Küresel
Teori Endüstrisinin Temelleri
Frankfurt
Okulu Eleştirel Teorisi, Fransız Teorisi ile birlikte, küresel teori
endüstrisinin en parlak metalarından biri olagelmiştir. İkisi, birlikte postkolonyal
teoriden dekolonyal teoriye, lubunya teorisinden Afrikacı pesimizm düşüncesine
uzanan akademi piyasasına tüm dünyada hükmektedir. Dolayısıyla Frankfurt
Okulu’nun politik yönelimi, küreselleşmiş Batı entelijansiyası üzerinde kurucu
bir etkiye sahiptir.
Toplumsal
Araştırmalar Enstitüsü’nün ilk kuşağına mensup olan aydınlar, bilhassa bu
makalenin odaklanacağı Theodor Adorno ve Max Horkheimer, Batı Marksizmi ya da
Kültürel Marksizm denilen alanın yüce kabul edilen isimleridir. Frankfurt
Okulu’nun ikinci ve daha sonra da üçüncü kuşaklarında Jürgen Habermas’ın
tarihsel materyalizmden uzaklaşan yeni yönelimine aşina olanların gözünde, ilk
kuşak aydınların bu erken dönem çalışması, genellikle Eleştirel Teori’nin hakiki
altın çağını, onun hâlen daha pasif veya kötümser olsa bile, kendini bir
şekilde radikal siyasete adamış olduğu devri temsil eder. Eğer bu varsayımda
zerre doğruluk payı varsa, o da yalnızca erken dönem Frankfurt Okulu’nun,
Eleştirel Teori’yi radikal liberal, hatta düpedüz liberal ideoloji olarak
yeniden biçimlendiren sonraki kuşaklarla gerçekleştirdiği mukayese çabası ile
ilgilidir.[1] Ancak bu kıyas noktası, siyasetin akademik siyasete indirgendiği
her durumda olduğu gibi, çıtayı haddinden fazla düşük tutmaktadır. Nihayetinde
Frankfurt Okulu’nun ilk kuşağı, komünizmin anlam ve önemi üzerine dünya
genelinde gerçek bir düşünsel savaşın verildiği bir devirde, yirminci yüzyılın
küresel sınıf mücadelesindeki en yıkıcı çatışmalardan bazılarını görmüş
geçirmiş insanlardan oluşuyordu.
Batı
akademisinin tarihinin veya sahip olduğu dar görüşlülüğün iğvasına kapılmamak istiyorsak,
Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün çalışmalarını uluslararası sınıf
mücadelesiyle ilişkisi içinde yeni bir bağlama oturtmalıyız. Bu bağlamın en
önemli özelliklerinden biri, kapitalist egemen sınıfın, onun devlet
yöneticilerinin ve ideologlarının solu, Soğuk Savaşçı CIA ajanı Thomas
Braden’ın sözleriyle, “uyumlu”, yani komünist olmayan sol biçiminde yeni bir
kalıba dökme konusundaki nafile girişimleriydi.[2] Braden gibi isimlerin
ayrıntısıyla izah ettikleri biçimiyle, bu mücadelenin önemli veçhelerinden biri
de, antikomünizmi teşvik etmek ve solcuları reel sosyalizm karşıtı konumlar
almaları konusunda kandırmak amacıyla, vakıf paralarının ve Kültürel Özgürlük
Kongresi (CCF) türünden CIA’ye bağlı paravan grupların kullanılmasıydı.
Horkheimer,
CCF tarafından Hamburg’da düzenlenen basın toplantılarından en az bir tanesine
iştirak etmişti.[3] Adorno, yazılarını CIA tarafından finanse edilen ve kendi
türünde Avrupa’nın en büyük süreli yayını olan, CIA’in diğer yayınlarının
birçoğu için de model teşkil eden Der Monat dergisinde yayımladı. Bunun
yanı sıra, Adorno’nun makaleleri, gene CIA’e ait olan Encounter ve Tempo
Presente dergilerinde yayımlandı. Ayrıca Alman antikomünist Kulturkampf
örgütlenmesi içinde muhtemelen lider konumundaki isim olan CIA ajanı Melvin
Lasky’yi evinde ağırladı, onunla yazıştı ve işbirliği yaptı.[4] Der Monat’ın
kurucusu ve baş yayın yönetmeni olmanın yanında, CIA’ye bağlı CCF’in esas
yürütme komitesinin de üyelerinden biri olan Lasky, Adorno’ya Toplumsal
Araştırmalar Enstitüsü’yle her türlü işbirliğine açık olduğunu söyledi. Enstitü’nün
makalelerini ve diğer bildirilerini derginin sayfalarında mümkün olduğunca
çabuk yayınlamak da buna dâhildi.[5] Adorno, Lasky’nin teklifini kabul etti ve
1949’da ona Horkheimer’ın Akıl Tutulması adlı eserini de içeren, daha
önce hiç yayınlanmamış dört çalışmanın elyazmalarını gönderdi.[6]
Horkheimer’ın
ömür boyu mesai arkadaşı olan Adorno, Batı Almanya’daki CCF şebekeleriyle işte
böylesine yakın bir irtibat içerisindeydi. Ayrıca Adorno’nun adı, CCF
bünyesinde bir “tüm-Almanya komitesi” kurulması için yapılan planların ana
hatlarını içeren, muhtemelen 1958-1959’dan kalma bir belgede de geçiyor.[7] Dahası,
1966’da bu uluslararası propaganda örgütünün CIA’in bir paravanı olduğu ifşa
olduktan sonra bile Adorno, Almanya’nın ABD denetimindeki kısmındaki “işlerin
olağan akışına” uygun biçimde, “CCF’in Paris genel merkezinin genişletilmesi
planlarına dâhil olmayı” sürdürdü.[8] Aşağıda göreceğimiz üzere, bu, buzdağının
sadece görünen kısmıdır. İki ismi dünya çapında şöhretli kılan, antikomünist
solun oluşturduğu elitist şebeke olduğu için, onların ilgili planın parçası
olmalarında şaşılacak bir yan yok.
Teorik
Üretimin Diyalektik Analizi
Aşağıdaki
analiz, Eleştirel Teori’nin bu iki kurucu babasının öznel teorik pratiklerinin
uluslararası sınıf mücadelesinin nesnel dünyası içerisindeki yerini tayin eden
toplumsal bütünlüğün diyalektik biçimde izah edilmesi temeline dayanmaktadır.
Burada
insanın “düşüncesi”ni, onun “yaşamından” ve burada “düşünsel aygıt” olarak
adlandıracağım teorinin üretilmesi, dolaşıma sokulması ve ediniminin tabi
olduğu maddi sistemden ayrı bir şeymiş gibi ele alan, bu ayrımı zorunlu gören,
bu anlamda, düşünce üretimi ile genel sosyo-ekonomik dünya arasına boş yere
ayrım koymaya çabalayan küçük burjuva akademisyenlerden farklı bir anlayış
benimsenmektedir. Bu türden diyalektikle alakası bulunmayan bir varsayım, en nihayetinde
teorik çalışmaya, maddi gerçeklikten ve bilginin politik ekonomisinden tamamen
bağımsız olarak işleyen manevi ve kavramsal bir âlemin var olduğunu farz eden
idealist bir yaklaşımın ürünüdür.
Bu
önkabul, düşünsel meta fetişizmini ebedî kılar, yani, bizi teori endüstrisinin
ürettiği kutsal ürünleri toplam toplumsal üretim ilişkileri ile sınıf
mücadelesi bağlamına oturtmamıza mani olan bir çaba dâhilinde, ilgili ürünleri
putlaştırır. Aynı zamanda bu önkabul, küresel teori endüstrisi içinde, ister
“Frankfurt Okulu Eleştirel Teorisi” olsun isterse bir başkası, belirli bir ana
ürünün bayisi olan veya bayisi olmaya heveslenenlerin menfaatlerine de hizmet
eder, çünkü (gerçek toplumsal üretim ilişkileriyle lekelenmeden pirüpak kalan) ana
ürünün kendisinin marka imajını korur. Düşünsel meta fetişizmi, teori
endüstrisi içerisinde tüketimin başlıca özelliği iken, marka imajı yönetimi de
üretimin alamet-i farikasıdır.
Bu
türden bir diyalektik çözümlemeyi yapabilmek için, Adorno ve Horkheimer’ın
kapitalizm, tüketim toplumu ve kültür endüstrisi konularında kayda değer
eleştiriler formüle etmekte kendi öznel iradelerini hakikaten seferber etmiş
olduklarını kabul etmek gerekmektedir. Ben bu gerçeği reddediyor değilim,
sadece bu eleştirileri, nesnel toplumsal dünya bağlamına oturtmak derdindeyim.
Bu da akademik çevrelerde nadiren gündeme gelen gayet basit ve pratik bir
soruyu sormayı gerekli kılıyor: Madem kapitalizmin olumsuz sonuçlar doğurduğu
kabul ediliyor, o vakit bu konuda ne yapmak gerekiyor? Söylemlerinin kasıtlı cehaletçiliğini
süzgeçten geçirerek yaşamlarının ve çalışmalarının içinde daha da derine indikçe,
onların bu soruya verdikleri cevap, daha da berrak hâle geliyor ve ortak düşünce
projelerinin aslî toplumsal işlevini anlamak da bir o kadar kolaylaşıyor. Zira bahsi
edilen yazarlar, kapitalizme karşı zaman zaman ne kadar eleştirel olurlarsa
olsunlar, başka bir alternatif bulunmadığını ve sonuç olarak bu konuda hiçbir
şey yapılamayacağını veya yapılmaması gerektiğini düzenli olarak vurguluyorlar.
Dahası, aşağıda göreceğimiz üzere, onların kapitalizm eleştirileri, sosyalizmi
tavizsiz mahkûm eden tavırları yanında sönük kalıyor. Alamet-i farikaları,
ayırt edici özellikleri hâline gelmiş olan Eleştirel Teori, sosyalizmin
kapitalizmden çok daha kötü olduğuna hükmederek, nihayetinde okuru kapitalist
düzene rıza gösterilmesi gerektiği sonucuna götürüyor. Adorno ve Horkheimer’ın
önerdiği eleştirel teori de kapitalist akademik camiada moda olmuş diğer söylemlerin
çoğu gibi bir Sosyalizm Olmasın da Ne Olursa Olsunculuktan başka bir şey değil.
Bu
açıdan Adorno ve Horkheimer’ın kapitalist dünyada bu kadar geniş çapta
desteklenmesi ve reklâmının yapılması, kimseyi şaşırtmamalı. Reel sosyalizm
tehdidi karşısında, uyumlu, komünist olmayan solu arkanda toplamak için bu gibi
akademisyenleri “yirminci yüzyılın en önemli, hatta en radikal Marksist
düşünürlerinden bazıları” diye parlatmaktan daha iyi bir taktik olabilir mi?
Böylece “Marksizm”, tabandan sınıf mücadelesine direkt biçimde irtibatlı
olmayan, aksine her türlü “tahakküm” biçimlerini oldukça serbest biçimde
eleştiren ve nihayetinde güçlü sosyalist devletlerdeki sözde “faşist”
korkunçluklar karşısında kapitalist denetim toplumlarının yanında saf tutan bir
tür antikomünist eleştirel teori olarak yeni bir kalıba dökülebilir.
Kapitalist
kültürde kara cahil antikomünizm, çok geniş çapta desteklendiğinden, bu yeni Marksizmi
tanımlama girişiminin gerici ve (nihayetinde burjuva toplumunu her türlü
alternatifin üzerine yerleştirmesi anlamında) sosyal-şoven niteliği, bazı
okurlarca hemen fark edilemeyebilir. Ne yazık ki kapitalist dünyada nüfusun
büyük bir kısmının beyni, reel sosyalizm söz konusu olduğunda, titiz
analizlerden ziyade cahilce kara çalmalara otomatik refleks verecek şekilde
yıkanmıştır. “Komünist gulyabani” anlatısını propaganda amaçlı anlatılan
mitolojik korku hikâyelerinin merkezine yerleştiren çabanın karşısına, bu reel
sosyalizm deneyimlerinin tüm iniş ve çıkışlarıyla belgelere dayalı tarihini
çıkartmak gerekiyor. Bu açıdan, okuru diğerlerinin yanı sıra Annie Lacroix-Riz,
Domenico Losurdo, Carlos Martinez, Michael Parenti, Albert Szymanski, Jacques
Pauwels ve Walter Rodney gibi özenli tarihçilerin derin ve zengin eserlerine
yönlendirmeye cüret etmek şart. Okuru ayrıca kapitalizm ve sosyalizm arasında
Minqi Li, Vicente Navarro ve Üç Kıta Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü gibi
titiz araştırmacılar tarafından yapılan önemli niceliksel mukayeseleri
incelemeye davet ediyorum.[9] Bu gibi çalışmalar, egemen ideoloji tarafından
aforoz ediliyorlar, üstelik bunun gayet haklı bir nedeni de var: Bunlar, bayat
klişelere ve bilgisiz ideolojik reflekslere dayanmak yerine, ortadaki kanıtları
bilimsel olarak tetkik ediyorlar. Dahası, bu tür tarihsel ve materyalist
çalışmaların, küresel teori endüstrisi tarafından teşvik edilen Eleştirel Teori’nin
spekülatif kalıplarınca öteden beri büyük ölçüde gölgede bırakıldığını görmek
gerekiyor.
Devrim
ve Küresel Sınıf Savaşı Çağında Aydınlar
Yaşamlarının
erken dönemleri Rus Devrimi’nin ve Almanya’daki devrim girişiminin yol açtığı, dünya
tarihi açısından önemli olan olayların izini taşıyor olsa da Adorno ve
Horkheimer, bataklık olarak gördükleri kitle siyasetinden kendilerini sakınan
estetik düşkünleriydi. Söz konusu olaylar, Marksizme olan ilgilerini uyandırmış
olmakla birlikte, bu ilgi, ağırlıklı olarak düşünsel düzeydeydi.[10]
Horkheimer,
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Münih konsey cumhuriyeti çevresindeki
faaliyetlere, bilhassa konseyin acımasızca bastırılmasından sonra
katılımcılardan bazılarına destek sağlamak suretiyle, o da ucundan kıyısından
dâhil olmuştu. Buna karşın o, “zamanın patlamaya hazır siyasi olaylarına olan
mesafesini korumaya ve kendisini öncelikle kendi şahsi ilgi alanlarına adamaya
devam etti.” Adorno da baştan beri aynı yolu izledi.
Sınıfsal
konumları bu noktada çok önemliydi. Bu konum üzerinden toplumsal üretim
ilişkilerinin geniş, nesnel dünyası içerisinde bir yere sahip oldular. Neticede
her iki Frankfurt Okulu teorisyeni de varlıklı ailelerden geliyordu. Adorno’nun
babası “zengin bir şarap tüccarı”ydı ve Horkheimer’ınki de “birkaç tekstil
fabrikasına sahip” bir “milyoner”di.[11] Adorno’nun “sosyalist siyasi hayatla
hiçbir şahsi bağı yoktu” ve yaşamı boyunca da “bir parti örgütünün resmi üyesi
olma denilen o şeye duyduğu o derin tiksinti”yi muhafaza etti.[12] Benzer
şekilde Horkheimer da asla “herhangi bir işçi sınıfı partisinin resmi üyesi”
olmadı.[13] Aynı şey, Frankfurt Okulu’nun erken yıllarında onunla ilişkili olan
diğer isimler bakımından da genel itibarıyla doğrudur: “Horkheimer çevresine
mensup olanların hiçbiri, politik bir faaliyet içinde değildi; içlerinden
hiçbiri, işçi hareketi veya Marksizm kökenli değildi.”[14]
John
Abromeit’in sözleriyle, Horkheimer, teorinin sözde bağımsızlığını koruma
arayışındaydı ve “Lenin, Lukács ve Bolşeviklerin eleştirel teorinin işçi sınıfı
veya daha da özelde işçi sınıfı partileri içinde “kök salması” gerektiğine
ilişkin tutumlarını reddediyordu.[15] Eleştirel Teoriciler, aydınları, araştırmalarını
proletarya temeline oturtmak yerine (ki bu onların “totaliter propaganda”[16]
olarak hor gördüğü bir çalışma biçimiydi), düşünsel açıdan hür birer fail olarak
yürütmeleri konusunda teşvik ediyorlardı. Marie-Josée Levallée’nin dile
getirdiği biçimiyle, tıpkı Herbert Marcuse gibi Adorno’nun da genel tutumunu şu
şekilde özetlemek mümkündü:
“Lenin’in Ekim Devrimi’nin
öncüsü hâline getirdiği Bolşevik Parti, Sovyet devletini kendi suretinde
şekillendirecek ve proletarya diktatörlüğünü kendi diktatörlüğüne dönüştürecek
olan merkezîleştirici ve baskıcı bir kurumdu.”[17]
Horkheimer,
1930’da Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün direktörlüğünü devraldığında, onun
idaresine karakterini veren şey, kapitalizm, sınıf mücadelesi ve emperyalizm
hakkında titiz tarihsel materyalist çözümlemelerden ziyade, kültür ve otorite
ile ilgili spekülatif meşgaleler oldu. Gillian Rose’un sözleriyle, Horkheimer
yönetimindeki Enstitü, “akademiyi siyasallaştırmak yerine” “siyaseti
akademikleştirdi.”[18] Bunun en yalın ispatı, “Horkheimer direktörlüğündeki
Enstitü’nün, uzaktan da olsa politikayla ilgili olan her türlü faaliyetten
değil, aynı zamanda Almanya’daki durumu kamuoyuna duyurmak ya da siyasi
sığınmacıları desteklemek için yapılan her çeşit kolektif veya örgütlü çabadan
da uzak durmayı sürdüren değişmez politikası” idi.[19] Nazizmin yükselişiyle
birlikte Adorno, rejimin yalnızca “politik olarak dikkatleri üzerine çeken
ortodoks Sovyet yanlısı Bolşevikleri ve komünistleri” hedef alacağını
varsayarak (gerçekten de toplama kamplarına ilk kapatılacak olanlar onlar oldu)
kış uykusuna çekilmeyi denedi.[20] “Nazilerin ve onların ‘büyük güç’
politikalarının herhangi bir çeşidini açıktan eleştirmekten kaçındı.”[21]
Amerikan
Usulü Eleştirel Teori
İlerici
siyasete açıktan katılmayı reddeden bu tutum, Enstitü’nün otuzların başında
liderleri tarafından ABD’ye taşınmasıyla daha da pekiştirildi. Frankfurt Okulu,
“geçmişteki ve halihazırdaki çalışmalarını yerel akademik veya teorik
hassasiyetlere uygun düşecek biçimde sansürleyerek, yerellikteki burjuva
düzenine” kendisini adapte etti.[22] Horkheimer, ABD’li sponsorları
gücendirmekten kaçınmak için “Marksizm”, “devrim” ve “komünizm” gibi sözcükleri
Enstitü’nün yayınlarından çıkarttırdı.[23] Dahası, Herbert Marcuse’nin sonradan
açıklayacağı üzere, her türlü siyasi faaliyet, kesinlikle yasaktı.[24] Horkheimer,
enerjisini şirketlerin ve devletin Enstitü için finansman sağlamalarını güvence
altına almaya harcadı, hatta Enstitü’nün çalışmalarını ABD’de tanıtmak için bir
halkla ilişkiler firması tuttu. Dolayısıyla, onlar gibi ABD’ye siyasi sığınmacı
olarak gelmiş bir isim olan Bertolt Brecht, Frankfurtlu akademisyenleri,
eleştirel biçimde (Stuart Jeffries’in aktardığına göre) “Amerika’daki
sürgünleri sırasında vakıf desteği peşinde yeteneklerini ve fikirlerini baskıcı
ABD toplumunun egemen ideolojisini desteklemek için meta olarak satan
fahişeler” olarak nitelendirdiğinde, hiç de haksız sayılmazdı.[25] Onlar,
gerçekten de herhangi bir işçi sınıfı örgütü tarafından kısıtlanmaksızın,
piyasaya duyarlı Eleştirel Teori ismindeki markalarına şirket ve devlet
sponsorluğu kapma peşinde koşan hür aydınlardı.
Brecht’in
yakın arkadaşı Walter Benjamin, o dönemde Frankfurt akademisyenlerinin muhatap
aldığı en önemli Marksist isimlerden biriydi. Benjamin, ABD’de onların arasına
katılma fırsatı bulamadı, çünkü 1940’ta Fransa ve İspanya arasındaki sınırda,
Nazilerin eline geçme ihtimalinin güçlenmesi üzerine, trajik bir şekilde
intihar etti.
Adorno’ya
göre, “o, Enstitü’nün daimi üyesiydi ve bunu o da biliyordu, dolayısıyla
Benjamin, kendi canına kıymadan önce aslında kurtulmuştu.”[26] Ünlü felsefeci,
sözlerine şu şekilde devam ediyor: “Gerekli fon seyahati içi tahsis edilmişti,
bize maddi açıdan sırtını yaslayabileceğini Benjamin de biliyordu.”[27]
Benjamin’in
intiharını, koşullar dikkate alındığında, anlaşılmaz bir kişisel karar olarak
sunan bu tarih anlatısı, Ulrich Fries tarafından yakın zamanda yayınlanan
ayrıntılı bir incelemeye göre, kişisel ve teorik aklanma uğruna sergilenen bir
riyakarlık girişimiydi. Fries’e göre, Frankfurt Okulu’nun önde gelen isimleri,
Benjamin’e Nazilerden kaçması için maddi yardımda bulunma konusunda isteksiz
olmakla kalmayıp, ikiyüzlülükle kendilerini onun hayırsever bağışçıları
biçiminde takdim etmek için kapsamlı bir örtbas kampanyası yürüttüler.
İntiharından
önce Benjamin, aldığı aylık maaşla Enstitü’ye finansal olarak bağımlıydı. Ancak
Frankfurt akademisyenleri, Brecht’in ve devrimci Marksizmin onun çalışmaları
üzerindeki etkisinden pek haz etmiyorlardı.[28] Adorno, Horkheimer’a
Benjamin’in onun etkisinden “kesin olarak” kurtarılması gerektiğini anlatırken,
Brecht’i antikomünistlerin kullandığı “yabani” sıfatıyla nitelemekten hicap
duymuyordu. Bu durumda Benjamin’in, kısmen Adorno’nun çalışmalarına yönelik
eleştirilerinden ve 1938’de Baudelaire üzerine yaptığı çalışmanın bir bölümünü
yayınlamayı reddetmesinden ötürü, maaşını kaybetmekten korkması şaşırtıcı
değil.[29] Horkheimer Benjamin’e, faşist güçlerin etrafındaki çemberi
daraltmaya başlamalarıyla hemen hemen aynı sıralarda, 1934’ten beri tek gelir
kaynağı olan maaşının kesilmesine hazırlıklı olması gerektiğini açıkça
söylemişti. Dahası, ABD’ye giden bir buharlı gemi için maliyeti 200 doların
altında tutacak bir biletin ücretini ödeyip Benjamin’in güvenli bir hayata
yolculuğunu finanse etmeyi reddettiğinde, ellerinin “ne yazık ki bağlı”
olduğunu iddia etti.[30] Üstelik Horkheimer bu lafı, “kendisine ait banka
hesabına fazladan 50.000 doların aktarıldığı, sekiz ay sonra aynı tutarın gene
yatırıldığı bir dönemde ediyordu (o günün 50.000 doları, bugünün 1 milyon
dolarına denk).[31] Temmuz 1939’da Friedrich Pollock da kapitalist bir
milyonerin varlıklı oğlu olan ve babasının Arjantin’deki bir tahıl
işletmesinden, emlak spekülasyonundan ve et ticaretinden elde ettiği kârlarla
Frankfurt Okulu’nu finanse eden Felix Weil’dan Enstitü için ilave bir 130.000
dolar daha almıştı.
Eksik
olan para değil, siyasi iradeydi. Gerçekten de Fries, Horkheimer’ın Benjamin’i
terk etme konusunda aldığı acımasız kararın, Enstitü direktörlerinin bir yandan
“Nazi rejiminin zulmüne uğrayanlar için olağanüstü özveride bulunduklarına”
dair o sahte imajın propagandasını yaparken, diğer yandan “kendi şahsi yaşamsal
hedeflerini sistematik biçimde diğer herkesin çıkarlarının üzerine
yerleştirmeleri” biçimindeki daha geniş bir davranış kalıbının parçası olduğu
konusunda Rolf Wiggershaus ile aynı fikirde.[32] Helmut Heißenbüttel’e göre,
Benjamin’in yazınsal mirası sonradan, âdeta onun mezarına toprağı kürekle son
kez atmak istercesine, daha açık biçimde Marksist olan unsurlarından
arındırıldı: “Adorno’nun Benjamin’in asarı konusunda yaptığı her şeyde,
Marksist-materyalist yan siliktir. […] Benjamin’in asarı karşımıza, hayatta
kalmış tartışmalı aktarımcının kendi görüşünü dayattığı bir yeniden yorumlama olarak
çıkar.”[33]
Todd
Cronan, ayrıcalıklı bir yere yerleştirilen ırk, kültür ve kimlik meseleleri lehine
sınıfsal çözümlemeye giderek daha fazla sırt çevirdikçe (Pollock’ın “Devlet
Kapitalizmi”ni yazdığı yıl olan) 1940 dolaylarında Frankfurt Okulu’nun
genel siyasi yöneliminde gözle görülür bir değişimin yaşandığını söylüyor.
Adorno, o yıl Horkheimer’a, “Bana sık sık, geçmişte proletaryanın bakış
açısından gördüğümüz her şey, günümüzde korkunç bir güçle Yahudiler üzerinde
yoğunlaşıyormuş gibi geliyor” diye yazıyordu.[34] Cronan’a göre, Adorno ve
Horkheimer, “Marksizmin içinde açtıkları delikten, sınıfı ekonomik bir
meseleden ziyade bir iktidar, bir tahakküm meselesi olarak görme olasılığını
çıkardılar (Yahudiler, ekonomik sömürüyle tanımlanan bir kategori değildi). Üstelik
bu olasılık bir kez ortaya çıktıktan sonra, solun genelinde baskın çözümleme
tarzı hâline geldi.”[35] Başka bir deyişle, Frankfurt teorisyenleri, politik
ekonomi temeline dayanan tarihsel materyalist çözümlemeden uzaklaşarak, sahnenin
ileride neoliberal çağda pekişmiş hâle gelecek olan kültüralizme ve kimlik
siyasetine doğru geçiş için hazırlanmasına katkıda bulundular.
1944-45’te
Pollock’ın yönetimi altındayken Enstitü’nün “Amerikan İşçi Sınıfında
Anti-Semitizm” üzerine kapsamlı bir çalışmayı üstlenmesi, bu bakımdan son
derece açıklayıcıdır. Faşizm, kapitalist egemen sınıfın geniş mali desteğiyle
iktidara yükselmişti ve dünya çapında savaş yolunda yürüyüşünü daha hâlâ
sürdürüyordu. Buna karşın Frankfurt akademisyenlerine, faşizmin kapitalist
finansörlerinden ya da Sovyetler’e karşı bir savaş sürdürmekte olan asıl
Nazilerden ziyade, ABD işçilerinin sözde antisemitizmine odaklanmaları için
para ödeniyordu. “Komünistler tarafından yönetilen” sendikaların bu konuda
içlerindeki en kötüleri olduğu ve dolayısıyla onların “faşist” eğilimleri
bulunduğu şeklinde garip bir sonuca varıyorlardı: “Bu sendikaların üyeleri,
komünist olmaktan çok faşist kafalıdır.”[36] Söz konusu çalışma, Yahudi İşçi
Komitesi (JLC) tarafından yaptırtılmıştı. JLC’nin liderlerinden biri olan David
Dubinsky’nin CIA ile çok sayıda bağı vardı ve CIA ajanları Jay Lovestone ve
Irving Brown gibileriyle birlikte, CIA’in işçi örgütlerini ele geçirme ve onları
komünistlerden temizlemeye dönük geniş kapsamlı kampanyasının içinde yer
alanlardan biriydi.[37] Anlaşılan o ki komünist sendikaları en antisemitist ve
hatta “faşist” sendikalar olarak tanımlamak suretiyle Frankfurt Okulu, komünist
işçi hareketinin yok edilmesi için aranan ideolojik gerekçelerin bazılarını
temin etmişti.
Düşman
ülke vatandaşları hakkındaki kanun ve kararnamelere ilaveten, ABD’nin
iktidardaki seçkinlerinin antikomünist ve bazen de faşizm sevdalısı tutumları
nedeniyle, Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün ABD yetkilileriyle yaptığı
işbirliği ve uyguladığı otosansür, kimilerince haklı görülebilir.[38] Gerçekten
de 21 Ocak 1944 itibarı ile Federal Soruşturma Bürosu (FBI), Enstitü’nün
geçmişine ve faaliyetlerine dair detaylı değerlendirme üzerinden, onun
komünistlerin bir paravan örgütü olarak hizmet ediyor olabileceğine dair kaygıya
bağlı olarak, yaklaşık on yıl boyunca akademisyenleri gözetlemek üzere çok
sayıda ispiyoncuyu seferber etmişti.[39] Bu muhbir kadrosu, Karl Wittfogel gibi
Enstitü’nün yakın işbirliği içinde olduğu isimleri, meslekten kişileri, hatta
komşuları içeriyordu. Buna karşın Büro, şüpheli davranışa dair hemen hemen hiç
kanıt bulamadı. Frankfurt akademisyenlerine kişisel yakınlıkları bulunan bazı muhbirler,
Eleştirel Teorisyenlerin “Hitler ve Stalin arasında amaç ve taktikler
bakımından hiçbir fark olmadığına inandıklarını” aktardıklarında, FBI
memurlarının içinin rahatlamış olduğu anlaşılıyor.[40] Nitekim, aşağıda
göreceğimiz üzere, Batı Almanya’ya yerleştikleri ve artık FBI takibatının ve
tutuklanma veya sınır dışı edilme ihtimalinin doğrudan tehdidi altında
olmadıkları zamanlar da dâhil, bazı yazılarında bu sözleri neredeyse kelime
kelimesine tekrar edeceklerdi.
Doğu’ya
Çamur At, (Maaş Aldığın) Batı’yı Savun
1949-50’de
Frankfurt Okulu’nun entelektüel temsilcileri, Enstitü’yü gerisin geri, komünizme
karşı düşünsel dünya savaşının merkez üslerinden biri olan Batı Almanya’ya taşıdılar.
Perry Anderson, konuyla ilgili şu tespiti yapıyor:
“Alman Komünist Partisi’nin
yasaklanmak üzere olduğu ve Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) Marksizm ile her
türlü bağını resmen terk ettiği bu ortamda, Enstitü’nün depolitizasyon süreci böylelikle
sona ermiş oldu.”[41]
İlk
yıllarda ara sıra Adorno ve Horkheimer’ın solunda konumlanan Jürgen Habermas da
bundan aşağı kalmaksızın, Horkheimer’ı “eleştirel gelenekle çelişen oportünist
bir konformizm içinde olmak”la suçladı.[42] Esasında Horkheimer, Habermas’ın
“burjuva toplumunun zincirlerinden” bir kurtuluş olasılığını öne sürmeye cüret
ederek, liberal demokrasiyi eleştiren ve “devrim”den söz eden iki makalesini
yayınlamayı reddederek, Enstitü’nün çalışmalarına sansür uygulamayı sürdüren
isimdi.[43] Özel mektuplaşmalarında Horkheimer, Adorno’ya açık sözlülükle, “bu
pranga toplumunun kamu fonlarına bağımlı biçimde varlığını sürdüren bir
Enstitü’nün araştırma raporunda bu tür kayıtların yer alması, açıkçası mümkün
değildir” diye yazmıştı.[44] Bu, Frankfurt Okulu’nun ideolojisinin ya da en
azından kamusal söyleminin arkasındaki itici gücün, onun kendini yasladığı
ekonomik zemin olduğuna dair, apaçık bir itiraf olarak görülmeli.
Bu
bağlamda, Horkheimer çevresinin sekiz üyesinden beşinin ABD hükümeti ve ulusal
güvenlik devleti için araştırmacı ve propagandist olarak çalışmış olduklarını
hatırlamak önemli. ABD hükümeti ve ulusal güvenlik devletinin “üyelerinin bir
kısmı, hükümetin hassas araştırma projeleri üzerinde çalışmakta olan Frankfurt
Okulu’nun sadakatinin devamlılığında özel çıkarı bulunuyordu”.[45] Horkheimer
ve Adorno, Enstitü’den daha fazla destek aldıklarından, isimleri bu listede yer
almıyordu. Ama bir yandan da Adorno, ABD’ye esasen “hükümetin psikolojik harp
programlarının fiili uzantılarından biri” olan, Paul Lazarsfeld’in Radyo
Araştırmaları Ofisi’nde çalışmak için göç etmişti.[46] Bu iletişim
araştırmaları merkezi, Rockefeller Vakfı’ndan 67.000 dolarlık önemli bir hibe
almıştı ve ABD ulusal güvenlik devleti ile çok yakın çalışıyordu (hükümetin
verdiği para, yıllık bütçesinin yüzde 75’inden fazlasına denk geliyordu).
Rockefeller Vakfı, ayrıca Frankfurt Üniversitesi’nde misafir profesörlüğe
başladığı 1948 Nisan’ında Horkheimer’ın Almanya’ya ilk geri dönüşünü de finanse
etmişti.
Unutmayalım
ki Rockefeller’lar, ABD kapitalizminin tarihindeki en büyük gangster
ailelerinden biridir ve vakıflarını, çalıntı servetlerinin bir kısmını “düşünsel
faaliyetlerin ve kültürün yozlaştırılması” için seferber etmelerine imkân veren
bir vergi sığınağı olarak kullanırlar.[47] Üstelik Frankfurt Okulu’nun
sponsorluğunu yaptıkları sırada, ulusal güvenlik devletiyle doğrudan
ilişkiliydiler. Nelson Rockefeller, (çalışmaları Stratejik Hizmetler Ofisi’ne
ve CIA’ninkine benzeyen bir federal propaganda ajansı olan) Amerika Kıtası
İşleri Koordinatörlüğü Bürosu’nun müdürü olarak görev yaptıktan sonra, 1954’te
ABD Başkanı’nın Soğuk Savaş Stratejisi Konusunda Özel Asistanı unvanıyla, gizli
istihbarat operasyonlarının “süper koordinatörü” oldu.[48] Ayrıca (Church
Komitesi raporu ve diğer kaynaklar tarafından ifşa edildiği üzere ) Şirket’le,
yani CIA’yle etle tırnak gibi çalışma konusunda uzun bir geçmişe sahip çok
sayıdaki diğer kapitalist vakıf gibi Rockefeller Fonu’nun da CIA paraları için
bir kanal olarak kullanılmasına imkân sağladı.
Kapitalist
egemen sınıfla ve ABD imparatorluğuyla bu türden bağlara sahip olan Enstitü’yü
ABD hükümetinin Batı Almanya’ya geri taşınması sürecini 1950 yılı içerisinde (103.695
ABD doları veya 2022 yılı itibarıyla 1.195.926 dolara denk düşen) 435.000 mark gibi
son derece kayda değer bir bağışta bulunarak desteklemesi, kimseyi şaşırtmamalı.[49]
Bu fonlar, ABD’nin Almanya Yüksek Komiseri John McCloy tarafından
yönetiliyordu. McCloy, ABD’li iktidar seçkinlerinin çekirdek kadrosunun bir
mensubuydu. Büyük petrol şirketleri ve IG Farben için hukukçu ve bankacı olarak
çalışmış ve Nazi savaş suçlularına kapsamlı aflar ve ceza indirimleri temin
etmişti. İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD ulusal güvenlik devletinin
mimarlarından biri olarak hizmet ettikten sonra (derin devlet ile kapitalist
egemen sınıf arasındaki yakın ilişkinin göstergesi olan bir kariyer hamlesiyle)
Chase Manhattan Bank’ın, Dış İlişkiler Konseyi’nin ve Ford Vakfı’nın başkanı
olarak yoluna devam etti. Enstitü, McCloy tarafından sağlanan fonlara ek
olarak, özel bağışçılardan, Sosyal Araştırmalar Derneği’nden ve Frankfurt
belediyesinden de destek aldı. 1954’te, “Anti-Bolşevik Birlik’in kurucu üyesi
olan ve Nazi partisini finanse etmiş olan” Mannesmann şirketi ile bir araştırma
sözleşmesi bile imzaladı.[50] İkinci Dünya Savaşı sırasında Mannesmann şirketi,
köle emeği kullanmıştı ve Yönetim Kurulu Başkanı da Üçüncü Reich’ın, Nazi
iktidarının Savaş Ekonomisi Lideri olan Nazi Wilhelm Zangen’di.[51] Frankfurt
Okulu’nun savaşın ardından bu şirketle akdetmiş olduğu sözleşme, işçilerin
kanaatlerinin sosyolojik açıdan incelenmesiyle alakalıydı, ama aslında örtük
olarak, bu çalışma, iktidarın sosyalist örgütlenmeye mani olmasına veya onu
felç etmesine katkı sunmak gibi bir amaca sahipti.
Kapitalist
hükümetlerin ve şirketokrasinin Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nü neden
desteklemiş olabileceğinin belki de en net açıklaması, Shepard Stone’un
sözlerinde bulunabilir. Stone’un Ford Vakfı’nda Uluslararası İlişkiler
Direktörü olarak görev yapmaya başlamadan önce bir gazetecilik ve askeri
istihbarat geçmişi olduğunu ve bu sırada dünyanın dört bir yanında kültürel
projelerin finansmanı için CIA ile yakın işbirliği içinde çalıştığını not
etmemiz gerekiyor (hatta Stone, Kültürel Özgürlük Kongresi’nin CIA kökenli
olduğunun ortaya çıkmasının ardından, bir marka değişikliği çabasıyla,
Uluslararası Kültürel Özgürlük Derneği şeklinde yeniden adlandırılmasından
sonra bu derneğin başkanı bile oldu). Stone, kırklarda İşgal Altındaki Almanya
Yüksek Komiserliği’nin halkla ilişkiler müdürüyken, ABD Dışişleri Bakanlığı’nı
Adorno’nun pasaportunu uzatmaya teşvik etmek için kişisel bir not gönderdi:
“Frankfurt Enstitüsü,
demokratik teknikler konusunda gerekli bilgiye vakıf Alman liderlerin yetiştirilmesine
katkı sunuyor. Profesör Adorno gibi adamların Almanya’da çalışma imkânı
bulmasının, o ülkedeki genel demokratik hedeflerimiz için önemli olduğuna
inanıyorum.”[52]
Enstitü,
tam da ABD devletinin ve kapitalist egemen sınıfın desteklediği ve her daim
desteklemek isteyeceği türden ideolojik çalışmalar yürütüyordu.
Horkheimer,
Enstitü’yü finanse eden “pranga toplumu”na ideolojik uyumluluğun buyruklarını
yerine getirerek, hatta bunu da aşarak, ABD’nin Batı Almanya’daki, istihbarat
servisleri eski Nazilerle dolup taşan antikomünist kukla hükümetine olduğu
kadar Vietnam’daki (Çinlileri durdurmak için gerekli olduğuna hükmettiği) emperyal
projesine de olan dalkavukluk derecesindeki desteğini açıkça dile getiren bir
isimdi.[53] Mayıs 1967’de Almanya’da, antikomünist kültür savaşının propaganda düzleminde
kullandığı ileri karakollar olarak Amerika Evleri’nin birinde yaptığı konuşma
esnasında ciddiyetle şunları beyan ediyordu:
“Amerika’da, bir savaş
yürütmek gerekli olduğunda, bu söyleyeceğime kulak verin lütfen, asıl savunulacak
şey vatan değil, anayasadır, insan haklarıdır.”[54]
Eleştirel
Teori’nin bu baş papazı, burada ABD’yi, o yerleşimci kolonisi olarak kurulan ve
yerli nüfusu soykırımla yok eden ülkeyi kusursuz biçimde kaynaşmış olan bir
ülke olarak tasvir etmektedir. Oysa Martin Luther King Jr.’ın Nisan 1967’de dediği
gibi, modern dünya tarihine muhtemelen en kanlı damgayı vurmuş olan o
emperyalist yayılmacılık projesiyle ABD, İkinci Dünya Savaşı’nın sonu ile
Horkheimer’ın yukarıda aktardığımız o utanç verici sözü ettiği 1967 yılı arasında
yaklaşık 37 askerî müdahalenin ve CIA müdahalesinin altına imza atmıştı.[55]
Adorno,
önemli siyasi olaylar üzerine kamuoyuna açıklamalar yapmaktan kaçınarak,
sıklıkla küçük burjuva işbirlikçi pasifizm siyasetine teslim olan bir isim
olarak, yapmış olduğu az sayıdaki açıklamada görüldüğü biçimiyle, alabildiğine
gerici bir isimdi. Örneğin 1956’da İsrail, Britanya ve Fransa tarafından
Mısır’a karşı girişilen, Süveyş Kanalı’nı ele geçirmeyi ve Nasır’ı devirmeyi
hedefleyen emperyalist işgali (ki bu, Birleşmiş Milletler tarafından kınanan
bir eylemdi) savunmak için Horkheimer ile ortaklaşa bir makale kaleme aldı. Bağlantısızlar
hareketinin önde gelen sömürgecilik karşıtı liderlerinden biri olan Nasır’dan
“Moskova ile kafa kafaya verip komplo kuran […] faşist bir kabile reisi”
şeklinde söz ederek, “Bu soyguncu Arap devletlerinin yıllardır İsrail’in
üzerine çullanmak ve oraya sığınmış olan Yahudileri katletmek için bir fırsat kolladıklarına
dikkat çekmeye kimse cüret dahi edemiyor” diye feryat ediyorlardı.[56] Bu sözde
diyalektik tersyüz etmeye bakılırsa “soyguncu” olan, Arapların kendi kaderini
tayin hakkına tecavüz etmek için merkez emperyalist ülkelerle birlikte çalışan
yerleşimci kolonisi değil, Arap devletleriydi. Lenin’in, küresel teori
endüstrisinde “diyalektik” diye el üstünde tutulan şeylerin çoğunun ana
özelliği olan bu tür safsataları şiddetle reddetmesini hatırlamamız, bu noktada
yerinde olacaktır:
“Diyalektiğin safsataya
giden bir köprü işlevi görmesi […] hiç de seyrek rastlanan bir durum değil. Ama
biz, gene de diyalektikçiler olmaya devam edeceğiz ve safsataya karşı, genel
itibarıyla bir biçimden diğerine her dönüşüm olasılığını inkâr etmek suretiyle
değil, aksine verili olguyu kendi somut ortamı ve gelişimi içerisinde
çözümleyerek savaşacağız.”[57]
Adorno
ve Horkheimer usulü idealist baş aşağı çevirmelerde eksik olan, tam da bu
biçimde somut, materyalist bir çözümlemeydi.
Frankfurt
Okulu’nun önde gelen isimleri, aynı yıl içinde politik içeriği bariz olan metinlerinden
birini kaleme alıp yayımladılar. Bu metinde, sömürgecilik karşıtı küresel
kurtuluş hareketini ve sosyalist bir dünyanın inşasını desteklemek yerine, birkaç
ufak tefek istisna haricinde, Batı’nın üstünlüğünü göklere çıkardılar, öte
yandan, Sovyetler Birliği’ni ve Çin’i defalarca zemettiler. Doğu’daki
“barbarlar”a dair, ırkçılığın çıkınından çıkan nitelemelere başvuran yazarlar,
alt-insan gördükleri insanları “canavarlar” ve “Moğol sürüleri” şeklinde
tanımladılar ve bu insanların “köleliği” seçmiş “faşistler” olduklarını açıktan
ilân ettiler.[58] Hatta Adorno, yanılgıya düşüp “Rusların sosyalizmi
savunduklarını” düşünen Almanları yerden yere vuruyor, onlara Rusların aslında
“faşistler” olduğunu hatırlatıyor, (kendini burada özdeşleştirdiği)
“sanayiciler ile bankacıların” bunu zaten bildiklerini söylüyordu.[59]
Adorno
bu metinde, alışılageldiği üzere tek bir kaynak dahi göstermediği hâlde, sanki
onların yazdığı her şeyi okumuş gibi (bildiğim kadarıyla Rusçası bile yoktu)
yüzsüzce, “Rusların yazdığı her şey ideolojiye, kaba, aptal zırvalara kayıyor”
iddiasında bulunuyordu. [60] Rus düşüncesinde “bir barbarlığa dönüş unsuru”
bulunduğunu ileri sürerek ki ona bakılırsa aynı şey, Marx ve Engels’te de
bulunabilirdi, bunun “en ileri burjuva düşüncesindekinden bile daha fazla
cisimleşmiş” olduğunu utanmadan sıkılmadan iddia ediyordu.[61] Bu kadar
ikiyüzlü bir biçimde tribünlere oynamak yetmezmiş gibi Adorno, Horkheimer ile
ortaklaşa gerçekleştirdiği bu yazım projesini “sıkı sıkıya Leninist bir
manifesto” olarak tanımlayacak kadar küstahtı.[62] Bütün bunlar, “kimseye
eyleme geçme çağrısında bulunmadıklarının” altını çizdikleri bir tartışma
içinde yer alıyordu. Adorno, burjuva düşüncesini ve “kültürün en gelişmiş hâli”
diye adlandırdığı şeyi, açıkça sosyalist düşüncenin sözde barbarlığının üzerine
çıkartıp yüceltiyordu.[63] Bu yetmezmiş gibi, Horkheimer da gene aynı bağlamda,
“Leninist” ortağını aksini ispatlama konusunda hiç de tahrik etmeyen kendinden
emin bir iddiada bulunarak, yaptığı dünya tarihiyle alakalı çıkarımla sosyal
şovenizmlerini katmerliyordu:
“Refah ve adalet söz konusu olduğunda, Avrupa ve Amerika’nın
muhtemelen bugüne kadar tarihin ürettiği en iyi uygarlıklar olduğuna
inanıyorum. Şimdi kilit nokta, bu kazanımların korunmasını güvence altına
almaktır.”[64]
Bu
satırlar, ABD’de ırk ayrımcılığının hâlen daha büyük ölçüde hüküm sürdüğü,
ABD’nin antikomünist cadı avları ve dünyanın dört bir yanında
istikrarsızlaştırma kampanyaları ile meşgul olduğu ve son zamanlarda İran
(1953) ve Guatemala’da (1954) demokratik olarak seçilmiş hükümetleri devirerek
emperyalist nüfuzunu genişlettiği, Avrupalı güçlerin de sömürgelerini elde
tutmak veya onları yeni sömürgelere dönüştürmek için şiddetli mücadeleler
yürütmekte olduğu 1956 yılında yazılıyordu.
“Faşizm
ve Komünizm Birbirinin Aynıdır”
Adorno
ve Horkheimer’ın en istikrarlı biçimde dile getirdikleri politik iddialardan
biri de şuydu: “totaliterlik konusunda komünizm ve faşizm birbirine denktir. Bu
denklik, kendisini sosyalist devlet inşa etme amacı güden projelerde, ‘Üçüncü
Dünya’nın sömürgecilik karşıtı hareketlerinde ve hatta Batı dünyasındaki Yeni
Sol hareketlerinde karşılık bulmaktadır.” Yazarlara göre, bahsini ettikleri bu
üç alanda “pranga toplumu”ndan kurtulduklarını sananlar, aslında işleri daha da
içinden çıkılmaz hâle sokuyorlardı. Batılı kapitalist ülkelerin kapitalist
dünyanın içerisinden zuhur etmiş olan faşizme karşı kayda değer bir siper
işlevi görmediği ve onu nihai olarak mağlup edenin kesinlikle Sovyetler Birliği
olduğu, herkesin bildiği bir gerçek iken, görünen o ki Adorno ve Horkheimer,
(sömürgecilik karşıtı hareketler ve altmışların ayaklanmaları bakımından
sosyalizmin sahip olduğu önem konusunda aslında hiçbir şey demeyen) bu zırcahil
ve basit tezin geçerliliği konusunda kafa yorma gereği duymamış. Aslına
bakılırsa, Auschwitz’in korkunçlukları hakkındaki tüm ahlaki fikir
yürütmelerine rağmen Adorno, bu kötü şöhretli toplama kampını gerçekte
kurtaranın kim olduğunu (Kızıl Ordu) unutmuş.
Horkheimer,
kendi at nalı teorisi versiyonunu 1942’de yayımlanan ve Enstitü’nün diğer
yayınlarının çoğundaki Ezop dilinden ayrışan, sınırlı sayıda basılmış bir
broşürde, özel bir netlikle formüle etmişti. Friedrich Engels’i doğrudan
ütopyacılıkla suçlayarak, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasının baskının
artmasına ve nihayetinde otoriter bir devlete yol açtığını ileri sürdü. Bu
milyoner çocuğuna bakılacak olursa, “burjuvazi, daha önce mülkü aracılığıyla
hükümeti kontrol altında tutuyordu”, oysa yeni toplumlarda sosyalizm, insanın
(parti, şanlı lider veya tarihin sözde ilerlemesi aracılığıyla) “kendisinden
daha büyük bir şey adına hareket ettiği” yanlış inancını üretmek haricinde, tek
kelimeyle “işlemiyordu”.[65] Horkheimer’ın bu makaledeki konumu, Batı solunda
gayet yaygın bir ideoloji olan anarko-antikomünizmle mükemmel bir uyum içindeydi:
bu anlayışa göre, “sınıfsız bir demokrasi”, partilerin veya devletlerin kötü
sonuçlarıyla yüzleşmeden, halkın içinden “özgür anlaşma” yoluyla kendiliğinden neşet
etmeliydi.
Domenico
Losurdo’nun meselenin özüne inen bir kavrayışla dikkat çektiği üzere; kırkların
başlarında Nazi savaş makinesi, SSCB’yi yakıp yıkmaktaydı, dolayısıyla
Horkheimer’ın sosyalistlere yaptığı, devleti ve parti merkeziyetçiliğini terk
etme çağrısı, Nazilerin soykırımcı azgınlığı karşısında silahlarını bırakıp
teslim olmalarını talep etmekten öte bir anlam taşımıyordu.[66]
Horkheimer’ın
1942 tarihli broşürünün sonunda, sosyalizmde arzu edilebilecek bazı şeyler
olabileceğine dair muğlak öneriler bulunsa da sonraki metinler, sosyalizmi
şüpheye mahal vermeyecek biçimde reddedişlerini net olarak ortaya koyacaktı.
Örneğin, Adorno ve Horkheimer, Sovyetler Birliği’ne dair yaklaşımları hakkında
kamuoyuna bir açıklama yapmayı düşündükleri sırada Adorno, ortaklaşa yazılması
planlanan bir yazının aşağıdaki taslağını Horkhemier’a gönderdi:
“Bizim felsefemiz, çağın
genel toplumsal eğiliminin diyalektik bir eleştirisi olarak, Sovyetler
Birliği’nden etrafa yayılan siyasete ve doktrine en keskin biçimde muhalif
konumdadır. Halk demokrasileri kılığına girmiş askeri diktatörlüklerin
pratiğinde biz, yeni bir baskı biçiminden başka bir şey göremiyoruz.”[67]
Reel
sosyalizmin maddeci çözümlemesi konusunda Adorno ve Horkheimer’daki kahredici
eksiklik dikkate alınmalı ve bu bağlamda şu not düşülmeli: CIA bile Sovyetler
Birliği’nin bir diktatörlük olmadığının farkındaydı. 2 Mart 1955 tarihli bir
raporda Teşkilat, açıkça şunu ifade etmişti:
“Stalin’in zamanında bile
kolektif liderlik vardı. Batı’nın, komünist düzen içerisindeki diktatöre dair
fikri abartılıdır. Bu konudaki yanlış anlamalar, komünist iktidar yapısının
gerçek doğasının ve örgütlenmesinin anlaşılmasındaki eksiklikten
kaynaklanmaktadır.”[68]
1959’da
Adorno, daha önceki bu taslakta atıfta bulunulan “cahil aklın utanç verici
gerçeğini”, yani Batı’daki Soğuk Savaş ideolojisiyle tam bir uyum içerisindeki
faşizm ve komünizmin birbirinin aynı olduğu, çünkü onların “totalitarizmin” iki
biçimi olduğu fikrini yeniden işleyip dolaşıma soktuğu “Geçmişin İşlenmesi Ne
Demektir?” başlıklı bir metin yayımladı. Adorno, bu iki savaşan kampı birbirinden
net bir biçimde ayıran “politik-ekonomik ideoloji” perspektifini açıktan
reddederek, onları birleştiren daha derin bir sosyal-psikolojik dinamiğin
ayırdına varma imtiyazına sahip olduğunu iddia etti.[69]
“Otoriteryen
kişilikler olmaları hasebiyle, kiliseye özgü bir yanılmazlık edasıyla,
faşistler ve komünistler, zayıf egolara sahip”lerdi. Üstelik bu zafiyeti,
kendilerini “reel iktidar” ve “büyük kolektifler” ile özdeşleştirerek telafi ediyorlardı.[70]
Nitekim “otoriteryen kişilik” kavramının bizzat kendisi, sahte diyalektiği
psikolojiyle harmanlamak üzerinden karşıtları birbiriyle sentezlemeyi amaçlayan
dalavereci bir tuhaflıktı. Ayrıca bu yaklaşım, tarihsel izahat bakımından,
psikolojinin ve belli bazı düşünüş biçimlerinin, en azından burada, neden maddî
güçlerden ve sınıf mücadelesinden daha merkezi önemde olduğu sorusunu akla
getirmekteydi.
Faşistleri
ve komünistleri psikolojik olarak özdeşleştirme konusundaki bu girişime rağmen,
Adorno aynı metinde, Bolşeviklerin (tıpkı Hitler’in kendisinin de söylediği
gibi) Batı uygarlığına karşı bir tehdit olması gerçeği karşısında, Nazilerin
Sovyetler Birliği’ne saldırısının, geriye dönüp bakıldığında, haklı
bulunabileceğini öne sürüyordu. “Batı Avrupa’nın eteklerinin Doğu tarafından
kuşatılması, bariz, herkesin gözünde cereyan eden bir tehdittir” diyen Adorno,
“kim buna direnmekte başarısız olursa, Chamberlain’in yatıştırma politikasını
tekrar etmekten aynı biçimde suçlu olur” değerlendirmesinde bulunuyordu.[71] Kurduğu
kıyas, niyetini de beyan ediyordu, çünkü ona göre, bu “faşist” komünistlerle
savaşılmıyorsa, demek ki yatıştırma politikası devredeydi. Başka bir deyişle,
sözcük seçimi ne kadar belirsiz ve dolambaçlı olursa olsun bu, komünizmin
yayılmasına askeri yöntemlerle karşı durulması için davul zurnayla yapılan bir
çağrı gibi görünüyor (ayrıca Horkheimer’ın ABD’nin Vietnam’da yürüttüğü
emperyalist savaşa verdiği destekle tamamen uyumludur).
Adorno,
reel sosyalizmi şiddetle reddedişini, Alfred Sohn-Rethel ile yaptığı fikir
teatisinde de her yönden ortaya koymuştu. Alfred Sohn-Rethel, Adorno’ya Negatif
Diyalektik çalışmasının dünyayı değiştirmek hakkında söyleyecek bir şeyleri
olup olmadığını ve Çin Kültür Devrimi’nin onun mahkûm ettiği “olumlayıcı
geleneğin” bir parçası olup olmadığını sordu. Adorno buna, felsefeyi pratiğe
geçirme konusunda “resmi Marksizm”den gelen “ahlaki baskıyı” reddettiği
cevabını verdi.[72] “Bizi yılgınlıktan başka hiçbir şey kurtaramaz” diye buyuran
Adorno, o havalı imza niyetine kullandığı küçük burjuva melankolisiyle.[73] Komünist
Çin’deki olayların umutlanmak için bir neden olmadığını her ihtimale karşı
sözlerine eklerken, hatırlanmaya değer bir ısrarla, kendisinin tüm düşünsel
pratiğinin, sosyalizmin bu biçimine ve muhtemelen diğer biçimlerine karşı verilen
kararlı mücadele üzerinden oluştuğunu belirtti:
“Eğer onun karşısında
dehşete kapılmaktan başka herhangi bir şey hissettiğimi kabul edecek olsaydım,
hayatım boyunca düşündüğüm her şeyi inkâr etmem gerekirdi.”[74]
Adorno’nun
yılgınlığa açıkça boyun eğişi ve aynı zamanda reel sosyalizme karşı duyduğu
tiksinti, yalnızca kendine özgü kişisel tepkilerden ibaret değildi ve esasen
belirli bir sınıfsal konumdan neşet eden bir duyguydu.[75]
Lenin,
1910’da “Çağdaş işçi hareketinin temsilcileri, karşı çıkacak çok şeyleri
olduğunu, ama ortada yılgınlığa düşecek bir şey bulunmadığını görmektedirler”
diye yazıyordu. Dünyadaki ilk başarılı sosyalist devrimin önderi, âdeta Adorno’nun
küçük burjuva karamsarlığını önceden gören bir betimlemeyle, açıklamasına şu
şekilde devam etmişti: “Yılgınlık, kötülüğün nedenlerini anlamayanların, hiçbir
çıkış yolu görmeyenlerin ve mücadele yeteneğinden yoksun olanların tipik
özelliğidir.”[76]
Adorno,
bu düşünce tarzını, daha doğrusu hissiyatı, altmışların antiemperyalist ve antikapitalist
öğrenci eylemlerine yönelik eleştirilerinde de temel almayı sürdürdü. Bu
aktivizmin “sol faşizm” ile aynı kapıya çıktığı konusunda (geçmişte kendisi de
Hitler Gençliği’nin bir üyesi olan ve dört yıl boyunca da “Nazi filozof”a (Heidegger’e)
talebelik eden Habermas’la aynı düşüncedeydi. Batı Almanya’nın, bazı
öğrencilerin iddia ettiği gibi, “faşist” bir devlet olmayıp işleyen bir
demokrasi olduğunu savundu.[77] Aynı zamanda, “ne yapmalı?” sorusuna iyi
diyalektikçilerin vermesi gereken cevabın, “hiçbir şey” olması gerektiğini
açıktan iddia ederek, öğrencilere ve savaş karşıtı harekete verdiği destekle,
onları yanlış yönlendirdiğine hükmettiği Marcuse ile münakaşa etti: “Gerçek praksisin
amacı, kendi kendisini ilga etmektir.”[78] Adorno, Marksizmin en temel
ilkelerinden birini, özellikle de pratiğin teoriye önceliğini, diyalektik
safsatayla böylece tersyüz etti. Marx’ı baş aşağı çeviren yaklaşımı dâhilinde, kapitalist
dünyanın ideolojik kutsal ezberini bir kez daha yineledi: “faşizm ve komünizm
birbirinin aynıdır”.[79] Bu sloganı “küçük burjuvaca malumun ilamı” olarak
adlandırmasına rağmen, görünen o ki sloganın sahip olduğu ideolojik konumun hakkını
teslim ederek, hiç yüzü kızarmadan onu benimsedi.[80]
Adorno
ve Horkheimer’ın reel sosyalizm ve daha genel olarak ilerici toplumsal
hareketler üzerine düşünüş biçimlerinin alamet-i farikası, idealizmdir. Çamur
attıkları deneyimleri diğer konulara yaklaşırken zaman zaman gösterdikleri
titizlik ve ciddiyetle incelemek yerine (her ne kadar ağzından kan damlayan
soğuk savaşçı Arthur Koestler’inkiler gibi emperyalist devletler ve onların
istihbarat servisleri tarafından bolca finanse edilen ve desteklenen antikomünist
yayınların birkaçına arada bir atıfta bulunsalar da) somut çözümlemelerden
mahrum klişe varsayımlara ve antikomünist uydurmalara bel bağlıyorlar.[81] Bu,
özellikle sosyalist devlet inşası deneyimlerine attıkları iftiralar için
geçerli bir durum. Mesele hakkındaki yazıları, çarpıcı biçimde, konu üzerine
yapılmış her türden özenli akademik çalışmaya yönelik atıftan mahrum, aynı
zamanda, bu ikili, bu türden ciddi bir ilişki kurmanın gerekli olmadığını
düşünüyor. Egemen ideolojinin önünde secde eden bu metinler, hiçbir ayrıntı,
nüans veya karmaşıklığa aldırış etmiyorlar, sadece yazarlarının antistalinizme
samimiyetle bağlı oluşlarının kaçınılmaz birer sonucu olarak var oluyorlar.
İnsan
bu durumda, altmışların sonlarında öğrencilerin bu Frankfurtlu akademisyenlerin
“teoride eleştirel, pratikte konformist” olan, “otoriter devletin solcu
şaklabanları” olduklarını iddia eden bildiriler dağıtırken haklı olup
olmadıklarını merak etmekten kendisini alıkoyamıyor.[82] Theodor Adorno’nun
doktora öğrencilerinden biri olan Hans-Jürgen Krahl, “Scheißkritische
Theoretiker” [“Boktan Eleştirel Teorisyenler”] diyerek, akıl hocasının ve
diğer Frankfurt profesörlerinin itibarını herkesin önünde zedeleyecek kadar
ileri gitmişti.[83] Krahl, Sosyalizm Olmasın da Ne Olursa Olsunculuk teorisinin
bu yılmaz savunucuları ile ilgili bu kıymetli eleştirisini, mensubu olduğu
Alman Sosyalist Öğrenciler Birliği ile bağlantılı bir üniversite işgali
nedeniyle Adorno’nun ısrarlı talebi üzerine tutuklanmakta olduğu sırada
dillendirmişti. Negatif Diyalektik’in yazarının kendi öğrencilerini
tutuklatmak için polisi aramış olduğu gerçeği, onu politik olarak eleştirenler
tarafından mutat biçimde atıfta bulunulan bir husustur. Ancak gördüğümüz üzere,
bu buzdağının sadece görünen kısmıdır. Bu tuhaf bir anomali (sapma) olmak şöyle
dursun, onun siyasetiyle, düşünsel mekanizma içindeki toplumsal işleviyle,
sınıfsal duruşuyla ve küresel sınıf mücadelesi içerisindeki genel yönelimiyle
tamamen tutarlı bir davranıştır.
Batı
“Marksizm”inin Yarım Nıdyaları
Brecht,
metalaştırılmış bir kültürün özneleri olarak her şeyi geriye götüren aydınları “aydın”
kelimesinin ters hâli anlamında, “nıdya” olarak anmayı önerdi. Otuzlarda Benjamin’e
Nıdya Romanı’nı yazmayı düşündüğünü söyleyen Brecht, bu çalışmaya dair
notları üzerinden “Turandot ya da Aklayıcılar Kongresi” başlıklı bir
oyun kaleme aldı. Kapitalist egemen sınıftan aldıkları fonlarla Batı Almanya’ya
yerleşen Frankfurt akademisyenlerinin aksine, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
sosyalist devlet inşası deneyimine katkıda bulunmak için Demokratik Almanya
Cumhuriyeti’ne dönen Brecht, Turandot’u kısmen bu Batılı “Marksist”lerin
hiciv yüklü eleştirisi olarak yazmıştı.
Oyunda
nıdyalar, her şeyi olduğunun tam aksi biçimde gösterdikleri için oldukça dolgun
bir maaş alan profesyonel aklayıcılar olarak temsil edilirler. Turandot’ta
Sen, Sosyalizm Olmasın da Ne Olursa Olsunculuk teorisinin kısa bir özetini
sunmadan önce, “Bütün ülkede adaletsizlik hüküm sürüyor” der, devamında da “Nıdya
Akademisi’nde öğrenilecek tek şeyin bu olan bitenin neden böyle olması
gerektiği” olduğunu söyler.[84] Nıdya eğitimi, tıpkı Toplumsal Araştırmalar
Enstitüsü’nün çalışmaları gibi, bize egemen düzenin bir alternatifi olmadığını
öğretir ve böylece sistem değişikliği olasılığını bertaraf eder. En çarpıcı
sahnelerden birinde, Nıdyalar, aklayıcılar kongresine hazırlık yaparken
gösterilirler. Akademideki öğretmenlerden biri olan Nu Şan, bir sepet ekmeği
konuşmacının yüzünün önünde yukarı kaldırabilen veya aşağı indirebilen bir
makara sistemini çalıştırmaktadır. Şi Me adlı bir delikanlıyı Nıdya olmak için
eğitirken, ona “Kay Ho’nun pozisyonu neden yanlıştır” (Kay Ho, Mao Zedong’u
andıran bir devrimcidir) konusunda konuşmasını söyler. Nu Şan, Şi Me yanlış bir
şey söylediğinde ekmek sepetini onun başının yukarısına kaldıracağını ve doğru
bir şey söylediğinde de yüzünün önüne indireceğini söyler. Şi Me’nin egemen
ideolojiye uyum sağlama kabiliyetiyle bağlantılı biçimde, bir sürü indirme
kaldırmadan sonra, onun şiddeti giderek artan, ardı ardına sıraladığı
argümanlar, en sonunda her türlü rasyonel muhakemeden yoksun, cırtlak bir antikomünist
iftira seviyesine ulaşır: “Kay Ho’da filozofluktan eser yok, o gevezenin teki.”
Sepet aşağı inmeye başlar: “Bir baş belasıdır, iktidara susamış, işe yaramazın
tekidir, sorumsuz bir kumarbaz, bir ifşacı, bir tecavüzcü, bir kâfir, bir
haydut ve de bir suçludur.” Sepet, konuşmacının ağzının hemen önünde havada durur:
“Bir zorbadır!”[85] Bu sahne, bir mikro kozmos içinde, sınıflı toplumlardaki
profesyonel aydınlarla onların finansal destekçileri arasındaki ilişkiyi temsil
etmektedir: Birinciler, ikincilere mümkün olan en iyi ideolojiyi temin etmek
suretiyle, hür akademisyenler olarak ekmeklerini kazanırlar. Buradaki mesele, düşüncesini
yiyecek karşılığında satmaktır.
Frankfurt
Okulu’nun “pranga toplumu” içerisinde rızklarını verenlere sundukları hizmet,
asla önemsiz değildi. İkinci Dünya Savaşı’nda 27 milyon Sovyet insanı, Nazi
savaş makinesini yenmek için hayatını vermiş olduğu hâlde (birbirlerinin can
düşmanı olduklarından elbette başkaları da bulunmakla birlikte, komünizm ve
faşizm arasındaki en bariz karşıtlıklardan biri olarak bunu anmak gerekirse);
onlar Dışişleri Bakanlığı’nın “komünizmin faşizmden ayırt edilemez olduğu”
şeklindeki çizgisini sahte diyalektik safsatayı seferber ederek tumturaklı bir
akademik dille savundular. Dahası, sınıf mücadelesinin yerine pratik politik
angajmanlardan koparılmış idealist bir Eleştirel Teori’yi koyarak, çözümlemenin
temelini tarihsel materyalizmden uzaklaştırıp tahakküm, iktidar ve kimlik
fikriyatının genel bir teorik eleştirisine doğru kaydırdılar.
Adorno
ve Horkheimer, böylece en nihayetinde radikal birer şifacı rolünü oynadılar.
Kendilerine radikal bir görünüm vererek, eleştirel faaliyeti Batı yanlısı, antikomünist
bir ideoloji içerisinde yeniden canlandırdılar. Tıpkı Batı Marksizminin
temelini oluşturan, Avrupa ve ABD’deki küçük burjuva aydın tabakasının diğer
mensupları gibi onlar da Doğu’daki yabani barbarlar olarak tarif ettikleri
kesimlere yönelik, sosyal şovenlere has tiksintiyi açıktan dile döktüler. Tiksintinin
asli nedeni ise bu yabani barbarların Marksist teori silâhını Lenin gibi ele
alıp onu kendilerini yönetebilme imkânını elde etmek için kullanmalarıydı.
Kapitalistler tarafından finanse edilen Batı’daki profesörlük şatosunun
kendilerine sunduğu görece rahat koşullarda, “gayri medeni periferideki Bolşevikleşmiş
barbarların eşitleyicilik projesi” olarak adlandırdıkları şeyin karşısında
kendilerini destekleyen Avrupa-Amerikan dünyasının üstünlüğünü savundular.
Ayrıca,
onların genelleştirdikleri tahakküm eleştirisi, nihayetinde solu kapitalist
egemen sınıfın iyi finanse edilmiş siyasi, askeri ve kültürel aygıtına karşı
başarılı mücadeleler yürütmek için gerekli disiplinli örgütlenme araçlarından
mahrum bırakan, parti ve devlet karşıtı bir ideolojinin daha geniş bir biçimde
benimsenmesinin bir parçasıydı. Bu çaba, onların genel yılgınlık
politikalarıyla mükemmel bir uyum içindeydi. Nitekim Adorno, anti-Marksist
biçimde, eylemsizliğin praksisin en yüksek biçimi olduğunu savunmak suretiyle,
bunu açıktan benimsemiş bir isimdi. Dolayısıyla, kapitalist egemen sınıf ve ABD
ulusal güvenlik devleti de dâhil emperyalist devletler tarafından bolca finanse
edilen ve desteklenen Frankfurt’taki Nıdya Akademisi’nin liderleri, en
nihayetinde kapitalizm uzlaşmacılığının antikomünist siyasetinin küresel
sözcülerinden başka bir şey değillerdi. Tüketim toplumunun kimi zaman dikkate
değer ayrıntılarla betimledikleri nahoşlukları karşısında çaresizce ellerini
kavuşturup, bu tür talihsizliklerin sosyalist yoldan tedavi edilmesinin
hastalığın kendisinden çok daha kötü olduğu konusundaki sarsılmaz peşin
hükümleri sebebiyle, bu konuda pratik bir şey yapmayı gene de reddettiler.
Gabriel Rockhill
27
Haziran 2022
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Jürgen Habermas, Axel Honneth ve Nancy Fraser ile ilgili analizim için “Critical
and Revolutionary Theory” yazıma bakılabilir. Academia. Türkçesi: I. Bölüm; II. Bölüm; III. Bölüm.
[2]
Örneğin bkz.: Thomas W. Braden, “I’m Glad the CIA Is ‘Immoral,’” Saturday
Evening Post (20 Mayıs 1967).W. W. Rostow, yayımlanmadan önce Braden’ın
makalesini ABD başkanı ile paylaşıyor. Bu iletişime aracılık edense CIA
direktörü Richard Helms. CIA yazarın ifşa olmaması için bazı gerçekleri sınırlı
bir biçimde dile dökmesini istiyor. CIA direktörü yardımcısı yanında çalışan Victor
Marchetti isimli asistanın izahına göre bu, gizli çalışma yürüten profesyonellerin
kimliklerinin açığa çıkmasını önlemek için başvurulan bir yöntem: “Gizlilik
örtüsü yırtılıp da kamuoyunu yanıltacak, kimliği gizleyen hikâyenin
güvenirliğini yitirdiği durumda, bazen gönüllü olarak gerçeğin bir kısmı kabul
ediliyor, ama önemli gerçekler dile dökülmüyor. Yeni bilgilerin etkisine
kapılan kamuoyu asıl önemli olan meselenin peşine düşmüyor. Buna sınırlı ifşaat
deniliyor” (“CIA to Admit Hunt Involvement in Kennedy Slaying,” The
Spotlight, 14 Ağustos 1978: Archive).
[3]
Bkz.: Gabriel Rockhill, Radical History & the Politics of Art (New
York: Columbia University Press, 2014), s. 207-8 ve Giles Scott-Smith, “The
Congress for Cultural Freedom, the End of Ideology, and the Milan Conference of
1955: ‘Defining the Parameters of Discourse,’” Journal of Contemporary
History, Cilt. 37 Sayı. 3 (2002): s. 437-455. Toplumsal Araştırmalar
Enstitüsü’nün Paris şubesi, Fransa’daki kitle için uygun görülen çalışmaları
denetlemekle görevli Raymond Aron’la sıkı bir işbirliği içerisinde (Bkz.:
Theodor Adorno ve Max Horkheimer, Correspondance: 1927-1969, Cilt. I, Yayına
Hz.: Christoph Gödde ve Henri Lonitz, Çev. Didier Renault (Paris: Klincksieck:
2016), s. 146. Burada Bu çalışmada Fransız baskısından yararlandım, zira Adorno
ve Horkheimer’ın tüm yazışmaları bildiğim kadarıyla henüz İngilizce olarak
basılmadı.). Savaş sonrası dönemde Aron CCF’in felsefi lideri ve yorulmak
bilmez antikomünist ideologu hâline geldi. CIA desteğiyle bu isim, kamuoyu nezdinde
daha fazla görünür kılındı.
[4]
Burada “ajan” derken Lasky’nin CIA ve ABD devletine ait diğer kurumlarla el ele
yürüttüğü çalışmalara atıfta bulunuyorum. O kapsamlı antikomünist propaganda
faaliyetlerinde Lasky tabii ki bir CIA memuru olarak hareket etmedi (Bu husus,
bilebildiğim kadarıyla çürütülmüş bir husus değil.) Lasky’nin CIA ve başka
kurumlarla işbirliği yaptığı, bir dizi resmi belgede Frances Stonor Saunders,
Michael Hochgeschwender, Hugh Wilford ve Peter Coleman gibi araştırmacıların
çalışmalarında ispatlanmış bir gerçek. Lasky’nin Adorno ile yaptığı yazışmaların
bir bölümüne şuradan ulaşmak mümkün: Theodor Adorno ve Max Horkheimer, Correspondance:
1927-1969, Cilt. I-IV, Yayına Hz.: Christoph Gödde ve Henri Lonitz, Çev.
Didier Renault (Paris: Klincksieck: 2016).
[5]
Bkz.: Adorno ve Horkheimer, Correspondance, Cilt. III, s. 291.
[6]
Bkz.: Adorno ve Horkheimer, Correspondance,
Cilt. III, s. 348.
[7]
Bkz.: Michael Hochgeschwender, Freiheit in der Offensive? Der Kongreß für
kulturelle Freiheit und die Deutschen (München: R. Oldenbourg Verlag,
1998), s. 488.
[8]
Hochgeschwender, Freiheit in der Offensive?, s. 563.
[9]
Örneğin bkz.: Minqi Li, “The 21st Century: Is There an Alternative (to
Socialism)?” Science & Society 77:1 (Ocak 2013): s. 10-43; Vicente
Navarro, “Has Socialism Failed? An Analysis of Health Indicators under
Capitalism and Socialism,” Science & Society 57:1 (Bahar 1993): s. 6-30.
Tricontinental, reel sosyalizme ve onun reel kapitalizmle nasıl kıyaslanacağına
dair bir dizi derinlikli analiz sunuyor. Tri.
[10]
John Abromeit, Max Horkheimer and the Foundations of the Frankfurt School (Cambridge,
UK: Cambridge University Press, 2011), s. 42.
[11]
Thomas Wheatland, The Frankfurt School in Exile (Minneapolis: University
of Minnesota Press, 2009), s. 24; Ingar Solty, “Max Horkheimer, a Teacher
without a Class,” Jacobin (15 Şubat 2020): Jacobin; Wheatland, The Frankfurt School
in Exile, s. 13.
[12]
Perry Anderson, Considerations on Western Marxism (Londra: Verso, 1989),
s. 33; Steven Müller-Doohm, Adorno: A Biography, Çev. Rodney Livingstone
(Cambridge: Polity Press, 2005), s. 94.
[13]
Anderson, Considerations on Western Marxism, s. 33.
[14]
Rolf Wiggershaus, The Frankfurt School: Its History, Theories, and Political
Significance, Çev. Michael Robertson (Cambridge, Massachusetts: The MIT
Press, 1995), s. 104.
[15]
Abromeit, Max Horkheimer, s. 150. Sovyetler’e karşı, ihtiyatlı bir
tutumla az da olsa umut besleyen Horkheimer bu umudunu otuzların başında
tümüyle yitiriyor, 1950 sonrasında ise bu sefer Batı’nın liberal demokrasi ile
ilgili geliştirdiği politik gelenekleri tek taraflı olarak savunmaya başlıyor.”
(Abromeit, Max Horkheimer, s. 15, ayrıca bkz.: s. 181).
[16]
Horkheimer’ın iddiasına göre “Eleştirel teori, ne totaliter propaganda gibi ‘derin
köklere sahip’ bir şey, ne de liberal aydınlar gibi bağımsız.” (Max Horkheimer,
Critical Theory: Selected Essays, Çev. Matthew J. O’Connell vd. (New
York: Continuum, 2002), s. 223-4).
[17]
Marie-Josée Levallée, “October and the Prospects for Revolution: The Views of
Arendt, Adorno, and Marcuse,” The Russian Revolution as Ideal and Practice:
Failures, Legacies, and the Future of Revolution, Yayına Hz.: Thomas Telios
vd. (Cham, Switzerland: Palgrave Macmillan, 2020), s. 173.
[18]
Gillian Rose, The Melancholy Science: An Introduction to the Thought of
Theodor W. Adorno (New York: Columbia University Press, 1978), s. 2.
[19]
Wiggershaus, The Frankfurt School, s. 133. Ayrıca bkz.: Solty, “Max
Horkheimer, a Teacher without a Class” ve Rose, The Melancholy Science, s.
2.
[20]
Müller-Doohm, Adorno, s. 181.
[21]
Müller-Doohm, Adorno, 181. Müller-Doohm’un aktardığına göre, “özel
mektuplarında bile, otuzların ortasına dek karşımıza politik durumla alakalı
genel, kötümser ruh hâliyle yüklü tasvirlerden ve muğlâk ifadelerden başka bir şey
çıkmıyor.” (s. 181).
[22]
Anderson, Considerations on Western Marxism, s. 33. Thomas Wheatland, New
York’ta oluşan Horkheimerci çevrenin “günün önemli politik meseleleri konusunda
sessiz kalmayı seçtiğini ve Marksizmlerini tümüyle gizlediklerini” söylüyor. "Horkheimer,
dönemin önemli konu başlıklarıyla politik düzlemde ilişki kurmanın veya politik
eylemliliğin kendisinin olası sonuçlarının yol açacağı risklerle yüzleşmeyi hiçbir
vakit istemedi.” (The Frankfurt School in Exile (Minneapolis: University
of Minnesota Press, 2009), s. 99).
[23]
Bkz.: Stuart Jeffries, Grand Hotel Abyss: The Lives of the Frankfurt School
(Londra: Verso, 2017), s. 72 ve 197.
[24]
Bkz.: Wheatland, The Frankfurt School in Exile, s. 72 (ayrıca bkz.: s. 141).
[25]
Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 136. Brecht’in tespitine göre, “Frankfurt
Okulu bir yandan Marksist bir enstitü pozu keserek burjuvazinin başvurduğu hokkabazlığın
kalıcılaşmasını sağladı bir yandan da ısrarla devrimin artık işçi sınıfının
ayaklanmasına bağlı olmadığını dile getirerek, kapitalizmin yıkılışında rol
oynamaktan vazgeçti” (Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 77).
[26]
Aktaran: Ulrich Fries, “Ende der Legende: Hintergründe zu Walter Benjamins
Tod,” The Germanic Review: Literature, Culture, Theory 96:4 (2021), s. 421,
422. Burada dikkatimi bu önemli makaleye çeken ve kısmi bir çevirisini benimle
paylaşan Helmut-Harry Loewen’e şükranlarımı iletmek isterim.
[27]
Aktaran: Fries, “Ende der Legende,” s. 422, 422.
[28]
Bkz.: Adorno’nun Horkheimer’a gönderdiği 26 Ocak 1936 tarihli mektubu, Adorno ve
Horkheimer, Correspondance içinde, Cilt. I, s. 110.
[29]
Aralarındaki mektup alışverişine bakılabilir: Yayına Hz.: Ronald Taylor, Aesthetics
and Politics içinde (Londra: Verso, 1977), s. 100-141.
[30]
Akt.: Fries, “Ende der Legende,” s. 409.
[31]
Fries, “Ende der Legende,” s. 409, 424.
[32]
Fries, “Ende der Legende,” s. 414.
[33]
Fries, “Ende der Legende,” s. 410.
[34]
Akt.: Jack Jacobs, The Frankfurt School, Jewish Lives, and Antisemitism (Cambridge
UK, Cambridge University Press, 2014), s. 59-60.
[35]
Todd Cronan, Red Aesthetics: Rodchenko, Brecht, Eisenstein (Lanham,
Maryland: Rowman & Littlefield Publishers, 2021), s. 132.
[36]
Akt.: Cronan, Red Aesthetics, s. 151.
[37]
Yahudi İşçi Komitesi liderleri konusunda bkz.: Catherine Collomp,
“‘Anti-Semitism among American Labor’: A Study by the Refugee Scholars of the
Frankfurt School of Sociology at the End of World War II,” Labor History
52:4 (Kasım 2011): s. 417-439. Dubinski’nin CIA ile yürüttüğü çalışma konusunda
CIA’in bilgilenme özgürlüğü kanunu uyarınca kurduğu Elektronik Okuma Odası’nda
yer alan belgelere (CIA),
ayrıca şu çalışmalara bakılabilir: Hugh Wilford, The Mighty Wurlitzer: How
the CIA Played America (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press,
2008) ve Frances Stonor Saunders, The Cultural Cold War: The CIA and the
World of Arts and Letters (New York: The New Press, 1999).
[38]
Bkz.: David Jenemann, Adorno in America (Minneapolis: University of
Minnesota Press, 2007), s. 181-2.
[39]
Bkz.: Adorno’nun FBI’daki dosyası: FBI.
[40]
A.g.e.
[41]
Anderson, Considerations on Western Marxism, s. 34.
[42]
Jeffries, Grand Hotel Abyss, 297. Hatırlanacağı üzere, Habermas Hitler
Gençliği örgütünün üyesiydi, sonrasında Körfez Savaşı’na ve NATO’nun Yugoslavya’ya
yönelik müdahalesine destek sunmuştu.
[43]
Bkz.: Horkheimer’ın 27 Eylül 1958’de Adorno’ya gönderdiği, Habermas ve Marksizmle
ilgili öfkeli kimi ifadelere yer verdiği mektubu: Adorno ve Horkheimer, Correspondance
içinde, Cilt. IV, s. 386-399.
[44]
Akt.: Wiggershaus, The Frankfurt School, s. 554.
[45]
Jenemann, Adorno in America, s. 182.
[46]
Christopher Simpson, Science of Coercion: Communication Research and
Psychological Warfare 1945-1960 (Oxford: Oxford University Press, 1996), s.
4.
[47]
Wiggershaus, The Frankfurt School, s. 397.
[48]
John Loftus, America’s Nazi Secret (Walterville, OR: Trine Day, LLC,
2011), s. 228.
[49]
Wiggershaus, The Frankfurt School, s. 434.
[50]
Wiggershaus, a.g.e., s. 479.
[51]
Robert S. Wistrich, Who’s Who in Nazi Germany (New York: Routledge,
2001), s. 281.
[52]
Akt.: Jenemann, Adorno in America, s. 184. Adorno her şeyi açıkça ifade
ediyor: “Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü Frankfurt Üniversitesi bünyesinde İşgal
Altındaki Almanya Yüksek Komiserliği’nin desteğiyle kuruldu, ayrıca Amerikan
kurumlarının büyük desteğini gördü. Kurumun amacı, Amerika’da ve Almanya’da
kullanılan araştırma yöntemlerini bütünleştirmek ve Alman öğrencilerin Amerikan
demokrasisinin sahip olduğu ruhla eğitilmelerine katkıda bulunmak.” (Jenemann, Adorno
in America, s. 184).
[53]
Wiggershaus’un tespiti şu şekilde: “Horkheimer, Paul Tillich gibi savunan veya
Hugo Sinzheimer ve Hermann Heller gibi, Nazizmin açık muhalifi ve kendisini davaya
adamış bir demokrat değildi.” (The Frankfurt School, 112). Adenauer
konusunda bkz.: Rockhill, “Critical and Revolutionary Theory,” ayrıca Philip
Agee ve Louis Wolf, Dirty Work: The CIA in Western Europe (New York:
Dorset Press, 1978).
[54]
Akt.: Yayına Hz.: Wolfgang Kraushaar, Frankfurter Schule und
Studentenbewegung: Von der Flaschenpost zum Molotowcocktail 1946-1995, Cilt.
I: Chronik (Hamburg: Rogner & Bernhard GmbH & Co. Verlags KG, 1998), s.
252-3.
[55]
William Blum, Killing Hope: US Military and CIA Interventions since World
War II (Londra: Zed Books, 2014).
[56]
Jeffries, Grand Hotel Abyss, s. 297.
[57]
V.I. Lenin, Collected Works, Cilt. 22 (Moskova: Progress Publishers,
1966), s. 309.
[58]
Komünistlerin ırklarına odaklanılması, antikomünist ideolojinin önemli bir unsurudur.
Bu konuda bkz.: Domenico Losurdo, War and Revolution, Çev. Gregory
Elliott (Londra: Verso, 2015).
[59]
Theodor Adorno ve Max Horkheimer, “Towards a New Manifesto?” New Left Review
65 (Eylül-Ekim 2019), s. 49.
[60]
Adorno ve Horkheimer, “Towards a New Manifesto?”, s. 59.
[61]
Adorno ve Horkheimer, “Towards a New Manifesto?”, s. 59.
[62]
Adorno ve Horkheimer, “Towards a New Manifesto?”, s. 57.
[63]
Adorno ve Horkheimer, “Towards a New Manifesto?”, s. 57, 59.
[64]
Adorno ve Horkheimer, “Towards a New Manifesto?”, s. 41. Horkheimer, farklı yerlerde
kapitalizm yanlısı, komünizm karşıtı görüşler dile getirmiş bir isim. Örneğin 27
Eylül 1958 tarihinde Adorno’ya gönderdiği o uzun mektubunda, “devrimin aslında
terör aşamasına geçiş anlamı taşıdığını” söylüyor, ayrıca “bireysel özgürlük
fikrinin ve hakiki toplum fikrinin hâlen daha kendisine yer bulduğu burjuva
medeniyetinden arta kalanları savunmak gerektiğini” iddia ediyor (Adorno ve Horkheimer,
Correspondance: 1927-1969, Cilt. IV, s. 395). Bir başka örnek de şu: 1968’de
Horkheimer, açıktan, kendi konumunu karşı-devrimcilik olarak tarif ediyor: “Tüm
şüpheli yanlarıyla, tüm o kusurlarına rağmen demokrasinin kaçınılmaz olarak ancak
devrimin sonucunda teşkil edilebilecek bir şey olarak diktatörlük karşısında
daha hayırlı olduğu görüşünü, hakikat aşkına savunmak gerektiğini düşünüyorum.”
(Horkheimer, Critical Theory, s. viii). Horkheimer’ın “Doğu’nun yabani
barbarlığına yönelik eleştirisi”ni aktaran Stefan Müller-Doohm, o yedi yüz
sayfalık Adorno biyografisinde şunu söylüyor: “Adorno ve Horkheimer Doğu Bloku
ve Sovyetler yanında komünist Çin konusunda da aynı fikirdeydi.” (s. 415). Sömürgecilik
konusunda ise Horkheimer, Adorno’ya yazdığı mektupta, “Avrupa’nın sömürgecilik
döneminde üstünlüğünü kalıcı bir biçimde korumaya dair rüyası kötü bir rüya
olsa da bu rüyanın gene de hayırlı yönleri vardı.” (Adorno ve Horkheimer, Correspondance,
Cilt. IV, s. 466).
[65]
Max Horkheimer, “The Authoritarian State,” Telos 15 (Bahar 1973): s. 16.
[66]
Bkz.: Domenico Losurdo, El Marxismo occidental: Cómo nació, cómo murió y
cómo puede resucitar, Çev. Alejandro García Mayo (Madrid: Editorial Trotta,
2019). Özgün hâli İtalyanca olan bu kitabın Steven Colatrella elinden çıkan İngilizce
çevirisi 1804 Books yayınevince basılacak.
[67]
Max Horkheimer, Gesammelte Schriften, Yayına Hz.: Alfred Schmidt ve
Gunzelin Schmid Noerr, Cilt. 18 (Frankfurt am Main: S. Fischer, 1985), s. 73. Ayrıca
bkz.: Müller-Doohm, Adorno, s. 334. Adorno militan antikomünist ve CIA
işbirlikçisi Arthur Koestler’in konumuna açıktan destek sunacak kadar ileri giderek
şu tespiti yaptı: “Komünizm, Koestler’in de dediği gibi sağcı bir parti hâline
geldi […] o kendisini tümüyle Rus emperyalizmiyle tanımlı kıldı.” (Adorno ve Horkheimer,
Correspondance, Cilt. IV, s. 655).
[68]
Bu belge, CIA’in bilgilenme özgürlüğü kanunu uyarınca kurduğu Elektronik Okuma
Odası’nda yer alıyor: CIA. Bu belgeye dikkatimi çektiği için Colin
Bodayle’ye şükranlarımı sunuyorum.
[69]
Theodor Adorno, Critical Models: Interventions and Catchwords, Çev.
Henry W. Pickford (New York: Columbia University Press, 2005), s. 94.
[70]
Adorno, Critical Models, s. 94.
[71]
Adorno, Critical Models, s. 94.
[72]
Müller-Doohm, Adorno, s. 438.
[73]
Müller-Doohm, Adorno, s. 438.
[74]
Müller-Doohm, Adorno, s. 438.
[75]
V.I. Lenin, Collected Works, Cilt. 16 (Moskova: Progress Publishers,
1977), s. 332.
[76]
Lenin, Collected Works, Cilt. 16, s. 332.
[77]
Öğrencilerle ilgili bu değerlendirmenin meşruluğunu “Eleştirel Teori, Devrimci
Teori” çalışmamda tartışıyorum.
[78]
Adorno, Critical Models, s. 267. Adorno’nun eylemsizliğe yönelttiği temelsiz
diyalektik övgüsü, Marcuse’yle öğrenci eylemleri konusunda yaptığı yazışmada da
tekrarlanıyor: “Sen de en az benim kadar çağımızın yüzleştiği o korkunç duruma
karşı koydun. Yahudiler katledildiler. Yolları kesildi. […] Açık bir biçimde
dile getirmem gerekirse: bence öğrenci eylemlerine katılmadan yoluna devam
ederek kendini avutuyorsun, Vietnam veya Biafra’da olan biten sebep oluyor
buna. Eğer gerçek tepkin buysa, o vakit napalm bombalarının yol açtığı dehşete
değil ayrıca Vietkong’un sürekli yaptığı, bahsi dahi edilmeyen Çin usulü işkencelere
de tepki koymalısın. (Adorno ve Marcuse, “Correspondence on the German Student
Movement,” New Left Review 233 (Ocak-Şubat 1999), s. 127). Adorno, başka
yerlerde de benzer şeyler söylüyor. Örneğin 1969 tarihli “İstifa” ile ilgili
metninde her türden eylem karşısında ütopyacı düşünceyi övüyor: “Uzlaşma nedir
bilmeden eleştirilerini dile döken, ne başkasının aklıyla düşünen ne de kendisinin
korkutulup eyleme sürüklenmesine izin veren bir eleştirel düşünür, hakikatte
teslim olmayan düşünürdür. […] Aslında düşünmek, direnişe ait bir güçtür.”
(Adorno, Critical Models, s. 293).
[79]
Adorno, Critical Models, s. 268.
[80]
Adorno, Critical Models, s. 268.
[81]
Koestler, hem CIA’e bağlı Kültürel Özgürlük Kongresi’nde hem de MI6’e bağlı
Enformasyon Araştırmaları Dairesi’nde önemli bir isimdi.
[82]
Aktaran: Esther Leslie, “Introduction to Adorno/Marcuse Correspondence on the
German Student Movement,” New Left Review 233 (Ocak-Şubat 1999), s. 119
ve Kraushaar, Frankfurter Schule und Studentenbewegung, Cilt. 1, s. 374.
[83]
Kraushaar, Frankfurter Schule und Studentbewegung, Cilt. 1, s. 398. Krahl, aynı
akşam hapisten çıkartılmayan tek eylemciydi. Adorno, suçlamaların düşmesine
yönelik baskıya rağmen, öğrenci örgütü Yıkıcı Eylem’e karşı 1964’te yaptığı
gibi, Krahl’dan davacı olmaya karar verdi.
[84]
Bertolt Brecht, Collected Plays: Six, Yayına Hz.:. John Willett ve Ralph
Manheim (Londra: Random House, 1998), 189.
[85] Brecht, Collected Plays: Six, s. 145.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder