Pages

26 Nisan 2023

CIA ve Frankfurt Okulu’nun Antikomünizmi

Küresel Teori Endüstrisinin Temelleri

Frankfurt Okulu Eleştirel Teorisi, Fransız Teorisi ile birlikte, küresel teori endüstrisinin en parlak metalarından biri olagelmiştir. İkisi, birlikte postkolonyal teoriden dekolonyal teoriye, lubunya teorisinden Afrikacı pesimizm düşüncesine uzanan akademi piyasasına tüm dünyada hükmektedir. Dolayısıyla Frankfurt Okulu’nun politik yönelimi, küreselleşmiş Batı entelijansiyası üzerinde kurucu bir etkiye sahiptir.

Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün ilk kuşağına mensup olan aydınlar, bilhassa bu makalenin odaklanacağı Theodor Adorno ve Max Horkheimer, Batı Marksizmi ya da Kültürel Marksizm denilen alanın yüce kabul edilen isimleridir. Frankfurt Okulu’nun ikinci ve daha sonra da üçüncü kuşaklarında Jürgen Habermas’ın tarihsel materyalizmden uzaklaşan yeni yönelimine aşina olanların gözünde, ilk kuşak aydınların bu erken dönem çalışması, genellikle Eleştirel Teori’nin hakiki altın çağını, onun hâlen daha pasif veya kötümser olsa bile, kendini bir şekilde radikal siyasete adamış olduğu devri temsil eder. Eğer bu varsayımda zerre doğruluk payı varsa, o da yalnızca erken dönem Frankfurt Okulu’nun, Eleştirel Teori’yi radikal liberal, hatta düpedüz liberal ideoloji olarak yeniden biçimlendiren sonraki kuşaklarla gerçekleştirdiği mukayese çabası ile ilgilidir.[1] Ancak bu kıyas noktası, siyasetin akademik siyasete indirgendiği her durumda olduğu gibi, çıtayı haddinden fazla düşük tutmaktadır. Nihayetinde Frankfurt Okulu’nun ilk kuşağı, komünizmin anlam ve önemi üzerine dünya genelinde gerçek bir düşünsel savaşın verildiği bir devirde, yirminci yüzyılın küresel sınıf mücadelesindeki en yıkıcı çatışmalardan bazılarını görmüş geçirmiş insanlardan oluşuyordu.

Batı akademisinin tarihinin veya sahip olduğu dar görüşlülüğün iğvasına kapılmamak istiyorsak, Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün çalışmalarını uluslararası sınıf mücadelesiyle ilişkisi içinde yeni bir bağlama oturtmalıyız. Bu bağlamın en önemli özelliklerinden biri, kapitalist egemen sınıfın, onun devlet yöneticilerinin ve ideologlarının solu, Soğuk Savaşçı CIA ajanı Thomas Braden’ın sözleriyle, “uyumlu”, yani komünist olmayan sol biçiminde yeni bir kalıba dökme konusundaki nafile girişimleriydi.[2] Braden gibi isimlerin ayrıntısıyla izah ettikleri biçimiyle, bu mücadelenin önemli veçhelerinden biri de, antikomünizmi teşvik etmek ve solcuları reel sosyalizm karşıtı konumlar almaları konusunda kandırmak amacıyla, vakıf paralarının ve Kültürel Özgürlük Kongresi (CCF) türünden CIA’ye bağlı paravan grupların kullanılmasıydı.

Horkheimer, CCF tarafından Hamburg’da düzenlenen basın toplantılarından en az bir tanesine iştirak etmişti.[3] Adorno, yazılarını CIA tarafından finanse edilen ve kendi türünde Avrupa’nın en büyük süreli yayını olan, CIA’in diğer yayınlarının birçoğu için de model teşkil eden Der Monat dergisinde yayımladı. Bunun yanı sıra, Adorno’nun makaleleri, gene CIA’e ait olan Encounter ve Tempo Presente dergilerinde yayımlandı. Ayrıca Alman antikomünist Kulturkampf örgütlenmesi içinde muhtemelen lider konumundaki isim olan CIA ajanı Melvin Lasky’yi evinde ağırladı, onunla yazıştı ve işbirliği yaptı.[4] Der Monat’ın kurucusu ve baş yayın yönetmeni olmanın yanında, CIA’ye bağlı CCF’in esas yürütme komitesinin de üyelerinden biri olan Lasky, Adorno’ya Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’yle her türlü işbirliğine açık olduğunu söyledi. Enstitü’nün makalelerini ve diğer bildirilerini derginin sayfalarında mümkün olduğunca çabuk yayınlamak da buna dâhildi.[5] Adorno, Lasky’nin teklifini kabul etti ve 1949’da ona Horkheimer’ın Akıl Tutulması adlı eserini de içeren, daha önce hiç yayınlanmamış dört çalışmanın elyazmalarını gönderdi.[6]

Horkheimer’ın ömür boyu mesai arkadaşı olan Adorno, Batı Almanya’daki CCF şebekeleriyle işte böylesine yakın bir irtibat içerisindeydi. Ayrıca Adorno’nun adı, CCF bünyesinde bir “tüm-Almanya komitesi” kurulması için yapılan planların ana hatlarını içeren, muhtemelen 1958-1959’dan kalma bir belgede de geçiyor.[7] Dahası, 1966’da bu uluslararası propaganda örgütünün CIA’in bir paravanı olduğu ifşa olduktan sonra bile Adorno, Almanya’nın ABD denetimindeki kısmındaki “işlerin olağan akışına” uygun biçimde, “CCF’in Paris genel merkezinin genişletilmesi planlarına dâhil olmayı” sürdürdü.[8] Aşağıda göreceğimiz üzere, bu, buzdağının sadece görünen kısmıdır. İki ismi dünya çapında şöhretli kılan, antikomünist solun oluşturduğu elitist şebeke olduğu için, onların ilgili planın parçası olmalarında şaşılacak bir yan yok.

Teorik Üretimin Diyalektik Analizi

Aşağıdaki analiz, Eleştirel Teori’nin bu iki kurucu babasının öznel teorik pratiklerinin uluslararası sınıf mücadelesinin nesnel dünyası içerisindeki yerini tayin eden toplumsal bütünlüğün diyalektik biçimde izah edilmesi temeline dayanmaktadır.

Burada insanın “düşüncesi”ni, onun “yaşamından” ve burada “düşünsel aygıt” olarak adlandıracağım teorinin üretilmesi, dolaşıma sokulması ve ediniminin tabi olduğu maddi sistemden ayrı bir şeymiş gibi ele alan, bu ayrımı zorunlu gören, bu anlamda, düşünce üretimi ile genel sosyo-ekonomik dünya arasına boş yere ayrım koymaya çabalayan küçük burjuva akademisyenlerden farklı bir anlayış benimsenmektedir. Bu türden diyalektikle alakası bulunmayan bir varsayım, en nihayetinde teorik çalışmaya, maddi gerçeklikten ve bilginin politik ekonomisinden tamamen bağımsız olarak işleyen manevi ve kavramsal bir âlemin var olduğunu farz eden idealist bir yaklaşımın ürünüdür.

Bu önkabul, düşünsel meta fetişizmini ebedî kılar, yani, bizi teori endüstrisinin ürettiği kutsal ürünleri toplam toplumsal üretim ilişkileri ile sınıf mücadelesi bağlamına oturtmamıza mani olan bir çaba dâhilinde, ilgili ürünleri putlaştırır. Aynı zamanda bu önkabul, küresel teori endüstrisi içinde, ister “Frankfurt Okulu Eleştirel Teorisi” olsun isterse bir başkası, belirli bir ana ürünün bayisi olan veya bayisi olmaya heveslenenlerin menfaatlerine de hizmet eder, çünkü (gerçek toplumsal üretim ilişkileriyle lekelenmeden pirüpak kalan) ana ürünün kendisinin marka imajını korur. Düşünsel meta fetişizmi, teori endüstrisi içerisinde tüketimin başlıca özelliği iken, marka imajı yönetimi de üretimin alamet-i farikasıdır.

Bu türden bir diyalektik çözümlemeyi yapabilmek için, Adorno ve Horkheimer’ın kapitalizm, tüketim toplumu ve kültür endüstrisi konularında kayda değer eleştiriler formüle etmekte kendi öznel iradelerini hakikaten seferber etmiş olduklarını kabul etmek gerekmektedir. Ben bu gerçeği reddediyor değilim, sadece bu eleştirileri, nesnel toplumsal dünya bağlamına oturtmak derdindeyim. Bu da akademik çevrelerde nadiren gündeme gelen gayet basit ve pratik bir soruyu sormayı gerekli kılıyor: Madem kapitalizmin olumsuz sonuçlar doğurduğu kabul ediliyor, o vakit bu konuda ne yapmak gerekiyor? Söylemlerinin kasıtlı cehaletçiliğini süzgeçten geçirerek yaşamlarının ve çalışmalarının içinde daha da derine indikçe, onların bu soruya verdikleri cevap, daha da berrak hâle geliyor ve ortak düşünce projelerinin aslî toplumsal işlevini anlamak da bir o kadar kolaylaşıyor. Zira bahsi edilen yazarlar, kapitalizme karşı zaman zaman ne kadar eleştirel olurlarsa olsunlar, başka bir alternatif bulunmadığını ve sonuç olarak bu konuda hiçbir şey yapılamayacağını veya yapılmaması gerektiğini düzenli olarak vurguluyorlar. Dahası, aşağıda göreceğimiz üzere, onların kapitalizm eleştirileri, sosyalizmi tavizsiz mahkûm eden tavırları yanında sönük kalıyor. Alamet-i farikaları, ayırt edici özellikleri hâline gelmiş olan Eleştirel Teori, sosyalizmin kapitalizmden çok daha kötü olduğuna hükmederek, nihayetinde okuru kapitalist düzene rıza gösterilmesi gerektiği sonucuna götürüyor. Adorno ve Horkheimer’ın önerdiği eleştirel teori de kapitalist akademik camiada moda olmuş diğer söylemlerin çoğu gibi bir Sosyalizm Olmasın da Ne Olursa Olsunculuktan başka bir şey değil.

Bu açıdan Adorno ve Horkheimer’ın kapitalist dünyada bu kadar geniş çapta desteklenmesi ve reklâmının yapılması, kimseyi şaşırtmamalı. Reel sosyalizm tehdidi karşısında, uyumlu, komünist olmayan solu arkanda toplamak için bu gibi akademisyenleri “yirminci yüzyılın en önemli, hatta en radikal Marksist düşünürlerinden bazıları” diye parlatmaktan daha iyi bir taktik olabilir mi? Böylece “Marksizm”, tabandan sınıf mücadelesine direkt biçimde irtibatlı olmayan, aksine her türlü “tahakküm” biçimlerini oldukça serbest biçimde eleştiren ve nihayetinde güçlü sosyalist devletlerdeki sözde “faşist” korkunçluklar karşısında kapitalist denetim toplumlarının yanında saf tutan bir tür antikomünist eleştirel teori olarak yeni bir kalıba dökülebilir.

Kapitalist kültürde kara cahil antikomünizm, çok geniş çapta desteklendiğinden, bu yeni Marksizmi tanımlama girişiminin gerici ve (nihayetinde burjuva toplumunu her türlü alternatifin üzerine yerleştirmesi anlamında) sosyal-şoven niteliği, bazı okurlarca hemen fark edilemeyebilir. Ne yazık ki kapitalist dünyada nüfusun büyük bir kısmının beyni, reel sosyalizm söz konusu olduğunda, titiz analizlerden ziyade cahilce kara çalmalara otomatik refleks verecek şekilde yıkanmıştır. “Komünist gulyabani” anlatısını propaganda amaçlı anlatılan mitolojik korku hikâyelerinin merkezine yerleştiren çabanın karşısına, bu reel sosyalizm deneyimlerinin tüm iniş ve çıkışlarıyla belgelere dayalı tarihini çıkartmak gerekiyor. Bu açıdan, okuru diğerlerinin yanı sıra Annie Lacroix-Riz, Domenico Losurdo, Carlos Martinez, Michael Parenti, Albert Szymanski, Jacques Pauwels ve Walter Rodney gibi özenli tarihçilerin derin ve zengin eserlerine yönlendirmeye cüret etmek şart. Okuru ayrıca kapitalizm ve sosyalizm arasında Minqi Li, Vicente Navarro ve Üç Kıta Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü gibi titiz araştırmacılar tarafından yapılan önemli niceliksel mukayeseleri incelemeye davet ediyorum.[9] Bu gibi çalışmalar, egemen ideoloji tarafından aforoz ediliyorlar, üstelik bunun gayet haklı bir nedeni de var: Bunlar, bayat klişelere ve bilgisiz ideolojik reflekslere dayanmak yerine, ortadaki kanıtları bilimsel olarak tetkik ediyorlar. Dahası, bu tür tarihsel ve materyalist çalışmaların, küresel teori endüstrisi tarafından teşvik edilen Eleştirel Teori’nin spekülatif kalıplarınca öteden beri büyük ölçüde gölgede bırakıldığını görmek gerekiyor.

Devrim ve Küresel Sınıf Savaşı Çağında Aydınlar

Yaşamlarının erken dönemleri Rus Devrimi’nin ve Almanya’daki devrim girişiminin yol açtığı, dünya tarihi açısından önemli olan olayların izini taşıyor olsa da Adorno ve Horkheimer, bataklık olarak gördükleri kitle siyasetinden kendilerini sakınan estetik düşkünleriydi. Söz konusu olaylar, Marksizme olan ilgilerini uyandırmış olmakla birlikte, bu ilgi, ağırlıklı olarak düşünsel düzeydeydi.[10]

Horkheimer, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Münih konsey cumhuriyeti çevresindeki faaliyetlere, bilhassa konseyin acımasızca bastırılmasından sonra katılımcılardan bazılarına destek sağlamak suretiyle, o da ucundan kıyısından dâhil olmuştu. Buna karşın o, “zamanın patlamaya hazır siyasi olaylarına olan mesafesini korumaya ve kendisini öncelikle kendi şahsi ilgi alanlarına adamaya devam etti.” Adorno da baştan beri aynı yolu izledi.

Sınıfsal konumları bu noktada çok önemliydi. Bu konum üzerinden toplumsal üretim ilişkilerinin geniş, nesnel dünyası içerisinde bir yere sahip oldular. Neticede her iki Frankfurt Okulu teorisyeni de varlıklı ailelerden geliyordu. Adorno’nun babası “zengin bir şarap tüccarı”ydı ve Horkheimer’ınki de “birkaç tekstil fabrikasına sahip” bir “milyoner”di.[11] Adorno’nun “sosyalist siyasi hayatla hiçbir şahsi bağı yoktu” ve yaşamı boyunca da “bir parti örgütünün resmi üyesi olma denilen o şeye duyduğu o derin tiksinti”yi muhafaza etti.[12] Benzer şekilde Horkheimer da asla “herhangi bir işçi sınıfı partisinin resmi üyesi” olmadı.[13] Aynı şey, Frankfurt Okulu’nun erken yıllarında onunla ilişkili olan diğer isimler bakımından da genel itibarıyla doğrudur: “Horkheimer çevresine mensup olanların hiçbiri, politik bir faaliyet içinde değildi; içlerinden hiçbiri, işçi hareketi veya Marksizm kökenli değildi.”[14]

John Abromeit’in sözleriyle, Horkheimer, teorinin sözde bağımsızlığını koruma arayışındaydı ve “Lenin, Lukács ve Bolşeviklerin eleştirel teorinin işçi sınıfı veya daha da özelde işçi sınıfı partileri içinde “kök salması” gerektiğine ilişkin tutumlarını reddediyordu.[15] Eleştirel Teoriciler, aydınları, araştırmalarını proletarya temeline oturtmak yerine (ki bu onların “totaliter propaganda”[16] olarak hor gördüğü bir çalışma biçimiydi), düşünsel açıdan hür birer fail olarak yürütmeleri konusunda teşvik ediyorlardı. Marie-Josée Levallée’nin dile getirdiği biçimiyle, tıpkı Herbert Marcuse gibi Adorno’nun da genel tutumunu şu şekilde özetlemek mümkündü:

“Lenin’in Ekim Devrimi’nin öncüsü hâline getirdiği Bolşevik Parti, Sovyet devletini kendi suretinde şekillendirecek ve proletarya diktatörlüğünü kendi diktatörlüğüne dönüştürecek olan merkezîleştirici ve baskıcı bir kurumdu.”[17]

Horkheimer, 1930’da Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün direktörlüğünü devraldığında, onun idaresine karakterini veren şey, kapitalizm, sınıf mücadelesi ve emperyalizm hakkında titiz tarihsel materyalist çözümlemelerden ziyade, kültür ve otorite ile ilgili spekülatif meşgaleler oldu. Gillian Rose’un sözleriyle, Horkheimer yönetimindeki Enstitü, “akademiyi siyasallaştırmak yerine” “siyaseti akademikleştirdi.”[18] Bunun en yalın ispatı, “Horkheimer direktörlüğündeki Enstitü’nün, uzaktan da olsa politikayla ilgili olan her türlü faaliyetten değil, aynı zamanda Almanya’daki durumu kamuoyuna duyurmak ya da siyasi sığınmacıları desteklemek için yapılan her çeşit kolektif veya örgütlü çabadan da uzak durmayı sürdüren değişmez politikası” idi.[19] Nazizmin yükselişiyle birlikte Adorno, rejimin yalnızca “politik olarak dikkatleri üzerine çeken ortodoks Sovyet yanlısı Bolşevikleri ve komünistleri” hedef alacağını varsayarak (gerçekten de toplama kamplarına ilk kapatılacak olanlar onlar oldu) kış uykusuna çekilmeyi denedi.[20] “Nazilerin ve onların ‘büyük güç’ politikalarının herhangi bir çeşidini açıktan eleştirmekten kaçındı.”[21]

Amerikan Usulü Eleştirel Teori

İlerici siyasete açıktan katılmayı reddeden bu tutum, Enstitü’nün otuzların başında liderleri tarafından ABD’ye taşınmasıyla daha da pekiştirildi. Frankfurt Okulu, “geçmişteki ve halihazırdaki çalışmalarını yerel akademik veya teorik hassasiyetlere uygun düşecek biçimde sansürleyerek, yerellikteki burjuva düzenine” kendisini adapte etti.[22] Horkheimer, ABD’li sponsorları gücendirmekten kaçınmak için “Marksizm”, “devrim” ve “komünizm” gibi sözcükleri Enstitü’nün yayınlarından çıkarttırdı.[23] Dahası, Herbert Marcuse’nin sonradan açıklayacağı üzere, her türlü siyasi faaliyet, kesinlikle yasaktı.[24] Horkheimer, enerjisini şirketlerin ve devletin Enstitü için finansman sağlamalarını güvence altına almaya harcadı, hatta Enstitü’nün çalışmalarını ABD’de tanıtmak için bir halkla ilişkiler firması tuttu. Dolayısıyla, onlar gibi ABD’ye siyasi sığınmacı olarak gelmiş bir isim olan Bertolt Brecht, Frankfurtlu akademisyenleri, eleştirel biçimde (Stuart Jeffries’in aktardığına göre) “Amerika’daki sürgünleri sırasında vakıf desteği peşinde yeteneklerini ve fikirlerini baskıcı ABD toplumunun egemen ideolojisini desteklemek için meta olarak satan fahişeler” olarak nitelendirdiğinde, hiç de haksız sayılmazdı.[25] Onlar, gerçekten de herhangi bir işçi sınıfı örgütü tarafından kısıtlanmaksızın, piyasaya duyarlı Eleştirel Teori ismindeki markalarına şirket ve devlet sponsorluğu kapma peşinde koşan hür aydınlardı.

Brecht’in yakın arkadaşı Walter Benjamin, o dönemde Frankfurt akademisyenlerinin muhatap aldığı en önemli Marksist isimlerden biriydi. Benjamin, ABD’de onların arasına katılma fırsatı bulamadı, çünkü 1940’ta Fransa ve İspanya arasındaki sınırda, Nazilerin eline geçme ihtimalinin güçlenmesi üzerine, trajik bir şekilde intihar etti.

Adorno’ya göre, “o, Enstitü’nün daimi üyesiydi ve bunu o da biliyordu, dolayısıyla Benjamin, kendi canına kıymadan önce aslında kurtulmuştu.”[26] Ünlü felsefeci, sözlerine şu şekilde devam ediyor: “Gerekli fon seyahati içi tahsis edilmişti, bize maddi açıdan sırtını yaslayabileceğini Benjamin de biliyordu.”[27]

Benjamin’in intiharını, koşullar dikkate alındığında, anlaşılmaz bir kişisel karar olarak sunan bu tarih anlatısı, Ulrich Fries tarafından yakın zamanda yayınlanan ayrıntılı bir incelemeye göre, kişisel ve teorik aklanma uğruna sergilenen bir riyakarlık girişimiydi. Fries’e göre, Frankfurt Okulu’nun önde gelen isimleri, Benjamin’e Nazilerden kaçması için maddi yardımda bulunma konusunda isteksiz olmakla kalmayıp, ikiyüzlülükle kendilerini onun hayırsever bağışçıları biçiminde takdim etmek için kapsamlı bir örtbas kampanyası yürüttüler.

İntiharından önce Benjamin, aldığı aylık maaşla Enstitü’ye finansal olarak bağımlıydı. Ancak Frankfurt akademisyenleri, Brecht’in ve devrimci Marksizmin onun çalışmaları üzerindeki etkisinden pek haz etmiyorlardı.[28] Adorno, Horkheimer’a Benjamin’in onun etkisinden “kesin olarak” kurtarılması gerektiğini anlatırken, Brecht’i antikomünistlerin kullandığı “yabani” sıfatıyla nitelemekten hicap duymuyordu. Bu durumda Benjamin’in, kısmen Adorno’nun çalışmalarına yönelik eleştirilerinden ve 1938’de Baudelaire üzerine yaptığı çalışmanın bir bölümünü yayınlamayı reddetmesinden ötürü, maaşını kaybetmekten korkması şaşırtıcı değil.[29] Horkheimer Benjamin’e, faşist güçlerin etrafındaki çemberi daraltmaya başlamalarıyla hemen hemen aynı sıralarda, 1934’ten beri tek gelir kaynağı olan maaşının kesilmesine hazırlıklı olması gerektiğini açıkça söylemişti. Dahası, ABD’ye giden bir buharlı gemi için maliyeti 200 doların altında tutacak bir biletin ücretini ödeyip Benjamin’in güvenli bir hayata yolculuğunu finanse etmeyi reddettiğinde, ellerinin “ne yazık ki bağlı” olduğunu iddia etti.[30] Üstelik Horkheimer bu lafı, “kendisine ait banka hesabına fazladan 50.000 doların aktarıldığı, sekiz ay sonra aynı tutarın gene yatırıldığı bir dönemde ediyordu (o günün 50.000 doları, bugünün 1 milyon dolarına denk).[31] Temmuz 1939’da Friedrich Pollock da kapitalist bir milyonerin varlıklı oğlu olan ve babasının Arjantin’deki bir tahıl işletmesinden, emlak spekülasyonundan ve et ticaretinden elde ettiği kârlarla Frankfurt Okulu’nu finanse eden Felix Weil’dan Enstitü için ilave bir 130.000 dolar daha almıştı.

Eksik olan para değil, siyasi iradeydi. Gerçekten de Fries, Horkheimer’ın Benjamin’i terk etme konusunda aldığı acımasız kararın, Enstitü direktörlerinin bir yandan “Nazi rejiminin zulmüne uğrayanlar için olağanüstü özveride bulunduklarına” dair o sahte imajın propagandasını yaparken, diğer yandan “kendi şahsi yaşamsal hedeflerini sistematik biçimde diğer herkesin çıkarlarının üzerine yerleştirmeleri” biçimindeki daha geniş bir davranış kalıbının parçası olduğu konusunda Rolf Wiggershaus ile aynı fikirde.[32] Helmut Heißenbüttel’e göre, Benjamin’in yazınsal mirası sonradan, âdeta onun mezarına toprağı kürekle son kez atmak istercesine, daha açık biçimde Marksist olan unsurlarından arındırıldı: “Adorno’nun Benjamin’in asarı konusunda yaptığı her şeyde, Marksist-materyalist yan siliktir. […] Benjamin’in asarı karşımıza, hayatta kalmış tartışmalı aktarımcının kendi görüşünü dayattığı bir yeniden yorumlama olarak çıkar.”[33]

Todd Cronan, ayrıcalıklı bir yere yerleştirilen ırk, kültür ve kimlik meseleleri lehine sınıfsal çözümlemeye giderek daha fazla sırt çevirdikçe (Pollock’ın “Devlet Kapitalizmi”ni yazdığı yıl olan) 1940 dolaylarında Frankfurt Okulu’nun genel siyasi yöneliminde gözle görülür bir değişimin yaşandığını söylüyor. Adorno, o yıl Horkheimer’a, “Bana sık sık, geçmişte proletaryanın bakış açısından gördüğümüz her şey, günümüzde korkunç bir güçle Yahudiler üzerinde yoğunlaşıyormuş gibi geliyor” diye yazıyordu.[34] Cronan’a göre, Adorno ve Horkheimer, “Marksizmin içinde açtıkları delikten, sınıfı ekonomik bir meseleden ziyade bir iktidar, bir tahakküm meselesi olarak görme olasılığını çıkardılar (Yahudiler, ekonomik sömürüyle tanımlanan bir kategori değildi). Üstelik bu olasılık bir kez ortaya çıktıktan sonra, solun genelinde baskın çözümleme tarzı hâline geldi.”[35] Başka bir deyişle, Frankfurt teorisyenleri, politik ekonomi temeline dayanan tarihsel materyalist çözümlemeden uzaklaşarak, sahnenin ileride neoliberal çağda pekişmiş hâle gelecek olan kültüralizme ve kimlik siyasetine doğru geçiş için hazırlanmasına katkıda bulundular.

1944-45’te Pollock’ın yönetimi altındayken Enstitü’nün “Amerikan İşçi Sınıfında Anti-Semitizm” üzerine kapsamlı bir çalışmayı üstlenmesi, bu bakımdan son derece açıklayıcıdır. Faşizm, kapitalist egemen sınıfın geniş mali desteğiyle iktidara yükselmişti ve dünya çapında savaş yolunda yürüyüşünü daha hâlâ sürdürüyordu. Buna karşın Frankfurt akademisyenlerine, faşizmin kapitalist finansörlerinden ya da Sovyetler’e karşı bir savaş sürdürmekte olan asıl Nazilerden ziyade, ABD işçilerinin sözde antisemitizmine odaklanmaları için para ödeniyordu. “Komünistler tarafından yönetilen” sendikaların bu konuda içlerindeki en kötüleri olduğu ve dolayısıyla onların “faşist” eğilimleri bulunduğu şeklinde garip bir sonuca varıyorlardı: “Bu sendikaların üyeleri, komünist olmaktan çok faşist kafalıdır.”[36] Söz konusu çalışma, Yahudi İşçi Komitesi (JLC) tarafından yaptırtılmıştı. JLC’nin liderlerinden biri olan David Dubinsky’nin CIA ile çok sayıda bağı vardı ve CIA ajanları Jay Lovestone ve Irving Brown gibileriyle birlikte, CIA’in işçi örgütlerini ele geçirme ve onları komünistlerden temizlemeye dönük geniş kapsamlı kampanyasının içinde yer alanlardan biriydi.[37] Anlaşılan o ki komünist sendikaları en antisemitist ve hatta “faşist” sendikalar olarak tanımlamak suretiyle Frankfurt Okulu, komünist işçi hareketinin yok edilmesi için aranan ideolojik gerekçelerin bazılarını temin etmişti.

Düşman ülke vatandaşları hakkındaki kanun ve kararnamelere ilaveten, ABD’nin iktidardaki seçkinlerinin antikomünist ve bazen de faşizm sevdalısı tutumları nedeniyle, Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün ABD yetkilileriyle yaptığı işbirliği ve uyguladığı otosansür, kimilerince haklı görülebilir.[38] Gerçekten de 21 Ocak 1944 itibarı ile Federal Soruşturma Bürosu (FBI), Enstitü’nün geçmişine ve faaliyetlerine dair detaylı değerlendirme üzerinden, onun komünistlerin bir paravan örgütü olarak hizmet ediyor olabileceğine dair kaygıya bağlı olarak, yaklaşık on yıl boyunca akademisyenleri gözetlemek üzere çok sayıda ispiyoncuyu seferber etmişti.[39] Bu muhbir kadrosu, Karl Wittfogel gibi Enstitü’nün yakın işbirliği içinde olduğu isimleri, meslekten kişileri, hatta komşuları içeriyordu. Buna karşın Büro, şüpheli davranışa dair hemen hemen hiç kanıt bulamadı. Frankfurt akademisyenlerine kişisel yakınlıkları bulunan bazı muhbirler, Eleştirel Teorisyenlerin “Hitler ve Stalin arasında amaç ve taktikler bakımından hiçbir fark olmadığına inandıklarını” aktardıklarında, FBI memurlarının içinin rahatlamış olduğu anlaşılıyor.[40] Nitekim, aşağıda göreceğimiz üzere, Batı Almanya’ya yerleştikleri ve artık FBI takibatının ve tutuklanma veya sınır dışı edilme ihtimalinin doğrudan tehdidi altında olmadıkları zamanlar da dâhil, bazı yazılarında bu sözleri neredeyse kelime kelimesine tekrar edeceklerdi.

Doğu’ya Çamur At, (Maaş Aldığın) Batı’yı Savun

1949-50’de Frankfurt Okulu’nun entelektüel temsilcileri, Enstitü’yü gerisin geri, komünizme karşı düşünsel dünya savaşının merkez üslerinden biri olan Batı Almanya’ya taşıdılar. Perry Anderson, konuyla ilgili şu tespiti yapıyor:

“Alman Komünist Partisi’nin yasaklanmak üzere olduğu ve Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) Marksizm ile her türlü bağını resmen terk ettiği bu ortamda, Enstitü’nün depolitizasyon süreci böylelikle sona ermiş oldu.”[41]

İlk yıllarda ara sıra Adorno ve Horkheimer’ın solunda konumlanan Jürgen Habermas da bundan aşağı kalmaksızın, Horkheimer’ı “eleştirel gelenekle çelişen oportünist bir konformizm içinde olmak”la suçladı.[42] Esasında Horkheimer, Habermas’ın “burjuva toplumunun zincirlerinden” bir kurtuluş olasılığını öne sürmeye cüret ederek, liberal demokrasiyi eleştiren ve “devrim”den söz eden iki makalesini yayınlamayı reddederek, Enstitü’nün çalışmalarına sansür uygulamayı sürdüren isimdi.[43] Özel mektuplaşmalarında Horkheimer, Adorno’ya açık sözlülükle, “bu pranga toplumunun kamu fonlarına bağımlı biçimde varlığını sürdüren bir Enstitü’nün araştırma raporunda bu tür kayıtların yer alması, açıkçası mümkün değildir” diye yazmıştı.[44] Bu, Frankfurt Okulu’nun ideolojisinin ya da en azından kamusal söyleminin arkasındaki itici gücün, onun kendini yasladığı ekonomik zemin olduğuna dair, apaçık bir itiraf olarak görülmeli.

Bu bağlamda, Horkheimer çevresinin sekiz üyesinden beşinin ABD hükümeti ve ulusal güvenlik devleti için araştırmacı ve propagandist olarak çalışmış olduklarını hatırlamak önemli. ABD hükümeti ve ulusal güvenlik devletinin “üyelerinin bir kısmı, hükümetin hassas araştırma projeleri üzerinde çalışmakta olan Frankfurt Okulu’nun sadakatinin devamlılığında özel çıkarı bulunuyordu”.[45] Horkheimer ve Adorno, Enstitü’den daha fazla destek aldıklarından, isimleri bu listede yer almıyordu. Ama bir yandan da Adorno, ABD’ye esasen “hükümetin psikolojik harp programlarının fiili uzantılarından biri” olan, Paul Lazarsfeld’in Radyo Araştırmaları Ofisi’nde çalışmak için göç etmişti.[46] Bu iletişim araştırmaları merkezi, Rockefeller Vakfı’ndan 67.000 dolarlık önemli bir hibe almıştı ve ABD ulusal güvenlik devleti ile çok yakın çalışıyordu (hükümetin verdiği para, yıllık bütçesinin yüzde 75’inden fazlasına denk geliyordu). Rockefeller Vakfı, ayrıca Frankfurt Üniversitesi’nde misafir profesörlüğe başladığı 1948 Nisan’ında Horkheimer’ın Almanya’ya ilk geri dönüşünü de finanse etmişti.

Unutmayalım ki Rockefeller’lar, ABD kapitalizminin tarihindeki en büyük gangster ailelerinden biridir ve vakıflarını, çalıntı servetlerinin bir kısmını “düşünsel faaliyetlerin ve kültürün yozlaştırılması” için seferber etmelerine imkân veren bir vergi sığınağı olarak kullanırlar.[47] Üstelik Frankfurt Okulu’nun sponsorluğunu yaptıkları sırada, ulusal güvenlik devletiyle doğrudan ilişkiliydiler. Nelson Rockefeller, (çalışmaları Stratejik Hizmetler Ofisi’ne ve CIA’ninkine benzeyen bir federal propaganda ajansı olan) Amerika Kıtası İşleri Koordinatörlüğü Bürosu’nun müdürü olarak görev yaptıktan sonra, 1954’te ABD Başkanı’nın Soğuk Savaş Stratejisi Konusunda Özel Asistanı unvanıyla, gizli istihbarat operasyonlarının “süper koordinatörü” oldu.[48] Ayrıca (Church Komitesi raporu ve diğer kaynaklar tarafından ifşa edildiği üzere ) Şirket’le, yani CIA’yle etle tırnak gibi çalışma konusunda uzun bir geçmişe sahip çok sayıdaki diğer kapitalist vakıf gibi Rockefeller Fonu’nun da CIA paraları için bir kanal olarak kullanılmasına imkân sağladı.

Kapitalist egemen sınıfla ve ABD imparatorluğuyla bu türden bağlara sahip olan Enstitü’yü ABD hükümetinin Batı Almanya’ya geri taşınması sürecini 1950 yılı içerisinde (103.695 ABD doları veya 2022 yılı itibarıyla 1.195.926 dolara denk düşen) 435.000 mark gibi son derece kayda değer bir bağışta bulunarak desteklemesi, kimseyi şaşırtmamalı.[49] Bu fonlar, ABD’nin Almanya Yüksek Komiseri John McCloy tarafından yönetiliyordu. McCloy, ABD’li iktidar seçkinlerinin çekirdek kadrosunun bir mensubuydu. Büyük petrol şirketleri ve IG Farben için hukukçu ve bankacı olarak çalışmış ve Nazi savaş suçlularına kapsamlı aflar ve ceza indirimleri temin etmişti. İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD ulusal güvenlik devletinin mimarlarından biri olarak hizmet ettikten sonra (derin devlet ile kapitalist egemen sınıf arasındaki yakın ilişkinin göstergesi olan bir kariyer hamlesiyle) Chase Manhattan Bank’ın, Dış İlişkiler Konseyi’nin ve Ford Vakfı’nın başkanı olarak yoluna devam etti. Enstitü, McCloy tarafından sağlanan fonlara ek olarak, özel bağışçılardan, Sosyal Araştırmalar Derneği’nden ve Frankfurt belediyesinden de destek aldı. 1954’te, “Anti-Bolşevik Birlik’in kurucu üyesi olan ve Nazi partisini finanse etmiş olan” Mannesmann şirketi ile bir araştırma sözleşmesi bile imzaladı.[50] İkinci Dünya Savaşı sırasında Mannesmann şirketi, köle emeği kullanmıştı ve Yönetim Kurulu Başkanı da Üçüncü Reich’ın, Nazi iktidarının Savaş Ekonomisi Lideri olan Nazi Wilhelm Zangen’di.[51] Frankfurt Okulu’nun savaşın ardından bu şirketle akdetmiş olduğu sözleşme, işçilerin kanaatlerinin sosyolojik açıdan incelenmesiyle alakalıydı, ama aslında örtük olarak, bu çalışma, iktidarın sosyalist örgütlenmeye mani olmasına veya onu felç etmesine katkı sunmak gibi bir amaca sahipti.

Kapitalist hükümetlerin ve şirketokrasinin Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nü neden desteklemiş olabileceğinin belki de en net açıklaması, Shepard Stone’un sözlerinde bulunabilir. Stone’un Ford Vakfı’nda Uluslararası İlişkiler Direktörü olarak görev yapmaya başlamadan önce bir gazetecilik ve askeri istihbarat geçmişi olduğunu ve bu sırada dünyanın dört bir yanında kültürel projelerin finansmanı için CIA ile yakın işbirliği içinde çalıştığını not etmemiz gerekiyor (hatta Stone, Kültürel Özgürlük Kongresi’nin CIA kökenli olduğunun ortaya çıkmasının ardından, bir marka değişikliği çabasıyla, Uluslararası Kültürel Özgürlük Derneği şeklinde yeniden adlandırılmasından sonra bu derneğin başkanı bile oldu). Stone, kırklarda İşgal Altındaki Almanya Yüksek Komiserliği’nin halkla ilişkiler müdürüyken, ABD Dışişleri Bakanlığı’nı Adorno’nun pasaportunu uzatmaya teşvik etmek için kişisel bir not gönderdi:

“Frankfurt Enstitüsü, demokratik teknikler konusunda gerekli bilgiye vakıf Alman liderlerin yetiştirilmesine katkı sunuyor. Profesör Adorno gibi adamların Almanya’da çalışma imkânı bulmasının, o ülkedeki genel demokratik hedeflerimiz için önemli olduğuna inanıyorum.”[52]

Enstitü, tam da ABD devletinin ve kapitalist egemen sınıfın desteklediği ve her daim desteklemek isteyeceği türden ideolojik çalışmalar yürütüyordu.

Horkheimer, Enstitü’yü finanse eden “pranga toplumu”na ideolojik uyumluluğun buyruklarını yerine getirerek, hatta bunu da aşarak, ABD’nin Batı Almanya’daki, istihbarat servisleri eski Nazilerle dolup taşan antikomünist kukla hükümetine olduğu kadar Vietnam’daki (Çinlileri durdurmak için gerekli olduğuna hükmettiği) emperyal projesine de olan dalkavukluk derecesindeki desteğini açıkça dile getiren bir isimdi.[53] Mayıs 1967’de Almanya’da, antikomünist kültür savaşının propaganda düzleminde kullandığı ileri karakollar olarak Amerika Evleri’nin birinde yaptığı konuşma esnasında ciddiyetle şunları beyan ediyordu:

“Amerika’da, bir savaş yürütmek gerekli olduğunda, bu söyleyeceğime kulak verin lütfen, asıl savunulacak şey vatan değil, anayasadır, insan haklarıdır.”[54]

Eleştirel Teori’nin bu baş papazı, burada ABD’yi, o yerleşimci kolonisi olarak kurulan ve yerli nüfusu soykırımla yok eden ülkeyi kusursuz biçimde kaynaşmış olan bir ülke olarak tasvir etmektedir. Oysa Martin Luther King Jr.’ın Nisan 1967’de dediği gibi, modern dünya tarihine muhtemelen en kanlı damgayı vurmuş olan o emperyalist yayılmacılık projesiyle ABD, İkinci Dünya Savaşı’nın sonu ile Horkheimer’ın yukarıda aktardığımız o utanç verici sözü ettiği 1967 yılı arasında yaklaşık 37 askerî müdahalenin ve CIA müdahalesinin altına imza atmıştı.[55]

Adorno, önemli siyasi olaylar üzerine kamuoyuna açıklamalar yapmaktan kaçınarak, sıklıkla küçük burjuva işbirlikçi pasifizm siyasetine teslim olan bir isim olarak, yapmış olduğu az sayıdaki açıklamada görüldüğü biçimiyle, alabildiğine gerici bir isimdi. Örneğin 1956’da İsrail, Britanya ve Fransa tarafından Mısır’a karşı girişilen, Süveyş Kanalı’nı ele geçirmeyi ve Nasır’ı devirmeyi hedefleyen emperyalist işgali (ki bu, Birleşmiş Milletler tarafından kınanan bir eylemdi) savunmak için Horkheimer ile ortaklaşa bir makale kaleme aldı. Bağlantısızlar hareketinin önde gelen sömürgecilik karşıtı liderlerinden biri olan Nasır’dan “Moskova ile kafa kafaya verip komplo kuran […] faşist bir kabile reisi” şeklinde söz ederek, “Bu soyguncu Arap devletlerinin yıllardır İsrail’in üzerine çullanmak ve oraya sığınmış olan Yahudileri katletmek için bir fırsat kolladıklarına dikkat çekmeye kimse cüret dahi edemiyor” diye feryat ediyorlardı.[56] Bu sözde diyalektik tersyüz etmeye bakılırsa “soyguncu” olan, Arapların kendi kaderini tayin hakkına tecavüz etmek için merkez emperyalist ülkelerle birlikte çalışan yerleşimci kolonisi değil, Arap devletleriydi. Lenin’in, küresel teori endüstrisinde “diyalektik” diye el üstünde tutulan şeylerin çoğunun ana özelliği olan bu tür safsataları şiddetle reddetmesini hatırlamamız, bu noktada yerinde olacaktır:

“Diyalektiğin safsataya giden bir köprü işlevi görmesi […] hiç de seyrek rastlanan bir durum değil. Ama biz, gene de diyalektikçiler olmaya devam edeceğiz ve safsataya karşı, genel itibarıyla bir biçimden diğerine her dönüşüm olasılığını inkâr etmek suretiyle değil, aksine verili olguyu kendi somut ortamı ve gelişimi içerisinde çözümleyerek savaşacağız.”[57]

Adorno ve Horkheimer usulü idealist baş aşağı çevirmelerde eksik olan, tam da bu biçimde somut, materyalist bir çözümlemeydi.

Frankfurt Okulu’nun önde gelen isimleri, aynı yıl içinde politik içeriği bariz olan metinlerinden birini kaleme alıp yayımladılar. Bu metinde, sömürgecilik karşıtı küresel kurtuluş hareketini ve sosyalist bir dünyanın inşasını desteklemek yerine, birkaç ufak tefek istisna haricinde, Batı’nın üstünlüğünü göklere çıkardılar, öte yandan, Sovyetler Birliği’ni ve Çin’i defalarca zemettiler. Doğu’daki “barbarlar”a dair, ırkçılığın çıkınından çıkan nitelemelere başvuran yazarlar, alt-insan gördükleri insanları “canavarlar” ve “Moğol sürüleri” şeklinde tanımladılar ve bu insanların “köleliği” seçmiş “faşistler” olduklarını açıktan ilân ettiler.[58] Hatta Adorno, yanılgıya düşüp “Rusların sosyalizmi savunduklarını” düşünen Almanları yerden yere vuruyor, onlara Rusların aslında “faşistler” olduğunu hatırlatıyor, (kendini burada özdeşleştirdiği) “sanayiciler ile bankacıların” bunu zaten bildiklerini söylüyordu.[59]

Adorno bu metinde, alışılageldiği üzere tek bir kaynak dahi göstermediği hâlde, sanki onların yazdığı her şeyi okumuş gibi (bildiğim kadarıyla Rusçası bile yoktu) yüzsüzce, “Rusların yazdığı her şey ideolojiye, kaba, aptal zırvalara kayıyor” iddiasında bulunuyordu. [60] Rus düşüncesinde “bir barbarlığa dönüş unsuru” bulunduğunu ileri sürerek ki ona bakılırsa aynı şey, Marx ve Engels’te de bulunabilirdi, bunun “en ileri burjuva düşüncesindekinden bile daha fazla cisimleşmiş” olduğunu utanmadan sıkılmadan iddia ediyordu.[61] Bu kadar ikiyüzlü bir biçimde tribünlere oynamak yetmezmiş gibi Adorno, Horkheimer ile ortaklaşa gerçekleştirdiği bu yazım projesini “sıkı sıkıya Leninist bir manifesto” olarak tanımlayacak kadar küstahtı.[62] Bütün bunlar, “kimseye eyleme geçme çağrısında bulunmadıklarının” altını çizdikleri bir tartışma içinde yer alıyordu. Adorno, burjuva düşüncesini ve “kültürün en gelişmiş hâli” diye adlandırdığı şeyi, açıkça sosyalist düşüncenin sözde barbarlığının üzerine çıkartıp yüceltiyordu.[63] Bu yetmezmiş gibi, Horkheimer da gene aynı bağlamda, “Leninist” ortağını aksini ispatlama konusunda hiç de tahrik etmeyen kendinden emin bir iddiada bulunarak, yaptığı dünya tarihiyle alakalı çıkarımla sosyal şovenizmlerini katmerliyordu:

“Refah ve adalet söz konusu olduğunda, Avrupa ve Amerika’nın muhtemelen bugüne kadar tarihin ürettiği en iyi uygarlıklar olduğuna inanıyorum. Şimdi kilit nokta, bu kazanımların korunmasını güvence altına almaktır.”[64]

Bu satırlar, ABD’de ırk ayrımcılığının hâlen daha büyük ölçüde hüküm sürdüğü, ABD’nin antikomünist cadı avları ve dünyanın dört bir yanında istikrarsızlaştırma kampanyaları ile meşgul olduğu ve son zamanlarda İran (1953) ve Guatemala’da (1954) demokratik olarak seçilmiş hükümetleri devirerek emperyalist nüfuzunu genişlettiği, Avrupalı güçlerin de sömürgelerini elde tutmak veya onları yeni sömürgelere dönüştürmek için şiddetli mücadeleler yürütmekte olduğu 1956 yılında yazılıyordu.

“Faşizm ve Komünizm Birbirinin Aynıdır”

Adorno ve Horkheimer’ın en istikrarlı biçimde dile getirdikleri politik iddialardan biri de şuydu: “totaliterlik konusunda komünizm ve faşizm birbirine denktir. Bu denklik, kendisini sosyalist devlet inşa etme amacı güden projelerde, ‘Üçüncü Dünya’nın sömürgecilik karşıtı hareketlerinde ve hatta Batı dünyasındaki Yeni Sol hareketlerinde karşılık bulmaktadır.” Yazarlara göre, bahsini ettikleri bu üç alanda “pranga toplumu”ndan kurtulduklarını sananlar, aslında işleri daha da içinden çıkılmaz hâle sokuyorlardı. Batılı kapitalist ülkelerin kapitalist dünyanın içerisinden zuhur etmiş olan faşizme karşı kayda değer bir siper işlevi görmediği ve onu nihai olarak mağlup edenin kesinlikle Sovyetler Birliği olduğu, herkesin bildiği bir gerçek iken, görünen o ki Adorno ve Horkheimer, (sömürgecilik karşıtı hareketler ve altmışların ayaklanmaları bakımından sosyalizmin sahip olduğu önem konusunda aslında hiçbir şey demeyen) bu zırcahil ve basit tezin geçerliliği konusunda kafa yorma gereği duymamış. Aslına bakılırsa, Auschwitz’in korkunçlukları hakkındaki tüm ahlaki fikir yürütmelerine rağmen Adorno, bu kötü şöhretli toplama kampını gerçekte kurtaranın kim olduğunu (Kızıl Ordu) unutmuş.

Horkheimer, kendi at nalı teorisi versiyonunu 1942’de yayımlanan ve Enstitü’nün diğer yayınlarının çoğundaki Ezop dilinden ayrışan, sınırlı sayıda basılmış bir broşürde, özel bir netlikle formüle etmişti. Friedrich Engels’i doğrudan ütopyacılıkla suçlayarak, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasının baskının artmasına ve nihayetinde otoriter bir devlete yol açtığını ileri sürdü. Bu milyoner çocuğuna bakılacak olursa, “burjuvazi, daha önce mülkü aracılığıyla hükümeti kontrol altında tutuyordu”, oysa yeni toplumlarda sosyalizm, insanın (parti, şanlı lider veya tarihin sözde ilerlemesi aracılığıyla) “kendisinden daha büyük bir şey adına hareket ettiği” yanlış inancını üretmek haricinde, tek kelimeyle “işlemiyordu”.[65] Horkheimer’ın bu makaledeki konumu, Batı solunda gayet yaygın bir ideoloji olan anarko-antikomünizmle mükemmel bir uyum içindeydi: bu anlayışa göre, “sınıfsız bir demokrasi”, partilerin veya devletlerin kötü sonuçlarıyla yüzleşmeden, halkın içinden “özgür anlaşma” yoluyla kendiliğinden neşet etmeliydi.

Domenico Losurdo’nun meselenin özüne inen bir kavrayışla dikkat çektiği üzere; kırkların başlarında Nazi savaş makinesi, SSCB’yi yakıp yıkmaktaydı, dolayısıyla Horkheimer’ın sosyalistlere yaptığı, devleti ve parti merkeziyetçiliğini terk etme çağrısı, Nazilerin soykırımcı azgınlığı karşısında silahlarını bırakıp teslim olmalarını talep etmekten öte bir anlam taşımıyordu.[66]

Horkheimer’ın 1942 tarihli broşürünün sonunda, sosyalizmde arzu edilebilecek bazı şeyler olabileceğine dair muğlak öneriler bulunsa da sonraki metinler, sosyalizmi şüpheye mahal vermeyecek biçimde reddedişlerini net olarak ortaya koyacaktı. Örneğin, Adorno ve Horkheimer, Sovyetler Birliği’ne dair yaklaşımları hakkında kamuoyuna bir açıklama yapmayı düşündükleri sırada Adorno, ortaklaşa yazılması planlanan bir yazının aşağıdaki taslağını Horkhemier’a gönderdi:

“Bizim felsefemiz, çağın genel toplumsal eğiliminin diyalektik bir eleştirisi olarak, Sovyetler Birliği’nden etrafa yayılan siyasete ve doktrine en keskin biçimde muhalif konumdadır. Halk demokrasileri kılığına girmiş askeri diktatörlüklerin pratiğinde biz, yeni bir baskı biçiminden başka bir şey göremiyoruz.”[67]

Reel sosyalizmin maddeci çözümlemesi konusunda Adorno ve Horkheimer’daki kahredici eksiklik dikkate alınmalı ve bu bağlamda şu not düşülmeli: CIA bile Sovyetler Birliği’nin bir diktatörlük olmadığının farkındaydı. 2 Mart 1955 tarihli bir raporda Teşkilat, açıkça şunu ifade etmişti:

“Stalin’in zamanında bile kolektif liderlik vardı. Batı’nın, komünist düzen içerisindeki diktatöre dair fikri abartılıdır. Bu konudaki yanlış anlamalar, komünist iktidar yapısının gerçek doğasının ve örgütlenmesinin anlaşılmasındaki eksiklikten kaynaklanmaktadır.”[68]

1959’da Adorno, daha önceki bu taslakta atıfta bulunulan “cahil aklın utanç verici gerçeğini”, yani Batı’daki Soğuk Savaş ideolojisiyle tam bir uyum içerisindeki faşizm ve komünizmin birbirinin aynı olduğu, çünkü onların “totalitarizmin” iki biçimi olduğu fikrini yeniden işleyip dolaşıma soktuğu “Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?” başlıklı bir metin yayımladı. Adorno, bu iki savaşan kampı birbirinden net bir biçimde ayıran “politik-ekonomik ideoloji” perspektifini açıktan reddederek, onları birleştiren daha derin bir sosyal-psikolojik dinamiğin ayırdına varma imtiyazına sahip olduğunu iddia etti.[69]

“Otoriteryen kişilikler olmaları hasebiyle, kiliseye özgü bir yanılmazlık edasıyla, faşistler ve komünistler, zayıf egolara sahip”lerdi. Üstelik bu zafiyeti, kendilerini “reel iktidar” ve “büyük kolektifler” ile özdeşleştirerek telafi ediyorlardı.[70] Nitekim “otoriteryen kişilik” kavramının bizzat kendisi, sahte diyalektiği psikolojiyle harmanlamak üzerinden karşıtları birbiriyle sentezlemeyi amaçlayan dalavereci bir tuhaflıktı. Ayrıca bu yaklaşım, tarihsel izahat bakımından, psikolojinin ve belli bazı düşünüş biçimlerinin, en azından burada, neden maddî güçlerden ve sınıf mücadelesinden daha merkezi önemde olduğu sorusunu akla getirmekteydi.

Faşistleri ve komünistleri psikolojik olarak özdeşleştirme konusundaki bu girişime rağmen, Adorno aynı metinde, Bolşeviklerin (tıpkı Hitler’in kendisinin de söylediği gibi) Batı uygarlığına karşı bir tehdit olması gerçeği karşısında, Nazilerin Sovyetler Birliği’ne saldırısının, geriye dönüp bakıldığında, haklı bulunabileceğini öne sürüyordu. “Batı Avrupa’nın eteklerinin Doğu tarafından kuşatılması, bariz, herkesin gözünde cereyan eden bir tehdittir” diyen Adorno, “kim buna direnmekte başarısız olursa, Chamberlain’in yatıştırma politikasını tekrar etmekten aynı biçimde suçlu olur” değerlendirmesinde bulunuyordu.[71] Kurduğu kıyas, niyetini de beyan ediyordu, çünkü ona göre, bu “faşist” komünistlerle savaşılmıyorsa, demek ki yatıştırma politikası devredeydi. Başka bir deyişle, sözcük seçimi ne kadar belirsiz ve dolambaçlı olursa olsun bu, komünizmin yayılmasına askeri yöntemlerle karşı durulması için davul zurnayla yapılan bir çağrı gibi görünüyor (ayrıca Horkheimer’ın ABD’nin Vietnam’da yürüttüğü emperyalist savaşa verdiği destekle tamamen uyumludur).

Adorno, reel sosyalizmi şiddetle reddedişini, Alfred Sohn-Rethel ile yaptığı fikir teatisinde de her yönden ortaya koymuştu. Alfred Sohn-Rethel, Adorno’ya Negatif Diyalektik çalışmasının dünyayı değiştirmek hakkında söyleyecek bir şeyleri olup olmadığını ve Çin Kültür Devrimi’nin onun mahkûm ettiği “olumlayıcı geleneğin” bir parçası olup olmadığını sordu. Adorno buna, felsefeyi pratiğe geçirme konusunda “resmi Marksizm”den gelen “ahlaki baskıyı” reddettiği cevabını verdi.[72] “Bizi yılgınlıktan başka hiçbir şey kurtaramaz” diye buyuran Adorno, o havalı imza niyetine kullandığı küçük burjuva melankolisiyle.[73] Komünist Çin’deki olayların umutlanmak için bir neden olmadığını her ihtimale karşı sözlerine eklerken, hatırlanmaya değer bir ısrarla, kendisinin tüm düşünsel pratiğinin, sosyalizmin bu biçimine ve muhtemelen diğer biçimlerine karşı verilen kararlı mücadele üzerinden oluştuğunu belirtti:

“Eğer onun karşısında dehşete kapılmaktan başka herhangi bir şey hissettiğimi kabul edecek olsaydım, hayatım boyunca düşündüğüm her şeyi inkâr etmem gerekirdi.”[74]

Adorno’nun yılgınlığa açıkça boyun eğişi ve aynı zamanda reel sosyalizme karşı duyduğu tiksinti, yalnızca kendine özgü kişisel tepkilerden ibaret değildi ve esasen belirli bir sınıfsal konumdan neşet eden bir duyguydu.[75]

Lenin, 1910’da “Çağdaş işçi hareketinin temsilcileri, karşı çıkacak çok şeyleri olduğunu, ama ortada yılgınlığa düşecek bir şey bulunmadığını görmektedirler” diye yazıyordu. Dünyadaki ilk başarılı sosyalist devrimin önderi, âdeta Adorno’nun küçük burjuva karamsarlığını önceden gören bir betimlemeyle, açıklamasına şu şekilde devam etmişti: “Yılgınlık, kötülüğün nedenlerini anlamayanların, hiçbir çıkış yolu görmeyenlerin ve mücadele yeteneğinden yoksun olanların tipik özelliğidir.”[76]

Adorno, bu düşünce tarzını, daha doğrusu hissiyatı, altmışların antiemperyalist ve antikapitalist öğrenci eylemlerine yönelik eleştirilerinde de temel almayı sürdürdü. Bu aktivizmin “sol faşizm” ile aynı kapıya çıktığı konusunda (geçmişte kendisi de Hitler Gençliği’nin bir üyesi olan ve dört yıl boyunca da “Nazi filozof”a (Heidegger’e) talebelik eden Habermas’la aynı düşüncedeydi. Batı Almanya’nın, bazı öğrencilerin iddia ettiği gibi, “faşist” bir devlet olmayıp işleyen bir demokrasi olduğunu savundu.[77] Aynı zamanda, “ne yapmalı?” sorusuna iyi diyalektikçilerin vermesi gereken cevabın, “hiçbir şey” olması gerektiğini açıktan iddia ederek, öğrencilere ve savaş karşıtı harekete verdiği destekle, onları yanlış yönlendirdiğine hükmettiği Marcuse ile münakaşa etti: “Gerçek praksisin amacı, kendi kendisini ilga etmektir.”[78] Adorno, Marksizmin en temel ilkelerinden birini, özellikle de pratiğin teoriye önceliğini, diyalektik safsatayla böylece tersyüz etti. Marx’ı baş aşağı çeviren yaklaşımı dâhilinde, kapitalist dünyanın ideolojik kutsal ezberini bir kez daha yineledi: “faşizm ve komünizm birbirinin aynıdır”.[79] Bu sloganı “küçük burjuvaca malumun ilamı” olarak adlandırmasına rağmen, görünen o ki sloganın sahip olduğu ideolojik konumun hakkını teslim ederek, hiç yüzü kızarmadan onu benimsedi.[80]

Adorno ve Horkheimer’ın reel sosyalizm ve daha genel olarak ilerici toplumsal hareketler üzerine düşünüş biçimlerinin alamet-i farikası, idealizmdir. Çamur attıkları deneyimleri diğer konulara yaklaşırken zaman zaman gösterdikleri titizlik ve ciddiyetle incelemek yerine (her ne kadar ağzından kan damlayan soğuk savaşçı Arthur Koestler’inkiler gibi emperyalist devletler ve onların istihbarat servisleri tarafından bolca finanse edilen ve desteklenen antikomünist yayınların birkaçına arada bir atıfta bulunsalar da) somut çözümlemelerden mahrum klişe varsayımlara ve antikomünist uydurmalara bel bağlıyorlar.[81] Bu, özellikle sosyalist devlet inşası deneyimlerine attıkları iftiralar için geçerli bir durum. Mesele hakkındaki yazıları, çarpıcı biçimde, konu üzerine yapılmış her türden özenli akademik çalışmaya yönelik atıftan mahrum, aynı zamanda, bu ikili, bu türden ciddi bir ilişki kurmanın gerekli olmadığını düşünüyor. Egemen ideolojinin önünde secde eden bu metinler, hiçbir ayrıntı, nüans veya karmaşıklığa aldırış etmiyorlar, sadece yazarlarının antistalinizme samimiyetle bağlı oluşlarının kaçınılmaz birer sonucu olarak var oluyorlar.

İnsan bu durumda, altmışların sonlarında öğrencilerin bu Frankfurtlu akademisyenlerin “teoride eleştirel, pratikte konformist” olan, “otoriter devletin solcu şaklabanları” olduklarını iddia eden bildiriler dağıtırken haklı olup olmadıklarını merak etmekten kendisini alıkoyamıyor.[82] Theodor Adorno’nun doktora öğrencilerinden biri olan Hans-Jürgen Krahl, “Scheißkritische Theoretiker” [“Boktan Eleştirel Teorisyenler”] diyerek, akıl hocasının ve diğer Frankfurt profesörlerinin itibarını herkesin önünde zedeleyecek kadar ileri gitmişti.[83] Krahl, Sosyalizm Olmasın da Ne Olursa Olsunculuk teorisinin bu yılmaz savunucuları ile ilgili bu kıymetli eleştirisini, mensubu olduğu Alman Sosyalist Öğrenciler Birliği ile bağlantılı bir üniversite işgali nedeniyle Adorno’nun ısrarlı talebi üzerine tutuklanmakta olduğu sırada dillendirmişti. Negatif Diyalektik’in yazarının kendi öğrencilerini tutuklatmak için polisi aramış olduğu gerçeği, onu politik olarak eleştirenler tarafından mutat biçimde atıfta bulunulan bir husustur. Ancak gördüğümüz üzere, bu buzdağının sadece görünen kısmıdır. Bu tuhaf bir anomali (sapma) olmak şöyle dursun, onun siyasetiyle, düşünsel mekanizma içindeki toplumsal işleviyle, sınıfsal duruşuyla ve küresel sınıf mücadelesi içerisindeki genel yönelimiyle tamamen tutarlı bir davranıştır.

Batı “Marksizm”inin Yarım Nıdyaları

Brecht, metalaştırılmış bir kültürün özneleri olarak her şeyi geriye götüren aydınları “aydın” kelimesinin ters hâli anlamında, “nıdya” olarak anmayı önerdi. Otuzlarda Benjamin’e Nıdya Romanı’nı yazmayı düşündüğünü söyleyen Brecht, bu çalışmaya dair notları üzerinden “Turandot ya da Aklayıcılar Kongresi” başlıklı bir oyun kaleme aldı. Kapitalist egemen sınıftan aldıkları fonlarla Batı Almanya’ya yerleşen Frankfurt akademisyenlerinin aksine, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalist devlet inşası deneyimine katkıda bulunmak için Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ne dönen Brecht, Turandot’u kısmen bu Batılı “Marksist”lerin hiciv yüklü eleştirisi olarak yazmıştı.

Oyunda nıdyalar, her şeyi olduğunun tam aksi biçimde gösterdikleri için oldukça dolgun bir maaş alan profesyonel aklayıcılar olarak temsil edilirler. Turandot’ta Sen, Sosyalizm Olmasın da Ne Olursa Olsunculuk teorisinin kısa bir özetini sunmadan önce, “Bütün ülkede adaletsizlik hüküm sürüyor” der, devamında da “Nıdya Akademisi’nde öğrenilecek tek şeyin bu olan bitenin neden böyle olması gerektiği” olduğunu söyler.[84] Nıdya eğitimi, tıpkı Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün çalışmaları gibi, bize egemen düzenin bir alternatifi olmadığını öğretir ve böylece sistem değişikliği olasılığını bertaraf eder. En çarpıcı sahnelerden birinde, Nıdyalar, aklayıcılar kongresine hazırlık yaparken gösterilirler. Akademideki öğretmenlerden biri olan Nu Şan, bir sepet ekmeği konuşmacının yüzünün önünde yukarı kaldırabilen veya aşağı indirebilen bir makara sistemini çalıştırmaktadır. Şi Me adlı bir delikanlıyı Nıdya olmak için eğitirken, ona “Kay Ho’nun pozisyonu neden yanlıştır” (Kay Ho, Mao Zedong’u andıran bir devrimcidir) konusunda konuşmasını söyler. Nu Şan, Şi Me yanlış bir şey söylediğinde ekmek sepetini onun başının yukarısına kaldıracağını ve doğru bir şey söylediğinde de yüzünün önüne indireceğini söyler. Şi Me’nin egemen ideolojiye uyum sağlama kabiliyetiyle bağlantılı biçimde, bir sürü indirme kaldırmadan sonra, onun şiddeti giderek artan, ardı ardına sıraladığı argümanlar, en sonunda her türlü rasyonel muhakemeden yoksun, cırtlak bir antikomünist iftira seviyesine ulaşır: “Kay Ho’da filozofluktan eser yok, o gevezenin teki.” Sepet aşağı inmeye başlar: “Bir baş belasıdır, iktidara susamış, işe yaramazın tekidir, sorumsuz bir kumarbaz, bir ifşacı, bir tecavüzcü, bir kâfir, bir haydut ve de bir suçludur.” Sepet, konuşmacının ağzının hemen önünde havada durur: “Bir zorbadır!”[85] Bu sahne, bir mikro kozmos içinde, sınıflı toplumlardaki profesyonel aydınlarla onların finansal destekçileri arasındaki ilişkiyi temsil etmektedir: Birinciler, ikincilere mümkün olan en iyi ideolojiyi temin etmek suretiyle, hür akademisyenler olarak ekmeklerini kazanırlar. Buradaki mesele, düşüncesini yiyecek karşılığında satmaktır.

Frankfurt Okulu’nun “pranga toplumu” içerisinde rızklarını verenlere sundukları hizmet, asla önemsiz değildi. İkinci Dünya Savaşı’nda 27 milyon Sovyet insanı, Nazi savaş makinesini yenmek için hayatını vermiş olduğu hâlde (birbirlerinin can düşmanı olduklarından elbette başkaları da bulunmakla birlikte, komünizm ve faşizm arasındaki en bariz karşıtlıklardan biri olarak bunu anmak gerekirse); onlar Dışişleri Bakanlığı’nın “komünizmin faşizmden ayırt edilemez olduğu” şeklindeki çizgisini sahte diyalektik safsatayı seferber ederek tumturaklı bir akademik dille savundular. Dahası, sınıf mücadelesinin yerine pratik politik angajmanlardan koparılmış idealist bir Eleştirel Teori’yi koyarak, çözümlemenin temelini tarihsel materyalizmden uzaklaştırıp tahakküm, iktidar ve kimlik fikriyatının genel bir teorik eleştirisine doğru kaydırdılar.

Adorno ve Horkheimer, böylece en nihayetinde radikal birer şifacı rolünü oynadılar. Kendilerine radikal bir görünüm vererek, eleştirel faaliyeti Batı yanlısı, antikomünist bir ideoloji içerisinde yeniden canlandırdılar. Tıpkı Batı Marksizminin temelini oluşturan, Avrupa ve ABD’deki küçük burjuva aydın tabakasının diğer mensupları gibi onlar da Doğu’daki yabani barbarlar olarak tarif ettikleri kesimlere yönelik, sosyal şovenlere has tiksintiyi açıktan dile döktüler. Tiksintinin asli nedeni ise bu yabani barbarların Marksist teori silâhını Lenin gibi ele alıp onu kendilerini yönetebilme imkânını elde etmek için kullanmalarıydı. Kapitalistler tarafından finanse edilen Batı’daki profesörlük şatosunun kendilerine sunduğu görece rahat koşullarda, “gayri medeni periferideki Bolşevikleşmiş barbarların eşitleyicilik projesi” olarak adlandırdıkları şeyin karşısında kendilerini destekleyen Avrupa-Amerikan dünyasının üstünlüğünü savundular.

Ayrıca, onların genelleştirdikleri tahakküm eleştirisi, nihayetinde solu kapitalist egemen sınıfın iyi finanse edilmiş siyasi, askeri ve kültürel aygıtına karşı başarılı mücadeleler yürütmek için gerekli disiplinli örgütlenme araçlarından mahrum bırakan, parti ve devlet karşıtı bir ideolojinin daha geniş bir biçimde benimsenmesinin bir parçasıydı. Bu çaba, onların genel yılgınlık politikalarıyla mükemmel bir uyum içindeydi. Nitekim Adorno, anti-Marksist biçimde, eylemsizliğin praksisin en yüksek biçimi olduğunu savunmak suretiyle, bunu açıktan benimsemiş bir isimdi. Dolayısıyla, kapitalist egemen sınıf ve ABD ulusal güvenlik devleti de dâhil emperyalist devletler tarafından bolca finanse edilen ve desteklenen Frankfurt’taki Nıdya Akademisi’nin liderleri, en nihayetinde kapitalizm uzlaşmacılığının antikomünist siyasetinin küresel sözcülerinden başka bir şey değillerdi. Tüketim toplumunun kimi zaman dikkate değer ayrıntılarla betimledikleri nahoşlukları karşısında çaresizce ellerini kavuşturup, bu tür talihsizliklerin sosyalist yoldan tedavi edilmesinin hastalığın kendisinden çok daha kötü olduğu konusundaki sarsılmaz peşin hükümleri sebebiyle, bu konuda pratik bir şey yapmayı gene de reddettiler.

Gabriel Rockhill
27 Haziran 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Jürgen Habermas, Axel Honneth ve Nancy Fraser ile ilgili analizim için “Critical and Revolutionary Theory” yazıma bakılabilir. Academia. Türkçesi: I. Bölüm; II. Bölüm; III. Bölüm.

[2] Örneğin bkz.: Thomas W. Braden, “I’m Glad the CIA Is ‘Immoral,’” Saturday Evening Post (20 Mayıs 1967).W. W. Rostow, yayımlanmadan önce Braden’ın makalesini ABD başkanı ile paylaşıyor. Bu iletişime aracılık edense CIA direktörü Richard Helms. CIA yazarın ifşa olmaması için bazı gerçekleri sınırlı bir biçimde dile dökmesini istiyor. CIA direktörü yardımcısı yanında çalışan Victor Marchetti isimli asistanın izahına göre bu, gizli çalışma yürüten profesyonellerin kimliklerinin açığa çıkmasını önlemek için başvurulan bir yöntem: “Gizlilik örtüsü yırtılıp da kamuoyunu yanıltacak, kimliği gizleyen hikâyenin güvenirliğini yitirdiği durumda, bazen gönüllü olarak gerçeğin bir kısmı kabul ediliyor, ama önemli gerçekler dile dökülmüyor. Yeni bilgilerin etkisine kapılan kamuoyu asıl önemli olan meselenin peşine düşmüyor. Buna sınırlı ifşaat deniliyor” (“CIA to Admit Hunt Involvement in Kennedy Slaying,” The Spotlight, 14 Ağustos 1978: Archive).

[3] Bkz.: Gabriel Rockhill, Radical History & the Politics of Art (New York: Columbia University Press, 2014), s. 207-8 ve Giles Scott-Smith, “The Congress for Cultural Freedom, the End of Ideology, and the Milan Conference of 1955: ‘Defining the Parameters of Discourse,’” Journal of Contemporary History, Cilt. 37 Sayı. 3 (2002): s. 437-455. Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün Paris şubesi, Fransa’daki kitle için uygun görülen çalışmaları denetlemekle görevli Raymond Aron’la sıkı bir işbirliği içerisinde (Bkz.: Theodor Adorno ve Max Horkheimer, Correspondance: 1927-1969, Cilt. I, Yayına Hz.: Christoph Gödde ve Henri Lonitz, Çev. Didier Renault (Paris: Klincksieck: 2016), s. 146. Burada Bu çalışmada Fransız baskısından yararlandım, zira Adorno ve Horkheimer’ın tüm yazışmaları bildiğim kadarıyla henüz İngilizce olarak basılmadı.). Savaş sonrası dönemde Aron CCF’in felsefi lideri ve yorulmak bilmez antikomünist ideologu hâline geldi. CIA desteğiyle bu isim, kamuoyu nezdinde daha fazla görünür kılındı.

[4] Burada “ajan” derken Lasky’nin CIA ve ABD devletine ait diğer kurumlarla el ele yürüttüğü çalışmalara atıfta bulunuyorum. O kapsamlı antikomünist propaganda faaliyetlerinde Lasky tabii ki bir CIA memuru olarak hareket etmedi (Bu husus, bilebildiğim kadarıyla çürütülmüş bir husus değil.) Lasky’nin CIA ve başka kurumlarla işbirliği yaptığı, bir dizi resmi belgede Frances Stonor Saunders, Michael Hochgeschwender, Hugh Wilford ve Peter Coleman gibi araştırmacıların çalışmalarında ispatlanmış bir gerçek. Lasky’nin Adorno ile yaptığı yazışmaların bir bölümüne şuradan ulaşmak mümkün: Theodor Adorno ve Max Horkheimer, Correspondance: 1927-1969, Cilt. I-IV, Yayına Hz.: Christoph Gödde ve Henri Lonitz, Çev. Didier Renault (Paris: Klincksieck: 2016).

[5] Bkz.: Adorno ve Horkheimer, Correspondance, Cilt. III, s. 291.

[6]  Bkz.: Adorno ve Horkheimer, Correspondance, Cilt. III, s. 348.

[7] Bkz.: Michael Hochgeschwender, Freiheit in der Offensive? Der Kongreß für kulturelle Freiheit und die Deutschen (München: R. Oldenbourg Verlag, 1998), s. 488.

[8] Hochgeschwender, Freiheit in der Offensive?, s. 563.

[9] Örneğin bkz.: Minqi Li, “The 21st Century: Is There an Alternative (to Socialism)?” Science & Society 77:1 (Ocak 2013): s. 10-43; Vicente Navarro, “Has Socialism Failed? An Analysis of Health Indicators under Capitalism and Socialism,” Science & Society 57:1 (Bahar 1993): s. 6-30. Tricontinental, reel sosyalizme ve onun reel kapitalizmle nasıl kıyaslanacağına dair bir dizi derinlikli analiz sunuyor. Tri.

[10] John Abromeit, Max Horkheimer and the Foundations of the Frankfurt School (Cambridge, UK: Cambridge University Press, 2011), s. 42.

[11] Thomas Wheatland, The Frankfurt School in Exile (Minneapolis: University of Minnesota Press, 2009), s. 24; Ingar Solty, “Max Horkheimer, a Teacher without a Class,” Jacobin (15 Şubat 2020): Jacobin; Wheatland, The Frankfurt School in Exile, s. 13.

[12] Perry Anderson, Considerations on Western Marxism (Londra: Verso, 1989), s. 33; Steven Müller-Doohm, Adorno: A Biography, Çev. Rodney Livingstone (Cambridge: Polity Press, 2005), s. 94.

[13] Anderson, Considerations on Western Marxism, s. 33.

[14] Rolf Wiggershaus, The Frankfurt School: Its History, Theories, and Political Significance, Çev. Michael Robertson (Cambridge, Massachusetts: The MIT Press, 1995), s. 104.

[15] Abromeit, Max Horkheimer, s. 150. Sovyetler’e karşı, ihtiyatlı bir tutumla az da olsa umut besleyen Horkheimer bu umudunu otuzların başında tümüyle yitiriyor, 1950 sonrasında ise bu sefer Batı’nın liberal demokrasi ile ilgili geliştirdiği politik gelenekleri tek taraflı olarak savunmaya başlıyor.” (Abromeit, Max Horkheimer, s. 15, ayrıca bkz.: s. 181).

[16] Horkheimer’ın iddiasına göre “Eleştirel teori, ne totaliter propaganda gibi ‘derin köklere sahip’ bir şey, ne de liberal aydınlar gibi bağımsız.” (Max Horkheimer, Critical Theory: Selected Essays, Çev. Matthew J. O’Connell vd. (New York: Continuum, 2002), s. 223-4).

[17] Marie-Josée Levallée, “October and the Prospects for Revolution: The Views of Arendt, Adorno, and Marcuse,” The Russian Revolution as Ideal and Practice: Failures, Legacies, and the Future of Revolution, Yayına Hz.: Thomas Telios vd. (Cham, Switzerland: Palgrave Macmillan, 2020), s. 173.

[18] Gillian Rose, The Melancholy Science: An Introduction to the Thought of Theodor W. Adorno (New York: Columbia University Press, 1978), s. 2.

[19] Wiggershaus, The Frankfurt School, s. 133. Ayrıca bkz.: Solty, “Max Horkheimer, a Teacher without a Class” ve Rose, The Melancholy Science, s. 2.

[20] Müller-Doohm, Adorno, s. 181.

[21] Müller-Doohm, Adorno, 181. Müller-Doohm’un aktardığına göre, “özel mektuplarında bile, otuzların ortasına dek karşımıza politik durumla alakalı genel, kötümser ruh hâliyle yüklü tasvirlerden ve muğlâk ifadelerden başka bir şey çıkmıyor.” (s. 181).

[22] Anderson, Considerations on Western Marxism, s. 33. Thomas Wheatland, New York’ta oluşan Horkheimerci çevrenin “günün önemli politik meseleleri konusunda sessiz kalmayı seçtiğini ve Marksizmlerini tümüyle gizlediklerini” söylüyor. "Horkheimer, dönemin önemli konu başlıklarıyla politik düzlemde ilişki kurmanın veya politik eylemliliğin kendisinin olası sonuçlarının yol açacağı risklerle yüzleşmeyi hiçbir vakit istemedi.” (The Frankfurt School in Exile (Minneapolis: University of Minnesota Press, 2009), s. 99).

[23] Bkz.: Stuart Jeffries, Grand Hotel Abyss: The Lives of the Frankfurt School (Londra: Verso, 2017), s. 72 ve 197.

[24] Bkz.: Wheatland, The Frankfurt School in Exile, s. 72 (ayrıca bkz.: s. 141).

[25] Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 136. Brecht’in tespitine göre, “Frankfurt Okulu bir yandan Marksist bir enstitü pozu keserek burjuvazinin başvurduğu hokkabazlığın kalıcılaşmasını sağladı bir yandan da ısrarla devrimin artık işçi sınıfının ayaklanmasına bağlı olmadığını dile getirerek, kapitalizmin yıkılışında rol oynamaktan vazgeçti” (Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 77).

[26] Aktaran: Ulrich Fries, “Ende der Legende: Hintergründe zu Walter Benjamins Tod,” The Germanic Review: Literature, Culture, Theory 96:4 (2021), s. 421, 422. Burada dikkatimi bu önemli makaleye çeken ve kısmi bir çevirisini benimle paylaşan Helmut-Harry Loewen’e şükranlarımı iletmek isterim.

[27] Aktaran: Fries, “Ende der Legende,” s. 422, 422.

[28] Bkz.: Adorno’nun Horkheimer’a gönderdiği 26 Ocak 1936 tarihli mektubu, Adorno ve Horkheimer, Correspondance içinde, Cilt. I, s. 110.

[29] Aralarındaki mektup alışverişine bakılabilir: Yayına Hz.: Ronald Taylor, Aesthetics and Politics içinde (Londra: Verso, 1977), s. 100-141.

[30] Akt.: Fries, “Ende der Legende,” s. 409.

[31] Fries, “Ende der Legende,” s. 409, 424.

[32] Fries, “Ende der Legende,” s. 414.

[33] Fries, “Ende der Legende,” s. 410.

[34] Akt.: Jack Jacobs, The Frankfurt School, Jewish Lives, and Antisemitism (Cambridge UK, Cambridge University Press, 2014), s. 59-60.

[35] Todd Cronan, Red Aesthetics: Rodchenko, Brecht, Eisenstein (Lanham, Maryland: Rowman & Littlefield Publishers, 2021), s. 132.

[36] Akt.: Cronan, Red Aesthetics, s. 151.

[37] Yahudi İşçi Komitesi liderleri konusunda bkz.: Catherine Collomp, “‘Anti-Semitism among American Labor’: A Study by the Refugee Scholars of the Frankfurt School of Sociology at the End of World War II,” Labor History 52:4 (Kasım 2011): s. 417-439. Dubinski’nin CIA ile yürüttüğü çalışma konusunda CIA’in bilgilenme özgürlüğü kanunu uyarınca kurduğu Elektronik Okuma Odası’nda yer alan belgelere (CIA), ayrıca şu çalışmalara bakılabilir: Hugh Wilford, The Mighty Wurlitzer: How the CIA Played America (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press, 2008) ve Frances Stonor Saunders, The Cultural Cold War: The CIA and the World of Arts and Letters (New York: The New Press, 1999).

[38] Bkz.: David Jenemann, Adorno in America (Minneapolis: University of Minnesota Press, 2007), s. 181-2.

[39] Bkz.: Adorno’nun FBI’daki dosyası: FBI.

[40] A.g.e.

[41] Anderson, Considerations on Western Marxism, s. 34.

[42] Jeffries, Grand Hotel Abyss, 297. Hatırlanacağı üzere, Habermas Hitler Gençliği örgütünün üyesiydi, sonrasında Körfez Savaşı’na ve NATO’nun Yugoslavya’ya yönelik müdahalesine destek sunmuştu.

[43] Bkz.: Horkheimer’ın 27 Eylül 1958’de Adorno’ya gönderdiği, Habermas ve Marksizmle ilgili öfkeli kimi ifadelere yer verdiği mektubu: Adorno ve Horkheimer, Correspondance içinde, Cilt. IV, s. 386-399.

[44] Akt.: Wiggershaus, The Frankfurt School, s. 554.

[45] Jenemann, Adorno in America, s. 182.

[46] Christopher Simpson, Science of Coercion: Communication Research and Psychological Warfare 1945-1960 (Oxford: Oxford University Press, 1996), s. 4.

[47] Wiggershaus, The Frankfurt School, s. 397.

[48] John Loftus, America’s Nazi Secret (Walterville, OR: Trine Day, LLC, 2011), s. 228.

[49] Wiggershaus, The Frankfurt School, s. 434.

[50] Wiggershaus, a.g.e., s. 479.

[51] Robert S. Wistrich, Who’s Who in Nazi Germany (New York: Routledge, 2001), s. 281.

[52] Akt.: Jenemann, Adorno in America, s. 184. Adorno her şeyi açıkça ifade ediyor: “Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü Frankfurt Üniversitesi bünyesinde İşgal Altındaki Almanya Yüksek Komiserliği’nin desteğiyle kuruldu, ayrıca Amerikan kurumlarının büyük desteğini gördü. Kurumun amacı, Amerika’da ve Almanya’da kullanılan araştırma yöntemlerini bütünleştirmek ve Alman öğrencilerin Amerikan demokrasisinin sahip olduğu ruhla eğitilmelerine katkıda bulunmak.” (Jenemann, Adorno in America, s. 184).

[53] Wiggershaus’un tespiti şu şekilde: “Horkheimer, Paul Tillich gibi savunan veya Hugo Sinzheimer ve Hermann Heller gibi, Nazizmin açık muhalifi ve kendisini davaya adamış bir demokrat değildi.” (The Frankfurt School, 112). Adenauer konusunda bkz.: Rockhill, “Critical and Revolutionary Theory,” ayrıca Philip Agee ve Louis Wolf, Dirty Work: The CIA in Western Europe (New York: Dorset Press, 1978).

[54] Akt.: Yayına Hz.: Wolfgang Kraushaar, Frankfurter Schule und Studentenbewegung: Von der Flaschenpost zum Molotowcocktail 1946-1995, Cilt. I: Chronik (Hamburg: Rogner & Bernhard GmbH & Co. Verlags KG, 1998), s. 252-3.

[55] William Blum, Killing Hope: US Military and CIA Interventions since World War II (Londra: Zed Books, 2014).

[56] Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 297.

[57] V.I. Lenin, Collected Works, Cilt. 22 (Moskova: Progress Publishers, 1966), s. 309.

[58] Komünistlerin ırklarına odaklanılması, antikomünist ideolojinin önemli bir unsurudur. Bu konuda bkz.: Domenico Losurdo, War and Revolution, Çev. Gregory Elliott (Londra: Verso, 2015).

[59] Theodor Adorno ve Max Horkheimer, “Towards a New Manifesto?” New Left Review 65 (Eylül-Ekim 2019), s. 49.

[60] Adorno ve Horkheimer, “Towards a New Manifesto?”, s. 59.

[61] Adorno ve Horkheimer, “Towards a New Manifesto?”, s. 59.

[62] Adorno ve Horkheimer, “Towards a New Manifesto?”, s. 57.

[63] Adorno ve Horkheimer, “Towards a New Manifesto?”, s. 57, 59.

[64] Adorno ve Horkheimer, “Towards a New Manifesto?”, s. 41. Horkheimer, farklı yerlerde kapitalizm yanlısı, komünizm karşıtı görüşler dile getirmiş bir isim. Örneğin 27 Eylül 1958 tarihinde Adorno’ya gönderdiği o uzun mektubunda, “devrimin aslında terör aşamasına geçiş anlamı taşıdığını” söylüyor, ayrıca “bireysel özgürlük fikrinin ve hakiki toplum fikrinin hâlen daha kendisine yer bulduğu burjuva medeniyetinden arta kalanları savunmak gerektiğini” iddia ediyor (Adorno ve Horkheimer, Correspondance: 1927-1969, Cilt. IV, s. 395). Bir başka örnek de şu: 1968’de Horkheimer, açıktan, kendi konumunu karşı-devrimcilik olarak tarif ediyor: “Tüm şüpheli yanlarıyla, tüm o kusurlarına rağmen demokrasinin kaçınılmaz olarak ancak devrimin sonucunda teşkil edilebilecek bir şey olarak diktatörlük karşısında daha hayırlı olduğu görüşünü, hakikat aşkına savunmak gerektiğini düşünüyorum.” (Horkheimer, Critical Theory, s. viii). Horkheimer’ın “Doğu’nun yabani barbarlığına yönelik eleştirisi”ni aktaran Stefan Müller-Doohm, o yedi yüz sayfalık Adorno biyografisinde şunu söylüyor: “Adorno ve Horkheimer Doğu Bloku ve Sovyetler yanında komünist Çin konusunda da aynı fikirdeydi.” (s. 415). Sömürgecilik konusunda ise Horkheimer, Adorno’ya yazdığı mektupta, “Avrupa’nın sömürgecilik döneminde üstünlüğünü kalıcı bir biçimde korumaya dair rüyası kötü bir rüya olsa da bu rüyanın gene de hayırlı yönleri vardı.” (Adorno ve Horkheimer, Correspondance, Cilt. IV, s. 466).

[65] Max Horkheimer, “The Authoritarian State,” Telos 15 (Bahar 1973): s. 16.

[66] Bkz.: Domenico Losurdo, El Marxismo occidental: Cómo nació, cómo murió y cómo puede resucitar, Çev. Alejandro García Mayo (Madrid: Editorial Trotta, 2019). Özgün hâli İtalyanca olan bu kitabın Steven Colatrella elinden çıkan İngilizce çevirisi 1804 Books yayınevince basılacak.

[67] Max Horkheimer, Gesammelte Schriften, Yayına Hz.: Alfred Schmidt ve Gunzelin Schmid Noerr, Cilt. 18 (Frankfurt am Main: S. Fischer, 1985), s. 73. Ayrıca bkz.: Müller-Doohm, Adorno, s. 334. Adorno militan antikomünist ve CIA işbirlikçisi Arthur Koestler’in konumuna açıktan destek sunacak kadar ileri giderek şu tespiti yaptı: “Komünizm, Koestler’in de dediği gibi sağcı bir parti hâline geldi […] o kendisini tümüyle Rus emperyalizmiyle tanımlı kıldı.” (Adorno ve Horkheimer, Correspondance, Cilt. IV, s. 655).

[68] Bu belge, CIA’in bilgilenme özgürlüğü kanunu uyarınca kurduğu Elektronik Okuma Odası’nda yer alıyor: CIA. Bu belgeye dikkatimi çektiği için Colin Bodayle’ye şükranlarımı sunuyorum.

[69] Theodor Adorno, Critical Models: Interventions and Catchwords, Çev. Henry W. Pickford (New York: Columbia University Press, 2005), s. 94.

[70] Adorno, Critical Models, s. 94.

[71] Adorno, Critical Models, s. 94.

[72] Müller-Doohm, Adorno, s. 438.

[73] Müller-Doohm, Adorno, s. 438.

[74] Müller-Doohm, Adorno, s. 438.

[75] V.I. Lenin, Collected Works, Cilt. 16 (Moskova: Progress Publishers, 1977), s. 332.

[76] Lenin, Collected Works, Cilt. 16, s. 332.

[77] Öğrencilerle ilgili bu değerlendirmenin meşruluğunu “Eleştirel Teori, Devrimci Teori” çalışmamda tartışıyorum.

[78] Adorno, Critical Models, s. 267. Adorno’nun eylemsizliğe yönelttiği temelsiz diyalektik övgüsü, Marcuse’yle öğrenci eylemleri konusunda yaptığı yazışmada da tekrarlanıyor: “Sen de en az benim kadar çağımızın yüzleştiği o korkunç duruma karşı koydun. Yahudiler katledildiler. Yolları kesildi. […] Açık bir biçimde dile getirmem gerekirse: bence öğrenci eylemlerine katılmadan yoluna devam ederek kendini avutuyorsun, Vietnam veya Biafra’da olan biten sebep oluyor buna. Eğer gerçek tepkin buysa, o vakit napalm bombalarının yol açtığı dehşete değil ayrıca Vietkong’un sürekli yaptığı, bahsi dahi edilmeyen Çin usulü işkencelere de tepki koymalısın. (Adorno ve Marcuse, “Correspondence on the German Student Movement,” New Left Review 233 (Ocak-Şubat 1999), s. 127). Adorno, başka yerlerde de benzer şeyler söylüyor. Örneğin 1969 tarihli “İstifa” ile ilgili metninde her türden eylem karşısında ütopyacı düşünceyi övüyor: “Uzlaşma nedir bilmeden eleştirilerini dile döken, ne başkasının aklıyla düşünen ne de kendisinin korkutulup eyleme sürüklenmesine izin veren bir eleştirel düşünür, hakikatte teslim olmayan düşünürdür. […] Aslında düşünmek, direnişe ait bir güçtür.” (Adorno, Critical Models, s. 293).

[79] Adorno, Critical Models, s. 268.

[80] Adorno, Critical Models, s. 268.

[81] Koestler, hem CIA’e bağlı Kültürel Özgürlük Kongresi’nde hem de MI6’e bağlı Enformasyon Araştırmaları Dairesi’nde önemli bir isimdi.

[82] Aktaran: Esther Leslie, “Introduction to Adorno/Marcuse Correspondence on the German Student Movement,” New Left Review 233 (Ocak-Şubat 1999), s. 119 ve Kraushaar, Frankfurter Schule und Studentenbewegung, Cilt. 1, s. 374.

[83] Kraushaar, Frankfurter Schule und Studentbewegung, Cilt. 1, s. 398. Krahl, aynı akşam hapisten çıkartılmayan tek eylemciydi. Adorno, suçlamaların düşmesine yönelik baskıya rağmen, öğrenci örgütü Yıkıcı Eylem’e karşı 1964’te yaptığı gibi, Krahl’dan davacı olmaya karar verdi.

[84] Bertolt Brecht, Collected Plays: Six, Yayına Hz.:. John Willett ve Ralph Manheim (Londra: Random House, 1998), 189.

[85] Brecht, Collected Plays: Six, s. 145.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder