liberallerin getirdiği teşhislere yönelik eleştiriyi birleştiriyor. O, sadece
kapitalizm eleştirisini terk etmekle kalmıyor, aynı zamanda gulag şantajına
açıktan başvuruyor: “Yabancılaşmanın politika ve kültür alanında yok edilmesine
dönük her türden çabanın felsefenin, kültürün, politikanın totaliter biçimlerine
ve otoriter kişilik biçimlerine yol açtığına hiç şüphe yok.” [Alienation and
Acceleration: Towards a Critical Theory of Late- Modern Temporality (Malmö,
İsveç: NSU Press, 2010), s. 98-99]
[100] Aimé Césaire, Discourse on Colonialism,
Çev. Joan Pinkham (New York: Monthly Review Press, 2000), s. 58-59.
[101] Fraser ve Honneth, Redistribution or
Recognition?, s. 140.
[102] Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 160.
[103] Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 176.
[104] Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 185.
[105] Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 186.
[106] Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 178.
[107] Fraser ve Honneth, a.g.e., s. 187.
[108] Honneth, Batı aydınları arasında sosyalizmle
ilgili olarak yaşanan tartışmalardaki artışa konuyla ilgili yazdığı The Idea
of Socialism [“Sosyalizm Düşüncesi” -2015] isimli kitapla cevap verdi. Bu
kitapta Honneth, “önceden takipçilerinin büyük bir kısmının onaylamayacağı
teorik dürtüye ve amaca sahip bir sosyalizm”den dem vurduğunu söylüyordu [Axel
Honneth, The Idea of Socialism, Çev. Joseph Ganahl (Cambridge: Polity
Press, 2017), s. 106]. Aslında Honneth, kapitalizm dışında bir dünyanın bir
mümkün olduğuna ya da hatta bu dünyanın arzulanır olduğuna dair vehimlerine
bağlı kalanları eleştirmekteydi: “Ortada kapitalizmin çökeceğine veya işçi
sınıfının kendi içinde yeni toplumun tohumunu barındırdığına dair bir umut yok”
[Honneth, The Idea of Socialism, s. 106]. Ona göre sosyalizm, en iyi
“liberal demokratik kapitalizm”in parametreleri çerçevesinde tarif edilmeli [Honneth,
The Idea of Socialism, s. 106].
[109] Justice Interruptus yanında ayrıca Nancy
A. Naples ile yapılmış, “To Interpret the World and to Change It: An Interview
with Nancy Fraser” başlığını taşıyan mülâkata da bakılabilir, Signs: Journal
of Women in Culture and Society 29:4 (2004), s. 1122.
[110] Luc Boltanski ve Nancy Fraser, Domination et
émancipation: pour un renouveau de la critique sociale (Lyon: Presses
universitaires de Lyon, 2014), s. 72.
[111] Boltanski ve Fraser, a.g.e., s. 55.
[112] Fraser ve Honneth, Redistribution or
Recognition?, s. 212. Michael Parenti’nin de anımsattığı biçimiyle,
“1915’te Lenin, burjuva biliminin Marksizmi hiç işitmediğini, ama buna karşın
onun çürütüldüğünü ve yok edildiğini söylediğini aktarıyordu.” [Michael
Parenti, Blackshirts & Reds: Rational Fascism & the Overthrow of
Communism (San Francisco: City Lights Books, 1997), s. 121]
[113] Fraser ve Honneth, Redistribution or
Recognition?, s. 198.
[114] Örneğin bkz.: Adolph Reed Jr., Class Notes:
Posing as Politics and Other Thoughts on the American Scene (New York: The
New Press, 2001).
[115] William I. Robinson, “The Betrayal of the
Intellectuals,” Great Transition Initiative, Nisan 2020, Transition.
[116] Domenico Losurdo, Class Struggle: A Political
and Philosophical History, Çev. Gregory Elliott (New York: Palgrave
Macmillan, 2016), s. 2-3. Fraser ve Rahel Jaeggi’nin son kitapları Capitalism’i
[“Kapitalizm”] böylesi bir teorik zemine oturtmuş olmaları kimseyi
şaşırtmamalı. Hem Marksist geleneğin mevcut derinliğinden ve kapsamından
bihaber olduklarından hem de dünya genelinde kesintisiz bir biçimde süren
antikapitalist sınıf mücadelelerinden bihaber olan yazarlar, kapitalizmi “her
şeyi kuşatan bir yaşam biçimi” olarak anlayan anlayışın geri döndüğünü iddia
ediyorlar [Nancy Fraser ve Rahel Jaeggi, Capitalism: A Conversation in
Critical Theory (Cambridge: Polity, 2018), s. 2]. Kitap okundukça
yazarların bunun yeni bir gelişme olduğunu düşünmelerinin sebebi daha iyi
anlaşılıyor: kapitalizm düşüncesi, onların ait olduğu aydın çevresine daha yeni
sızmaya başladı. Bu yazarlar, Habermas’ın Theory of Communicative Action
[“İletişimsel Eylem Teorisi”] isimli çalışmasını “eleştirel teorinin geniş
ölçekli sosyal teori üzerinden temellendirilmesine yönelik ilk girişim”
olduklarını düşünüyorlar, devamında da Habermas sonrası eleştirel
teorisyenlerin pratikte ekonomi alanını eleştiri alanından çekip
çıkarttıklarını söylüyorlar [Fraser ve Jaeggi, Capitalism, s. 5]. Bu
anlamda, yazarlara göre kapitalizmin geri dönüşü, onu terk etmiş olan düşünce
geleneğine ait küçük akademik çevrelerde yeniden ortaya çıkışına ait bir
gösterge.
[117] Losurdo, Class Struggle, s. 73.
[118] Losurdo, a.g.e., s. 83.
[119] Losurdo, a.g.e., s. 75. Ellen Meiksins
Wood’un açıkladığı biçimiyle, “Marx’ın analizini klasik politik ekonomiden
ayıran temel özellik, Marx’ın analizinin ekonomi ve politika alanları arasında
bağ kurmasıdır. Marx, süreklilik arz eden unsurların izini sürmeyi bilmiştir, çünkü
o, ekonomiyi birbirinden kopuk güçlerden oluşan bir ağ değil, tıpkı politika
alanı gibi, bir toplumsal ilişkiler kümesi olarak ele alır.” (Ellen Meiksins
Wood, Democracy Against Capitalism: Renewing Historical Materialism (Londra:
Verso, 2016), s. 21).
[120] Cinzia Arruzza, Nancy Fraser ve Tithi
Bhattacharya, Feminism for the 99%: A Manifesto (Londra: Verso, 2019),
s. 83-84.
[121] Yayına Hz.: Peter Hudis ve Kevin B. Anderson, The
Rosa Luxemburg Reader (New York: Monthly Review Press, 2004), s. 241.
[122] Yayına Hz.: Philip S. Foner, Clara Zetkin:
Selected Writings (Şikago: Haymarket Books, 2015), s. 93.
[123] Valentine M. Moghadam, Modernizing Women:
Gender and Social Change in the Middle East (Boulder: Lynne Rienner
Publishers, 1993), s. 77. Mukaddem, çalışmasında şu açıklamayı sunuyor:
“Aleksandıra Kolantay’ın sosyal yardım bakanı olduğu dönemde kadınlara sekiz
saatlik iş günü hakkı, sosyal sigorta hakkı, doğum öncesi ve sonrası iki aylık
hamilelik izni ve işyerinde çocuğunu emzirmek için süre gibi hakları veren bazı
kanunlar yürürlüğe girdi. Bu kanunlar, aynı zamanda çocuk emeğine ve kadınların
geceleri çalışmasına yasak getirdi. Devrimin ilk aylarında bir yandan da
karı-koca arasında eşitliği tesis eden, evlilikte nüfus kaydı, kolay boşanma
imkânı, evlilik dışı çocuğun meşrulaşması, kadının kocasının soyadını almama
hakkı veya kocasının evini paylaşmama hakkı gibi konularla ilgili kanunlar da
çıkartıldı. [...] Bolşevikler, bir yandan da kadınların siyasete katılımlarının
zaruri olduğu hususuna vurgu yaptılar [...] Özgür birlikteliği savunan
Bolşevikler, boşanma pratiğini yasallaştırdılar” (Moghadam, Modernizing
Women, s. 78-79). Ayrıca bkz.: Tatiana Cozzarelli, “Socialist Revolution,
Women’s Liberation, and the Withering Away of the Family,” Left Voice (19
Mayıs 2020): LV.
[124] Malena Hinze, “The Revolutionary Role of Women
in Cuba,” Liberation School (1 Mart 2007): LS. Ayrıca María Torrellas’ın çektiği
Cubanas, Mujeres en Revolución [“Kübalı Kadınlar, Devrimdeki Kadınlar”] isimli
belgesele bakılabilir: Vimeo
(erişim tarihi: 21 Ocak 2021).
[125] Elbette burada ben, Marksist gelenekte mebzul
miktarda kaba ve indirgemeci yaklaşımlara yönelik eleştirinin bolca
dillendirildiğini söylüyor, bazı kaba ve indirgemeci “Marksizm” biçimlerinin
varlığına işaret ediyorum. Marksizmin kaba ve indirgemeci olmadığı konusunda şu
iki örnekten bahsedilebilir. 1923’te Clara Zetkin şunu söylüyor: “İkinci
Enternasyonal’in aksine Komintern Avrupalı ve Amerikalı beyaz işçilerin elit
kesimi için kurulmuş bir enternasyonal değildir. O, tüm ırklara mensup
sömürülenler için vardır.” (Clara Zetkin, Fighting Fascism: How to Struggle
and How to Win. Yayına Hz.: Mike Taber ve John Riddell. Şikago: Haymarket
Books, 61). “Kadınlar Özgürleşmeden Zafer Mümkün Değildir” başlıklı
konuşmasında Thomas Sankara, “öncülük ettiği devrimin erkeklerin kurtuluşuna
katkıda bulunduğu, ama devrimin hakiki olup olmadığının ve geleceğinin
kadınlara bağlı olduğu gerçeği”ne işaret ediyor (Thomas Sankara, Women’s
Liberation and the African Freedom Struggle. Atlanta, GA: Pathfinder Press,
2010, s. 22).
[126] Arruzza vd., Feminism for the 99%, s. 9.
[127] Karl Marx ve Friedrich Engels, Collected
Works, Cilt 25, Frederick Engels: Anti-Dühring, Dialectics of
Nature (New York: International Publishers, 1987), s. 248.
[128] Marx ve Engels, Collected Works, Cilt 25,
s. 248.
[129] Losurdo, Class Struggle, s. 75.
[130] Boltanski ve Fraser, Domination et
émancipation, s. 74.
[131] Boltanski ve Fraser, a.g.e., s. 74. Minqi
Li, ikna edici tespitinde, “kapitalizmin ve öteki hiçbir piyasa temelli
ekonominin ekolojik çöküş sorununu çözemeyeceğini söylüyor, devamında,
“medeniyetin korunması hedefine uygun bir biçimde iklimi belirli düzeyde
istikrara kavuşturmak istiyorsa, insanlığın ancak sıfır ekonomik büyüme
hedefiyle (kapsamlı altyapı dönüşümüne ihtiyaç duyan) salınım yoğunluğunu hızla
düşürme hedefini birlikte gündemine alması gerekir” diyor ve şu tespiti
yapıyor: “Sıfır ekonomik büyüme ihtiyacı, sadece kapitalizmin değil, her türden
piyasa temelli ekonomik sistemin yirmi birinci yüzyılda tek geçerli tarihsel
seçenek olarak görülmesi ihtimalini ortadan kaldırır” [Minqi Li, “The 21st
Century: Is There an Alternative (to Socialism)?” Science & Society 77:1
(Ocak 2013), s. 38-39).
[132] Rosaura Sánchez, “On a Critical Realist Theory
of Identity,” Identity Politics Reconsidered içinde, Yayına Hz.: Linda
Martín Alcoff (New York: Palgrave Macmillan, 2006), s. 49.
[133] D’Atri ve Murillo şunu söylüyor: “Biz,
antikapitalist olduğunu iddia eden bir feminizmin, ücretlilerin ekonomik
talepleriyle geniş halk kitlelerinin demokratik talepleri birbirinden keyfi
biçimde ayıran işçi hareketinin başındaki, belirli kesimlerden gelen bürokratik
liderlerle mücadele etmesi gerektiğine, söz konusu ayrımın kapitalizmin hayrına
olduğuna inanıyoruz. İşçi sınıfının belirli kesimlerinin kapitalizme karşı
verdikleri mücadelenin toplumsal gücünü görmezden gelen, kriz bağlamında
giderek ütopik bir nitelik kazanan dar reformist bakış açısına bu demokratik
mücadeleleri teslim etmeye çalışan, toplumsal hareketin başındaki bürokratik ve
belirli kesimlerden gelen liderlerle mücadele edilmelidir.” (“Feminism for the
99%: A Debate on Strategy,” Left Voice, 20 Ağustos 2019, LV).
[134] William I. Robinson, Global Capitalism and
the Crisis of Humanity (Cambridge: Cambridge University Press, 2014), s.
54.
[135] Bkz.: Nancy Fraser, Justice Interruptus:
Critical Reflections on the “Postsocialist” Condition (New York: Routledge,
1997), s. 37, 33. dipnot.
[136] Nancy Fraser, “Capitalism’s Crisis of Care,” Dissent
63:4 (Güz 2016): s. 35.
[137] Fraser, “Capitalism’s Crisis of Care,” s. 35.
[138] Fraser, Justice Interruptus, s. 37. Reel
sosyalizmin gerçek içeriğini incelemek isteyenler şu tür kaynaklara bakabilir:
Minqi Li, “The 21st Century: Is There an Alternative (to Socialism)?”; Vicente
Navarro, “Has Socialism Failed? An Analysis of Health Indicators under
Capitalism and Socialism.” Science & Society 57:1 (Bahar 1993): s.
6-30; Michael Parenti, “Reflections on the Overthrow of Communism” (kayıt
altına alınmış ders): Archive (erişim tarihi: 20 Ocak 2021).
Muhtemelen Parenti, reel sosyalizmle ilgili bilimsel araştırmaların en iyi
özetini sunan isim: “[…] ‘Sosyalizmin işlemediğini’ söyleyenler, işlediği
gerçeğini görmezden geliyorlar. Doğu Avrupa’da, Rusya’da, Çin’de,
Moğolistan’da, Kuzey Kore’de ve Küba’da devrimci komünizm, feodal ağaların,
askeri patronların, yabancı sömürgecilerin ve Batılı kapitalistlerin zulmüne ve
sömürüsüne tahammül etmek zorunda kalan kitlelere daha iyi bir hayat yaşama
imkânı sunmayı bilmiştir. Sonuçta yüz milyonlarca insanın maruz kaldığı yaşam
koşulları, tarihte daha önce tanık olunmamış ölçüde iyileşme kaydetmiştir.” [Michael
Parenti, Blackshirts & Reds: Rational Fascism and the Overthrow of
Communism (San Francisco: City Lights Publishers, 1997), s. 85]
[139] Fraser, Justice Interruptus, s. 38.
Fraser, sonrasında kimi somut konumlar aldı, mesela “gerçek feminist tercih”
olarak Gloria La Riva’ya değil de Bernie Sanders’a desteğini açıkladı [Bkz.:
Nancy Fraser ve Liza Featherstone, “Why Bernie Is the True Feminist Choice,”
(10 Şubat 2020): Jacobin.).
[140] Fraser, Justice Interruptus, s. 25-26.
Ayrıca Fraser, bu tür bir “sosyalizm”le kolektif devrimci toplumsal değişime
zerre katkısı olmamış, önde gelen teorisyenleri arasında Martin Heidegger ve
Paul De Man gibi Nazi partisi mensubu kişiler ile Jacques Derrida gibi kafası
karışık antikomünist liberallerin olduğu yapısökümcü geleneğin birleştirilmesi
fikrini savunuyor.
[141] Ernest Mandel, An Introduction to Marxist
Economic Theory (New York: Pathfinder Press, 1973), s. 88.
[142] Mandel, An Introduction to Marxist Economic
Theory, s. 89.
[143] Bkz.: Fraser, Justice Interruptus, s.
173-188.
[144] “Oxfam isimli uluslararası kalkınma ajansının
derlediği rakamlar herkesin malumu: 2017 yılı itibarıyla insan nüfusunun yüzde
birini teşkil eden en zengin kesim, dünyadaki toplam servetin yarısından fazlasını
kontrolü altında tutuyordu; en tepede duran ve nüfusun yüzde 30’unu teşkil eden
kesim dünyadaki toplam servetin yüzde 95’inden fazlasını kontrolü altında
tutuyordu, öte yandan, nüfusun yüzde 70’i ise dünyadaki kaynakların yüzde
5’inden azı ile idare etmek zorundaydı.” [William I. Robinson, “Introduction:
Who Rules the World?”, Peter Phillips, Giants: The Global Power Elite içinde
(New York: Seven Stories Press, 2018), s. 15]
[145] Eleştirel teorinin Avrupamerkezciliğinin bir
eleştirisi için bkz.: Amy Allen, The End of Progress: Decolonizing the
Normative Foundations of Critical Theory (New York: Columbia University
Press, 2017).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder