Pages

08 Şubat 2023

Siyahkel

On bir haftalık İran ziyareti sonrası Londra’ya dönen Profesör A.K.S. Lambton dışişleri bakanlığına İran’a dair izlenimlerini rapor etti. Lambton, 1961-1962 arası dönemde İran’da başbakanlık yapan Ali Emini’nin görevden ayrıldığı Haziran 1962’den hemen sonra ülkeye gitmişti. Lambton’ın aktardığına göre, kendisi ülkede kimliğini açıklamadığı bazı kaynaklarla sohbet etme imkânı buldu. O sohbetler üzerinden bakanlığa “yeraltında faaliyet yürüten komünistlerin yakında yıkıcı çalışmalara başlayacağını, gerilla savaşına yönelik ilgilerinin arttığını” söyledi. Hatta bu raporunda profesör, isyancıların çalışmalarını yoğunlaştırmayı düşündükleri bölgelerden biri olarak Gilan’a işaret etti.

Lambton, her zaman olduğu gibi bu sefer de perde gerisinde olan biteni sezmiş, silâhlı mücadelenin başlayacağı konusunda doğru bir tahminde bulunmuştu. Ama öte yandan profesör, İran’da politik şiddeti Tude partisi’nin “tabandaki yapısını yeniden örgütleme çabası”nın bir sonucu olduğunu söylerken yanılıyordu.[1] 

Şurası açık ki Lambton, esasında İran’da devrimci Marksizmin Tude’deki muhafazakârlıkla çatışarak yükseldiğini görememişti. Ama gene de sezgileri onu doğru yola sokmuştu.

Temmuz 1961’den itibaren başbakan Ali Emini, Milli Cephe’nin politik faaliyetlerini ezmeye yönelik adımlar atmaya başladı. Bu dönemde Milli Cephe içerisinde yer alan ve sonrasında İran gerilla hareketine katılan radikal öğrenciler arasında devlet şiddetine karşı şiddet araçlarıyla mukabele etme fikri gelişmeye başlasa da, rejime karşı silâhlı mücadele yürütme fikri, esasen 1963 ve 1964 yıllarında şekillenmeye başladı.

Örgütlü silâhlı mücadelenin gördüğü ilginin kapsamını anlamak için yeni devrimci kuşağını ele silâh almaya iten faktörleri anlamak gerekiyor. Gençleri silâha yönlendiren en önemli dış etkenler arasında Küba Devrimi’ni (1953–1959), Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nı (1954–1962), Vietnam Savaşı’nı (1955–1975) ve 1964’te kurulan Filistin Kurtuluş Ordusu’nu saymak mümkün. Altmışlarda ve yetmişlerde politikleşen gençler, Marksizm-Leninizmin farklı kollarına örgütlenmiş radikalizmin uluslararası planda yarattığı havayı soluyorlardı. İran gençliğine de gerekli ilhamı, Soğuk Savaş bağlamında varolan devrimci hareketler veriyorlardı.

1906 Anayasa Devrimi’nin üzerinden yaklaşık altmış yıl geçmişti. İran halkı, uğruna mücadele verilen ve kâğıt üzerinde de olsa elde edilmiş olan temel politik hakları ve özgürlükleri unutma noktasına gelmişti. Musaddık’ın demokrasi ve şiddetsizlik fikri üzerine kurulu deneyimi, 1953 darbesiyle sona ermişti. Şah’ın politikalarını ve artan popülaritesini sorgulayan konuşmalar yapan Ruhullah Humeyni’nin çalışmaları, 5 Haziran 1963 ayaklanması ile sonuçlandı. Ayaklanma kanlı bir biçimde bastırıldı, devlet eylemlerden sert bir biçimde intikam aldı. Bu gelişme, her telden muhalifi rejimin politikalarına ve yönetim tarzına yönelik hiçbir itirazı hoşgörüyle yaklaşmayacağına ikna etti.

Milli Cephe ve İran Özgürlük Hareketi gibi politik örgütlerin yürüttükleri, anayasayı savunma ve yürürlüğe koymayla ilgili çalışmalar, örgütlerin liderlerinin tutuklanması ve bu örgütlerin dağıtılması ile neticelendi. Politik değişim için mücadele eden kesimler, bilhassa gençler, geleceğe dair umutlarını yitirdiler. Milli Cephe’nin dili yumuşak, eylemi pragmatik olan, hukuk çerçevesinde hareket etme konusunda dikkatli davranan liderleri, 9 Şubat 1964’te “sabır ve bekleme (intizar) politikasını benimsemek zorunda kaldılar. Aynı ölçüde hukuka önem veren İran Özgürlük Hareketi liderleri de demir parmaklıklar ardına atıldılar. Politik gençlik, o noktada “deneyimli Musaddıkçı politikacılar sistemi reforma tabi tutamıyorlarsa, demek ki sistem, reformla düzeltilecek aşamayı çoktan geçmiştir” diye düşündüler.

İran Özgürlük Hareketinin kurucusu Müslüman sosyal demokrat Mehdi Bezirgan’a göre, “Musaddık sonrası darbeyle tesis edilmiş olan rejime karşı silâhlı direniş ortaya koyma fikri, 1964 başlarında oluşmaya başladı.”[2] Bezirgan’ın kanaatine göre, barışçıl ve yasal politik muhalefet taktiğini terk edip silâhlı mücadele taktiğine geçilmesiyle birlikte yasal direniş çerçevesinde hareket eden son milliyetçi ve dinî girişimler de ezildiler, muhalefet yıkıma uğratıldı ve dağıtıldı, milliyetçi hareket mağlup edildi ve yasal bir muhalefet hareketinin devreye sokulması ihtimali ortadan kaldırıldı.” Bezirgan, Mart 1964’te şu türden bir politik değerlendirmede bulunuyordu:

“Birbirinden farklı ideolojilere sahip olan tüm muhalif örgütler ve gruplar tek bir sonuca ulaştılar. Hep birlikte rejime karşı yürütülecek mücadelenin yegâne aracı silâhlı mücadeledir diye düşündüler.”[3]

Kasım 1964’te Humeyni sürgün edildi. Bu olay, ilk başta politik sahada herhangi bir yankıya yol açmadı, ama sonrasında bir dizi şiddet olayını tetikledi. İslami Matem Grupları Koalisyonu’nun silâhlı kanadının mensubu olan Muhammed Buharayi, 21 Ocak 1965’te başbakan Hasan Ali Mansur’u öldürdü. 10 Nisan 1965’te Mermer Saray’da Rıza Şemsabadi, Şah’ı öldürme girişiminde bulundu. Son olarak,20 Ekim 1965’te Derbend civarındaki tepelerde İslami Milletler Partisi üyelerini jandarma kuşattı. Yaşanan çatışma sonrası parti üyeleri ele geçirildiler. Başında Muhammed Kazım Bujnurdi’nin bulunduğu parti, rejime karşı silâhlı mücadele vermeye başlayan ilk politik örgüttü. Bujnurdi’ye göre, “Şah’ın demokratik olmayan polis devletinde her türden girişim sert bir biçimde bastırılmaktaydı.” Buradan Bujnurdi şu sonuca ulaşıyordu: “Süngünün karşısına süngüyle çıkılmalıdır.”[4]

Ekim 1965’te İslami Milletler Partisi’nin başlattığı ayaklanmadan Şubat 1971’de gerçekleştirilen Siyahkel saldırısına dek uzanan süreçte radikal muhalefet silâhlı mücadeleyi ciddiyetle ele aldı. Bu örgütler silâhlı mücadeleyi tartıştılar, incelediler, belirli bir ideoloji meydana getirdiler, gizli ve yarı-gizli gruplar oluşturdular, hatta kimliklerini açık etmeden askeri operasyonlar gerçekleştirdiler. Bu beş yıllık süreçte yüzeyden bakıldığında her şey sakin ve sessizmiş gibi görünüyordu. Rejim, Şah’ın Beyaz Devrim’inin köylülerin, işçilerin, kadınların ve orta sınıfın kalplerini ve zihinlerini fethettiğine inanıyordu. Bu doğru olsa bile, ortada politik özgürlükleri isteyen güçlü bir muhalefet vardı ve bu muhalefet, örgütlenme ve itiraz etmenin hakları olduğunu düşünüyordu.

8 Şubat 1971’de Siyahkel’de gerçekleştirilen askeri saldırı, rejimin beklediği bir gelişme değildi. Bu saldırıyla birlikte rejime karşı şiddet uygulamayı öngören Marksist-Leninist gerilla mücadelesi başladı. Bu mücadele, beklenen ve beklenmeyen kimi sonuçlara yol açtı. Haziran 1976’dan sonra yoğunluğu önemli ölçüde azalmış olsa da silâhlı eylemler Şubat 1979’daki İran Devrimi’ne dek devam etti.

Gerillanın faaliyetlerinin kentlerde politikleşmiş gençlerin hayatlarını, görüşlerini ve varlıklarını ne ölçüde etkilediğini anlamak için bu gençlerin yürüttükleri ve onlara karşı gerçekleştirilen operasyonların sayısına bakmak, ölü ve yaralı tüm üyelerin ve sempatizanların sayısını çıkartmak yeterli olmaz.[5] İran gerilla hareketi, ortaya koyduğu pratik üzerinden, İranlı politik eylemciler için bir referans noktası, değerler sistemi ve bir ilk model meydana getirdi. Verdiği mücadele ve ortaya koyduğu tavır, politikleşen gençlere belirli bir davranış kuralı armağan etti. İran gerilla hareketinin verdiği mücadele, kentli İranlıların, özellikle gençlerin imgelemini ele geçirdi teşkil etti ve onları otoriter yönetimle nasıl başa çıkılır gibi önemli politik sorularla baş başa bıraktı.

Siyahkel’den ilk haberler geldiğinde, muhalefetin tüm unsurları yanında İranlılar da ülkenin yüzleştiği politik açmazı dert edinmeye başladılar ve böylelikle yeni bir gerçeklikle karşı karşıya olduklarını gördüler. “Ne yapmalı?” sorusuna artık yeni bir cevap verilmişti. İran’ın politik ikliminde soyut ve farazi bir olgu olarak varolan silâhlı mücadele, artık bir seçenek hâlini almıştı. Kamuoyundaki kayıtsızlık karşısında sahneye yeni çıkan gençler, rejim değişikliği için bizzat kolları sıvamışlardı.

Silâhlı mücadele başlayınca halk akın akın o mücadele iştirak etmedi tabii. Ama gene de gerillaların devrimci eylemi, rejimin anayasal hakları vermeyeceğine inananları kişisel, toplumsal ve ahlaki bir açmaza sürükledi. Ele silâh almak denilen eylem, Şah’ın rejiminin diktatörlük, sömürücü ve emperyalist dünya denilen çarkın dişlisi olduğuna inananların vicdanında bir yer bulmak zorundaydı. Gerilla hareketine pratikte katılma kararlılığı içerisinde olsun ya da olmasın, muhalefetin birçok unsuru, şiddete şiddetle mukabele etmenin ahlaken doğru olduğunu düşünüyordu.

İran muhalefetinin büyük bir kısmı, olağan hayatlarını sürdürmeyi tercih etti ve silâhlı gerillalarla rejim arasındaki çatışmayı oturup seyretti. Buna karşın, özel sohbetlerde ve dost meclislerinde kentlerde sessiz kalan çoğunluk, esasen gerillalardan yana saf tutuyordu. Riskli olduğu için gerilla mücadelesine katılamayan, ama silâhlı mücadeleye sempatiyle yaklaşan insanlar, bu kavgaya uzlaşma nedir bilmeden girenlere saygı duyuyorlardı. Bu gerillalar, Demirci Kawa, Babek Hürremdin, Yakup Leysü’s Saffari, Hasan Sabbah, Settar Han ve Mirza Küçük Han soyundan gelen kahramanlar olarak görülüyorlardı. 1978–1979’da gerillaların meydana getirdiği başkaldırı anlayışı yeni bir ayaklanmayı tetikledi.

Gerilla hareketine katılma meselesi, özel bir tür politik muhalifin tercihine kalmış bir konu olarak görülmeye başlandı. Az sayıda insanın iktidara kafa tutmaya cüret ettiği, daha az sayıda olan insanın o iktidarla mücadele için ayağa kalktığı o tarihsel momentte gerillalar, meydan okuma ve uzlaşmazlık gibi hasletlerini kentlerdeki birçok genç İranlıya aktardı. Yetmişlerin sonunda gerilla hareketi farkında olmadan, kendine has bir yeraltı kültürü oluşturdu. İnsanların sınırlı ölçüde bilgiye ulaştığı, kapalı ve korku içerisindeki bir toplumda gerillalardaki yiğitlik, kahramanlarda görülen üstinsana has özellikler olarak görülüp yüceltildi. Onlar hakkında anlatılan gerçekler ve dolaşan söylentiler iç içe geçip kısmen hayal ürünü kısmen gerçek olan destansı anlatımlara ve kahramanlık hikâyelerine yol açtı. Gerillaların yürüttükleri faaliyetlerin üzerini cesaret, mertlik ve yiğitlik üzerine kurulu destanlar örttü. Şövalye ruhlu insanlarla ilgili şiirler kaleme alındı, onlardaki diğerkamlık için türküler yakıldı.

Hamid Eşref, Ahmed, Zibrom, Rıza Rızayi ve Eşref Dehgani gibi isimler, politik ve toplumsal simgeler ve rol modelleri hâline geldiler. Lise ve üniversite öğrencilerinin onların yiğitliklerini şaşkın ifadelerle birbirlerine anlattıkları koşullarda silâhlı muhalefet, o insanların düşlerini ve hayallerini pratiğe dökmekle meşguldü.

Silâhlı hareket, rejime yönelik muhalefetin kötü gösterildiği, itibarsızlaştırıldığı, yok edildiği bir toplumda kendine saygının ve kendini olumlamanın toplumsal-politik ihtiyacını karşılıyordu. Gerilla hareketi, muhalefetin gerçekleri gören bilinci hâline geldi, politik açıdan kuvvetsiz olanın kuvvetlendiği yola dönüştü. Gerillanın kavgası ve iradesi, topluma politik ve psikolojik damgasını vuracak kadar çok yaşadı. Silâhların patlamasıyla rejim, keyfi tutuklamalara, işkenceye, duruşmasız yargılamalara ve idamlara daha fazla tevessül etti, böylelikle daha fazla öğrenciyi ve insanı düzene uygun yoldan uzaklaştırdı. Şah, bu hiç beklemediği gerilla hareketine sert bir biçimde cevap geliştirdi. İsyanlara ve başkaldırı pratiklerine iştirak eden herkesi, bu eylemlerde kan dökülüp dökülmediğine bakmadan, idam edeceğini söyledi.[6] Beş buçuk yıl boyunca gerillalar rejimin en kötü yüzüyle yüzleştiler.

Silâhlı mücadelenin başladığı andan itibaren Şah, büyük bir gayretle, bu mücadelenin önemsiz olduğunu göstermeye çalıştı. Bunun için devletin sükunetle hareket ettiğine, her şeyin kontrol altında olduğuna dair bir izlenim yaratmak için uğraştı. Şah, meselenin endişeyle karşılandığına dair bir izlenimin yaratılması durumunda, gerillaların rejimin o güne dek kimsenin kafa tutmadığı iktidarına ait imajı ortadan kaldırmayı başaracaklarını düşünüyordu.

Siyahkel saldırısından on altı ay sonra, 17 Haziran 1972’de İran’a yeni atanan İngiliz büyükelçisi Peter Ramsbotham, Şah’ın istikrar ve özgüvene dair sözlerini boşa düşürecek bir şey yaptı. Dışişleri bakanı Sör Alec Douglas-Home’a yazdığı mektupta elçi, “giderek güçlenen muhalefet ve yeni yeni başvurduğu şiddet yöntemi sadece Şah’ı değil, bizi de endişelendiriyor” diyordu. Mektubunda “mevcut durum”la “Musaddık dönemi” arasında paralellik kuran elçi, gene de “o olayların tekrarlanma ihtimalinden uzağız” deme ihtiyacı duyuyordu.[7]

Esadullah Âlem’in 14 Ağustos 1972 Salı günü günlüğüne düştüğü şu not da çok çarpıcı: O gün Şah’ın adalet bakanı, “teröristler herkesi korkuttu” diyordu.[8]

Siyahkel saldırısından sonra Şah, bu saldırıyı önemsizmiş gibi gösterme, küçük bir olaymış gibi takdim etme yoluna gitti. Konuşmasında ümitsiz bir çabayla, büyük bir delilikle ve akıllarını yitirmiş bir hâlde eyleme geçmiş bir avuç gencin bu macerasını sonlandırmak için ordudaki aşçı yardımcılarının çabalarının bile yeterli olacağını söylüyordu.[9]

Zaman, silâhlı ayaklanmanın ömrünün Şah’ın beklediğinden daha uzun olduğunu ortaya koydu. Bu ayaklanmanın güç kullanılarak bastırılmasının düşünüldüğü kadar kolay olmadığı görüldü.

Kendisine fedailer, yürüttükleri operasyonlar, tutuklamalar veya silâhlı çatışmalarda yaşanan ölümler konusunda ne zaman bilgi verilse, Şah her seferinde şu soruyu soruyordu: “Hamid Eşref’i ne yaptınız?”[10]

Mayıs 1976’da Şah, Tahran Üniversitesi’nde Halkın Fedaileri gerillalarına destek veren gösterilerin düzenlendiğini duyunca öfkeden deliye döndü. Adalet Bakanına saldıran Şah ona, “o sabotajcıları bulamazsanız, onlara vereceğim cezayı sana vereceğim”[11] dedi.

Siyahkel saldırısının üzerinden yedi yılı aşkın bir zaman sonra, Hamid Eşref’in ölümünden iki yıl sonra, gerillalar Şah’a kâbus olmaya devam ettiler. 12 Temmuz 1978’de gerillaların faaliyetleri karşısında epey kaygılı olan Şah, istihbarat kuruluşu SAVAK’ın yeni başkanı General Nasır Mukaddim’e bir süredir teröristlerle ilgili rapor alamadığını söyledi ve şu soruyu sordu: “Bunun sebebi, bunların faaliyetlerinin sona ermiş olması mı yoksa SAVAK’ın onların arasına henüz sızamamış olması mı?”[12] Bu konuşmanın üzerinden bir ayı aşkın bir zaman geçtikten sonra Fedai gerillaları, Eşratabad Meydanı’nda bulunan polislere saldırdılar ve ardından da “Bu, Savaşan İnsanların Katline Karşı Verdiğimiz Cevaptır” başlıklı bir bildiri yayınladılar.[13]

Ali Rahnema

[Kaynak: Call to Arms: Iran’s Marxist Revolutionaries, Oneworld Academic, 2021.]

Dipnotlar:
[1] A.K.S. Lambton, Foreign and Commonwealth Office, FCO 371 1641 86 EP 1015/125, 30 Ekim 1962.

[2] M. Bazargan, Shast sal khedmat va moqavemat, jeld-e aval, Tahran: Rasa, 1375, s. 382.

[3] Bazargan, Shast sal khedmat va moqavemat, s. 382.

[4] K. Bojnourdi, Khaterat, Tahran: Daftar adabiyat-e enqelab-e eslami, 1378, s. 16.

[5] Aralarında Marksist gerillaların da bulunduğu, katledilen ve hapse atılan savaşçıların sayılarıyla ilgili kimi tahminler konusunda bkz.: E. Qaneʿifard, Dar damgah tarikh, Los Angeles: Ketab Corp., 2012, s. 308, 314; E. Abrahamian, The Guerrilla Movement in Iran, 1963–1977, MERIP Reports, Sayı. 86, Mart/Nisan 1980; P. Vahabzadeh, A Guerrilla Odyssey, Syracuse: Syracuse University Press, 2010, s. 257–259.

[6] A.N. ʿAlikhani, Yaddashthay-e ʿAlam, Cilt. 2 (1349–1351), Bethesda: Iranbooks, 1993, s. 253. Alihani’nin yayına hazırladığı Âlem’in günlüklerine yönelik tüm atıflar, ABD’de yayınlanıp Iranbooks tarafından dağıtılan baskıya yöneliktir.

[7] Foreign and Commonwealth Office, FCO 8/1881, NBP 1/3, “Terrorism in Iran”, 17 Haziran 1972.

[8] ʿAlikhani, Cilt. 2, s. 283.

[9] Keyhan, 20 Ordibehesht 1350.

[10] Qaneʿifard, s. 248.

[11] ʿAlikhani, Cilt. 6, s. 113.

[12] Q. Hasanpour, Shekanjehgaran migouyand, Tahran: Mouzeh ebrat Iran, 1386, s. 84.

[13] M. Naderi, Cherikha-ye fadaʾi-e khalq, az nakhostin koneshha ta bahman 1357, Cilt. 1, Tahran: Moaseseh-ye motaleʾat va pajouheshha-ye siyasi, 1387, s. 828.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder