Depremle
depreşen fenalıklar depremden önce yok muydu sanki?” şeklindeki soru, herkesin
fenalıklara bir şekilde zaten katılmış olduğunu ortaya koyuyor. Tıpkı spor kulüplerinin
borçlarında iyileştirilmeye gidilmesi ve vergilerinin silinmesi karşısında
takındığı tavırda veya neyi öğrendikleri belli olmayan öğrencilerin hep bir
ağızdan kredi borçlarının silinmesi için yaygara koparmalarında olduğu gibi.
Halkın
hesap sormak gibi bir derdi olmadığından, o, fenalıkta ve habasette katılım
göstermek için birbirlerini eziyor.
Çok
değil, seksenlere kadar her türlü fenalığı, habaseti işleyenlerin karşısında
kendisini bundan beride tutmaya çalışan insanlar vardı. Bunlar, yiyicilerin ve
kan emicilerin her türlü maske altında parsayı götürdüklerini bilseler de
örgütlü direniş ihtimali çok öncelerde küresel sistem ve onun devlet içindeki
tabak altlıklarıyla budandığı için kendisini en azından çamurlu su
sıçramasından korur gibi uzakta tutmaya çalışan insanlardı. Şimdi ise Platon’un
iyisine iştirak etme çözümlemesi yerini, kötülüğe katılıma bırakmış hâlde.
Tıpkı “katılım” sözcüğünün bütünüyle bir finans sistemi üzerinden dilimizde
yerleşiklik kazanması gibi.
Kötüye
katılan katılımcılar, onları bir iç yapışkanlık marifetiyle tutacak aygıtın
maddi temerküz ve teraküm olduğunun bilincindeler. “İyi”, kimi batı dillerinde “mülk,
servet” ile ortak anlamlı. “İyi olma, en büyük servettir” şeklindeki bir
iddianın, “en büyük servet sahibi olmaklık iyidir” diyenlere söyleyebileceği
bir şey kalmamış denilebilir. Çünkü iyi birdir ve tektir; o nedenle iyi olmak,
ancak ona iştirak etmek ile mümkündür. Münferit bir iyi, -nasıl olacaksa- asli
iyi olanla iştirak etmedikçe ‘öğsüz’ kalacaktır. Ama kötünün bağı yoktur, başı
baştan bağlı da değildir, o nedenle bireysel olarak kötü, en kötü hâline azami
bireysellikte ulaşacaktır. O nedenle siz saygıdeğer kötülük katılımcılarının
örgütlülükleri de gizlice saklıca olmak zorundadır. Liberalin bireycilik
tutkusunu körüklemesi bu nedenle çok inatçıdır. Bundan ötürü de bir liberal
çoğu cümlesinde bu eksikliği ve öğsüzlüğü gidermek için “küresel” sözcüğünü
kullanmak zorunda kalır; her ne kadar son zamanlarda bunu açıktan
kullandıklarını göstermemeye çalışsalar da.
Türkiye,
yılda bilmem kaç bin ton ekmeği çöpe atan bir ülkeymiş. Yazık, milli servet
dedikoduları bir yana, Tanrı’ya kırgın olan Mehmet Görmez de israf üzerine
konuşma metnini bize sunmak için koltuğunun arkasına yaslanıyor. (Hayrettin
Karaman, doksanların sonunda “devlet, depremde enkaz altında kalacak insanlar
için zamanında önlem almadıysa cinayete katılımda suçludur” derken şimdi ne
düşünür acaba?) Peki ekmeğin alındığı günden sonra saatler içinde yenilebilir
olmaktan çıkmasından kim sorumlu? Yenecek ekmek bulamaz oluşumuz, ekmeğin
ederinin parayla karşılanamadığı bir döneme doğru geçildiğini bize neden hiç
kimse anlatmıyor? Fırıncılar odasının ekmeğin yenilecek hâlde üretilmemesinde
hiç mi suç payı yok? Nedir çöpe atılan ekmekteki suçu halkı yüklemenizdeki
sebep? Fırıncılar odasındaki yozlaşma ve çürüme Kızılay’dakinden çok mu masum?
Gürbüzce yetişecek yerlere bilinçli devlet politikasıyla ev dikilen ovalara
buğday dikmemizi engelleyen egemen zihniyet, “siz ekmek mekmekle uğraşmayın
Yunanistandan ithal ediverin, olsun bitsin” dese; bu biti haddinden fazla
kanlanmış ekmek ve fırıncılar odası ilk yürüyüş yapan olur ülke sathında.
Sanki
istediği hamlenin ve şartların oluşması için AKP düzeneğinin söz konusu bu
şartlar ve hamlenin tersi yahut tartışma uyandıran zıddını dile getirmesi kâfi.
Muhalif düzeneği, mikrofonun kendisine geldiğini anladığı an bunların tam
tersini dillendirmek, yahut ölçüsüz ve bağnaz taraftarlığını yapmak suretiyle AKP’ye
kendi lehlerine bir ortam oluşturma fırsatını yaratıp sırasını savmakla
muvazzaf. Bu, ekseriyetle ayranı hemen kabartılmaya hazır ve kutuplaşmaya
müsait konular için cari. Çok daha incelikli ve üstü örtülü alçaklıklarda ise
sanki yedi göbekten kardeşlermiş gibi ağız birliği yapabiliyorlar; o hususlar
öyle kritik ki; egemenler, hiçbir şekilde sahte-pseuda muhalefetin bir seçenek
olarak dahi görülmesine müsaade etmiyorlar: kentsel dönüşüm; HDP içindeki bazı
kliklere tanınan vakıf kurma, para toplama türünden hak ve imtiyazlar gibi
nazik konularda. Dolayısıyla Ahbap ile Kızılay arasında bir takım akçeli işler
olması zorunludur. Öyle olmasa, birtakım mahfiller tarafından borç ve ceza
davalarıyla tasmalanan Haluk Levent, bu akçeli satışı defaten yaygara ile
ortaya çıkartırdı. Bu düzenek ve tertibat dâhilinde kimin kör, kimin ise
tutulan olduğu belli değil. Bellenen ise halkın ta kendisi. Haluk
tasmalanmasaydı Atilla Taş olurdu Ahbap önderimiz. Buna aymak çok mu zor yani?
Neyse,
biraz da Uğur Dündar, Ufuk Uras, Ataol Behramoğlu, Erkan Baş ve Nurullah Ankut’u
aynı çizgide buluşturabilmiş bir siyasi manevrayı izleyelim. Bu manevra öyle
ki, AKP’ye ihale ettiği başkanlık sisteminin köklerini Kenan Evren cuntasına
yol vermişliğiyle tutarlılık içerisinde sağlamlaştırıyor. Tam ve dört dörtlük rampant
kapitalizmin can alıcı ve boğaz yakıcı soluğunu her daim ensemizde
hissediyoruz. Başkanlık sayesinde egemenlerin tüm hoyratça deneyleri ve sömürü
sadmeleri halka artık rahatlıkla uygulanabiliyor. Güçbela ayak direyebilecek
her türlü oluşum, rahatlıkla bertaraf edilebiliyor.
Sermaye
sahiplerinin günümüz Türkiyesi dışında elini kolunu sallayarak atını dört nala
koşturarak böylesine gaddarca hükmünü icra edebildiği hiçbir dönem olmamıştı
geçmişte, işgal yıllarının İstanbulu da dâhil olmak üzere. Neredeyse her bir
bakanın özel sektör girişimcisi ve sermayedarı, yahut o sahanın küresel bir
yönetim kurulu üyesi olduğu bu ülkede samanın ithal edilmesi, otel
bölgelerindeki hoyrat kan emicilikler, devlet hastanelerinden faydalanamayıp
özel sağlık sigortalarına geçenlerin artması; devlet okullarında öğrencilerin
değil öğretmenlerin dahi canının tehlikede olduğu şartların hâkim olması ve
çaresiz insanların özel okullara çocuklarını yazdırmaya çalışması… tüm bunlar
boşuna mı oluyor?
Demek
ki turizmi teşvik için ve para karşılığı vatandaşlık satmak için gitmişiz
zamanında Yemen çöllerine. Ve bırakın tebessümü, kahkahayla gavur döllerine
karşılık vermekte ve Çanakkale’nin geçilebildiğini söyleyebilmekte beis
görmemekteler. Peki bu azgın kapitalizm, böylesine bir başkanlık sisteminde
hangi umduğunu bulamadı da bizi farklı ittifaklarla, yahut Altılı Masa nevinden
oluşumlarla neden baş başa bırakabiliyor? Daha yakıcı ve daha azgın bir planı
da mı var bu sistemin?
Federal
yapı 2008’den beri ilmek ilmek işlenerek geldi. Nedir size ayak bağı olan ey
egemenler, sermaye sahipleri? Ya da alternatif ittifaklar size daha nasıl bir
pamuk yatak sunacak olabilir ki? Kanımızı satmak organlarımızı bağışlatmak, eee
geriye ne kaldı? Bunları zaten Kızılay’la yapmıyor muyduk?
99
depremi sonrasında Turgut Cansever öncülüğünde planlanan yeni mimari ve şehir
düzenleme toplantılarının sonuç bildirgesi ve teklifi, yine AKP şürekası
tarafından reddedilmiş ve sumen altı edilmişti. Şimdi bu şüreka, pabucun gayet
pahalı olacağı bir halk mahkemesinde yaptıklarının cinayete azmettirme suçu
olduğu iddiasıyla yargılanacak olsalar, ilk savunmaları elbette “kandırıldık”
olacak ve müteahhit şebekesini ateşe atmakta hiç vakit kaybetmeyecektir. Kalın
enseleri ve kırmızı yanaklarıyla karşılarında önlerimizi ilikleyecek değiliz.
Elbet hesaplaşacağız…
Coltius
11 Mart 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder