“Üstinsan,
iki düşmanla dövüşmek zorunda kalacak: Kitle ve Tanrı. Tanrı ile mücadele, herhangi
bir tehlikeye yol açmayacak. Çünkü Tanrı öldü, öyle değil mi? […] Üstinsanın
gelişimine esas engeli, kitle teşkil edecek. Kitle, fazla Hristiyan ve fazla
eşitlikçi, o, üstinsan yücelsin diye zulüm düzeyinin daha da yukarı çekilmesi
gerektiğini hiç anlamayacak. […] Gene de üstinsan, hem kitleyi hem de Tanrı’yı
aşacak. Tüm iradesini cesurca dayatmayı bilecek.”[1]
Sınıfsal yapısı gereği, bugün sol, Mussolini gibi düşünüyor,
Mussolini gibi konuşuyor. Çünkü o, kendisini Üstinsan sanıyor. Bu masala
inanıyor. Meslekî ve sınıfî durumu gereği, üstinsan mertebesine yükseldiğini
sanıyor. Sırtını sıvazlayanlar, küçük burjuvalığını okşayanlar, solu gemilerine
alacaklarını fısıldıyorlar. Sol, bugün o fısıltıya göre hareket ediyor.
Küçük burjuvazi, “sınıfsız-sınırsız, imtiyazsız
kaynaşmış 500 milyonluk kitle”[2] içinde yer aldığını sanıyor, eskinin on yılda
yaratılan “on milyonluk ulusal özel kitle”siyle el ele ilerliyor. Yoksullara,
ezilenlere, işçilere bu kibirle ve imtiyaz bilinciyle bakıyor. Siyasetini kendi
çıkarından ve imtiyazından kuruyor.
Özellikle son pandemi döneminde daha da güçlenen,
“nüfus fazla!” diyen, öjeni fikrini savunan, Malthusçuluğu dirilten ideolojik
saldırıya en çok da solcular örgütlendi, o saldırıyı en çok da solcular örgütledi.
Dolayısıyla, bugün solun kitleyle kurduğu yalandan ilişkiye kanmamak gerekiyor.
Bugün sağ da sol da “nüfus fazla!” diyen ideolojiyi
savunuyor. Bu açıdan, deprem bölgesinde dökülen gözyaşları, timsahlara ait!
* * *
Mine Kırıkkanat, İmamoğlu başkan olduğu vakit
“yoksulu, açı doyurmak zordu, zenginin başa gelmesi iyi oldu” mealinde bir
tweet atmıştı. Bu açıdan, CHP ve ona iltisaklı sosyalist örgütlerdeki AKP
düşmanlığı, sınıfsaldır. Bu düşmanlığın ardındaki yoksul, işçi ve halk
düşmanlığına itiraz etmek gerekiyor. Bu düşmanlık, Mussolini’nin düşman
bellediği Tanrı ve kitleyle ilgilidir. Kolektif olana dairdir.
Neticede devlet ve sermaye, üstinsan masalı üzerinden
küçük burjuvaziyi ve fikrini kendisine düşman olacak kolektif dinamiklere karşı
seferber etmiştir. Sol, bu seferberlikte pay istemektedir. O, küçük
burjuvazinin özel ve biricik hâlini yüceltmekle meşguldür. O hâlin bekçiliğini
yapmaktadır.
* * *
Bahadır Özgür, yıkılan binalardan birinin Antakya
Belediyesi’nin CHP’li meclis üyesi tarafından inşa edildiğini söylüyor. Özgür,
kendisini CHP’ye hizaladığı için fazla yaygara kopartmıyor. Mahkemelere işaret
etmiyor, eline teslim edilen dosyaları paylaşmıyor, Antakya’da belediyenin kaç yıldır
CHP’de olduğunu sorgulamıyor. O belediye başkanının depremde binası yıkılmış
müteahhidi savunuşuna tek laf etmiyor. Bordaladığı düzen gemisinden
ayrılamıyor. Herkes nereden besleniyorsa, ora adına konuşuyor.
Devlet ve sermaye, AKP ve CHP ile birlikte ilerliyor.
Birilerine el altından raporlar veriliyor, sayıştay, aile bakanlığı, emniyet,
MİT gibi yerlerden gelen belgeleri aktaranlara “gazeteci” payesi veriliyor. Bu
gazeteci siyaseti, kitle ve halk düşmanı, bu görülmeli.
Bu düzen, kendisine özel bir kitle inşa ediyor. O özel
bireyler toplamı, kendisini “üstinsan” oldukları yalanıyla avutuyor.
CHP limanına yanaşma konusunda Özgür yalnız değil.
Birçok isim, belediyelerden, derneklerden vs. besleniyor. Olmadı, Twitter’da
kendisine CHP kitlesinden özel bir dinleyici kitlesi oluşturuyor, kitap ve
fikir satıyor, danışmanlık hizmeti veriyor, trollük yapıyor, bir süre sonra
gerçeğe karşı körleşiyor, CHP’nin yalan ve yalandan siyasetine kul köle oluyor.
O siyaseti eleştiremeyecek bir yere savruluyor.
Bu durum, bir zamanlar akademide yıldız parlatmak
için, Althusser üzerinden isim yapmaya çalışan Kansu Yıldırım için de geçerli.
“İşçi sınıfı”, akademik bir veri ve olgu, onun için. Kariyer basamağı.
Onun gibiler yüzünden sosyalist hareketin tepelerinde
içi boş işçi tulumları dolaşıyor. Soyut bir işçicilik üzerinden düşünülüp
hareket ediliyor. “İşçi”, aslında üstinsana, üstinsanın liberal versiyonuna
denk düşüyor. Bu tür kişiler, vantrolog gibi, işçi tulumu içine geçirdikleri
elleriyle, kendi küçük burjuvalıklarını konuşturuyorlar. Kendi imtiyazlarını ve
çıkarlarını o “İşçi”ye söyletiyorlar.
Çünkü Kansu Yıldırım, CHP’nin ve HDP’nin “ikili
iktidar” oluşturduğunu, oluşturabileceğini düşünüyor. Ya yalan söylüyor ya da
yalana iman ediyor. Çünkü Yıldırım, Rifkin’e sarılan CHP’nin içinde Foggo ve “ülke
IMF programından ayrıldığı için Sayek Böke gibi “solcular”dan medet umuyor. Gaz
alıyor. Bu isimlerin kimlere hizmet ettiğini bile bile halkı kandırıyor. Çünkü
Yıldırım, ülkede “TÜSİAD ve AKP projesi var”[3] diye yazı yazıyor, aslında herkesi
TÜSİAD projesine kul köle etmek için uğraşıyor. Ekmeğin oradan geldiğini,
geleceğini iyi biliyor.
İşçi sınıfı kisvesine bürünen liberalizm, her yerde
ahkam kesiyor. Yoksul, işçi ve halk düşmanı Serhat Can Halis gibi isimler,
“sosyalist hareketin içerisine sızmış CHP ajanlarından başka bir şey değil.”[4]
Sosyalist hareketi tasfiye etmek için varlar. Kitleyle ve Tanrı’yla devlet ve
burjuvazi adına dövüşüyorlar. Çanaklarını bu düşmanlığın doldurduğunu iyi
biliyorlar. Halk düşmanlığının para ettiğini görüyorlar. Deprem gibi gündemi bu
düşmanlığı göstermek ve üç beş beğeni alıp takipçi kazanmak için bir fırsat
olarak kullanıyorlar. Bugün üzerlerindeki kızıl kazağı yırtıp alttaki kara ve
kahverengi gömlekleri açığa çıkartmak gerekiyor.
* * *
TKP, esasen bir inşaat şirketi. Partinin üst düzey
isimlerinden biri, deprem sonrası bu tweeti atıyor. AKP’nin inşaatçılığını
beğenmiyor, “benimki daha iyi, daha akılcı” diyor. Kendisine piyasada yer
açmaya çalışıyor. Para ve kâr hırsı yüzünden bölünen partinin şefi, deprem
anında, tıpkı Erdoğan gibi, yapılacak binaları düşünüyor, düşlüyor. Geçmişte kendi
yoldaşları Van’da evler yaptı, o evlerin depremdeki akıbetini hiç sorgulamıyor.
“Bizden feyz alıyor, bizden öğreniyor” dedikleri Erdoğan,
bu TKP’li kişiyi duyuyor, “on şehri yeniden inşa edeceğiz” diyor. TKP ise ancak
zaten seçim çalışması yapmayı düşündüğü mahallelere ekip göndermeyi
akledebiliyor. Hiç girmediği topraklara sırtını dönüyor.
* * *
Solcular, doksanların Sovyet eleştirmeni liberaller
gibi konuşuyorlar. “Tek adam, bürokrasi ve diktatörlük”ten başka bir şey
söylemiyorlar. Bir yerlere yaranmaya, hoş görünmeye çalışıyorlar. AKP
eleştirisi, Sovyet, Kuzey Kore, Küba ile algının kirinden arınmak için
kullanılıyor. AKP’ye zerre zarar vermiyor. AKP oldukça kendilerine ekmek
verileceğini iyi biliyorlar.
Herkes, özellikle bu tür momentlerde siyaseten
kendilerine verilen ekmeği düşünüyor. Varlık gerekçelerini sorgulayanlar,
kendisini var eden kurguya abanıyorlar.
Ayhan Bilgen’in tek esprisi, devletteki liberal açılım.
Kendi varlığını o açılıma borçlu. Depremin ilk saatlerinde o devletteki
askeriye adına, sahaya askerin sürülmesi önerisini eleştirme gereği duyuyor. Siyaseti
kendi imtiyazından ve çıkarından kuruyor. Liberal bir yerden, ordusunu koruyor.
Bu zihniyet yönetti yıllardır HDP’yi, kimse bu durumun hesabını vermiyor. Bu
liberalizmin son on yılda sosyalist hareketi nasıl tasfiye ettiğini, hareketi
halk, işçi ve ezilene karşı sorumluluktan nasıl koparttığını kimse
sorgulamıyor.
* * *
Basın kuruluşları, yaşanan felâketi ve yıkımı
bireyselleştirmekle, özelleştirmekle ve etkisizleştirmekle meşgul. Erdoğan’ın
dine küfrederek ettiği “kader planı”, esasen liberal bir laf. “Herkes, kendi
özel kişisel şansına tabi” demek istiyor. Liberalizmini konuşturuyor. Yoga
yapan, taşın enerjisine tapan, kendi talihli konumunu üstinsan olarak yücelten
kesim de aynı şeyi diyor.
Medya, onca yıkılan binanın altından “mucize eseri”
çıkan tek tek bireylerin hikâyesine odaklanıyor. Sahadaki kriz hâli,
örgütsüzlük, sessiz ve zımni kıyım, gözlerden kaçırılıyor.
Çünkü sağ da sol da “nüfus çok fazla” diyen
Malthusçuluğa ve öjeni fikrine örgütlenmiş durumda. Malthus ise karşı-devrimci
bir liberal.[5] Ayaktakımının devriminden çok korkuyor. Bugün o sebeple OHAL
ilân ediliyor.
Yapısal, nesnel sorunlar ve ardındaki gerçekler,
kimseyi ilgilendirmiyor. Ülkede solu da sağı da “Fransız Devrimi bir belâydı,
iktidarı ayaktakımı ele geçirdi, ayaktakımı iktidarı ele alırsa kötü olur”
diyen akıl yönetiyor. O sebeple, o ayaktakımının öfkesi, acı, derdi, kahrı ve
umudu, kimseyi ilgilendirmiyor. Sol da sağ daTwitter’da kendi ucuz
propagandasını yapmanın derdinde. Halkın derdi kimseyi ilgilendirmiyor. Solun
propagandası ile Ümit Özdağ’ın propagandası arasında hiçbir fark yok.
* * *
CHP ve Kılıçdaroğlu, ikilik çıkartıyor, ama ikiliği
birlikçi. “Devletin nefes almasını istiyoruz” diyor. AKP ve Erdoğan “birlik”
deyip duruyor, ama birliği ikilikçi. Devlete nefes aldırmak için uğraştığını
söylüyor. Neticede Erdoğan ve Kılıçdaroğlu, aynı devletin memuru. Devletin
sınıfsal niteliğini sorgulamamak, gizlemekse sosyalistlere düşüyor.
Bu devlet, Selçuklu-Osmanlı geleneğinde de etkili olan
siyasetnameleri üzerinden, bir aslandan ve yılandan bahsediyor. Devlet başkanını
aslanın sırtına binmiş, elinde kırbaç niyetine yılan tutan bir kişi olarak
resmediyor. O aslanın kâğıttan olup olmadığını, yılanın kimleri soktuğunu en
iyi bu tür dönemlerde idrak ediyoruz.
Kılıçdaroğlu, aynı akılla, “o aslana ben bineceğim”den
başka bir şey söylemiyor. Esasında böyle bir niyeti yok. Hükümetin muhalefet
bakanı olarak işini yapıyor. Aynı hükümet, eleştiriyi boğacak belgeleri bizzat
kendisi servis ediyor. AFAD’ın tartışıldığı noktada, AFAD’ın namuslu bürokratlar
içerdiğini, özeleştiri yapan önemli raporlar hazırladığını söylüyor.
CHP’nin başvurduğu liyakat edebiyatı üzerinden
siyaset, esasen özel olana ve bireye indirgeniyor. Talih, kader, şans
düzleminde ele alınıyor. “Üstinsan” fikri, devlete ve sermayeye hizmet edecek kadroları
yetiştirmek için kullanılıyor. Asıl üzücü olansa ayaktakımının iktidarına karşı
örgütlenmiş fikrin ve eylemin sosyalist hareketi kendisine örgütleyebilmiş
olması.
Neoliberal dönemde devletin içeriği ve biçimi
değişiyor. Devlet küçülüyor, gücü etkin kılınıyor, büyütülüyor. Devlet, halkla,
milletle kurduğu bağlarını kopartıyor, sorumluluklar, bir zamanlar vergi
kaçırmış, hapse girmeme karşılığında mecburen yardım faaliyetleri yürüten,
Sezgin Baran Korkmaz gibi isimlerle ilişkili olan Haluk Levent gibi isimlere
bırakılıyor. Oğuzhan Uğur ve Haluk Levent, bugün dolaylı olarak devlet adına
çalışma yürütüyorlar. Devlete bağlı casting ajansı olarak iş görüyorlar. Kendi
çektiği dizi batmasın diye o Ahbap’a yardım eden dizi oyuncusu, “setler
durmasın, ben gereken yardımı Ahbap’ta yaptım” diyor. Kendisini buradan
aklıyor. Ahbap, geçmişte kuryelerin grevine de müdahale edebiliyor. Sol, bu
durumu sessizce onaylayarak karşılıyor.
Bu ajansın üyeleri, ileride siyasete daha fazla dâhil
edilecek, kitleler, bu tür isimler üzerinden yönlendirilecek. Yeter ki kitlenin
bağrında taşıdığı potansiyel tehlikeler açığa çıkmasın. Halkın örgütlülüğü ve
halkın iktidarı gibi bir derde sahip olması gerekenler de sorumluluklarını
böylesi isimlere ve basit imajlara teslim ediyorlar.
* * *
Bu yaşanan, Türkiye Büyükşehir Belediyesi’nin
yıkımıdır. Onun rantıyla yaşayanların yol açtığı bir yıkımdır.
Neoliberal dönemde Özal’la birlikte birçok yetki, belediyelere
geçti. Bir belediye başkanı, yıllardır özlemi duyulan başkanlık sisteminin
başına geçirildi. Bugün yerine, gene belediye başkanları aday olarak
öneriliyor, vasfına, niteliğine bakılmadan. Aday listesine yıkılan Hatay’ın,
müteahhidini savunan belediye başkanı da dâhil ediliyor. Halkın önüne
alternatif olarak belediye müfettişi rolü kesen biri çıkartılıyor, koltuğunun
altındaki dosyalarla memurluğunu ifa ediyor. Yeni belediye seçimi de karşımıza aday diye gene o müteahhitleri, mimarları ve inşaat mühendislerini çıkartacak. Rant ve sömürü düzeni bunu emrediyor.
Devletin liberal müdahaleyle belediyeler ve belediye
pratiği üzerinden dönüştürüldüğü, rant paylaşım sürecinin belediyeler aracılığıyla
işletildiği momentte sola, Dünya Bankası’nın yardımı hazineye değil,
belediyelere yapmasına sevinmek düşüyor. Bugün emperyalizmden medet uman bir solculuk
türüyor.
Sosyalist hareket, üstinsan olduğuna ikna edilmiş,
kandırılmış kişilerin eline geçtikçe “Kitle ve Tanrı” ile mücadele etmeyi
siyaset zanneden kadrolar yetiştirecek, bu kadrolar, sosyalist hareketi düzenin
gemisine bağlayacaklar. O gemide olmanın imtiyazına tapan kadrolar, hareketi her
yönden tasfiye edecekler. Sosyalist hareket, seçim gibi burjuva siyasete ait
iplerle bağlı olduğu limandan uzaklaşıp emekçi halk denizine ve onun kavgasına
açılmazsa liberal bir gevezeliğe dönüşecek.
Eren Balkır
10 Şubat 2023
Dipnotlar:
[1] Aktaran: Ishay Landa, Fascism and The Masses: The Revolt Against The
Last Humans, 1848-1945, Routledge, 2018, s. 1.
[2] Eren Balkır, “Malthus, Pandemi, Sol”, 21 Ekim
2020, İştiraki.
[3] Kansu Yıldırım, “Sermaye Yeniden Hegemonya Tesis
Ederken: Devlet Projesi ve Kriz”, 22 Aralık 2021, Sİ.
[4] Eren Balkır, “Özel”, 10 Aralık 2022, İştiraki.
[5] Ishay Landa, The Apprentice’s Sorcerer: Liberal Tradition and Fascism, Brill, 2010, s. 236.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder