Türkiye’nin Kuzey ve Güneyindeki Sermaye Koridorları
Kentsel
dönüşüm AKP ile başlamadı. Kapitalizmin “neoliberal” denilen evresiyle de
başlamadı. Büyük kentler, her daim, dönemin sermaye birikim stratejisine uygun
ve bir biçimi olan şantiye görünümündeydiler.
Kentsel
dönüşüm, Türkiye kapitalizmine özgü de değildir. Uluslararası sermaye
birikiminin ihtiyaçlarının damgasını taşır.
21.
yüzyılın hemen başında kapitalist dünya çapında bu açıdan yaşanan temel
değişimler şunlardır:
1.
Kent planlamasının son kalıntılarının da ortadan kaldırılması, yerini büyük
kentsel (ve kırlara da yayılan) projeler biçimindeki girişim ve yatırımların
alması.
2.
Kentlerin artı-değer içeren metaların üretildiği ve tüketildiği, emekgücünün
yeniden üretildiği yerler olmakla kalmayıp, kentlerin bizzat kendisinin projeci
yeniden üretiminin, büyük çaplı artı-değer (ve bunun içinden faiz ve rant
paylarının) üretimine dönüşmesi.
Bu
noktada artık, kamu arazilerinden, toplumsal emeğin yaşam ve yeniden üretim
alanlarından, doğadan, orman ve su havzalarından (bunların yıkılmasıyla)
üretilen ve aynı zamanda aşırı birikmiş finans sermayesine yeni değerlenme
alanları açan, büyük rant arazilerine yapılan büyük altyapı ve inşaat projeleri
ile kentin kendisinin durmaksızın yapboz yeniden üretimi, sermayenin yeniden
üretimi ve değerlenmesiyle çakışmaktadır.
Kentin
bizzat sermaye olarak değerlenmesi ve aynı zamanda hayali ve spekülatif sermaye
olarak şişirilmesi; mülkiyet transferi ve yerinden etme ile emeğin, yaşam
alanlarının ve doğanın yıkıcı değersizleştirilmesi ve emeğin ve doğanın yeniden
üretim süreçlerinin sermaye çarkları içinde öğütülmesi üzerinde yükselir.
Türkiye’de
bu sürecin ilk adımları, IMF ve “güçlü ekonomiye geçiş programı” çerçevesinde,
kamu bankalarında başlatılan Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı düzenlemeleriyle
(AKP öncesi, 2001) başlatıldı. Kentsel dönüşüme dair daha bu ilk adım, finans,
sanayi ve rant sermayelerinin kaynaşmasıyla oluşan yeni bir mali sermaye
biçimini de ortaya çıkardı.
2004
yılında gecekondu yapımı 5 yıl hapis cezasına tabi suç addedilerek, yasaklandı.
Bunu 2005’te gecekondu alanlarını, tarihi ve doğal koruma alanlarını yerle bir
edip mülkiyetini sermayeye devredecek düzenlemelerle birlikte, belediyelere
TOKİ ve özel yatırımcılar ile birlikte kentsel dönüşüm projeleri yürütme
yetkisi verilmesi izledi. 2007’de ise bankalara mortgage ve bireysel konut
kredisi yetkileri verildi. Böylece, giderek vites büyüten kentsel dönüşüm
projeleriyle birlikte, banka, sanayi, gayrimenkul, belediye ve devlet
sermayelerinin kaynaşmasından oluşan mali sermayenin projeci birikimi de vites
büyüttü.
2009’a
gelindiğinde, dönemin başbakanının belediye başkanlarına ettiği, “projeniz varsa
konuşun, yoksa vaktimi harcamayın” sözlerinin liberal medyada alkışlandığı,
İstanbul Çevre Düzenlemesi’nin “İstanbul’un yeni anayasası”, “İstanbul,
kelimenin tam anlamıyla bir iş merkezine dönüşüyor” manşetleri ve sermayenin
sevinç gösterileriyle karşılandığı bir noktaya gelinmişti bile:
“Plana göre kent, kültür
ve iş dünyasının taleplerine uygun hale gelecek. Galataport, Dubai Kuleleri,
Haydarpaşa Port, Zeytinburnu Silikon Vadisi gibi kamuoyunda tartışılan projeler
de bu plan sayesinde hayata geçme şansı bulacak. Avrupa yakasında dokuz,
Anadolu yakasında ise yedi ticaret ve hizmet merkezi konumlanacak. Bu
merkezler, kentin gelişme potansiyeli çerçevesinde nüfusu yayacak. (…)
İşlevsellik ve fonksiyonlarına göre kademelendirecek. İş merkezleri, bu amaçla
geleneksel, birinci, ikinci derece ve alt merkez olarak kategorilere ayrılacak.
Plana göre Anadolu yakasında Ataşehir, Avrupa yakasında Silivri, İkitelli,
Bağcılar bölgeleri birinci derece ticaret ve hizmet merkezi haline getirilecek.
Pendik ve Esenyurt’ta İkinci derece ticaret ve hizmet merkezleri kurulacak. Alt
merkezler ise Avrupa yakasında Çanta, Selimpaşa, Avcılar, Gaziosmanpaşa,
Anadolu yakasında da Ümraniye, Kartal ve Sabiha Gökçen Havaalanı yakınlarında
kurulacak. Eminönü bölgesi geleneksel merkez olarak konumlanırken,
Haydarpaşa’yı da içine alan bölge turizm, ticaret, kültür ve konut alanı olarak
hazırlanacak. Ayrıca sınırları Beşiktaş, Güngören, Gaziosmanpaşa, Kağıthane ve
Şişli’yi kapsayan bölge ise merkezi iş alanı ve bütünleşme bölgesi olarak
değerlendirilecek. (…) Ülke ve uluslararası boyutta yönetim, kontrol,
koordinasyon fonksiyonları belirlenecek, finans kuruluşları, özelleşmiş,
ihtisaslaşmış hizmet ve ticaret fonksiyonları yer alacak.”[1]
Bu
gibi büyük çaplı projeler, sermaye kesimleri arasındaki güç ve paylaşım
mücadeleleri ve birçok alandaki emek, halk direnişleri ile belli değişimlerle
de olsa, önemli bölümünün bugün gerçekleştirilmiş veya gerçekleştirilme
sürecinde olduğunu; ve gerçekleşen ve gerçekleşme sürecindeki her projenin yeni
ve daha büyük projelerin de itici gücünü oluşturduğunu, İstanbul’da gelip
dayandığı noktanın da Kanal İstanbul projesi olduğunu belirtelim.
Çevre
ve Şehircilik Bakanı, 2018’de şu açıklamayı yapıyor:
“Kanal İstanbul’un
1/100.000 ölçekli planları hazır, bunları yayımlamadık, ama hazır. Ulaştırma ve
Altyapı Bakanlığımız da ihale sürecini yürütüyor. İhaleye esas olmak üzere
onlar bize belli bir noktalar verdiler. (…) Buranın master planı yapılırken,
bölgesel olarak finans adası, fuar alanı, üniversite alanı, yerleşim alanı gibi
birçok alanda çalışmalar da yaptık. Belki bu süreçte önceliğimiz, Kanal
İstanbul Projesi olduğu için oraya yoğunlaşıyoruz. İleriki süreçte bu
çalışmalar daha çok ön plana çıkacak.”
Bakan
devamla, proje kapsamında yaklaşık 500 bin kişilik bir nüfus öngörüldüğünü,
buraya yapılacak konut projelerini aynı zamanda İstanbul’un deprem dönüşümünde
rezerv konut olarak kullanmak istediklerini, ilk etapta ilk yerleşimi THY ile
Emlak Konut’un beraber sahip olduğu 3 milyon 600 bin metrekarelik alana 3.
havaalanı çalışanlarına dönük olarak yapılacak 7 bin civarında konut projesi
olarak düşündüklerini belirtiyor:
“Şehir meydanlarının
olduğu, meydanların etrafında camiler, yeşil alanlar, sosyal alanların
yerleştiği örnek bir proje olsun istiyoruz, hatta bunun belki bir kısım
örneğini de Türk Hava Yolları ile Emlak Konut’un beraber 3 milyon 600 bin
metrekarelik bir alanı var, orada yapacağız. İnşallah ilk yerleşimi de orada,
3. Havalimanında çalışanlara yapacağımız, ilk etapta yaklaşık 7 bin civarında
konut projemiz var. Bunun da inşallah Şubat ayında ihalesini gerçekleştirmeyi
planlıyoruz. (…) Bu projede zemin artı 4’ü geçmeyecek. Örnek bir proje olacak
ve 3. Havalimanında çalışanların erişiminin kolay olduğu bir proje olarak
karşımıza çıkacak.”[2]
Bu
açıklamayı aklımızda tutarak devam edelim. 6 Şubat 2023 Maraş-Antep merkezli
depremlerin hemen sonrasında aynı bakan, yeniden gündemleşen İstanbul depremi
olasılığına dair olarak, adını koymadan Kanal İstanbul projesini
gündemleştirdi. Buna göre, İstanbul’da depreme dayanıksız binalarda yaşayan 1.5
milyon kişilik nüfus, İstanbul’un iki yakasının çeperlerindeki “rezerv
alanları”nda yapılacak konut projeleriyle tasarlanan yeni uydu kentlere
nakledilecekti!
6
Şubat depreminin İstanbul’da beklenen deprem tedirginliğini muazzam artırmasını
fırsat bilen bu açıklamanın hızı, Kanal İstanbul projesi kapsamındaki Yenikent
projelerinin hazır olmasına, hatta ihale süreçlerinin başlatılmış olmasına
dayanıyor. Beklenen İstanbul depremi, Kanal İstanbul projelerini realize etmek
için kullanılan piyasa enstrümanı. Nitekim, 6 Şubat depreminden sonra içişleri bakanının yaptığı “biz İstanbul depremine hazırlanıyorduk” açıklaması, İstanbul depremini
Kanal İstanbul projelerini realize edip hızlandırmak için kullanmayı
hesapladıklarını gösteriyor.
İstanbul’da
depreme dayanıksız konutlardan 1,5 milyon kişilik nüfusun acil olan 300 binini,
Kanal İstanbul projesi kapsamındaki Yeni Kent ve konut projelerine kaydırma
söylemi, yalnızca Kanal İstanbul proje ve ihalelerinin kozmetiğidir, çünkü: Bu
alanlardaki fahiş rant ve gayrimenkul spekülasyonu ile arazilerin büyük bölümü,
çoktan büyük sermaye kesimleri tarafından kapışılmıştır. Geriye, diyelim ki
TOKİ konutları yapmak için çok sınırlı kamu arazileri kalmıştır. Onları da
Çevre ve Şehircilik bakanının 2018 açıklamasından görüleceği gibi, bölgedeki
havalimanı gibi uluslararası lojistik arterlerinin yönetici ve en yüksek
ücretli (pilotlar vd.) kesimleri için ve aynı zamanda bölgeyi daha büyük imar
projelerine açmanın kaldıracı ve “prestij” ve “teminat”ı olarak düşünülen
projelere ayrılmıştır. Yani sözkonusu alanlarda büyük sermaye kesimlerinin özel
toprak mülkiyeti tekeli ve fahiş gayrimenkul fiyatları ve spekülasyonu
nedeniyle, arazi üzerinde özel mülkiyet kaldırılmadan, 300 bin kişilik “ucuz”
TOKİ konutları mümkün değildir. İstanbul’da depreme dayanıksız bölge ve
binalardan nakledileceği söylenen 1,5 milyon kişinin çok büyük çoğunluğu, imara
açılan yeni alanlardan, bırakalım fahiş fiyatlı konut almayı, çok sınırlı
olarak yapılabilecek TOKİ “deprem” konutlarına da güç yetirebilecek durumda
değildir.
İkincisi,
sözkonusu alanlarda zemin sıvılaşması vardır. Bu yüzden de bu alanlara 8-10
katlı toplu konutlar yapılamaz. Ancak üst ve üst-orta sınıflar için müstakil
evler ya da 3-4 katlı güçlendirilmiş/kazıklı binalar yapılabilir ki, Bakanın
“müjde” açıklamasından görülebileceği gibi, bunların hangi sınıf ve kesimlere
“rezerve” edileceği önceden bellidir, bunlara da uzaktan yakından emekçilerin
gücü yetmez.
Üçüncüsü,
Van depremi sonrası çıkartılan Afet Yasası kapsamında, kapitalist devletin
İstanbul’da yaptığı düzenlemelere bakıldığında, bunların deprem yıkımı riskinin
yüksek bölgeleri kapsamadığı, yalnızca rantı daha yüksek olan depreme dayanıklı
alanlarda yapılan soylulaştırma projeleri olduğu görülür.
Dolayısıyla
kapitalist devlet, deprem bölgesinde yaptığı gibi, İstanbul’da da beklenen
deprem vesilesiyle yine bir olağanüstü hal yasasıyla, İstanbul’un (depreme
dayanıklı alan ve bina olup olmadığından bağımsız olarak) belli alanlarına
fiilen el koyup, yine 100 binlerce kişiyi mülksüzleştirmeye ve yerinden sürmeye
kalkışırsa, bu yeni nisbi artı-nüfusun büyük bölümünün, Kanal İstanbul projesi
ve “rezerv alanları”nda bulup bulabileceği “konut”, ancak inşaat işçisi olarak
çalışabilecekleri kamplardaki, geçici baraka ve konteynırlar olabilir!
Şimdi
biraz daha derine gidelim. Soru şu: Kanal İstanbul kapsamındaki ihaleleri neden
Ulaştırma Bakanlığı yapıyor ve bu alandaki ilk konut projelerinden biri neden
İstanbul 3. havalimanı ile bağlantı içinde yapılıyor?
Ulaştırma
Bakanlığı, 1980’lerden itibaren adım adım diğer bakanlıkların bünyesindeki,
demiryolları, limanlar, hava limanları, karayolları inşaatlarını, denizcilik ve
kıyı emniyeti müsteşarlığını, telekomünikasyon ve bilişim-iletişim kurumlarını
devralmaya başlayarak; 2011’de “Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı”,
2018’de ise “Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı” biçimini aldı. Ulaştırma
Bakanlığının kapsamının durmaksızın genişletilmesi ve neredeyse (enerji dışındaki)
bütün altyapı projelerini de kapsamına almasını şöyle açıklayabiliriz:
1.
Kapitalizmin kâr oranlarının düşme eğilimi ve krizi çerçevesinde, lojistik ve
bilişim-iletişimin sermaye döngüsü hızını ve kârlılığı yükseltmede hem
ekonomi-politik hem de jeo-stratejik olarak kritik bir önem kazanması.
2.
Türkiye kapitalizminin uluslararası kapitalist işbölümünde, aynı zamanda,
bölgesel lojistik üssü olarak (enerji, ulaşım-lojistik, bilişim-iletişim
hatları geçiş hatları) yeniden konumlanman(dırıl)maya çalışılması.
Şimdi
bu gözle Kanal İstanbul projesine yeniden baktığımızda, onun son dönemde Türkiye’nin
kuzeyinde ve özellikle İstanbul ve çevresinde yoğunlaşan yeni uluslararası
ulaşım ve tedarik zincirlerinin altyapısının kurulumuyla önemli ölçüde
çakıştığını görürüz:
İstanbul’da
3. köprü ve Çanakkale boğazı köprüsü, İstanbul’da 3. havalimanı, Marmaray ve
Avrasya tüneli (tüp geçit), Kuzey Marmara Otoyolu, hızlı yük trenleri için
demiryolları, yeni limanlar, Gebze ve Hayrabolu’da silikon/bilişim vadileri…
Kuzey
Marmara Otoyolu Gebze/Kocaeli’den Çerkezköy’e kadar uzanıyor ve Türkiye’nin en
büyük, çok sayıda uluslararası yatırımın da olduğu sanayi bölgelerini birbirine
bağlıyor. Demiryolu hatlarını da kapsayan yeni köprü ve tüp geçitlerle birlikte
hızlı demiryolu taşımacılığı ve tedarik hatları ise, Çin’in Bakü-Tiflis
hattından gelen kuşak ve yol projesi ile, Avrupa’nın Manş, Almanya, Fransa,
Çekya, Bulgaristan üzerinden gelen ulaşım arterlerini Avrupa Kafkasya Asya
Ulaştırma Koridoru (TRAGECA) çerçevesinde birbirine bağlıyor.
Çin’den
Avrupa’ya çok modlu (kara, demir, hava, deniz yolları) kesintisiz
ulaşım/tedarik koridorları… Burada Japonya-Avrupa finansmanı ile yapılan
Marmaray ve tüp geçidi ve Türkiye’ye Kars’tan girip Erzincan ve Erzurum
üzerinden Ankara’ya ulaşan, oradan Eskişehir ve Kocaeli yolu ve Marmaray
üzerinden Halkalı ve Çerkezköy’e bağlanarak (yani Ankara, Eskişehir, Konya’daki
sanayi bölgelerini de Marmara hatlarına bağlayan) Avrupa güzergâhına devam eden
Çin Ekspres Yük Treni hattını ve tabii yeni havalimanı, köprü ve limanları
hatırlatmak yeterli olacaktır.
Kanal
İstanbul’u salt kanal olarak algılayanlar, Kanal İstanbul projesinin bir
kanaldan ibaret olmadığını, bu uluslararası sanayi/ulaşım/lojistik/tedarik
koridorunda, hava, kara, demir yolları ve limanlar örüntüsünün bir kavşağı
olarak projelendirildiğinin pek farkında değiller. Bu uluslararası
sermaye/tedarik koridorlarının önemli bir bölümünün yapılmış olduğu, bir
kısmının da yapım ve proje aşamasında olduğunun da pek farkında değiller. Bu,
mega altyapı/kent projelerinin salt rant projesi olarak algılanmasından
kaynaklanıyor. Bu mega kapitalist projelerin, aynı zamanda uluslararası toplam
artı-değer sömürüsü kapasitesinin ve bundan alınacak payların artırılması,
sermayelerin yeniden üretim süreçlerinin entegrasyonu, hız, verimlilik ve kârlılığını
yükseltme biçim ve araçları olduğu görülemiyor.
Kanal
İstanbul projesinin 45 kilometrelik suni kanal ayağı, kamuoyu tepkisinden çok
emperyalist kapitalist güçlerin, TÜSİAD’ın ve İBB’nin bu kanalı sorunlu ve
riskli görüp kredi açmayı reddetmesi nedeniyle (şimdilik) yapılamıyor. Ama bu
bölgedeki rantları ve gayrimenkul spekülasyonunu uçuran, yalnızca kanal projesi
değil, uluslararası sanayi-lojistik-tedarik, yani artı-değer üretim ve akışı
koridorunun kritik bir kavşağı olması. Bu proje kapsamındaki iki yeni kent
projesinin de, “finans adası, fuar alanı, üniversite alanı” vb.den de
görüleceği gibi, bu uluslararası lojistik üslerinin işletmecilerini,
yöneticilerini, üst ve orta sınıflarını kapsayacak yerler olabileceği görülüyor.
Kapitalist
projeciliğin tüm birikimini taşıdığı ve Türkiye’deki doruk noktasını
oluşturduğu ve “projeci kapitalizm”in arka planını gözler önüne serdiği için
İstanbul’dan başladık. Bu, 6 Şubat deprem yıkımı bölgesindeki projeciliğin arka
planına da ışık tutacaktır:
“Depremi milat olarak
almamak ve depremin etkilediği illeri yekpare bir havza olarak düşünmek,
açıklanan plan ve projeleri daha doğru kavramamıza vesile olabilir. Havzada
toplam 2 serbest bölge, 43 Organize Sanayi Bölgesi bulunuyor. 12 OSB projesinin
2023 yılı içerisinde tamamlanması öngörülüyor. 241 çalışan sayısı ile,
Türkiye’de istihdam edilen işçi sayısının en yüksek olduğu OSB de yine bu
havzada: Gaziantep OSB. Hatay’da bulunan Hassa OSB, sahip olduğu rezerve alanın
sağladığı genişleme olanağıyla, yakın zamanda Türkiye’nin en büyük OSB’lerinden
biri olmaya aday görülüyor.
İskenderun Limanı, havza
ile küresel ticaret ağları arasındaki en önemli bağlantılardan biri. Bölgenin
limanla olan bağlantısını kolaylaştırmak için 2014’te duyurulan Dörtyol-Hassa
Tünel Projesi, havzadaki sanayiciler tarafından yıllardır ısrarla gündem
ediliyor. Bu tünel projesi duyurulduğundan bu yana sanayicilerin önemli
gündemlerinden biri olsa da, henüz yapımına başlanmadı. Projenin hazır olduğunu
dikkate alırsak, bu süreçte tünelin de yapımına başlanacağını tahmin etmek zor
değil. Yapıldığı takdirde Gaziantep ve İskenderun Limanı arasındaki mesafeyi
210 km’den 110 km’ye düşürecek olan bu tünel ayrıca, demiryolu da içerecek
biçimde planlanmış. Türkiye’nin en büyük lojistik merkezi olan ve Maraş’ta
bulunan Türkoğlu Lojistik Merkezi, bir demiryolu bağlantısı ile İskenderun
Limanı’na bağlı. Blok konteyner trenleri lojistik merkezi ile liman arasında
düzenli sefer gerçekleştiriyor.
Depremden aylar önce
yapılmış olan petrol arama başvuruları ise depremden 10 gün sonra Resmi Gazete’de
onaylandı. Yapılan ve onaylanan petrol arama başvurularının neredeyse tamamı,
depremin etkilediği havza içerisinde.”[3]
Dörtyol-Hassa
tüneli, 10 yıllık bir proje olmasına karşın, Suriye’deki savaş ve
istikrarsızlık atıl kalmasına neden olacağı için yapılmadı. Uluslararası
burjuvazi, Türkiye burjuvazisi ve havza burjuvazisi, bu nedenle Erdoğan’ı
Esat’la uzlaşmaya zorluyor ve bölgede uluslararası kapitalist “istikrarı”
sağlayacak bir yol yöntem arıyor. Burjuvazinin kapitalist devlet iktidarına
söylediği şu: “Suriye petrollerinden pay alma ve genişleme çabalarını bırak,
burada bir konsensus sağla ve asıl Dörtyol-Hassa tüneline yoğunlaş. Çünkü bu
durumda, Türkiye’nin güneyi de (tıpkı kuzey Marmara gibi) bir uluslararası
sanayi, enerji, lojistik, tedarik koridoru, bir artı-değer üretim ve akışı
koridoru hâline gelecek. Yalnız Antep ve havzadaki hızla büyüyecek sanayi
bölgeleri ile İskenderun ve Mersin Limanlarını ve petrol-doğal gaz hatlarını
(Ceyhan) birbirine bağlamakla kalmayacak, Körfez petro-dolar sermayesi ve
Ortadoğu ve Doğu Akdeniz ile Avrupayı limanlar üzerinden birbirine bağlayacak
bir uluslararası artı-değer üretim ve akışı koridoru ve havzası hâline gelecek.
O zaman bundaki payımız çok daha büyük olacak.”
Dünya
Bankası’nın ve emperyalist kapitalist güçlerin Türkiye’ye “deprem” için verdiği
birkaç milyar dolarlık koşullu yardımın, Türkiye’nin güneyinin ve deprem
bölgesinin uluslararası sanayi, enerji, lojistik, ve bilumum artı-değer üretim
ve tedarik koridoru olarak yeniden dizayn edilmesini gözettiği ve şart
koştuğundan kimsenin kuşkusu olmasın.
Kapitalist
devlet iktidarının depremzedeler için vaat ettiği konut projeleri, (tıpkı
İstanbul depremi bahsinde olduğu gibi), asıl bu büyük uluslararası ve iç
sermaye koridorlarının, kenar süsü ve piyasa realizasyonu enstrümanı olacak.
Türkiye’nin
cefakâr solunun “hesap sorma” pratiğinin ufku, öfkeyi parlamentarizme havale
eden seçimlere bel bağlamanın ötesine geçmezse, Türkiye’de siyaset ve
ekonominin yakın geleceği, kuzeydeki (aslen İstanbul ve Marmara’nın kuzeyi) ve
güneydeki (deprem bölgesi havzası ile Mersin ve Ceyhan’ı da kapsayacak biçimde)
bu mega kapitalist uluslararası sanayi, lojistik, ticaret, tedarik koridoru
projeleri çerçevesindeki kapitalist güçler arası pazarlıklarla dizayn edilecek
gibi görünüyor.
Devrimci Proletarya
5
Mart 2023
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Referans gazetesi, 14 Şubat 2009. Aktaran: F. Ercan, B. Ergüder, “İstanbul
Üzerine Düşünürken Hissederken”, İktisat Dergisi Sayı 500, 2009.
[2]
“İstanbul Havalimanı Çalışanlarına Kanal İstanbul’da Konut Müjdesi”, 18 Aralık
2018, ÇŞB.
[3] Burcu Arıkan ve M. Onur Koçer, “Deprem Sonrası Yeniden İnşa ve Anadolu’daki Küresel Fabrika”, 27 Şubat 2023, Umutsen.
Oldukça dikkate değer bir yazı. Kentsel dönüşüm denilen teranenin köy ve kır hayatını bitirme ile başlayan süreçte nihai erek olarak kuzeyden ve güneyden uluslararası finans şebekesinin yağma ve rant koridorlarıyla kafeslenmesine hizmet ettiği gözler önüne seriliyor. Mesela hiç kimsenin ülkenin böylesine bir sarmalanışına dikkat çekmiyor oluşu ve bunu dillendirmiyor oluşu çok daha acı. Muhalefet adı altında sergilenen kayıkçı kavgası, parodi halkın dostları olabilecek hiç kimsenin kalmadığını gösteriyor. İşin en acı kısmı da bu. Akp şurekası gitse başka şebekeler ittifaklar gelse herhes bu sömürünün ve mülksüzleştirme harekatının bir neferi olarak eklemlenecek ve hiçbir şey sekteye uğramaksızın devam edecek.
YanıtlaSil