Tude, altmışların başında İran’da örgütsel açıdan
mevcut değildi. Partinin geride bıraktığı ideolojik miras, partinin fikirlerini
ve argümanlarını ödünç alan, ama politikasını redde tabi tutan yeni solcu aydın
kuşağını bir biçimde besledi.
Tıpkı Fransız Komünist Partisi’ni ve Stalinizmi
devrimi zamanla kazanılacak reformlara, Marksist teoriyi hareketsiz bir
öğretiye indirgediği gerekçesiyle eleştiren Fransız solu gibi, İran’da ortaya
çıkan yeni sol da Kitle Partisi’ni (Tude) benzer bir reformist duruşa sahip
olması sebebiyle eleştiriyordu. Ancak FKP’nin reformizmine de Stalinizme de
teorik yeniliklerle ve katkılarla cevap geliştiren Fransa’daki yeni soldan
farklı olarak İran’ın yeni solu, teorik olmaktan çok politik bir cevap
geliştirdi.
İran’da yeni sol, Tude’yi Sovyet dış politikasına körü
körüne bağlı olduğu, ülkede temsilî demokrasinin yeniden devreye girmesini ve
toplumsal reformların gerçekleştirilmesini talep ettiği için eleştiriyordu. Bu
yeni solun Tude eleştirisinde esasen yeni bir şey yoktu. Yeni sol, Tude’yi var
eden Marksist mahfilleri proletaryanın teorik eğitimiyle meşgul oluşu,
demokratik sosyalizm savunusu ve politik mücadelede şiddeti reddetmesi
sebebiyle eleştirmekteydi.
İran yeni solu, gerilla savaşının Şah diktatörlüğüne
verilecek yegâne cevap olduğunu düşünen Marksist birey ve örgütlerden
oluşuyordu. Marksist mahfillerden farklı olarak yeni sol, kitlelere politik
eğitimi verecek olanın da ileride gerçekleşecek devrim için onları hazırlayacak
olanın da gerilla savaşı olduğunu düşünüyordu.
Yeni sol kuşağın ülkede elde ettiği en önemli başarı,
altmışların sonunda kurulan ve yetmişlerde en fazla öne çıkan örgüt hâline
gelen Halkın Fedaileri Örgütü’nü kurmalarıydı. Fedai örgütünün önde gelen
teorisyenleri olarak Emir Perviz Puyan (1946–1971) ve Mesut Ahmetzade
(1945–1972), devletin ideolojik gücünden çok, ona ait baskı aygıtına karşı
gerçekleştirilecek devrimci eylemlerle meşgul oldu.
Silâhlı Mücadelenin Gerekliliği ve Hayatta Kalma
Teorisine Reddiye ismini taşıyan ünlü
broşüründe Puyan, 1953 darbesinin bir sonucu olarak, Şah rejiminin hiçbir
muhalefet biçimine hoşgörü göstermeyen faşist bir devlet hâline geldiğini
söylüyordu. Puyan’a göre, aydınlarla kitleler arasındaki bağı kesmek adına
devlet, ya aydınları satın alıyor ya da onları zorla dilsizleştiriyordu.
“Terör,
baskı ve her türden demokratik kuralın yok oluşu, halkla bağ kurulmasını
imkânsızlaştırıyordu. […] Düşman, mevcut düzeni korumak için tüm gücünü
kullandı. Halkla bağ kuramadığımız ölçüde düşman için kolay hedef hâline
geldik. Hayatta kalmak, büyümek ve işçi sınıfının politik örgütünü kurmak için
mevcut zayıflığımızın iğvasından kurtulmalıyız. Halkla doğrudan ve güçlü bağlar
kurmalıyız.”[1]
Puyan, gerilla hareketinin rejimin kendisi için
meydana getirdiği yenilmezlik imajını tuzla buz etmesi gerektiğini söylüyordu.
Ona göre, bunun ardından hareket, rejimi kendi bütünlüğü içinde kontrol ettiği
yanılsamasını ifşa etmeliydi. Bu hedeflere ulaşıldığı takdirde halk, siyasete
büyük bir coşkuyla dâhil olacaktı.
Ancak Puyan’ın sıradan işçilerin ideolojik yönelimine
dair incelemesi, bize toplumu bütünüyle kontrol eden iradesine ve elde ettiği
ideolojik zafere sebep olanın, sadece rejimin elindeki baskı aygıtı ve onu
kullanma imkânı olduğunu söylüyor:
“Özellikle
genç işçiler, birikimlerini hiçbir değeri olmayan küçük burjuva eğlenceleri
için harcıyorlar. Birçoğunun ruhunu ve zihnini kaba alışkanlıklar kirletmiş.
Birbirleriyle konuşma fırsatı bulduklarında küfürlü sohbetler ediyorlar, kitaba
meraklı olanlarsa gerici edebiyatın en çirkin örneklerini tüketiyorlar. Düşman,
kitlelere tesir edebilecek her türden politik eyleme mani olmaya çalışıyor.
İşçi sınıfını her türden politik bilinçten yoksun küçük burjuva karakterleri
taklit etmeye zorluyor.”[2]
Puyan’a göre, sıradan işçilerin kaba davranışları ve
politikadan kopuk oluşları, rejimin kitleleri kontrol etme ve mevcut
toplumsal-politik düzene o işçileri boyun eğmelerini güvence altına alma
konusunda kullandığı yöntemlerin başarılı olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla,
devrimci öncü, rejimin kitlelerin boynuna geçirdiği zincirleri kırmalı,
devrimci sınıfın lideri olabilmek için proletarya ile örgütlü bir ilişki içine
girebilmelidir. Fakat ortada işçi sınıfına nüfuz edilmesine imkân verecek
herhangi bir demokratik araç olmadığı için, devrimci öncü, toplumda kendisine
dair güçlü bir devrimci imaj meydana getirmelidir.
Fedailer, rejimin işçi sınıfı dâhil tüm toplum
kesimlerine nüfuz ettiğine ve her şeyi kontrol edebildiğine ve yenilmez
olduğuna dair bir imajı meydana getirebildiğine kanidir. Baskıcı politik durum,
Fedailerin işçi sınıfı içinde çalışma yürütmesine imkân vermediğinden, örgüt,
halkın rejimle politik çalışma içine girme konusunda duyduğu korkuyu aşma
konusunda en etkili araç olarak gerilla savaşına yüzünü dönmektedir. Neticede
Fedailere göre, kitleler rejimin yara alabildiğini gördüğü anda isyan
edeceklerdir. Ahmedzade, silâhlı mücadeleye başvurmayla ilgili gerekçeyi bir
adım daha ileri götürür ve Hem Strateji Hem de Taktik Olarak Silâhlı
Mücadele (1970) isimli broşüründe şunu söyler:
“1953
emperyalist darbesi, ülkedeki tüm milliyetçi ve antiemperyalist politik
teşkilâtları yok etti. Yaşanan bu olaydan bir tek proleter bir parti ders
çıkartabilirdi, antiemperyalist politik güçlere öncülük edecek yeni bir
stratejiyi ancak o formüle edebilirdi. Ama maalesef halkımız, bu türden bir
politik partiden mahrumdu. Partiyi Marksist-Leninist partilerin bir
karikatürüne dönüştürmüş olan Tude’nin liderleri, üyelerinin hapiste veya
darağacında olduğu bir dönemde, davaya en fazla bağlı üyelerine ihanet edip
ülkeyi de politik mücadele alanını da terk etti.”[4]
Ahmedzade’ye göre Fedailer, İran’da yeni bir komünist
hareketi temsil etmektedir, çünkü Tude’nin politikasını redde tabi tutmak
suretiyle Fedailer, Marksizm-Leninizmi revizyonizmden ve oportünizmden
kurtarmıştır. Ahmedzade açısından ülkede kurulan bu yeni komünist hareket,
Mao’nun Sovyetler’deki revizyonizme ve oportünizme karşı yürüttüğü beynelmilel
Marksist-Leninist mücadelenin bir parçasıdır. “Devrimci aydınların Yoldaş
Mao’ya ait fikirleri temel alan devrimci ML eğilimini selamlamalarının sebebi
budur.”[5]
Fedailer’in asıl sorunu, Stalin dönemi veya Tude’deki
Stalinizm değil, ellilerin başında emperyalizme karşı mücadele yürüten milli
kurtuluş hareketine sırtını dönen ve İran’da silâhlı mücadeleyi reddeden
oportünizmdir. Fedailer, Stalin’i ve Stalinist dönemi eleştiren hiçbir metin
kaleme almamışlardır.
1969’da örgütün kurucu üyelerinden biri çıkıp
Tude’deki ideolojik sapmanın ve politik oportünizmin ana sebebinin Stalinist
sapma olduğunu, tüm bu hataların Sovyetler’e körü körüne bağlı olması
neticesinde ortaya çıktığını söyler.[6] Aslında Fedailer, Stalin sonrası
SBKP’nin, bilhassa yirminci kongre sonrası eski hâle dönmek derdinde olduğunu
düşünmüştür.
1974’te örgütün yayın organı Neberd-e Halk [“Halkın
Mücadelesi”], Stalin’i “Proletaryanın Büyük Lideri” olarak niteler.[7] Bican Cezeni, Stalin’i değil, Sovyetler’in
İran politikasını eleştirir. Cezeni’ye göre Sovyetler’in Şah’la kurduğu dostluk
ilişkisi, oportünizmin ve Marksist-Leninist ilkelerden sapmanın somut bir
ifadesidir.[8]
Ahmedzade ise şu kanaattedir:
“Gerici
güçlerin yenilmeleri için ordularının yenilmesi şarttır. Bu da köylü
kitlelerinin silâhlı mücadeleye dâhil olup halk ordusunu inşa etmesi suretiyle
gerçekleştirilebilir. Halk ordusunu kurmak içinse silâhlı mücadele
yürütülmelidir. Silâhlı mücadele, sadece askeri zafer değil, politik zaferin
zaruri koşulu olarak kitlelerin hareketliliği için de gereklidir. Bu sebeple,
kitlelerin harekete geçirilmesi meselesi ile silâhlı mücadele birbirinden
ayrıştırılmaması gereken meselelerdir.”[9]
Ahmedzade’ye silâhlı mücadeleyle ilgili tezini formüle
etmesinde katkı sunan metinler arasında Che Guevara’nın Gerilla Savaşı kitabının
Farsça çevirisi bulunuyor.[10] Hamid Mümini gibi Fedai üyelerinin[11] de destek
sunduğu argümanında Ahmedzade, örgütün devrimcileri kitlenin devrimci bilinci
ve eyleminin ana kaynağı olarak görüyor. Devletin kamusal alanı ve fabrikaları
kontrol altına almak için baskıcı güçleri devreye soktuğu, hâkim ideolojinin
sıradan halkın arzularını ve isteklerini biçimlendirdiği yerde devrimci öncü, kitlelerin
arasına karışamaz, onları ideolojik ve politik olarak eğitemez.
Dolayısıyla, baskıcı güçleri tahrif etmek için çarpıcı
ve görkemli bir şey yapılmalı ki kitlelerin dikkati çekilebilsin. Ahmedzade, bu
noktada 1917 Devrimi öncesi Rus devrimci aydınlarının çalışma yürüttükleri
koşulları altmışlarda, İran’da bulunan koşullarla kıyaslıyor. Rus devriminden
önce aydınlar, sosyalist bilinci işçi sınıfının zihnine zerk edip, onu politik
güç olarak örgütlerken, İranlı devrimci aydınlar İran işçi sınıfını örgütleme
imkânı bulamıyorlar, çünkü işçi sınıfına ulaşma konusunda en küçük kanaldan
bile mahrumlar. Ahmedzade’ye göre, kitleleri devletin ideolojisi tarafından,
kitle iletişim araçları ve devlet kurumları üzerinden aldatılmaktan alıkoyacak
devrimci bir ideoloji veya politik gücün olmadığı koşullarda, silâhlı mücadele
yegâne devrimci seçenektir.[12]
Fedailer, silâhlı mücadeleye 1970’te başladılar, ama
beş yıl sonra örgütün tüm önemli üyeleri tutuklandı, idam edildi, işkence
edilerek öldürüldü veya polisle yaşanan çatışmalarda sokak ortasında
katledildi. Fedailer, tüm fedakârlıkların kitleleri harekete geçireceğine ve
devlete karşı verilecek sınıf savaşına dâhil edeceğine inandılar. Ama silâhlı
mücadele üzerinden ülkedeki politik iklimde baskı araçları daha fazla devreye
sokuldu, bu sebeple, örgütün teorisyenlerinin kaleme aldığı metinler örgüt
duvarlarını aşamadı, dolayısıyla, farklı sebeplerle silâhlı mücadeleye karşı
olan politik aydınlara ulaşamadı.
Eski Fedai üyesi ve İran Devrimi öncesi liderlerinden
olan Mehdi Fetapur’a göre, örgütü analiz edenler, onun teorik temelini Puyan,
Ahmedzade ve Cezeni gibi teorisyenlerine ait fikirlere dair analizler üzerinden
inceliyorlar. Oysa örgüt içerisinde bu fikirler önemli olsa da Fedai hareketine
örgütlenmiş üniversite öğrencileri ve aydınlar, Ahmedzade’nin Hem Strateji
Hem de Taktik Olarak Silâhlı Mücadele çalışmasını da Cezeni’in silâhlı
mücadeleyi salt taktik olarak ele alan görüşünü bilmiyorlardı. Aslında bu
fikirler, yetmişlerin başından itibaren hapiste olan Fedai kadroları arasında
tartışılmaya başlanmışlardı Öğrencileri ve aydınları gerilla mücadelesine
destek sunmaya teşvik eden, örgütün liderlerinin fikirleri değil, mücadelenin
radikal ve savaşçı niteliğiydi.[13]
İran’da yeni komünist hareket, Bican Cezeni, Mustafa
Şuayiyan ve Hamid Mümini gibi 1975 öncesi katledilmiş bir dizi teorisyen
üretti. Bu Marksist profesyonel devrimcilerin teorileri, İran siyasetini ele
alan tarihçilerin gayet vakıf olduğu bir konuydu, fakat metinler, kendi
düşünsel karmaşıklığı ve özü üzerinden pek incelenmediler.
Avrupa ve İran solu, benzer politik konuları dert
edindi, ama teorik açıdan farklı konulara yöneldi. Aslında teorik çabalarının
içeriği ve niteliği farklıydı. Avrupa solu, emperyalizme ait merkezde veya
gelişmiş kapitalist toplumda iktidar ve hâkimiyetin niteliğini ele alırken,
İran solu, emperyalizmin hâkim olduğu bir toplumda özgürlükçü siyasetin
yürütülmesi için başvurulacak yolları arayıp durdu. İran solu, yetmişlerin
sonunda devrimci döneme girerken, Avrupa solu, özelde Fransız solu, devrimci
politikadan tümüyle uzaklaşıyordu.
Bu noktada, yaklaşan devrim konusunda İran’daki yeni
solu hazırlayan ve tarihsel dönemi tanımlayan düşünme tarzlarını ve metinleri
incelemekte fayda var.
İran Tarihinin Otuz Yılı isimli kitabıyla Cezeni, yetmişlerin başında Fedailerin
önde gelen teorisyeni mertebesine yükseldi. İran solunu son otuz yıl üzerinden
inceleyen kitap, bize Cezeni’nin İran’ın ilk komünist partisinin tarihine aşina
olduğunu, ama yirmilerden otuzlara uzanan İran komünist hareketinin tarihinin
önemli kesitlerini bilmediğini ortaya koyuyor. Örneğin Cezeni, partinin en
önemli teorisyeni Avetis Sultanzade hakkında hiçbir şey söylemiyor.[14] Cezeni,
daha çok Tude’nin gerçek bir komünist parti olmasına mani olan sorunları ele
alıyor. Bu noktada, partinin Sovyetler’e ideolojik ve politik düzeyde bağlı
olmasının, bunun yanında, İran’da Sovyet dış politikasına ait bir alet olarak
kullanılmasının gerekçelerini inceliyor. Cezeni, Stalin’den ve Sovyetler’in
İkinci Dünya Savaşı esnasında faşizme karşı mücadele kapsamında ABD ve Britanya
ile kurulan ittifaktan sonra Tude’nin sorgusuz sualsiz takip ettiği
Sovyetler’in müttefiklerine karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelelerine destek
verme konusunda ayak sürüdüğünü söylüyor.[15] Bu süreç dâhilinde, 1946 yılında
üç Tude üyesi, bakan oluyor.
Cezeni’ye göre, Sovyetler’in baskısıyla Başbakan
Kavamüs Sultani, üç Tude üyesini bakan olarak kabineye alıyor, bunun
karşılığında, Sovyetler, Azerbaycan’daki ayrılıkçı harekete verdiği desteği
çekiyor (1945–1946). Bu desteğin çekilmesi ve hareketin korumasız kalması
üzerine, hükümet, hareketi ve kurduğu “cumhuriyeti” birkaç gün içerisinde
yenilgiye uğratıyor. Sovyetler’in aldığı her karara boyun eğen Tude’nin
gidişata etkide bulunacak gücü bulunmadığı için politik sahada o ayrılıkçı
hareketin ortaya çıkması öncesi elde ettiği itibarı yitiriyor.
Cezeni’nin tespitiyle Tude, o dönemde kabinede esasen
meşgul olduğu üç alanla, kültür, sağlık ve çalışma hayatı ile ilgili koltuklara
oturuyor.[16] Oysa başlarındaki Başbakan Kavamüs Sultani, İran yakın tarihinin
gördüğü en gerici siyasetçilerden biri. O koltuklara partinin Azerbaycan’daki
ayrılıkçı harekete onay verdiği bir dönemde oturuluyor. Esasında Tude’nin
gerici hükümete girişi ve Azerbaycan’ın ayrılığına karşı çıkan harekete verdiği
destek, partiyi felâkete sürüklüyor. Cezeni’ye göre parti, bu harekete destek
vermek suretiyle, kurtuluş hareketlerinin özgürlükçü ve antiemperyalist
niteliği ile ayrılıkçı hareketlerin gerici niteliği arasında ayrım yapamadığını
ortaya koyuyor. Neticede parti, ayrılıkçı hareketin yenilgisi sonrası, ülkede
yeni gelişen demokrasi ve sosyalizm yanlısı politik mücadelelerde, özelde
1950-1953 arası dönemde petrolün millileştirilmesi hareketinde öne çıkıp güç
sahibi olamıyor.[17]
Cezeni, Tude’nin ideolojik sınırlarının ve Sovyetler’e
körü körüne itaat eden siyasetinin parti içerisinde gerçek manada Marksist olan
bir hizbin açığa çıkmasını gerekli kıldığı iddiasındadır. Maliki liderliğindeki
grup, partiden ayrılmış ve gerçek Marksizmi kendilerinin temsil ettiğini
söylemiş, ama birkaç yıl sonra sağa savrulmuştur.
Cezeni, Maliki grubunun sağa savrulmasının
nedenlerinden birinin Tude ile Moskova’nın grubu Marksizmden sapmakla
suçlamaları olduğu düşüncesindedir. Partiden ayrılmalarının üzerinden çok fazla
bir zaman geçmeden partiden kopan hizbin üyeleri, hem Tude’ye hem de
Sovyetler’e karşı hasmane bir tutum içine girmişlerdir.[18]
Cezeni’ye göre, Maliki ve hizbin diğer üyeleri,
partiyi soldan eleştirmiş, ama partiden ayrıldıktan sonra sağa savrulmuştur.
Cezeni, ilk iddialarına sadık kalsaydı, bu hizbin devrimci hareket üzerinde
radikal bir etki yaratabileceği iddiasındadır. Kopan hizbin sağcı bir yere
savrulmasında Sovyetler ve Tude önemli bir rol oynamışlardır. Ülke genelinde
işçi sendikalarını kontrol eden Tude, kendisinden ayrılan ekibin sendikalarla
bağlarını keserken, Sovyet Komünist Partisi de onu dönek olarak eleştirip
mahkûm etmiştir. Beynelmilel komünist hareketle ideolojik ve politik konumunu
izah edebileceği bağlardan yoksun olan hizip tecrit edilmiş, bu da onu intikamcı
bir pozisyona itmiştir.[19]
Cezeni’ye göre, Tude’nin 1949’da illegal ilân edilmesi
ardından liderleri açık ve geniş katılımlı kongreler örgütleme yükümlülüğünden
kurtulmuş, parti içi muhalifleri demokratik yoldan, seçimle belirlenen örgüt
kurullarının kontrolü olmaksızın ezme imkânına kavuşmuştur. Parti, illegal
olmak suretiyle, liderlerine kendi Marksizm-Leninizm anlayışlarını resmi
ideoloji hâline getirme fırsatı sunmuştur.[20]
Cezeni’ye göre, Musaddık’ın petrolün millileştirilmesi
hamlesinin ardındaki ideolojiyi ve politikaları yanlış okumuştur. Sovyetler’e
petrol konusunda hiçbir tavizi kabul etmeyeceğini söyleyen Musaddık’ın tutumunu
yanlış anlamıştır. Bu yanlış anlama neticesinde parti, Musaddık’ın “Amerikan
ajanı” olduğunu söylemiştir.[21] Ama Musaddık, 1952 yazında görevinden istifa
edince Tude konumunu değiştirip başbakan olmasını talep etmiştir. Partinin
örgütlediği 21 Temmuz 1952 tarihli kitlesel gösteri ardından Musaddık yeniden
başbakan olmuştur. Ama bu sefer de Musaddık’ı korumak için askerî kanadını
örgütleme ve onu büyütme yönünde hareket etmek yerine parti, Musaddık 1953
darbesi neticesinde devrildikten sonra bile kılını kıpırdatmamıştır.
Cezeni, partinin ortaya koyacağı bir silâhlı direnişin
Musaddık hükümetini kesin kurtaracağı düşüncesinde değildir, fakat o, partinin
öncülük edeceği bir silâhlı direnişin ülkedeki ulusal kurtuluş hareketi
içerisinde işçi sınıfını daha yüksek bir mertebeye taşıyacağı, böylece sınıfın
hareketin lideri olma imkânının ortaya çıkacağına inanmaktadır. Partiyi askerî
darbeye karşı direnmekten alıkoyansa liderlerinin oportünist niteliğidir.[22]
Cezeni’nin iddiasına göre, Tude’nin işçi üyelerini lider kadroya taşıma
konusunda isteksiz olması, partinin işçi sınıfı partisi olarak itibarını
zedelemiştir. Asıl şaşırtıcı olansa partideki radikal kanadın da lider
kadrosuna işçi almamış olmasıdır. Muhafazakâr veya sağcı hizip ise işçi
üyelerini teşkilât içerisinde sorumluluklar almaları konusunda teşvik etmiştir.
Sağcı kanat, eğitimli üyelerin ve aydınların lider kadrosunun parti ideolojisi
ve politikasının tüm yönleriyle ilgili geliştirdiği görüşlere itiraz etme
ihtimali varken, işçiler, düşünsel itirazlarla pek ilgilenmezler ve kolayca
yönlendirilirler.[23]
Cezeni’nin yeni Marksist eğilimlerin ortaya çıkışına
ve bunların neden Tude’den uzaklaşmaya çalıştıklarına dair görüşlerini anlamak
istiyorsak, onun Musaddık’la ilgili görüşüne bakmak gerekmektedir.
Cezeni, Marksist ve komünist bir tutumun Musaddık’ın
Sovyetler’in yararlanmak istedikleri de dâhil tüm petrol kaynaklarını millileştirme
programına destek sunmak olduğunu söylüyor.[24] Cezeni’ye göre Tude, petrolü
millileştirme hareketinin gerçek niteliğini kavrayamıyor ve onu, yanlış bir
değerlendirme üzerinden, milli kurtuluş hareketi olarak görüyor. Bu sebeple
parti, 1953 darbesine karşı tek bir adım bile atmıyor.[25]
Her ne kadar İran anayasasına gereğinden fazla vurgu
yapıyor, devletin başı olarak gördüğü Şah’a karşı uzlaşmacı bir çizgi izliyor
ve sınıf mücadelesine inanmıyor olsa da Musaddık, Cezeni’ye göre, İran halkının
sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı verdiği kurtuluş mücadelesinin merkezinde
duran isimdir. Cezeni, Musaddık’ın İran halkını sömürgeciliğin gerçek manası
konusunda eğitmesi ve halkın emperyalist ilişkilere dair bilincini artırması
sebebiyle önemli görüyor.
Musaddık, antiemperyalist hareketin tek lideri değil.
O, tüm dünya genelinde emperyalizme karşı olan hareketin bir simgesi.[26]
Cezeni, Tude darbeye direnmiş olsaydı, partinin kitlesel bir silâhlı mücadeleyi
başlatma fırsatı bulacağı, böylece oportünist unsurları temizleyip kendisini
kelimenin gerçek anlamıyla proleter devrimci bir partiye dönüştürebileceği
iddiasında. Ama Cezeni’nin dile getirdiği biçimiyle, gerçekte Tude, on binlerce
deneyimli ve örgütlü genç kadrosu ve üyesi ile Şah’ın rejimine karşı silâhlı mücadele
verme fırsatını tepiyor.
“Burada
üzerinde durduğumuz mesele, kolay zafer değil, tarihsel fırsattır. Tude,
kitleleri silâhlı mücadeleye sokmak zorundaydı. Bu mücadele, kimi yenilgiler
yaşayıp, ağır kayıplar verse bile, devrimci öncü, halk hükümetinin kurulması
konusunda işçi sınıfını ve kitleleri lider konuma taşıyıp İran’a demokratik
devrimi gerçekleştirmek için gerekli olan deneyimlere kavuşacaktı. Fakat
partideki o sınırsız oportünizm, partiyi bu tür adımlar atmaktan alıkoydu.”[27]
Cezeni’nin iddiasına göre parti liderliğinin 1953
darbesine karşı harekete geçmemesi, liderlerin parti içerisindeki konumlarını,
devrimci değişim imkânı değil de kimi faydalar sağlayan bir toplumsal imtiyaz
olarak görmesinin bir sonucu. Tam da bu sebeple, orta kademe kadrolar ve parti
üyeleri tutuklanıp ağır baskılara ve işkencelere maruz kaldıklarında, bu duruma
her gerçek devrimci gibi, büyük bir cesaretle karşı koyarken, parti liderleri
devletten af dilendiler. Cezeni, parti liderlerindeki zafiyeti ve sıradan
üyelerdeki güçlü tavrı partinin 1949’da yeraltına çekilişiyle izah ediyor. Bu
olay, liderleri dünyadaki devrimci hareketin parçası olduğuna samimiyetle
inanan sıradan üyelerden kopartıyor. Neticede parti kadroları ve sıradan
üyeler, devrimci ve komünist ilkeleri içselleştirirken, liderleri bu ilkelerden
uzaklaşıyorlar.
Cezeni’ye göre, parti içerisinde komünist ilkeleri öne
çıkartan örgütlü bir hizip bulunmamasına rağmen, bu ilkeler, militan bir
komünist olma çabası dâhilinde partinin kendilerini davaya adamış üyelerince
ortaya çıkartılıp geliştiriliyor. Militan komünist olma çabasını koşullayan bu
komünist ilkeler, darbeyi takip eden baskı döneminde varlığını bir şekilde
muhafaza ediyorlar. Cezeni, bu ilkelere göre hareket edilmesi, onların
kapsamının genişletilmesi gerektiğini düşünüyor.[28]
Sonradan pişman olan Tude liderleri, hapiste komünizm
aleyhine bir dizi kitap ve broşür kaleme alıyorlar. Diğer isimler, Sovyetler’e
veya başka sosyalist ülkelere gidiyorlar. Ellilerin ortasında parti,
faaliyetlerini sonlandırıyor. Böylece bir tür diaspora teşkilâtına
dönüşüyor.[29]
Cezeni’ye göre, Halil Maliki’nin liderliğinde partiden
kopan grup, sırtını komünizme dönüyor ve İngiliz emperyalizmine karşı Amerikan
emperyalizmini ve komprador burjuvaziyi savunan bir tür Amerikan Marksizmini
gündeme getiriyor.[30] Öte yandan Cezeni, bir yerde Teist Sosyalistlerden
bahsediyor ve bu dini yönelimi olan Musaddık yanlısı örgütün sağcı Avrupa
sosyalistlerinin savunduğu türden bir sosyalizmi propaganda ettiğini söylüyor.
Buradan da ilgili kesimin sosyalizm anlayışının İran Marksizmini ideolojik ve
politik düzlemde zenginleştirmeyeceği tespitini yapıyor.[31]
Cezeni, ayrıca yeni bir komünist partinin kuruluşu
konusunda proletaryayı teorik olarak hazırlama meselesine odaklanmış olan dergi
çevrelerini ve benzeri örgütleri, Marksizm-Leninizmden dönmüş yapılar olarak
değerlendiriyor. İddiasına göre bu yapılar, devrimci bir aktivizm üretmek
yerine, üyelerini örgüte girmeden önce sahip oldukları devrimci tutkuyu öldüren
çalışma grupları ve bitmek bilmeyen teorik tartışmalar içerisinde boğuyor.
Cezeni, devrimci tutkusu olan kişilerin bu tür örgütlere girdikten sonra,
zamanla Marksist-Leninist teorinin özünden koptuğunu ve devam etmekte olan
toplumsal ve politik mücadeleye ilgilerini yitirdiklerini söylüyor.[32]
Cezeni, bazı Marksist-Leninist örgütlerin ve
aydınların Tude’nin Marksist-Leninist teoriye yeterince vakıf olmadığı için
başarısız olduğuna dair iddialarına karşı çıkıyor. O, bazı Marksist-Leninist
örgütlerin ve aydınların Tude eleştirisiyle birlikte yürütülen Marksist
metinlere dair detaylı inceleme pratiğini takıntı hâline getirdiğini
söylüyor.[33] Cezeni’ye göre kendisinin Amerikan Marksistleri olarak tarif
ettiği bu örgütler, son tahlilde Amerikan emperyalizminin çıkarlarına hizmet
ediyor.
Bu örgütlere göre, ülkedeki hâkim üretim tarzı olarak
feodalizm İngiliz emperyalizminin işine geliyor, öte yandan komprador
burjuvaziyi de içerecek biçimde tüm burjuvazi ise Amerikan emperyalizmine
hizmet ediyor. Bu tespit ışığında söz konusu örgütler, feodalizmle
kıyaslandığında kapitalizmin ilerici bir üretim tarzı olduğunu, bu sebeple
İngiliz emperyalizmi ve feodal sisteme karşı komprador burjuvazi ve Amerikan
emperyalizmiyle müttefik olması konusunda İran işçi sınıfını teşvik ediyor. Bu
kesimler, buradan “yaşasın Amerikan emperyalizmi” demeseler bile “yaşasın
komprador burjuvazi” diyorlar.[34]
Bu eleştirisi dâhilinde Cezeni, Amerikan
Marksistlerine örnek olarak Mustafa Şuayiyan’ın ismini anıyor.[35] Cezeni, söz
konusu incelemesi dâhilinde, eski Tude üyesi işçi aktivist Cafer Tahiri’nin
çalışmalarını da eleştiriyor. Tahiri, o dönemde Çelişki isminde bir
gazete çıkartıyor ve bu gazete üzerinden örgütleyeceği faal işçilerle bir
komünist parti kurmayı düşünüyor. Tahiri’nin örgütü, aydınlara kapıları
kapatıyor, ayrıca 200 doları aşan mülkü olan kişileri üye yapmıyor. Cezeni,
örgüt üyeleri tutuklandıklarında hiçbir direniş ortaya koymadıkları ve polisle
işbirliğine gittikleri için bu örgütün temsilcilerini “sahte Marksist” olarak
nitelendiriyor. Cezeni, örgüt üyelerinin hapiste kısa süre kalmalarını, hemen
salıverilmelerini İran’da gerçek Marksizme karşı kurulmuş komplonun bir parçası
ve örgüt üyelerinin hain olduklarının bir delili olarak aktarıyor.[36]
Cezeni, İran’daki sosyopolitik ve ideolojik koşulları
1953 öncesi ve 1953 sonrası olarak iki döneme ayırıyor. 1953 öncesi dönemde
Halk Cephesi’nin temsil ettiği ilerici milli burjuvazi ve Musaddık’ın ilerici
bir rol oynadığı kanaatinde olan Cezeni, 1953 sonrası dönemde, bilhassa
altmışlardaki tarım reformu sonrası dönemde, milli burjuvazinin ve politik
temsilcilerinin altını oyan komprador burjuvaziyi ülkedeki en gerici toplumsal
ve politik güç olarak görüyor.[37] Komprador burjuvazinin kendine has bir yapı
olduğunu düşünen Cezeni, tüm barışçıl politik hareketleri zor kullanarak ezme
siyasetine sırtını yasladığını söylüyor. Ama bu baskı siyaseti, ilgili sınıfın
hayatta kalmasını güvence altına almıyor. Küba, Cezayir ve Vietnam’daki
komprador burjuvazinin hâli, bunun kanıtı. Neticede kitlelerin desteğini
arkasına alan silâhlı mücadelenin kararlılığı, bu sınıfa diz çöktürüyor.
Cezeni’ye göre yerelliklerde ve dünya genelinde
politik sisteme karşı verilen kitlesel silâhlı mücadeleler, ezilenlere yeni bir
devrimci model sunuyorlar. Bu model, Sovyetler’le Çin arasında hâlihazırda
sürmekte olan ideolojik tartışmalarla birlikte, İran’da yeni bir komünist
hareketin oluşması için gerekli koşulu meydana getiriyor. Cezeni, İranlı
devrimci komünistlerin bu yeni devrimci modele göre hareket etmeleri
gerektiğini düşünüyor. O, aynı zamanda yerellikte ve dünya genelinde komünist
hareketin başarısının Çin ve Sovyetler arasında süren ideolojik tartışmaların
ortaya koyacağı sonuçlara bağlı olduğunu da biliyor.[38]
Cezeni, milli burjuvazinin ve politik temsilcilerinin
toplumsal-politik mücadeleler alanından çekilmesi ardından, artık ülkede milli
kurtuluş mücadelesinin liderliği konusunda işçi sınıfıyla küçük burjuvazinin
rekabet ettiğini söylüyor. Cezeni, İranlı komünistlere, mevcut durumda (yetmişlerin
başında) komünist hareketin gelişiminin önündeki en önemli engelin
kendiliğinden gelişen toplumsal hareketleri etkileyen ve yöneten radikal küçük
burjuvazinin hâkimiyeti olduğu gerçeğini anımsatıyor. Ona göre, eğer komünist
güçler, küçük burjuvazinin ideolojik konumunun gerçek niteliğini ifşa edip ona
karşı koymazlarsa, ileride yaşanacak devrime doğru uzanan süreçte işçi sınıfı
hareketinin ne yönde seyredeceğine bu sınıf karar verecek. Bu noktada Cezeni,
devrimci idealleri savunup devrimci eylemlerde bulunma konusunda kararlı olan
küçük burjuvazinin öncülerini tarif ederken “radikal” kelimesini
kullanıyor.[39]
Cezeni, incelemesinde bu radikal küçük burjuva
devrimcilerin ileride girmeleri muhtemel yollara dair öngörülerini aktarıyor.
Küçük burjuvazinin üst tabakasından gelenler, muhtemelen komprador burjuvazinin
ideolojisine ve devrim karşıtı duruşuna onay verecek, alt tabakasından
gelenlerse, devrimci öncünün tarihsel misyonunu ifa etmesi şartıyla, işçi
sınıfının ideolojisini ve hegemonyasını kabul etmeye daha fazla meyilli
olacaklar. Diğer bir olasılıksa, radikal küçük burjuvazinin hem devrimci
aydınların hem de kitlelerin gönlünü çelmesi.
Cezeni, çalışmasında ayrıca Musaddık’ta temsil olunan
milli burjuvazideki sömürgecilik karşıtlığına benzer bir politik konum alan
Ayetullah Humeyni’nin uzlaşma nedir bilmeyen militanlığı üzerinden radikal
küçük burjuvazinin ileride gerçekleşecek devrimin lideri hâline gelme ihtimali
bulunduğu konusunda İranlı komünistleri ikaz ediyor.[40]
Yetmişlerin başında yaptığı değerlendirmede Cezeni,
ülkedeki ekonomik koşulların komprador burjuvazinin muazzam bir satın alma
gücüne kavuştuğunu, bu güçle, ülkede üretilen ürünlerin en büyük kısmını bu
sınıfın tükettiğini söylüyor. Cezeni’ye göre, neticede bu küçük sınıfın
üyeleri, sömürge ülkelerde sömürgecilerin ajanlarına benzer sosyokültürel izler
taşımaya başladıklarından, bu hâlleriyle, yeni sömürgeciliğe ait kültürü temsil
ediyorlar.[41] Celâl Âl-i Ahmed’in tespitinin bir benzerini dillendiren
Cezeni[42], modern İran sanayiinin sömürgeci güçlerden gelen, orada hazırlanmış
farklı kültürel ürünleri topladığından, İran kültürünün emperyalist
merkezlerden gelen farklı kültürel ürünleri harmanladığından söz ediyor. Ona
göre, emperyalizm karşıtı direniş kültürünü küçük burjuvaziye havale eden milli
burjuvazinin aksine komprador burjuvazi, emperyalizme itaat etme üzerine kurulu
kültürü hâkim kılıyor.[43]
Batı’nın değerlerine karşı koyan İran milli
burjuvazisi, milli kültüre ait özgün ve özerk olan farklı unsurları sentezliyor.
Buna karşılık, komprador burjuvazi ise emperyalizmin azami tüketim kültürünü,
hiç sorgulamadan benimsiyor ve onu topluma milli kültür ambalajında sunuyor,
ama kitleler, bu ithal ve pahalı kültürü satın alamadıklarından, ona tümüyle
karşı koyuyorlar.
Cezeni’ye göre, emperyalist kültürün bütünüyle
benimsenmesi ve reddedilmesi, iki kültür arasındaki çatışmaya dair birer
gösterge. Burada değerlerin üretiminde hiçbir rol oynamayan, ama servetten en
büyük payı alan küçük bir toplumsal kliğin kültürüyle, ülkedeki serveti
emeğiyle üreten, ama geçimi için gerekli en temel maddi ihtiyaçlarını
karşılayamayan, milli ve yabancı güçlerin ezdiği kitlelerin kültürü arasında
bir çatışmaya tanık olunuyor. Bu zulüm koşullarında tüketim toplumu içinde
kendince pay alan, ekonomik durumu iyi olan aydınlar, sosyo-kültürel ve politik
baskı konusunda belirli bir bilince kavuşuyorlar ve bu zulme karşı
koyuyorlar.[44]
1953 darbesinin sunduğu dersleri gözden geçiren
Cezeni, işçi sınıfının öncüsü olarak Tude’nin Şah’ın rejimine karşı silâhlı
ayaklanma başlatma fırsatını eliyle ittiğini, bu sebeple, darbe sonrasında
ülkede antiemperyalist mücadelenin liderliğini üstlenemediğini söylüyor.[45]
Partinin bu eylemsizliği, ellilerin sonunda çökmesine ve ortadan kaybolmasına
yol açıyor. Partinin sahneden çekilmesiyle siyaset alanında bir boşluk
oluşuyor. Onca ağır politik baskıya rağmen ellilerin sonundan itibaren farklı
Marksist gruplar ortaya çıkıyor ve Tude’nin siyaset sahnesinde bıraktığı
boşluğu doldurmaya çalışıyor.
Cezeni’ye göre yeni gelişen Marksist eğilimlerde ana
sorun, 1953 darbesinin anayasal devleti, taleplerine ve niteliğine bakmaksızın
her türden tepkiyi ve eylemi bastıran bir polis devletine dönüştürmüş olması
sebebiyle, barışçıl politik faaliyetler içine giremiyor olmaları. Örneğin
işçilerin ücret artışı için başlattıkları grevler de halkın sokaklarda özgürlük
ve demokrasi için yaptığı gösteriler de aynı zor aygıtları kullanılarak
bastırılıyor.[46]
Cezeni, bu gerçeklikte rejimin her türden barışçıl
eylemi ve muhalif gücü şiddete başvurarak susturmasının, milli kurtuluş
mücadelesini rejimin şiddetine karşı devrimci şiddeti çıkartmaya mecbur
ettiğini söylüyor.[47] Böylelikle devrimci şiddet, yeni İran komünist
partisinin kuruluşuna doğru atılmış ilk adım olarak tespit ediliyor. Cezeni,
yeni komünist parti kurulmazdan önce rejimle şiddetli bir çatışma içine
girilmesi fikrini kabul etmeyenleri ve mevcutta politik mücadele verilmesinin
acil olduğunu öne sürüp komünist partinin inşasına dönük her türden çabayı
erteleme yanlısı olanları eleştiriyor.
Rus ve Çin komünist partilerinin tarihlerine atıfta
bulunan Cezeni, bir komünist partinin devrimci pratiklerin sergilendiği uzun
bir sürecin sonucunda kurulacağını söylüyor.[48] İran işçi sınıfının politik
eylemleri ve sendikacılık faaliyetlerini birlikte yürüttüğü kırkların başından
1953’e dek uzanan süreci, altmışların sonundan itibaren işçilerin
sendikacılıktan ve politikadan koptuğu süreçle kıyaslayan Cezeni, ilk dönemde
işçi sınıfındaki sınıf bilincinin Tude’nin öncü niteliğinin bir sonucu olduğunu
söylüyor.[49] Partinin öncü niteliği, onun işçi sınıfının büyük bir bölümünün
lideri olmasını sağlıyor. Bu tespiti ardından Cezeni, işçi sınıfının öncü
örgütünün sınıfın her bir üyesine sınıf bilinci taşıyabileceği, bu sınıf
bilincini tüm proletaryayla buluşturacağını söyleyen fikre karşı çıkıyor. Onun
iddiasına göre işçi sınıfı, sınıf bilincine, mevcut politik durumu dönüştürmek
için öncü partinin liderliğinde işletilen ekonomik ve politik mücadeleler
süreci üzerinden, kolektif olarak kavuşuyor.[50]
Yeni Bir Devrim Teorisine Doğru
Bican Cezeni’nin “Amerikan Marksizmi”nin
temsilcilerinden biri” olarak tarif ettiği Mustafa Şuayiyan (1936–1975),
İran’da yeni bir komünist hareketin ortaya çıkmasının Tude’ye yöneltilecek
eleştiriye bağlı olduğuna inanıyordu. Üyesi olduğu çalışma grubu, altmışlarda Tude’nin
Siyasetinin Analizi isminde bir kitap kaleme aldı.[51] Sonrasında Şuayiyan,
bu kitabın yazarlarından biri olduğunu açıkladı.[52]
Tude’nin ideolojik, politik ve örgütsel yanlışlarını
sıralayan kitap, yeni bir komünist parti kurma eğiliminde olan farklı
Marksist-Leninist eğilimleri birleştirebilecek yeni bir komünist hareketin
ortaya çıkması için gerekli ideolojik koşulla ilgili tartışmayı başlatmayı
amaçlıyordu. Bu yeni komünist parti, grup üyelerine göre, İran’ın ilk komünist
partisinin mirasını yeniden canlandıracaktı.[53]
Tude liderlerini eleştirmesine rağmen Cezeni,
1941-1953 arası dönemin partisini İran işçi sınıfının partisi kabul ediyordu.
Buna karşılık, Şuayiyan ve arkadaşları, Tude’nin hiçbir zaman Marksist ve
devrimci bir yapı olmadığını, işçi sınıfı partisi hüviyetini hiçbir zaman
kazanmadığını, daha çok, birbiriyle çelişen sınıfsal çıkarlara, ideolojik ve
politik yönelimlere sahip insanların birlikteliği olarak görülmesi gerektiğini
söylüyorlardı. Tam da bu özelliğine bağlı olarak parti, devrimci Marksistleri,
liberal reformcuları, zanaatkârları, köylüleri, işçileri ve burjuva aydınlarını
harmanlayabilmişti. Bu karışım, ideolojik, politik ve örgütsel düzeyde
yenilmeye mahkûmdu, çünkü, köklü sınıfsal çelişkileri içeren partinin milli
burjuvazinin ilerici ve devrimci niteliğini anlayabilmesi mümkün değildi.[54]
Ayrıca partinin çelişkili yapısı, onun toplumsal
durumun gerçekliğinin pratik ve deneyim üzerinden ortaya konulması gerektiğine
ilişkin Marksist ilkeyi idrak etmesine mani oluyordu. Şuayiyan ve dostları,
kendi teorilerinin doğrulanması ve yanlışlanması ile meşgul olan bilim
insanları olmak yerine, Tude liderlerinin dini liderlere benzer konumlar
aldığını iddia ediyorlardı. Dini liderler gibi parti liderleri de
sahiplenilecek ve uzak durulacak hususlar konusunda kendilerini herkesten ayrı görüyorlardı,
çünkü onlar, komünizme eriştiklerini, komünizmin kendi söz ve eylemlerinde
cisimleştiğini düşünüyorlardı.
Şuayiyan ve dostlarına göre, Sovyetler Birliği’ni ve
komünist partisini komünizmin cisimleşmiş hâli olarak tasvir eden Tude, İran
işçi sınıfına karşı taşıması gereken her türden sorumluluktan uzak duruyordu,
çünkü zaten her bir durumun doğru olup olmadığına bizatihi Sovyetler Birliği
Komünist Partisi karar veriyordu. Tude’nin eylemleri veya eylemden uzak durma
kararları, bu ölçüt üzerinden meşrulaştırılıyordu.[55]
Buna karşılık, Şuayiyan ve dostları komünist olmanın,
hakikatin kendisini devrimci deneyim, aklınsa pratik dolayımıyla ortaya koyduğuna,
zamanın ve mekânın sonsuz olduğuna inanmak anlamına geldiğini
düşünüyorlardı.[56] Komünist olmak, demokratik merkeziyetçilik ilkesine inanmak,
bu ilkeyi devrimci mücadelenin merkezine koymak demekti. Zira bu ilke, tek tek
komünistlerin akıl yürütmelerine yasak, komünist partilerin özerkliğine halel
getirmemekteydi. Şuayiyan ve dostlarına göre demokratik merkeziyetçilik, tek
tek komünistlerin ve komünist partilerin eşit haklarını güvence altına alan,
komünist partilerin uluslararası birliğinin tepeden dayatılmasına izin vermeyen
şeydi. Gerçek bir komünist enternasyonal, aşağıdan yukarıya doğru işleyen bir
inşa sürecinin sonucu olmalıydı. Dolayısıyla, Sovyetler Birliği’nin imtiyazlı
ekonomik ve politik konumu, baştaki komünist partiye isteklerini kendi özel
ulusal sorunlarına cevap üretme sorumluluğu bulunan başka partilere dayatma
yetkisi veremezdi.[57]
Şuayiyan ve dostlarına göre, Sovyetler Birliği Tude’ye
onay vermişti, çünkü o dönemde İran işçi sınıfını temsil iddiasına karşı koyan
başka hiçbir Marksist-Leninist parti yoktu.[58] Sovyetler’in tek derdi, genelde
işçi sınıfının çıkarları idi, dolayısıyla, İran’da işçi sınıfının gerçek
çıkarlarını temsil eden yeni bir komünist parti olsaydı, onu tanıma konusunda
bir saniye bile tereddüt etmezdi.[59]
Şuayiyan ve dostları, Sovyet Komünist Partisi’nin
Stalin dönemine yönelik eleştirilerine destek sundular ve bu eleştirinin
kapsamının ülkenin dış politika konusunda attığı adımları da içerecek biçimde
genişleyeceğini, neticede Tude’nin redde tabi tutulacağını umdular.[60]
Devrim Nedir?
Tude’ye muhalif olmalarına karşın, Şuayiyan ve
dostları, Halil Maliki’yi dönek olarak tanımladılar ve onun Tude eleştirisinin
anti-Marksist ve Sovyet karşıtı olduğunu söylediler. Ancak on yıl sonra,
yetmişlerde, Şuayiyan, Maliki’nin Sovyet karşıtı konumunu benimsedi ve Leninist
devrim anlayışına karşı çıktı.[61] Yetmişlerin başında İsyan isminde
kitap kaleme alan Şuayiyan, bu kitabın ismini bir süre sonra Devrim olarak
değiştirdi. Kitapta komünizmi, Marx ve Lenin’in farklı zaman ve mekânlarda
katkı sundukları, işçi sınıfının kurtuluşu için gerekli koşullara dair bilgi
birikimi olarak tarif etti.[62] Dolayısıyla, Şuayiyan, Lenin eleştirisinin
komünizmi eleştirmek anlamına gelmediğini, belirli bir komünizm anlayışının
eleştirisini ifade ettiğini söylüyordu.
Şuayiyan’a göre Devrim bir teoriydi, tartışmayı
sonlandırma amacı gütmeyen, devrime dair ucu açık bir kitaptı. Zira, devrim
teorisine ancak gerçek bir toplumsal-ekonomik ve kültürel devrim son
verebilirdi.[63] Şuayiyan, Rus, Çin, Kübalı hatta Vietnamlı devrimcilerin
teslim oldukları, komünist dünya ile kapitalist dünyanın barış içerisinde bir
arada yaşayabileceğini söyleyen görüşü eleştirdi. İddiasına göre bu politika,
dünya genelinde sürmekte olan silâhlı mücadeleleri, onsuz devrimci hedeflerine
ulaşmaları imkânsız olan, hak ettikleri uluslararası destekten mahrum
bıraktı.[64] Şuayiyan, bu barış içinde bir arada yaşama fikrinin izlerini
Lenin’in çalışmalarında bulmaya çalıştı. Lenin, Proleter Devrim ve Dönek
Kautsky kitabında, Rusya’da devrimci şiddetin Marksist niteliğini savunurken,
1921’de kapitalist dünya ile sosyalist devletin barış içinde bir arada
yaşayabileceğini söyleyerek tavizde bulunmuştu.[65] Şuayiyan’a göre, bu ilkeyle
birlikte Lenin, Sovyetler’in çıkarlarını tüm dünya işçi sınıfının müşterek
kaderinin üzerine koydu. Böylelikle Lenin, sömüren sınıflardan farklı olarak,
işçi sınıfı içerisinde hiçbir çelişki olmadığını tespit edemedi. Sömürücü
sınıflar, hem kendi içlerindeki hem de sömürülen sınıflarla arasındaki
çelişkiler üzerinden tanımlanırken, işçi sınıfı, insanlık tarihinde sadece
dışsal, yani sömüren sınıflarla arasındaki çelişkiyle tanımlanan tek sınıftı.
Tüm sömürücü sınıfları karakterize eden içsel çelişkiler, aynı zamanda onların
içeriden çökmelerinin ana sebebiydi. Oysa iç çelişkilerden muaf olması, işçi sınıfını
bölünmez, birleşik ve beynelmilel bir sınıf hâline getiriyordu.
“İşçi
sınıfı, sadece küresel bir sınıf olarak varolabilir. İşçi sınıfını farklı
ülkelerin işçileri temelinde bölenler, aynı toplumsal sınıfın üyelerinin özünü
inkâr ediyorlar. Ortada ulusal, bölgesel ve kıtasal bir işçi sınıfı yok, sadece
dünyanın her bir köşesinde kendisini somut olarak ifade eden, işçi sınıfına ait
birleşik bir gövde var.”[66]
Şuayiyan, işçi sınıfının politik iktidarı ele
geçirmeden önce kullanacağı güçle ele geçirdikten sonra kullanacağı güç
arasında bir ayrım yapmıyordu. O, silâhlı mücadeleleri halk ayaklanmalarına
tercih ediyordu, çünkü onun anlayışına göre devrim, politik iktidarı ele
geçirip sınıfsız topluma doğru ilerleyen süreçte devlet aygıtını yok edecek
süreçti.[67] Gelgelelim, işçi sınıfı devrimi tek başına başlatamaz, politik
iktidarı tek başına ele geçiremez, sömürü sistemini tek başına yok edemezdi.
Sınıf, ancak gerçek bir komünist partinin temin edebileceği sınıf bilincini
kuşanmalıydı.[68]
Muzaffer olan bir proleter devrimin tecrit edilmemesi
gerekiyordu. Devrim, eylem ve nüfuz alanını komşu ülkelere ve dünyanın diğer
bölgelerine doğru genişletmeliydi, çükü proleter devrimin küresel niteliğinin
de ortaya koyduğu biçimiyle, sosyalist devrimler, tüm dünyaya yayılmalıydı.
Aksi takdirde, gerçek özünden uzaklaşır, yoldan sapardı. Nüfuz alanını
genişlettikçe devrim, ülke içerisinde sosyalizmin inşası konusunda karşılıksız
destek almakla kalmayacak, aynı zamanda devrimci kadroları milliyetçi ve
oportünist eğilimlerden arındıracaktı.
Şuayiyan’a göre bir ya da birkaç ülkede gerçekleşecek
proleter devrimler, bu ülkelerin kendi devrimlerini tüm dünya devrimin idaresi
altına girene dek taşıyabilme becerine bağlıydı.[69] Şuayiyan, “başarılı olmuş
bir devrimi devrime hazır olmayan toplumlara doğru genişletme çabası, devrimi
yapan ülkede devrimi başarısızlığa sürükler” görüşüne karşı çıkıyordu.
İddiasına göre devrimin yenilgisi, devrimciler politik iktidardan mahrum
kaldığı anda değil, onların proleter enternasyonalizmin gerçek anlamını
unuttuğu anda gerçekleşen bir şeydi. Bir devlet formu kazanan devrim,
karşı-devrimci saldırılardan sağ çıkabilirdi, ama eğer devrimci devlet, ülke
dışındaki devrimler pahasına hayatta kalıyorsa, bu, ancak onun proleter
enternasyonalizmine ihanet etmesiyle mümkün olabilirdi. Buna karşılık,
proletaryanın uluslararası dayanışma ilişkilerini güçlendiren ve devrim
tohumlarını başka yerlere eken, ama bir biçimde “mağlup olmuş bir devrim”,
başarılı bir devrim olarak kabul edilmeliydi.[70]
Şuayiyan’a göre sosyalizm, belirli bir ülkedeki
sosyo-ekonomik sistemin değil, komünist topluma doğru ilerleyen küresel
devrimci harekete katkı sunan, “işçi sınıfının yönettiği devrimci toplum”un adı
idi.[71] Şuayiyan, Lenin’in proletarya diktatörlüğü anlayışını eleştiriyordu,
çünkü proletaryanın yönettiği toplumun özgürlüklerden ve demokrasiden liberal
kapitalist toplumlardan daha fazla istifade etmesi gerektiğini düşünüyordu.
Onun tespitiyle, iç çelişkilerden azade oluşu, bir sınıf olarak proletaryayı
kendi bünyesindeki, kendi politik partisi içindeki, yönettiği toplum ve
devletteki anlaşmazlıklardan ve tartışmalardan korkmamasını beraberinde
getiriyordu. Dolayısıyla, ifade özgürlüğü ve politik, toplumsal, ekonomik ve
ideolojik sorunlarla alakalı olarak yürütülecek açık tartışmalar, işçi sınıfına
ait devrimci örgütlerde özenle korunması gereken hususlardı.[72]
Şuayiyan’a göre, kendilerine ekonomik, toplumsal ve
kültürel bilgileri gizli bilgiler olarak tasnif etme konusunda özel haklar
bahşeden devrimci partiler ve devlet, esasen işçi sınıfını kendi partilerinden
ve devletlerinden kopartıyordu.[73] Bu noktada proleter sınıf bilincini
sanayileşme sürecinin mevcut düzeyinin belirlediğini söyleyen görüşe karşı
çıkan Şuayiyan, sömürüldüğü durumu ve özgürleşme koşulunu bilince çıkartan işçi
sınıfının bu bilincinin tüm dünyaya yayılma imkânı bulacağını düşünüyordu.
Dolayısıyla, artık proletaryanın devrimci niteliğini belirleyen, fabrika değil,
devrimci pratikti. Yani proletaryayı komünizme yaklaştıracak olan, fiiliyatta
çalışan işçilerin sayısındaki artış değil, proleter devrimin faaliyet alanının
genişlemesiydi.[74]
Şuayiyan’a göre işçi sınıfını tanımlayan şey, onun
sınai üretimde oynadığı rol değil, proleter devrimde oynadığı roldü. Bu
sebeple, proleter bir hayat yaşamak, kapitalist sisteme hizmet etmek için çok
çalışmak değil, proleter devrimi yaşamak demekti.[75] Demek ki ileride
gerçekleşecek devrimin niteliğini tayin edecek olan, işçi sınıfının niceliği
değil, devrimci öncünün sahip olduğu kültür ve ideolojiydi.[76]
Lenin’in kapitalizmin tüm ulusal özelliklerini yitirip
küresel bir olgu hâline geldiğini söylediği Emperyalizm: Kapitalizmin En
Yüksek Aşaması çalışmasına atıfta bulunan Şuayiyan, kapitalizmin
küreselleşmesiyle birlikte emeğin de küresel bir nitelik kazanacağını
söylüyordu. Bu gelişme, sadece emekle sermaye çelişkisinin küresel niteliğinin
değil, ayrıca günümüz dünyasında emeğin sermayeye karşı verdiği mücadelenin
uluslararası niteliğinin bir sonucuydu. Neticede başarılı bir proleter devrim,
ancak küresel ölçekte meydana gelebilirdi, bu anlamda, Lenin ve Stalin’in tek
ülkede sosyalizm anlayışları bu temel devrimci fikrin altını oydu.[77]
Şuayiyan’ın tespitiyle, Lenin’in devrimci yoldan
saptığı süreç, onun mevcut orduyu yok edip onun yerine devrimci bir proleter
ordu kurma fikrine karşı çıkmasıyla başladı. Çarın ordusunu yok etmek yerine,
Lenin mevcut ordunun ve devrimci devlet için savaşmak isteyen subayların
ideolojisini değiştirmeye çalıştı. Lenin’in diğer bir yanlışı da devrimci
öncünün liderlik ettiği uzun soluklu silâhlı mücadele fikri yerine halk
ayaklanması fikrini tercih etmiş olmasıydı.[78]
Şuayiyan’ın tarifiyle, Ekim Devrimi hem darbe hem de
devrimdi. Ekim Devrimi darbeydi, çünkü devleti ve askerî kurumları çok hızlı
ele geçirmişti; devrimdi, çünkü politik sistemi insanlık tarihinin tanık
olmadığı bir yöne sokma işine kitleleri dâhil etmeyi bilmişti.[79] Şuayiyan’a
göre, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da dile getirdikleri
biçimiyle, proleter devrimin zaferi devlet aygıtının yok edilmesine bağlı iken,
darbenin bu aygıtı yok etmesi mümkün değildi, o, ancak ilgili aygıtı muhafaza
ve restore edebilirdi.
Şuayiyan, Lenin’in Devlet ve Devrim’de dile
getirdiği görüşe karşı çıktığı tespitinde, Lenin’in ne devleti ortadan
kaldırdığını ne de onu devrimci proletarya teslim ettiğini söylüyordu. Komünist
partinin kontrolünde kalan devlet aygıtına dokunulmamış olması, bu aygıtın
darbe üzerinden onu kumanda eden elleri değiştirdiğinin kanıtıydı. Devrim
sonrası Rusya’da devlet aygıtının imha ve ilga edildiğine dair herhangi bir
emareye rastlanmıyor oluşu, Sovyetler’in sosyalist bir devletten başka bir şey
olmadığının somut bir göstergesiydi.[80] Örneğin, gönüllü askerî hizmet üzerine
kurulu devrimci bir orduyu örgütlemek yerine, Ekim Devrimi’nin liderleri, Kızıl
Ordu’yu, Çar subaylarının eğittiği, yeterince imtiyaza sahip olmayan askerlerin
zorunlu askerlik hizmeti temelinde örgütlemişlerdi. Subayların büyük bir
bölümünün Bolşevik veya komünist fikirlere bağlılığının, hatta sempatisinin
bulunmuyor oluşu da esasında Çarlık Ordusu’nun Sovyetler’in sosyalist ordusu
adıyla yeniden kurulduğunu ortaya koyuyordu.[81]
1974’te Halkın Fedaileri, Şuayiyan’ın Devrim kitabına
cevap verdi. Örgütün teorisyenlerinden Hamit Mümini’nin kaleme aldığı cevabı
içeren kitabın adı, İsyana Hayır, Devrime Doğru Atılan Makul Adımlara Evet’ti.[82]
Burada Mümini, Şuayiyan’ın kitabına ilk başta verdiği isme atıfta bulunuyordu.
Şuayiyan, bu 200 sayfalık cevabı kendisine yönelik bir
saldırı olarak yorumladı. Bu saldırının amacı, onun Sovyet yanlısı mı yoksa
dönek mi olduğuna dair soruya cevap bulmaktı.[83] Bu eleştiriye verdiği cevapta
Şuayiyan, Halkın Fedaileri’nin kendi çıkarlarını dünya genelinde devrimci
hareketlerin ihtiyaçlarının üzerinde gören Sovyetler’in ve Çin’in dış
politikalarını eleştirmiyor oluşunu eleştirdi. Cezeni’nin Tude’yi 1953’e dek
İran’ın işçi sınıfı partisi olduğuna dair açıklamasına atıfta bulunan Şuayiyan,
örgütün partiye yönelik uzlaşmacı yaklaşımını eleştirdi.[84] Ona göre örgüt,
teori ve pratiğin niteliğini kavrayamamıştı, çünkü dogmatik bir üslupla, klasik
Marksizmin tüm teorik sorunlara cevap sunduğuna inanıyordu. Neticede Fedailer,
Marksist teoriyle meşgul olan herkesi kitlelerden kopmuş bir aydın kabul
ediyorlardı. Şuayiyan’a göre, pratik teorinin geçerli olup olmadığını ortaya
koyan bir ölçütken, teori de pratiğin önkoşuluydu.[85] Teoriyle ilgili görüşünü
desteklemek adına, Mesut Ahmetzade’nin Hem Taktik Hem de Strateji Olarak
Silâhlı Mücadele çalışmasından şu alıntıyı yapıyordu:
“Dünya
komünist hareketinin ortaya koyduğu yayınlara bakacak olursak, teoriye verilen
önemin pratiğe verilen öneme kıyasla azaldığı görülür. […] Özetle, bugün
emperyalizmin hâkimiyeti altında olan ülkelerdeki komünist hareketin Kapital,
Anti-Dühring veya Materyalizm ve Ampriyokritizm ayarında teorik
bir çalışmayı kaleme alma ihtimali çok düşüktür. Bu da bize salt teorik
düzlemde, dünya komünist hareketinin teoriye ihtiyaç duymadığını, başını
teoriyle derde sokmak istemediğini göstermektedir.”[86]
Şuayiyan’ın tespitiyle, Ahmetzade, bu kitabında
teorinin beyhude olduğuna dair şeyler söylerken, Fedailer, Ahmetzade’nin dile
getirdiği argümanların silâhlı mücadelenin ve ülkede gerçekleşecek devrimin
teorik temeli olduğu iddiasındaydı. Ona göre, İran gibi ülkelerde Marksizme
dair teorik çabanın ortaya konulmuyor oluşu, komünist hareketin emperyalist
ideolojiye karşı yürüttüğü ideolojik mücadeleyi zayıflatıyordu. Şuayiyan’ın
iddiasıyla, Fedailer’in ülkedeki toplumsal gerçekliğe dair analizleri ve devrim
teorisi, örgütün diyalektik materyalizm konusunda tümüyle cahil olduğunun kanıtıydı.[87]
Ona göre diyalektik materyalizm, dünya tarihinin parçası olan işçi sınıfı
tarihinin dünyanın başka yerlerinde tüm detaylarıyla tekrarlanacağını söyleyen
bir teori değildi. Bu teoriye göre, işçi sınıfının evrensel oluşu sebebiyle,
sahip olduğu sınıf bilinci dünyanın başka yerlerine aktarılabilirdi.[88]
Şuayiyan’a göre Fedailerin yaptığı, felâketle
sonuçlanacak en kötü yanlışı, silâhlı mücadele teorisini kapitalist sistemi
askerî aygıta indirgeyen ve kapitalist ordu ortadan kaldırıldığında kapitalist
sistemin yok olacağını düşünen Régis Debray’ye dayandırmasıydı. Bu yanlış
sebebiyle Debray, devrimi askerî operasyonlara indirgemişti.
Şuayiyan, Debray’nin Marksizmin sınırlarını aşma
arzusu sebebiyle sağa savrulmuş radikal bir devrimci olduğunu düşünüyordu.[89]
Daha öncesinde Maliki’yi ve altmışların başında Tude’den kopan grubu eleştirmiş
olmasına karşın, Şuayiyan, yetmişlerin ortasında Maliki’nin adımlarını izledi
ve komünistlerin kendi ülkelerindeki toplumsal güçlere sırtlarını yaslaması ve
güçlü komünist ülkelerin otoritesinden bağımsız olması gerektiğini söyledi.
Esasında genelde İran’daki yeni komünist hareketin, özelde Fedailerin
eylemlerine yön veren ilkelerden biri, ülke içinde toplumsal güçleri temel
almaksa diğeri de komünist güçler karşısında bağımsızlığı muhafaza etmekti.
Şuayiyan’a göre Tude’den kopan grup, bir dizi komünist ve devrimci ilke
belirlemiş, ama sonrasında bu ilkelere sadık kalamayıp sağ revizyonist bir
örgüte dönüşmüştü.[90]
Leninizm Savunması
Yetmişlerin ortasında Fedailerin teorisyenlerinden
Hamit Mümini, Şuayiyan’ın Leninizm anlayışını eleştirdi ve onun bu konuda net
bir tanım sunamadığını söyledi.[91] Mümin’in iddiasına göre, Şuayiyan kafayı
teoriye takmış bir isimdi ve kendisini bu konuda her şeyi yapma hakkına sahip
biri olarak görüyordu. O, düşünsel ihtiyaçlarını gidermek adına, vaktini İran
ve Avrupa’daki araştırma enstitülerinde geçiren, uzman bir araştırmacı olarak
hareket edebiliyordu, dolayısıyla, devrimci mücadeleyle meşgul olanları
öfkelendirme işinden uzak durmalıydı.[92]
Mümini’nin iddiasına göre, Şuayiyan, aslında
Trotskiy’nin sürekli devrim tezini yineleyip duruyordu. Trotskiy, Rus devrimini
Almanya’daki devrim için feda ederken, Şuayiyan da İran devrimini muhayyel bir
dünya devrimi için feda ediyordu. Rus Devrimi’ne karşı olan Trotskiy’ye göre,
Almanya’da gerçekleşecek proleter bir devrim dünya devrimine daha çok şey katacaktı.
Mümini’nin görüşüne göre Şuayiyan, Trotskiy’nin bu
fikirlerini İran’daki Leninizmi eleştirmek için ödünç alıyordu. Demek ki
Troçkizm, anti-Leninist görevini Avrupa’da tamama erdirmişti. Artık
Marksist-Leninist hareketleri yok etme misyonunu emperyalizmin hâkimiyeti
altında olan ülkelerde ifa ediyordu.
Mümini, İran’da Troçkist olmanın tümüyle güvenli ve
yasal olması sebebiyle Şuayiyan’ın makalelerini küçük burjuva okur kitlesine
sahip neredeyse tüm İran dergilerinde yayınlayabildiğini iddia ediyordu.
Geçmişte Troçkizm, Avrupamerkezci aydınların gelişmiş kapitalist toplumların ve
Sovyetler’in devrimci proletaryasına karşı harekete geçirme konusunda
başvurulan kıymetli bir araç olduğunu söyleyen Mümini, ilgili dönemin
Troçkizminin giderek büyüyen ulusal kurtuluş mücadelelerini ezme konusunda
emperyalizmle işbirliği yaptığını söylüyordu.[93]
Mümini’ye göre, Troçkizmin devrim karşıtlığı dâhilinde
yerine getirdiği görevin temelini, kapitalizmin, refah devleti denilen
toplumsal uzlaşma pratiği üzerinden gelişmiş kapitalist toplumlardaki işçi
sınıfının ehlileştirilmesinde gösterdiği başarı teşkil ediyordu. Sömürge
ülkelerdeki proletaryanın aşırı sömürüsünün neticesinde sergilenen bu toplumsal
uzlaşma pratiği, gelişmiş kapitalist ülkelerde emek-sermaye arasındaki çatışma
düzeyini aşağıya çekti. Fakat, eskiden sömürge ve yarı-sömürge olan ülkelerdeki
aşırı sömürünün neticesinde Batı, kimi toplumsal konularda tavizlerde bulunmuş,
ama bir yandan da ekonomi ve siyaset düzleminde bağımlı toplumlardaki yoğun
biçimde sömürülen halklarla emperyalizm arasındaki çatışmanın düzeyini yukarı
çekmişti.
“Bugünlerde
ezilen halkın milliyetçiliğiyle proleter enternasyonalizmi arasındaki mesafe
daralıyor. Bu sebeple, ulusal kurtuluş hareketleri, dünya sosyalizmini ayakta
tutan ilk sütunlardan biridir. Geçmişte Marx ve Engels, devrimin Avrupa’da
gerçekleşeceği beklentisi içerisindeydi ve ısrarla gelişmiş ülkelerdeki
devrimci güçlerin birleşmesini istedi, hatta İngiltere, Fransa ve Almanya’da
devrimin hızla birleşmesi gerektiğini söyledi. Ancak Lenin’in emperyalizmle
ilgili geliştirdiği teorileri, Marx-Engels’in devrim fikrine yeni bir içerik
kazandırdı ve devrimlerin küresel emperyalizmin en zayıf halkalarında meydana
geleceğini ispatladı. Tarih, Lenin’i haklı çıkardı. Bugün sömürge ve bağımlı
ülkelerde devrim tam da bu nedenle gündemdedir.”[94]
Mümini’nin Şuayiyan’a yönelttiği en önemli
itirazlardan biri de yazdığı kitabın milliyetçi, hatta şovenist diliyle
ilgiliydi. Zira kitap, Marksist okurları rahatsız eden Arapça kelimelerden
arındırılmış bir Farsça ile kaleme alınmıştı. Kitabın dili sadece şovenist
değildi, ayrıca uydurmaydı, çünkü sıradan İranlıların kullandığı, İranlı
aydınların ve kitlelerin konuştuğu, okuyup yazdığı Farsçayı dert edinmeyen bir
yazarın kaleminden çıkmıştı.[95] Mümin’in çıkarımına göre, kitabın yazımında
kullanılan, yazarın bir biçimde icat ettiği dil, yazarın kitlelerden ve bir
bütün olarak toplumdan kopuk olduğunun kanıtıydı. Bu dil, aynı zamanda
Şuayiyan’daki bireyciliğe dair bir göstergeydi ve bir yanıyla kitlelerle neden
ilişki kurmadığı, neden yalnız olduğu sorusuna da cevap veriyordu.[96]
Lenin’in proleter devrim sonrası kapitalist devleti
ilga etme vaadini yerine getirmediği konusunda Lenin’e yönelttiği eleştiriye
cevap veren Mümini, bu cevap dâhilinde, silâhlı mücadelenin direnme ve sürme
kapasitesiyle devrimin başarısı arasındaki ilişkiyi inceledi. İddiasına göre
silâhlı mücadele, genel grev ve halk ayaklanması, sosyalist devrimlerin
kapitalist devlete ve ona ait mekanizmaya karşı zafer kazanmalarını sağlayacak birer
araçtan başka bir şey değildi. Nitekim bu devrimci yöntemlerin hiçbirisi,
devrimin başarısını veya başarısızlığını güvence altına almıyor, sonrasında
sosyalizmden sapan görüşlerin ve eylemlerin ortaya çıkmasına mani olmuyordu.
Mümini’ye göre devrimin niteliğini ve yürüyeceği yolu
belirleyen, silâhlı mücadelenin yaşam süresi değil, farklı toplumsal sınıfların
oynadığı roldü. Netice itibarıyla, devrimci güçlerin devleti yok etme konusunda
göstereceği başarı, devrim karşıtı güçlerin güç düzeyine bağlıydı. Rus
Devrimi’nde devrimciler, sanayiyi ve bankacılık sistemini millileştirip
toplumsallaştırmış, Sovyetler’e has üretim ve yönetim sistemini uygulamaya
koymuşlardı. Tüm bu değişikliklerle birlikte burjuva devletin ekonomik ve
politik temeli yok edilmişti.[97]
Mümini, İran’da toplumsal devrimin üç aşamadan geçmesi
gerektiğini düşünüyordu. İlk aşama silâhlı mücadeleyle başlayacak, işçi sınıfı
partisinin kuruluşuyla sona erecekti. İkinci aşama ulusal kurtuluş hareketiyle
başlayacak, böylece işçi sınıfı partisi milli burjuvaziye ve küçük burjuvaziye
önderlik edip politik iktidarı ele geçirecekti. Üçüncü aşamaysa işçi sınıfının
kapitalist üretim tarzına ve devlete karşı gerçekleştireceği sosyalist
devrimdi.[98]
Mümini, Şuayiyan’ın devrimci sürecin her bir bireyi
davaya kendisini adamış birer komüniste dönüştüreceği fikrine karşı
çıkıyordu.[99] Onun evrensellik anlayışını eleştiren Mümini, sömürge
toplumlarında işçi sınıfının ideolojisi olarak Marksizm-Leninizm yayılıyor diye
bu ideolojiyi savunanların toplumlardaki işçi sınıfını emek değil de işçinin
bilinci üzerinden tarif edecekleri anlamına gelmiyordu.
“O
uzun hikâyeyi kısaca aktarmak adına şunu söyleyebiliriz: şurası açık ki yazar,
işçi sınıfını ekonomik bir varlık değil, politik bir varlık olarak ele alıyor.
Başka bir ifadeyle, o, işçi sınıfını bir düşünce okulunun ve teorik yaklaşımın
taşıyıcısı olarak görüyor.”[100]
Şuayiyan ise “işçi sınıfının bilinçli yaşam tarzı”
derken, esasen bireyin veya örgütün komünizmin ideallerine hizmet eden devrimci
hayatları dâhilinde edindikleri deneyimi kastediyordu. Mümini, Şuayiyan’ın
felâkete yol açacak bir kafa karışıklığı ile malul olduğunu düşünüyordu. Bu
kafa karşılıklığı dâhilinde o, komünistle işçiyi, sınıf bilinci kavramı ile
emeği birbirine karıştırıyor, bunun neticesinde, davaya kendilerini adamış
birer komünist olmak adına ideolojik eğitimden geçmek isteyen işçilerin
örgütlenmesi fikrine karşı çıkıyordu.[101]
Mümini’ye göre Şuayiyan, işçilerin ve profesyonel
komünistlerin proleter niteliklerini teorik bir zemine kavuşturma çabası
dâhilinde, sınıfsal kategoriler yerine ahlaki kategorilere başvuruyordu.
Şuayiyan’ın profesyonel komünistlerden yana yaptığı tercih, onun komünizm ve
işçi sınıfı adına düşünce özgürlüğün ve ifade özgürlüğünü savunmasına neden
oluyordu.[102]
Mümini, Şuayiyan’ın devrimci aydın anlayışının,
Mustafa Rahimi ve Celâl Âl-i Ahmed gibi yozlaşmış, antikomünist aydınların
etkisi altında olduğu iddiasındaydı.[103] Bu iddia üzerinden Mümini, Şuayiyan’ı
devrimci özeleştirinin sahip olduğu değerleri ve yol açacağı sonuçları
anlayamamakla, aydınların küçük burjuva kusurlarını proletaryadan öğrenerek
aştıkları proleterleşme sürecinin önemini görememekle eleştiriyordu. Proleter
hayatı yaşamak adına sıradan bir işçi hâline gelen komünist aydın fikrine karşı
çıkan Şuayiyan, küçük burjuva aydınların hegemonyasını ve ideolojisini
proletaryaya dayatmak ve kabul ettirmek niyetindeydi. Zira o, devrimci
aydınların sosyalist devrimin gerçek temsilcileri olduğunu düşünüyordu.
Neticede “devrimci aydınla sınıf bilinçli işçi arasındaki gerçek sınırı silmek
suretiyle, aydınların sınıfsal kökenini gizliyor, böylelikle, onların devrimin
lideri olması önündeki engelleri kaldırmak istiyordu.”[104]
Mümini’ye göre, içinde bulunduğu durumun gerçekliğini
tarihsel deneyimi üzerinden bir tek işçi sınıfı keşfedebilir, bu keşif çabasını
bir tek o devrimci sınıf bilincine dönüştürebilirdi. Devrimci aydınlarsa bu
sınıf bilincini ve mantıksal sonuçlarını teorik zemine kavuşturabilirlerdi.
Devrimci aydın, işçi sınıfının durumunu analiz eder, sınıf bilincini teorik
zemine kavuşturur, bu sınıf bilincinin işçilerin eylemlerinde neden kendisine
ifade kanalları bulduğunu ortaya koyar, böylelikle, sınıfa ait bilinçle
eylemler arasındaki ilişkilerin, nihai kurtuluşlarının koşulu olarak, sosyalist
devrime uzanan yolu nasıl açacağını teorik düzlemde izah ederdi.
“Sınıf
bilinci, bilgi anahtarıyla açılıp herkese dağıtılacak bir kutu inci değil.
Sınıf bilinci, işçi sınıfının zihninde onlarca, hatta yüzlerce yıllık süreçte,
kademeli olarak ortaya çıkıp gelişen, son aşamasında söze dökülen bir şeydir.
Bu sebeple, sınıf bilincinin işçi sınıfı mensuplarının zihinlerinde zirveye
ulaşması, bu bilincin formüle edilmesine ve sınıf bilincini formüle edecek
toplumsal faillere ihtiyaç duyar. İşçilerin zihinlerinde biriken bilinç,
kendisini işçilerin birbiriyle ilişkisinde ortaya koyar. O, ya Adam Smith gibi
isimlerin sözlerinde dolaylı olarak dile dökülür, Marx ve Engels tarafından
teorize edilir. Dolayısıyla, işçi sınıfının ideolojisini işçi sınıfı yaşam
pratiği ve yürüttüğü çalışma süresince üretilir. Bu ideolojiyi ancak bilim
insanı, devrimci aydın, hatta işçi sınıfının sınıf bilinçli mensupları formüle
edebilir. İşçi sınıfının ideolojisi, sınıfın tüm mensuplarının zihinlerini
işgal eder, özelin genelle kurduğu diyalektik ilişki uyarınca her bir işçi, bu
ideolojinin gelişimine katkıda bulunur.”[105]
Mümini, işçilerin sömürü ve zulmün niteliğini
keşfetmesinden beri verdikleri mücadelenin tarihinin genel bir taslağını
sunuyordu. Bu tarih, 1800’lerin başında İngiltere’de sınıfın kendisini
sendikalarda örgütlemesiyle başlıyor, yetmişlerde İran’da verilen silâhlı
mücadeleye dek uzanıyordu.
Mümini’ye göre sömürü, işçinin çalışmak veya tembel
tembel oturmak konusunda özgür olduğunu söyleyen kuralları esas alıyordu. Ama
işçinin ailesi yiyeceğe ve barınacak eve ihtiyaç duyduğu için işçi, çalışmak
zorundaydı. İşçi, birey olarak kapitalistin kölesi hâline gelmiyordu elbette, ama
işçi, kapitalistin kölesi olmasa da neticede özgür de değildi, çünkü o, esasen
bir bütün olarak kapitalist sistemin kölesiydi. Mümini’ye göre, kapitalist
sistemin en ilginç yönlerinden biri de zoru doğrudan tatbik etmiyor oluşuydu.
Kapitalist sistemde zorun doğrudan tatbik edilmemesi, işçi sınıfının bu
sistemin sömürücü ve zulmeden niteliğini idrak etmesine mani oluyordu. Fakat
işçiler, içinde bulundukları durumun niteliğini anladığında sendikalar kuruyor,
ekonomik koşulları iyileştirmek için grevler örgütlüyorlardı. İşçiler, devletin
kapitalist sınıfın safında olduğunu anlamasıyla, mücadeleleri politikleşiyor,
zamanla işçiler, kapitalist düzeni koruyan devleti hedef alıyorlardı. İşçi
sınıfı, devrimci hedeflerine ulaşmak için birer devrimci araç ve yöntem olarak
Paris Komünü’nde barikatlarda dövüştü, Ekim Devrimi’nde grevler ve halk
ayaklanmasını örgütledi.
İran’da işçi sınıfı, birçok yöntem içerisinden devrim
sürecini silâhlı mücadele ile başlatmayı tercih etti. Ülkedeki silâhlı
mücadele, İran işçi sınıfının devrimci mücadelesinin tarihsel süreçteki
gelişiminin bir sonucu değil, her türden barışçıl ekonomik ve politik
protestoyu bastıran polis devletine verilmiş bir cevaptı. O, sosyo-politik
mücadelenin diğer biçimlerini koruma altına almak için kullanılan bir
araçtı.[106]
Mümini’ye göre emperyalist çağın Marksizmi olarak
Leninizm, emperyalizmin tek bir zincirin halkaları olarak sanayileşmiş ülkeleri
ve geri kalmış ülkeleri birbirine bağlayan küresel sistem olduğunu ortaya
koyuyordu. En zayıf halkayı tanımlayan Lenin, Rusya’nın emperyalist zincirdeki
en zayıf halka olduğunu tespit etti ve yerinde bir öngörüyle, Rusya’da devrimin
gerçekleşme ihtimalinin bulunduğunu söyledi.
Mümini, tarihin kendisini tekrar ettiğini söylüyordu.
Zira sanayileşmiş ülkelerde emekle sermaye arasında gene “toplumsal barış”
tesis edildi, bu süreç, devrimci güçleri birer oportüniste dönüştürdü, Rus
devrimcileri, bu gelişmeye Ekim Devrimi ile cevap verdiler, üçüncü dünya
ülkelerinde yeni gelişen devrimci hareketler de aynı şekilde üçüncü dünya
devrimcilerinin yeni oluşan “toplumsal barış”a verdikleri bir cevaptı.
Bu anlamda, gelişmiş kapitalist toplumlarda devrimci
mücadelelerin tekrar tekrar ortaya çıkışı, bir bakıma emperyalizmin hâkimiyeti
altında bulunan ülkelerdeki ulusal kurtuluş hareketlerinin kaderine bağlıydı.
Bağımlı ülkelerde devrimci mücadelelerin gelişmesi, emperyalist merkezlerde
derin bir ekonomik ve toplumsal krize neden oluyor, neticede bu merkezlerde
“toplumsal barış”ı ortadan kaldırıyordu.[107]
Sosyalist ülkelerin üçüncü dünyadaki devrimci güçlerle
ilgili yaklaşımı konusunda Mümini şu tespiti yapıyordu: Her ne kadar komünist
partiler, halktan tümden kopmuş olsa da, sosyalist blokta gelişen yeni
ideolojik revizyonizm, birçok ülkede bloğun sadece kendisine itaat eden,
oportünist komünist partilere destek vermesine neden oldu.
Mümini’nin öngörüsüne göre, sosyalist ülkelerde
sosyalizmin temellerini çürütüp yok eden yeni revizyonizm, ileride sosyal
emperyalizme evrilecekti, çünkü bu çizgiye mensup olanlar, üçüncü dünya
ülkelerindeki devrimci güçleri kapitalist ülkelerle kapalı kapılar ardında
yürütülen iş ilişkilerinde ve yapılan gizli anlaşmalarda kullanılabilecek birer
kuklaymış gibi görüyorlardı.
Mümini, demokratik merkeziyetçilik ilkesine bağlı olan
Halkın Fedaileri türünden komünist örgütlerin örgütledikleri yeni komünist
enternasyonalin kurulması görüşünü savunuyordu. Mümini’ye göre, yeni komünist
hareketi asıl karakterize eden, onun mevcut sosyalizme ve onun Tude türünden
kardeş komünist partilere yönelik eleştirel yaklaşımıydı.[108]
Kadrolarının ve liderlerinin katledilmesi, bilhassa
Cezeni, Mümini ve Hamit Eşref’in yetmişlerin ortalarında öldürülmesi ardından
Halkın Fedaileri, ismen de olsa varlığını muhafaza etti. 1979 İran Devrimi
arifesinde örgütün ismi bir simge, bir tür marka hâline geldi, yüz binlerce
genç İranlıyı komünist harekete örgütledi. Şubat 1979’da Şah’ın devrilmesinden
hemen sonra sahneye farklı biçim ve renklere sahip bir dizi komünist örgüt
çıktı. Bu örgütlerin bazıları köken olarak, liderleri yetmişlerin ortasında
Marksizm-Leninizme yaklaşan, örgütsel planda bu çizgiye evrilen İslamcı solcu
Halkın Mücahitleri’ne dayanıyordu.[109]
Halkın Mücahitleri’nin Marksizme örgütlenmesi üzerine
liderlerin bir kısmı bu yönelime karşı çıktı. Marksist olan ekip, ideolojik
dönüşüme karşı çıkan iki üyeyi ölüm cezasına çarptırdı. 1975’te Marksist hizip,
örgütün Marksizm-Leninizm çizgisine örgütlendiğini açıkladı. Devrimin
arifesinde Halkın Mücahitleri örgütünün Marksist-Leninist kanadı içinden birkaç
Marksist-Leninist örgüt çıktı. Bunlar içerisinde en etkilisi, Peykar olarak
bilinen, İşçi Sınıfının Kurtuluş Mücadelesi Örgütü idi.
Yadullah Şahibzade
[Kaynak: Marxism & Left-Wing Politics in
Europe and Iran, Palgrave Macmillan, 2019, s. 141-170.]
Dipnotlar:
[1] Amir-Parviz Pouyan, Zarourat-e mobarezeh-ye mosalahaneh va rad-e
theory-e baqa (“Silahlı Mücadelenin Gerekliliği ve Hayatta Kalma Teorisinin
Çürütülmesi”), Entesharat-e Cherikha-ye Fadayi-ye Khalq (1970’ler).
[2] A.g.e.
[3] A.g.e.
[4] Massoud Ahmadzadeh, Mobarezeh-ye mosalahaneh,
ham strategi ham taktik (basım yeri ve tarihi bilinmiyor).
[5] A.g.e.
[6] Ali-Akbar Safaiy Farahani, Ancheh yek enqelabi
bayad bedand (Sazeman Etehad-e Fadaiyn-e Khalq-e Iran Mordad 1381/Ağustos
2002).
[7] Nabard-e Khalq, Organ-e Sazeman-e
Cherikhay-e Khalq, Shomareh-ye dovvom, Farvardin 1353/Mart–Nisan 1974, s. 42.
[8] Bijan Jazani, Masael-e jonbesh-e zed-e estemari
va azadibakhshe-e khalq-e Iran, va omdehtarin vazayef-e komonistha-ye Iran dar
sharayet-e konouni (Sazman-e Fadaiyan-e Khalq-e Iran, 2003), s. 12–15.
[9] Ahmadzadeh, Mobarezeh-ye mosalahaneh, ham
strategi ham taktik.
[10] Peyman Vahabzadeh, Guerilla Odyssey:
Modernization, Secularism, Democracy, and the Fadai Period of National
Liberation in Iran, 1971–1979 (New York: Syracuse University Press, 2010),
s. 7.
[11] Hamid Momeni, Pasokh beh forsat-talaban dar
mored-e Mobarezeh-ye mosalahaneh ham stategi ham taktik (Entesharat-e
M.bidsorkhi, 1979).
[12] Ahmadzadeh, Mobarezeh-ye mosalahaneh, ham
strategi ham taktik.
[13] Mehdi Fatapour, Fadaiyan va jonbesh-e
daneshjouyi-ye roshanfekri dar daheh-ye 50, BBC.
[14] Bizhan Jazani, Tarikh-e si-saleh-ye Iran
Jeld-e Avval (basım yeri ve tarihi bilinmiyor), s. 8.
[15] A.g.e., s. 10–12.
[16] A.g.e., s. 18–20.
[17] Jazani, Tarikh-e si-saleh-ye Iran Jeld-e Avval,
s. 22–25.
[18] A.g.e., s. 33–34.
[19] A.g.e., s. 35.
[20] A.g.e., s. 36–38.
[21] A.g.e., s. 39–42.
[22] Jazani, Tarikh-e si-saleh-ye Iran Jeld-e Avval,
s. 50–56.
[23] A.g.e., s. 65–66.
[24] A.g.e., s. 71–72.
[25] A.g.e., s. 74.
[26] Jazani, Tarikh-e si-saleh-ye Iran Jeld-e Avval,
s. 86.
[27] Bizhan Jazani, Tarikh-e si-saleh-ye Iran
Jeld-e Dovvom (basım yeri ve tarihi bilinmiyor), s. 4.
[28] A.g.e., s. 18–21.
[29] Jazani, Tarikh-e si-saleh-ye Iran Jeld-e
Dovvom, s. 23–24.
[30] A.g.e., s. 31.
[31] A.g.e., s. 32.
[32] A.g.e., s. 56.
[33] A.g.e., s. 58.
[34] Jazani, Tarikh-e si-saleh-ye Iran Jeld-e
Dovvom, s. 59.
[35] A.g.e., s. 60.
[36] A.g.e., s. 61–62.
[37] A.g.e., s. 105.
[38] A.g.e., s. 120–121.
[39] Bizhan Jazani, Panj Resaleh, Tahran.
Sazman-e cherikha-ye fadayi-ye khalq (basım yeri ve tarihi bilinmiyor,
Kasım–Aralık 1976), s. 29–30.
[40] A.g.e., s. 32.
[41] Bizhan Jazani, Tarh-e jameeh-shenasi va
mabani-ye estrategike jonbesh-e enqelab-e (basım yeri ve tarihi bilinmiyor:
Sazman-e Etehad-e Fadayian-e Khalq-e Iran, 2003), s. 71–72.
[42] Yadullah Shahibzadeh, Islamism and
Post-Islamism in Iran: An Intellectual History (New York: Palgrave
Macmillan, 2016), s. 24–29.
[43] Bizhan Jazani, Tarh-e jameeh-shenasi va
mabani-ye estrategike jonbesh-e enqelab-e (Sazman-e Etehad-e Fadaiyan-e
Khalqe Iran, 2003), s. 71–72.
[44] A.g.e., s. 72.
[45] Bizhan Jazani, Masael-e jonbesh-e zed-e
estemari va azadibakhshe-e khalq-e Iran, va omdehtarin vazayef-e komonistha-ye
Iran dar sharayet-e konouni (Sazman-e Fadaiyan-e Khalq-e Iran, 2003), s.
2–3.
[46] Jazani, Masael-e jonbesh-e zed-e estemari va
azadibakhshe-e khalq-e Iran, va omdehtarin vazayef-e komonistha-ye Iran dar
sharayet-e konouni, s. 4–5.
[47] A.g.e., s. 6.
[48] Bizhan Jazani, Hezb-e tabaqeh-ye kargar dar
Iran (Sazman-e Fadaiyan-e Khalq-e Iran, 2003).
[49] Bizhan Jazani, Tahlil-e moqeiyat-e nirouhay-e
enqelabi dar Iran beh enzemam- e dou maqaleh dar bareh-ye vazayef-e asasi-ye
Marksist-leninistha dar marhaleh-ye konouni-ye roshd-e jonbesh-e Komonisti-ye
Iran (basım yeri ve tarihi bilinmiyor, Sazman-e Cherikha-ye Fadayi-ye
Khalq-e Iran), s. 12–13.
[50] A.g.e., s. 15.
[51] Khosrow Shakeri, Tahlili az khat va mashy-e
siyasi-ye Hezb-e Tudeh Iran bakhsh-e avval, Asnad-e tarikhi-ye jonbesh-e
kargari, sosialdemokrasi va komonisti-ye Iran, Jeld-e Panjom adıyla
yayımlandı (Roma: Entesharat-e Mazdak, 1976).
[52] Shakeri, Asnad-e tarikhi-ye jonbesh-e kargari,
sosial-demokrasi va komonisti-ye Iran, Jeld-e panjom, s. 2.
[53] A.g.e., s. 10–11.
[54] A.g.e., s. 20–22.
[55] A.g.e., s. 46–49.
[56] A.g.e., s. 50.
[57] Shakeri, Asnad-e tarikhi-ye jonbesh-e kargari,
sosial-demokrasi va komonisti-ye Iran, Jeld-e panjom, s. 51–52.
[58] A.g.e., s. 61.
[59] A.g.e., s. 67–70.
[60] A.g.e., s. 78.
[61] Mostafa Shoaiyan, Enqelab (Ketabkhaneh-ye
Kuchake Sosialism, yayım yeri ve tarihi bilinmiyor), s. 23–24.
[62] A.g.e., s. 17.
[63] A.g.e., s. 19–20.
[64] Shoaiyan, Enqelab, s. 21.
[65] A.g.e., s. 27–29.
[66] A.g.e., s. 34–35.
[67] A.g.e., s. 37–38.
[68] A.g.e., s. 39–41.
[69] Shoaiyan, Enqelab, s. 45–47.
[70] A.g.e., s. 48.
[71] A.g.e., s. 50.
[72] A.g.e., s. 53–54.
[73] A.g.e., s. 55.
[74] Shoaiyan, Enqelab, s. 62.
[75] A.g.e., s. 64.
[76] A.g.e., s. 65.
[77] A.g.e., s. 158–159.
[78] A.g.e., s. 187.
[79] A.g.e., s. 189–195.
[80] Shoaiyan, Enqelab, s. 198.
[81] A.g.e., s. 202–203.
[82] Hamid Momeni, Shouresh nah, qadamha-ye
sanjideh dar rah-e enqelab (Sazeman-e cherikha-ye fadayi-ye khalq, yayım
yeri ve tarihi bilinmiyor).
[83] Mostafa Shoaiyan, Hasht nameh beh cherik’ha-ye
Fadayi-ye Khalq; naqd-e yek manesh-e fekri (Tahran: Nashr-e Ney, 2007), s.
79–80.
[84] A.g.e., s. 85–86.
[85] Shoaiyan, Hasht nameh beh cherikha-ye Fadayi-ye
Khalq; naqd-e yek manesh-e fekri, s. 130.
[86] A.g.e., s. 130–131.
[87] A.g.e., s. 132–133.
[88] A.g.e., s. 142.
[89] A.g.e., s. 149.
[90] Shoaiyan, Hasht nameh beh cherikha-ye
Fadayi-ye Khalq; naqd-e yek manesh-e fekri, s. 173–175.
[91] Hamid Momeni, Shouresh nah, qadamha-ye
sanjideh dar rah-e enqelab, s. 12.
[92] A.g.e., s. 11.
[93] A.g.e., s. 14–16.
[94] Momeni, Shouresh nah, qadamha-ye sanjideh dar
rah-e enqelab, s. 16–17.
[95] A.g.e., s. 52–56.
[96] A.g.e., s. 57.
[97] Momeni, Shouresh nah, qadamha-ye sanjideh dar
rah-e enqelab, s. 64–65.
[98] A.g.e., s. 68.
[99] A.g.e., s. 74–75.
[100] A.g.e., s. 92.
[101] A.g.e., s. 94.
[102] A.g.e., s. 100.
[103] Bu konuda benim kitaplarıma bakılabilir: The
Iranian Political Language: From the Late Nineteenth Century to the Present
(New York: Palgrave Macmillan, 2015), s. 36–41 ve Islamism and Post-Islamism
in Iran: An Intellectual History (New York: Palgrave Macmillan, 2016), s.
24–29.
[104] Momeni, Shouresh nah, qadamha-ye sanjideh dar
rah-e enqelab, s. 114.
[105] A.g.e., s. 119–120.
[106] Momeni, Shouresh nah, qadamha-ye sanjideh dar
rah-e enqelab, s. 136–140.
[107] Momeni, Shouresh nah, qadamha-ye sanjideh dar
rah-e enqelab, s. 141–142.
[108] A.g.e., s. 145–147.
[109] Ervand Abrahamian, Radical Islam: The Iranian
Mojahedin (Londra: I.B. TAURIS, 1989), s. 45–60.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder