On
bir haftalık İran ziyareti sonrası Londra’ya dönen Profesör A.K.S. Lambton dışişleri
bakanlığına İran’a dair izlenimlerini rapor etti. Lambton, 1961-1962 arası
dönemde İran’da başbakanlık yapan Ali Emini’nin görevden ayrıldığı Haziran
1962’den hemen sonra ülkeye gitmişti. Lambton’ın aktardığına göre, kendisi
ülkede kimliğini açıklamadığı bazı kaynaklarla sohbet etme imkânı buldu. O
sohbetler üzerinden bakanlığa “yeraltında faaliyet yürüten komünistlerin yakında
yıkıcı çalışmalara başlayacağını, gerilla savaşına yönelik ilgilerinin
arttığını” söyledi. Hatta bu raporunda profesör, isyancıların çalışmalarını
yoğunlaştırmayı düşündükleri bölgelerden biri olarak Gilan’a işaret etti.
Lambton, her zaman olduğu gibi bu sefer de perde gerisinde olan biteni sezmiş, silâhlı mücadelenin başlayacağı konusunda doğru bir tahminde bulunmuştu. Ama öte yandan profesör, İran’da politik şiddeti Tude partisi’nin “tabandaki yapısını yeniden örgütleme çabası”nın bir sonucu olduğunu söylerken yanılıyordu.[1]
Şurası açık
ki Lambton, esasında İran’da devrimci Marksizmin Tude’deki muhafazakârlıkla
çatışarak yükseldiğini görememişti. Ama gene de sezgileri onu doğru yola
sokmuştu.
Temmuz
1961’den itibaren başbakan Ali Emini, Milli Cephe’nin politik faaliyetlerini
ezmeye yönelik adımlar atmaya başladı. Bu dönemde Milli Cephe içerisinde yer
alan ve sonrasında İran gerilla hareketine katılan radikal öğrenciler arasında
devlet şiddetine karşı şiddet araçlarıyla mukabele etme fikri gelişmeye başlasa
da, rejime karşı silâhlı mücadele yürütme fikri, esasen 1963 ve 1964 yıllarında
şekillenmeye başladı.
Örgütlü
silâhlı mücadelenin gördüğü ilginin kapsamını anlamak için yeni devrimci
kuşağını ele silâh almaya iten faktörleri anlamak gerekiyor. Gençleri silâha
yönlendiren en önemli dış etkenler arasında Küba Devrimi’ni (1953–1959), Cezayir
Bağımsızlık Savaşı’nı (1954–1962), Vietnam Savaşı’nı (1955–1975) ve 1964’te
kurulan Filistin Kurtuluş Ordusu’nu saymak mümkün. Altmışlarda ve yetmişlerde
politikleşen gençler, Marksizm-Leninizmin farklı kollarına örgütlenmiş
radikalizmin uluslararası planda yarattığı havayı soluyorlardı. İran gençliğine
de gerekli ilhamı, Soğuk Savaş bağlamında varolan devrimci hareketler veriyorlardı.
1906
Anayasa Devrimi’nin üzerinden yaklaşık altmış yıl geçmişti. İran halkı, uğruna
mücadele verilen ve kâğıt üzerinde de olsa elde edilmiş olan temel politik
hakları ve özgürlükleri unutma noktasına gelmişti. Musaddık’ın demokrasi ve
şiddetsizlik fikri üzerine kurulu deneyimi, 1953 darbesiyle sona ermişti.
Şah’ın politikalarını ve artan popülaritesini sorgulayan konuşmalar yapan
Ruhullah Humeyni’nin çalışmaları, 5 Haziran 1963 ayaklanması ile sonuçlandı.
Ayaklanma kanlı bir biçimde bastırıldı, devlet eylemlerden sert bir biçimde
intikam aldı. Bu gelişme, her telden muhalifi rejimin politikalarına ve yönetim
tarzına yönelik hiçbir itirazı hoşgörüyle yaklaşmayacağına ikna etti.
Milli
Cephe ve İran Özgürlük Hareketi gibi politik örgütlerin yürüttükleri, anayasayı
savunma ve yürürlüğe koymayla ilgili çalışmalar, örgütlerin liderlerinin
tutuklanması ve bu örgütlerin dağıtılması ile neticelendi. Politik değişim için
mücadele eden kesimler, bilhassa gençler, geleceğe dair umutlarını yitirdiler.
Milli Cephe’nin dili yumuşak, eylemi pragmatik olan, hukuk çerçevesinde hareket
etme konusunda dikkatli davranan liderleri, 9 Şubat 1964’te “sabır ve bekleme (intizar)
politikasını benimsemek zorunda kaldılar. Aynı ölçüde hukuka önem veren İran
Özgürlük Hareketi liderleri de demir parmaklıklar ardına atıldılar. Politik
gençlik, o noktada “deneyimli Musaddıkçı politikacılar sistemi reforma tabi
tutamıyorlarsa, demek ki sistem, reformla düzeltilecek aşamayı çoktan geçmiştir”
diye düşündüler.
İran
Özgürlük Hareketinin kurucusu Müslüman sosyal demokrat Mehdi Bezirgan’a göre,
“Musaddık sonrası darbeyle tesis edilmiş olan rejime karşı silâhlı direniş
ortaya koyma fikri, 1964 başlarında oluşmaya başladı.”[2] Bezirgan’ın kanaatine
göre, barışçıl ve yasal politik muhalefet taktiğini terk edip silâhlı mücadele
taktiğine geçilmesiyle birlikte yasal direniş çerçevesinde hareket eden son
milliyetçi ve dinî girişimler de ezildiler, muhalefet yıkıma uğratıldı ve
dağıtıldı, milliyetçi hareket mağlup edildi ve yasal bir muhalefet hareketinin
devreye sokulması ihtimali ortadan kaldırıldı.” Bezirgan, Mart 1964’te şu
türden bir politik değerlendirmede bulunuyordu:
“Birbirinden farklı
ideolojilere sahip olan tüm muhalif örgütler ve gruplar tek bir sonuca
ulaştılar. Hep birlikte rejime karşı yürütülecek mücadelenin yegâne aracı
silâhlı mücadeledir diye düşündüler.”[3]
Kasım
1964’te Humeyni sürgün edildi. Bu olay, ilk başta politik sahada herhangi bir
yankıya yol açmadı, ama sonrasında bir dizi şiddet olayını tetikledi. İslami
Matem Grupları Koalisyonu’nun silâhlı kanadının mensubu olan Muhammed Buharayi,
21 Ocak 1965’te başbakan Hasan Ali Mansur’u öldürdü. 10 Nisan 1965’te Mermer
Saray’da Rıza Şemsabadi, Şah’ı öldürme girişiminde bulundu. Son olarak,20 Ekim
1965’te Derbend civarındaki tepelerde İslami Milletler Partisi üyelerini
jandarma kuşattı. Yaşanan çatışma sonrası parti üyeleri ele geçirildiler.
Başında Muhammed Kazım Bujnurdi’nin bulunduğu parti, rejime karşı silâhlı
mücadele vermeye başlayan ilk politik örgüttü. Bujnurdi’ye göre, “Şah’ın
demokratik olmayan polis devletinde her türden girişim sert bir biçimde
bastırılmaktaydı.” Buradan Bujnurdi şu sonuca ulaşıyordu: “Süngünün karşısına
süngüyle çıkılmalıdır.”[4]
Ekim
1965’te İslami Milletler Partisi’nin başlattığı ayaklanmadan Şubat 1971’de
gerçekleştirilen Siyahkel saldırısına dek uzanan süreçte radikal muhalefet
silâhlı mücadeleyi ciddiyetle ele aldı. Bu örgütler silâhlı mücadeleyi
tartıştılar, incelediler, belirli bir ideoloji meydana getirdiler, gizli ve
yarı-gizli gruplar oluşturdular, hatta kimliklerini açık etmeden askeri
operasyonlar gerçekleştirdiler. Bu beş yıllık süreçte yüzeyden bakıldığında her
şey sakin ve sessizmiş gibi görünüyordu. Rejim, Şah’ın Beyaz Devrim’inin
köylülerin, işçilerin, kadınların ve orta sınıfın kalplerini ve zihinlerini
fethettiğine inanıyordu. Bu doğru olsa bile, ortada politik özgürlükleri
isteyen güçlü bir muhalefet vardı ve bu muhalefet, örgütlenme ve itiraz etmenin
hakları olduğunu düşünüyordu.
8
Şubat 1971’de Siyahkel’de gerçekleştirilen askeri saldırı, rejimin beklediği
bir gelişme değildi. Bu saldırıyla birlikte rejime karşı şiddet uygulamayı
öngören Marksist-Leninist gerilla mücadelesi başladı. Bu mücadele, beklenen ve
beklenmeyen kimi sonuçlara yol açtı. Haziran 1976’dan sonra yoğunluğu önemli
ölçüde azalmış olsa da silâhlı eylemler Şubat 1979’daki İran Devrimi’ne dek
devam etti.
Gerillanın
faaliyetlerinin kentlerde politikleşmiş gençlerin hayatlarını, görüşlerini ve
varlıklarını ne ölçüde etkilediğini anlamak için bu gençlerin yürüttükleri ve
onlara karşı gerçekleştirilen operasyonların sayısına bakmak, ölü ve yaralı tüm
üyelerin ve sempatizanların sayısını çıkartmak yeterli olmaz.[5] İran gerilla
hareketi, ortaya koyduğu pratik üzerinden, İranlı politik eylemciler için bir
referans noktası, değerler sistemi ve bir ilk model meydana getirdi. Verdiği mücadele
ve ortaya koyduğu tavır, politikleşen gençlere belirli bir davranış kuralı armağan
etti. İran gerilla hareketinin verdiği mücadele, kentli İranlıların, özellikle
gençlerin imgelemini ele geçirdi teşkil etti ve onları otoriter yönetimle nasıl
başa çıkılır gibi önemli politik sorularla baş başa bıraktı.
Siyahkel’den
ilk haberler geldiğinde, muhalefetin tüm unsurları yanında İranlılar da ülkenin
yüzleştiği politik açmazı dert edinmeye başladılar ve böylelikle yeni bir
gerçeklikle karşı karşıya olduklarını gördüler. “Ne yapmalı?” sorusuna artık
yeni bir cevap verilmişti. İran’ın politik ikliminde soyut ve farazi bir olgu
olarak varolan silâhlı mücadele, artık bir seçenek hâlini almıştı. Kamuoyundaki
kayıtsızlık karşısında sahneye yeni çıkan gençler, rejim değişikliği için bizzat
kolları sıvamışlardı.
Silâhlı
mücadele başlayınca halk akın akın o mücadele iştirak etmedi tabii. Ama gene de
gerillaların devrimci eylemi, rejimin anayasal hakları vermeyeceğine inananları
kişisel, toplumsal ve ahlaki bir açmaza sürükledi. Ele silâh almak denilen
eylem, Şah’ın rejiminin diktatörlük, sömürücü ve emperyalist dünya denilen
çarkın dişlisi olduğuna inananların vicdanında bir yer bulmak zorundaydı. Gerilla
hareketine pratikte katılma kararlılığı içerisinde olsun ya da olmasın,
muhalefetin birçok unsuru, şiddete şiddetle mukabele etmenin ahlaken doğru
olduğunu düşünüyordu.
İran
muhalefetinin büyük bir kısmı, olağan hayatlarını sürdürmeyi tercih etti ve
silâhlı gerillalarla rejim arasındaki çatışmayı oturup seyretti. Buna karşın,
özel sohbetlerde ve dost meclislerinde kentlerde sessiz kalan çoğunluk, esasen
gerillalardan yana saf tutuyordu. Riskli olduğu için gerilla mücadelesine
katılamayan, ama silâhlı mücadeleye sempatiyle yaklaşan insanlar, bu kavgaya
uzlaşma nedir bilmeden girenlere saygı duyuyorlardı. Bu gerillalar, Demirci
Kawa, Babek Hürremdin, Yakup Leysü’s Saffari, Hasan Sabbah, Settar Han ve Mirza
Küçük Han soyundan gelen kahramanlar olarak görülüyorlardı. 1978–1979’da
gerillaların meydana getirdiği başkaldırı anlayışı yeni bir ayaklanmayı
tetikledi.
Gerilla
hareketine katılma meselesi, özel bir tür politik muhalifin tercihine kalmış bir
konu olarak görülmeye başlandı. Az sayıda insanın iktidara kafa tutmaya cüret
ettiği, daha az sayıda olan insanın o iktidarla mücadele için ayağa kalktığı o
tarihsel momentte gerillalar, meydan okuma ve uzlaşmazlık gibi hasletlerini kentlerdeki
birçok genç İranlıya aktardı. Yetmişlerin sonunda gerilla hareketi farkında
olmadan, kendine has bir yeraltı kültürü oluşturdu. İnsanların sınırlı ölçüde
bilgiye ulaştığı, kapalı ve korku içerisindeki bir toplumda gerillalardaki yiğitlik,
kahramanlarda görülen üstinsana has özellikler olarak görülüp yüceltildi. Onlar
hakkında anlatılan gerçekler ve dolaşan söylentiler iç içe geçip kısmen hayal
ürünü kısmen gerçek olan destansı anlatımlara ve kahramanlık hikâyelerine yol
açtı. Gerillaların yürüttükleri faaliyetlerin üzerini cesaret, mertlik ve
yiğitlik üzerine kurulu destanlar örttü. Şövalye ruhlu insanlarla ilgili
şiirler kaleme alındı, onlardaki diğerkamlık için türküler yakıldı.
Hamid
Eşref, Ahmed, Zibrom, Rıza Rızayi ve Eşref Dehgani gibi isimler, politik ve
toplumsal simgeler ve rol modelleri hâline geldiler. Lise ve üniversite
öğrencilerinin onların yiğitliklerini şaşkın ifadelerle birbirlerine
anlattıkları koşullarda silâhlı muhalefet, o insanların düşlerini ve
hayallerini pratiğe dökmekle meşguldü.
Silâhlı
hareket, rejime yönelik muhalefetin kötü gösterildiği, itibarsızlaştırıldığı,
yok edildiği bir toplumda kendine saygının ve kendini olumlamanın toplumsal-politik
ihtiyacını karşılıyordu. Gerilla hareketi, muhalefetin gerçekleri gören bilinci
hâline geldi, politik açıdan kuvvetsiz olanın kuvvetlendiği yola dönüştü. Gerillanın
kavgası ve iradesi, topluma politik ve psikolojik damgasını vuracak kadar çok
yaşadı. Silâhların patlamasıyla rejim, keyfi tutuklamalara, işkenceye,
duruşmasız yargılamalara ve idamlara daha fazla tevessül etti, böylelikle daha
fazla öğrenciyi ve insanı düzene uygun yoldan uzaklaştırdı. Şah, bu hiç
beklemediği gerilla hareketine sert bir biçimde cevap geliştirdi. İsyanlara ve
başkaldırı pratiklerine iştirak eden herkesi, bu eylemlerde kan dökülüp dökülmediğine
bakmadan, idam edeceğini söyledi.[6] Beş buçuk yıl boyunca gerillalar rejimin
en kötü yüzüyle yüzleştiler.
Silâhlı
mücadelenin başladığı andan itibaren Şah, büyük bir gayretle, bu mücadelenin
önemsiz olduğunu göstermeye çalıştı. Bunun için devletin sükunetle hareket
ettiğine, her şeyin kontrol altında olduğuna dair bir izlenim yaratmak için
uğraştı. Şah, meselenin endişeyle karşılandığına dair bir izlenimin yaratılması
durumunda, gerillaların rejimin o güne dek kimsenin kafa tutmadığı iktidarına
ait imajı ortadan kaldırmayı başaracaklarını düşünüyordu.
Siyahkel
saldırısından on altı ay sonra, 17 Haziran 1972’de İran’a yeni atanan İngiliz
büyükelçisi Peter Ramsbotham, Şah’ın istikrar ve özgüvene dair sözlerini boşa
düşürecek bir şey yaptı. Dışişleri bakanı Sör Alec Douglas-Home’a yazdığı
mektupta elçi, “giderek güçlenen muhalefet ve yeni yeni başvurduğu şiddet
yöntemi sadece Şah’ı değil, bizi de endişelendiriyor” diyordu. Mektubunda “mevcut
durum”la “Musaddık dönemi” arasında paralellik kuran elçi, gene de “o olayların
tekrarlanma ihtimalinden uzağız” deme ihtiyacı duyuyordu.[7]
Esadullah
Âlem’in 14 Ağustos 1972 Salı günü günlüğüne düştüğü şu not da çok çarpıcı: O
gün Şah’ın adalet bakanı, “teröristler herkesi korkuttu” diyordu.[8]
Siyahkel
saldırısından sonra Şah, bu saldırıyı önemsizmiş gibi gösterme, küçük bir
olaymış gibi takdim etme yoluna gitti. Konuşmasında ümitsiz bir çabayla, büyük
bir delilikle ve akıllarını yitirmiş bir hâlde eyleme geçmiş bir avuç gencin bu
macerasını sonlandırmak için ordudaki aşçı yardımcılarının çabalarının bile
yeterli olacağını söylüyordu.[9]
Zaman,
silâhlı ayaklanmanın ömrünün Şah’ın beklediğinden daha uzun olduğunu ortaya
koydu. Bu ayaklanmanın güç kullanılarak bastırılmasının düşünüldüğü kadar kolay
olmadığı görüldü.
Kendisine
fedailer, yürüttükleri operasyonlar, tutuklamalar veya silâhlı çatışmalarda
yaşanan ölümler konusunda ne zaman bilgi verilse, Şah her seferinde şu soruyu
soruyordu: “Hamid Eşref’i ne yaptınız?”[10]
Mayıs
1976’da Şah, Tahran Üniversitesi’nde Halkın Fedaileri gerillalarına destek
veren gösterilerin düzenlendiğini duyunca öfkeden deliye döndü. Adalet Bakanına
saldıran Şah ona, “o sabotajcıları bulamazsanız, onlara vereceğim cezayı sana vereceğim”[11]
dedi.
Siyahkel
saldırısının üzerinden yedi yılı aşkın bir zaman sonra, Hamid Eşref’in
ölümünden iki yıl sonra, gerillalar Şah’a kâbus olmaya devam ettiler. 12 Temmuz
1978’de gerillaların faaliyetleri karşısında epey kaygılı olan Şah, istihbarat
kuruluşu SAVAK’ın yeni başkanı General Nasır Mukaddim’e bir süredir
teröristlerle ilgili rapor alamadığını söyledi ve şu soruyu sordu: “Bunun sebebi,
bunların faaliyetlerinin sona ermiş olması mı yoksa SAVAK’ın onların arasına
henüz sızamamış olması mı?”[12] Bu konuşmanın üzerinden bir ayı aşkın bir zaman
geçtikten sonra Fedai gerillaları, Eşratabad Meydanı’nda bulunan polislere
saldırdılar ve ardından da “Bu, Savaşan İnsanların Katline Karşı Verdiğimiz
Cevaptır” başlıklı bir bildiri yayınladılar.[13]
Ali Rahnema
[Kaynak:
Call to Arms: Iran’s Marxist Revolutionaries, Oneworld Academic, 2021.]
Dipnotlar:
[1] A.K.S. Lambton, Foreign and Commonwealth Office, FCO 371 1641 86 EP
1015/125, 30 Ekim 1962.
[2]
M. Bazargan, Shast sal khedmat va moqavemat, jeld-e aval, Tahran: Rasa,
1375, s. 382.
[3]
Bazargan, Shast sal khedmat va moqavemat, s. 382.
[4]
K. Bojnourdi, Khaterat, Tahran: Daftar adabiyat-e enqelab-e eslami,
1378, s. 16.
[5]
Aralarında Marksist gerillaların da bulunduğu, katledilen ve hapse atılan
savaşçıların sayılarıyla ilgili kimi tahminler konusunda bkz.: E. Qaneʿifard, Dar
damgah tarikh, Los Angeles: Ketab Corp., 2012, s. 308, 314; E. Abrahamian, The
Guerrilla Movement in Iran, 1963–1977, MERIP Reports, Sayı. 86, Mart/Nisan
1980; P. Vahabzadeh, A Guerrilla Odyssey, Syracuse: Syracuse University
Press, 2010, s. 257–259.
[6]
A.N. ʿAlikhani,
Yaddashthay-e ʿAlam, Cilt. 2
(1349–1351), Bethesda: Iranbooks, 1993, s. 253. Alihani’nin yayına hazırladığı Âlem’in
günlüklerine yönelik tüm atıflar, ABD’de yayınlanıp Iranbooks tarafından
dağıtılan baskıya yöneliktir.
[7]
Foreign and Commonwealth Office, FCO 8/1881, NBP 1/3, “Terrorism in Iran”, 17 Haziran
1972.
[8]
ʿAlikhani,
Cilt. 2, s. 283.
[9]
Keyhan, 20 Ordibehesht 1350.
[10]
Qaneʿifard, s.
248.
[11]
ʿAlikhani,
Cilt. 6, s. 113.
[12]
Q. Hasanpour, Shekanjehgaran migouyand, Tahran: Mouzeh ebrat Iran, 1386,
s. 84.
[13] M. Naderi, Cherikha-ye fadaʾi-e khalq, az nakhostin koneshha ta bahman 1357, Cilt. 1, Tahran: Moaseseh-ye motaleʾat va pajouheshha-ye siyasi, 1387, s. 828.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder