Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nin Puşkin Meydanı’ndaki
ana binası (soldaki bina)
Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nin
Üçüncü Yıldönümünde Yapılan Konuşma
Yoldaşlar,
üniversitenizin üç yıllık çalışmalarını özetleyen belgeleri, hücre büronuzdan
edindim. İsteğim üzerine kimi yoldaşlar, en önemli noktaların hepsini benim
için işaretleyerek, belgelerden haberdar olma görevimi önemli ölçüde
kolaylaştırdılar. Ve nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum, belki benim ayıbım belki
de kaybımdır ama, üniversitenizin çalışmalarını ne günlük ne de aylık olarak
yakından izleme fırsatım oldu. Bu çalışmalar, yıldönümlerinde alışılagelen
abartmalardan tamamıyla uzak olarak söylüyorum, istisnaidir ve dünya tarihi
açısından önemi haizdir.
Yoldaşlar,
yıldönümü toplantılarında belki teoriye dalmak adetten değildir; ancak yine de,
üniversitenizin, hiçbir şekilde basit bir devrimci eğitim kurumu olmayıp,
dünya-tarihsel önemde bir kaldıraç oluşturduğu yönündeki görüşümü destekleyecek
genel nitelikte birkaç gözlemimi sunmama izin verin.
Günümüzün
tüm politik ve kültürel hareketi, kendisinden köklenmiş olduğu, büyüdüğü ve
sınırlarından taştığı kapitalizme dayanıyor. Ancak şematik konuşacak olursak,
kapitalizmin iki farklı yüzü vardır: Metropollerin (merkezi emperyalist
ülkelerin) kapitalizmi ve sömürgelerin kapitalizmi. Metropolün klasik örneği,
Britanya’dır. Bugün o, MacDonald’ın sözde “İşçi” hükümetiyle taçlandırılmıştır.
Sömürgelere gelince, hangisinin en tipik sömürge olduğunu söylemekte tereddüt
ediyorum: Bu, biçimsel anlamda sömürge olan Hindistan da olabilir; bağımsızlık
görünümünü dünyadaki konumu itibariyle henüz koruyan ve sömürge tipine ait
gelişim çizgisiyle Çin de. Klasik kapitalizm Britanya’dadır. Marx, Kapital’i
Londra’da, en ileri ülkenin gelişimini doğrudan gözlemleyerek yazdı; ne zaman
incelediğinizi hatırlamasam da sizler bunu biliyorsunuz... Sömürgelerde
kapitalizm, kendi parçalarından değil, yabancı sermayenin davetsiz gelişiyle
gelişir. İki farklı tipi oluşturan şey de budur. Çok bilimsel olmasa da,
oldukça kesin ifadelerle koyacak olursak; MacDonald, neden bu kadar tutucu, bu
kadar çapsız ve aptaldır?
Çünkü
Britanya, kapitalizmin klasik toprağıdır; çünkü oradaki kapitalizm, el
çıkrıklarından başlayarak, manüfaktürden geçerek modern sanayiye adım adım,
“evrimci” yoldan, organik olarak gelişti. Ve bundan dolayı dünün ve daha
öncesinin önyargılarını, geçmiş ve önceki yüzyılların önyargılarını, geçmişin
tüm ideolojik süprüntülerini MacDonald’ın kafasında bulmanız mümkündür [alkışlar].
İlk bakışta burada bir tarihsel çelişki varmış gibi görünür: Marx neden, eğer
Rusya’yı saymazsak, 19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’nın en büyük ülkelerinin
en gerisinde, geri Almanya’da ortaya çıktı? Marx neden Almanya’da ortaya çıktı
ve Lenin neden 19. ve 20. yüzyılların kesiştiği dönemde Rusya’da ortaya çıktı?
Açık bir çelişki! Fakat bu ne türden bir çelişkidir? İşte bu, ancak tarihsel
gelişimin diyalektiği dediğimiz şeyce açıklanabilecek türden bir çelişkidir.
Tarih,
Britanya makineleri ve pamukluları biçimi altında, gelişmenin en devrimci
faktörünü yarattı. Fakat bu makine ve pamuklular, insan bilinci genel olarak
ürkütücü bir tutuculuk düzeyinde kalırken, uzun ve yavaş bir tarihsel geçiş
yoluyla, adım adım oluşturuldu ve yaratıldı.
Ekonomik
gelişme, yavaş ve sistematik bir biçimde ilerlediğinde, insanın kafasındakileri
yerle bir etmek daha zorlaşır. Öznelciler ve idealistler, genelde, insan
bilincinin, eleştirel düşüncenin vs., tarihi tıpkı bir römorkun mavnayı çekmesi
gibi ilerlettiğini söylerler. Bu, doğru değildir. Sizler ve ben Marksistiz ve
şunu biliyoruz; tarihin itici gücü, bugüne kadar insan iradesinden bağımsız
olarak şekillenmiş olan ve özellikle tekrar edeyim, eğer gelişme yavaş, organik
ve hissedilmez bir şekilde gerçekleşirse, yeni bir politik düşüncenin
kıvılcımını üretmek için insanın tutucu kafatasını parçalamayı giderek daha
fazla güçleştiren üretici güçlerden oluşur. Ancak bir metropolün, Britanya gibi
kapitalizmin klasik bir toprağının üretici güçleri, 19. yüzyılın ilk yarısındaki
Almanya, 19. ve 20. yüzyılların havzasındaki bizler ve günümüz Asya’sı gibi
daha geri ülkelere hücuma geçtiğinde; ekonomik etkenler eski rejimi çatırdatan
bir devrimci yola girdiklerinde; gelişim, aşamalı ve “organik” olarak değil,
muazzam şoklar ve eski toplumsal katmanlarda ani kaymalar aracılığıyla
gerçekleştiğinde; eleştirel düşünce, karşılaştırılmaz ölçüde kolay ve hızlı bir
şekilde devrimci ifadesini bulur; şüphesiz bunun için önceden gerekli teorik
malzemeyi de sağlayarak. Bu nedenle Marx 19. yüzyılın ilk yarısında Almanya’da
ortaya çıktı ve bu nedenle Lenin burada ortaya çıktı; ve bu nedenle en
muhafazakâr “işçi” partisinin, Avrupa kapitalizminin en yüksek, en eski ve en
ulu toprağında, Britanya’da olması gibi ilk bakışta paradoksal gözüken bir olguyu
gözlemleyebiliyoruz. Öte yandan, ekonomik ve kültürel açıdan konuşacak olursak,
son derece geri bir ülke olan Sovyetler Birliği’mizde ki bunu çekinmeksizin
söylüyorum, çünkü bu söylediğim gerçektir, dünyadaki en iyi komünist partisine
sahibiz [alkışlar].
Şunu
belirtmeliyiz ki, ekonomik gelişmişliğine bakıldığında Rusya, Britanya gibi
klasik metropoller ile Hindistan ya da Çin gibi sömürge ülkeler arasındaki
yolun tam ortasında bulunmaktadır. Gelişme biçimleri ve yollarına göre,
Sovyetler Birliği’ni Britanya’dan ayıran şeyler, Doğu ülkelerinin gelişiminde
kendisini çok daha keskin bir biçimde gösteriyor. Kapitalizm, oralara yabancı
mali sermaye biçiminde hücum eder. Oralarda kapitalizm, eski ekonomik temelin
altını oyan ve silkeleyen hazır makinelerle şahlanır ve kapitalist bir
ekonominin Babil Kulesi gibi kendi yıkıntıları üzerinde yükselir. Doğu
ülkelerinde kapitalizmin hareketi, ne aşamalı, ne yavaş, ne de “evrimsel”dir,
tersine bu hareket çok ani ve yıkıcıdır; gerçekte birçok durumda, dünün Çarlık
Rusya’sında olduğundan çok daha yıkıcı.
Yoldaşlar,
Doğu’nun önümüzdeki yıllar ve onyıllardaki kaderi, işte bu temel bakış
açısından incelenmek zorundadır. Amerikan ve Britanya bankalarının 1921, 1922,
1923 yıllarına ait hesapları gibi basmakalıp kitaplara bile baksanız, Londra ve
New York’un banka bilançolarında Doğu’nun yarınki devrimci kaderini okursunuz.
Britanya, kendi rolünü bir kez daha dünyanın tefecisi olarak ortaya koyar.
Birleşik Devletler, inanılmaz miktarlarda altın biriktirmiştir: Merkez bankasının
kasasında 3 milyar dolar değerinde altın saklanıyor, bu, 6 milyar altın ruble
eder. Bu miktar Birleşik Devletler ekonomisini fazlasıyla aşmaktadır. Britanya
ve Birleşik Devletler’in kimlere borç verdiğini soracaksınız. Muhtemelen sizin
de duyduğunuz gibi bize borç vermiyorlar, Almanya’ya da vermiyorlar, frankın
değerini korumak için Fransa’ya bir miktar kuru kemik bahşediyorlar. O hâlde
borçlar nerelere akıyor? Büyük bir bölümünü sömürge ülkelere veriyorlar; bu
paralar, Asya’nın, Güney Amerika’nın, Güney Afrika’nın endüstriyel gelişimini
finanse ediyor. Size sayılardan bahsetmeyeceğim: Bir kısmı elimde olmasına
rağmen, bunlar raporumu gereksiz yere uzatacaktır. Fakat şunu söylemek
yeterlidir; son emperyalist savaşa kadar yarı-sömürge ve sömürge ülkeler,
Birleşik Devletler ve Britanya’dan, gelişmiş kapitalist ülkelerin aldığı
kredilerin muhtemelen yarısı kadar daha fazla kredi almışlardı, bugüne kadar
sömürge ülkelerdeki mali yatırımlar, eski kapitalist ülkelerdeki yatırımları
hatırı sayılır ölçüde aşmıştır. Neden? Birçok neden var, ama ikisi çok önemli:
Birincisi, harap olmuş, nesi var nesi yok elinden alınmış ve bağrındaki azgın, her
daim dinç kabarışları tehdit eden Fransız militarizmiyle eski Avrupa’ya güven
eksikliği; ikincisi, sömürge ülkelere, hammadde kaynağı olarak ve Birleşik
Devletler ile Britanya’nın mamul malları ve makinelerinin müşterileri olarak
duyulan gereksinim. Savaş sırasında olduğu gibi şimdi de Japonya, Hindistan,
Güney Amerika, Güney Afrika gibi sömürge, yarı-sömürge ve genel olarak geri
kalmış ülkelerin paldır küldür sanayileşmesini gözlemekteyiz. Hiç kuşku yok ki,
Çin Kuomintang Partisi, Çin’i bir ulusal-demokratik rejim altında birleştirmeyi
başarırsa, Çin’in kapitalist gelişmesi dev adımlarla ilerleyecektir. Ve
bunların tümü, tarih-öncesi, yarı-barbar bir durumdan birdenbire silkinip,
kendilerini sanayinin eritme potasının içinde, fabrikada bulacak olan muazzam
bir proleter kitlesinin seferberliğini hazırlayacaktır. Bunun sonucu olarak,
emekçilerin bilinçlerinde geçmişin süprüntülerini biriktirip korumaya zaman
kalmayacak; bir giyotin, geçmişi gelecekten kopararak ve onları yeni
düşünceler, yeni biçimler ve yeni yaşam ve mücadele yolları aramaya zorlayarak,
geçmişteki bilinçlerinden koparıp atacaktır. Ve böylece, bu noktada, bazı ülkelerde
artık sahneye çıkması, diğerlerindeyse derinlemesine ve genişlemesine gelişmesi
gereken şey ortaya çıkıyor: Doğu’nun Marksist-Leninist partileri: Japon
komünistleri, Çin komünistleri, Türk ve Hindistan komünistleri vb.
Doğu
topraklarının emekçi yoldaşları! 1883’de İsviçre’de Rus “Emeğin Kurtuluşu”
grubu oluşturulmuştu. Bu, o kadar uzun zaman önce miydi? 1883’den 1900’e 17 yıl
ve 1900’den 1917’e bir 17 yıl daha, yani toplam 34 yıl; bir yüzyılın üçte biri,
bir kuşak: III. Aleksandr’ın hükümdarlığı boyunca Marksizmin düşüncelerinin ilk
teorik-propagandist çevresinin örgütlenmesinden Çarlık Rusya’sının proletarya
tarafından fethedilmesine kadar geçen süre, topu topu bir yüzyılın üçte
biridir!
Bunu
yaşamış biri için, bu süre uzun ve acılı bir dönem olarak görünecektir. Fakat
tarih ölçeğinden bakıldığında, bu, eşi benzeri olmayan şiddette ve vahşilikte
bir tempo sunar. Doğu ülkelerindeki gelişme temposu, tüm göstergeleriyle çok
daha hızlı olacaktır. Bu durumda, izlediğimiz perspektif ışığında, Doğu Emekçileri
Komünist Üniversiteniz neyi ifade ediyor, nedir bu üniversite? Bu üniversite,
Doğu ülkelerinin “Emeğin Kurtuluşu” gruplarının fidanlığıdır. [büyük alkışlar]
Şurası
doğrudur ve hiç kimse buna gözlerini kapayamaz: Doğu’nun genç Marksistlerinin
karşılaşacağı tehlikeler büyüktür. Biliyoruz ve siz de öğreneceksiniz ki;
Bolşevik Partisi, çok ciddi iç ve dış mücadeleler içinde biçimlenmiştir.
Biliyorsunuz ki iğdiş ve tahrif edilmiş bir Marksizm, daha sonraları
burjuvazinin politik uşakları hâline gelen Struve’cilerin, birçokları sonradan
Oktobristlere ve hatta daha da sağa iltica eden Kadetlerin, burjuva
entelijensiyanın çok yönlü politik çalışmasının 1890’lardaki okulu gibiydi.
Ekonomik olarak geri olan Rusya, siyasal anlamda ne farklılaşmış ne de
tamamıyla biçimlenmiş bir ülkeydi: Marksizm, kapitalizmin kaçınılmazlığından
bahsediyordu ve kendileri için sosyalizmi değil, kapitalizmi arzulayan bu
burjuva ilerici unsurlar, devrimci yönlerinden arındırılmış bir “Marksizmi”
benimsediler. Aynı şeyler Romanya’da da oldu. Romanya’nın bugünkü yönetici
hergelelerinin çoğunluğu, zamanlarını Marksizme yağcılık okulunda geçirdiler,
bunlardan bazıları Fransa’da Guesdeciliğe bağlandılar. Sırbistan’da bugünkü
muhafazakâr ve gerici politikacıların tümü, gençliklerinde Marksizm ya da
Bakunincilik okullarından geçmişlerdi.
Bu
olgu, Bulgaristan’da daha az gözlemlenebilir. Ancak genel olarak, burjuva ilerici
politikaların amaçları için Marksizmin bir süreliğine sömürülmesi olgusu, kendi
ülkemizi olduğu gibi, güneydoğu Balkan ülkelerini de karakterize eder. Böylesi
bir tehlike, Doğu’da da Marksizmi tehdit ediyor mu? Kısmen. Neden? Çünkü
Doğu’daki ulusal hareketler tarihte ilerici bir etkendir. Hindistan’ın
bağımsızlık mücadelesi, esaslı bir ilerici harekettir; siz ve ben biliyoruz ki,
bu mücadele, aynı zamanda ulusal-burjuva görevlerle sınırlıdır. Çin’in kurtuluş
mücadelesi, Sun Yat-sen’in ideolojisi, demokratik bir mücadele ve ilerici bir
ideolojidir, ama burjuvadır. Çin’de Kuomintang’ı ileri iterek destekleyen
komünistlerin arkasındayız. Bu, çok önemlidir, ancak aynı zamanda burada
ulusal-demokratik bir yozlaşma tehlikesi de mevcuttur. Ve bu tehlike, Doğu’da
sömürge köleliğinden kurtulmak için verilen ulusal mücadeleler alanını
oluşturan tüm Doğu ülkeleri için de geçerlidir. Doğu’nun genç proletaryası bu
ilerici harekete dayanmalıdır; fakat kesin surette açıktır ki, yaklaşan dönemde
Doğu’nun genç Marksistleri için, “Emeğin Kurtuluşu” gruplarının parçalanması ve
kendilerini milliyetçi ideolojinin içinde eritmeleri tehlikesi söz konusudur.
Buna
rağmen avantajınız nerededir? Rus, Romen ve diğer eski Marksist kuşaklar
karşısındaki avantajınız, yalnızca Marx sonrası dönemde değil, aynı zamanda
Lenin sonrası dönemde yaşıyor, yaşayacak ve çalışacak olmanızdadır. Hücre
büronuzun bana kibarca küçük notlarla birlikte ilettiği gazetenizde Marx ve
Lenin hakkında sıcak bir polemik okudum. Birbirinizle çok şiddetli
tartışıyorsunuz, bunu bir suçlama olarak söylemiyorum. Burada sorun,
bazılarının görüşleri doğrultusunda Marx’ın yalnızca bir teorisyen olduğu şeklinde
konulmuş; bu nedenle muhalif taraf, bu konumu betimleyerek itiraz ediyor: “Hayır,
Marx, Lenin gibi devrimci bir politikacıydı ve hem Marx hem de Lenin’de teori
ve pratik el ele gitmiştir.” Sorunun bu şekliyle soyut formülasyonunda bu
önerme kuşkusuz doğrudur ve tartışma götürmez; ancak bu iki tarihsel şahsiyet
arasında hâlen bir farklılık bulunmaktadır ki bu farklılık, sadece bireysel
özelliklerindeki ayrımdan değil, aynı zamanda yaşadıkları dönemler arasındaki
ayrımdan da kaynaklanır. Marksizm, kuşkusuz akademik bir doktrin değil,
devrimci eylemin kaldıracıdır; Marx, boşu boşuna “filozoflar dünyayı yeterince
açıkladılar, artık onu değiştirmeliyiz” dememiştir. Fakat Marx’ın yaşadığı
Birinci Enternasyonal döneminde ve sonra İkinci Enternasyonal zamanında işçi
sınıfı hareketinin Marksizmi bütünsel olarak ve sonuna kadar kullanma fırsatı
var mıydı? Marksizm, eylemde gerçek somutlanmasını bulmuş muydu? Hayır. Marx,
devrimci teorisinin belirleyici tarihsel ana, iktidarın proletarya tarafından
fethine uygulanması konusunda kılavuzluk etme fırsatı ve şansına sahip miydi?
Hayır değildi. Şüphesiz Marx, öğretisini bir akademisyen olarak oluşturmadı.
Bildiğiniz gibi o, bütünüyle devrimden, burjuva demokrasisinin çöküşünün
değerlendirilmesi ve eleştirisinden doğdu ve gelişti. Manifesto’sunu
1847’de yazdı ve 1848 devrimini Marksist bir çerçeveden, daha doğrusu Marx’ın
kendi çerçevesinden değerlendirerek burjuva demokrasisinin sol saflarında
faaliyet gösterdi. Londra’da Kapital’i kaleme aldı; aynı zamanda tüm
ülkelerdeki işçi sınıfı içindeki en ileri grupların politikalarının esin
kaynağı olan Birinci Enternasyonal’in kurucusuydu, fakat sadece bir ülkenin
değil, bütün dünyanın kaderini belirleyen bir partinin başında değildi. “Marx
kimdir?” sorusuna kısaca cevap vermek istediğimizde söyleyeceğimiz şey şudur: “Marx,
Kapital’in yazarıdır.” Ve kendimize Lenin’in kim olduğunu sorduğumuzda,
“Lenin, Ekim devriminin yazarıdır” diyeceğiz [Alkışlar]. Lenin, herkesten
kuvvetli bir şekilde, Marx’ın öğretisini revize etmekten, yeniden inşa etmekten
ya da gözden geçirmekten uzak olduğunu vurgulamıştı. Lenin, Marx’ın yasalarını
değiştirmek değil, onu yerine getirmek için, eski sözcüklerle konuşarak ortaya
çıktı. O, bunu herkesten daha çok vurgulamıştır. Lenin o dönemde Marx’ı,
kendisi ile Marx arasındaki kuşakların tortuları altından, Kautskizmin,
MacDonaldizmin, işçi ağalarının muhafazakârlığının ve reformist ve milliyetçi
bürokrasinin tortuları altından çekip çıkarmaya ve tortulardan, eklemelerden ve
tahrifatlardan bir kez temizlenmiş olan gerçek Marksizmin araçlarını büyük
tarihsel eyleme tamamıyla ve bütünsel olarak uygulamaya gerek duymuştu. Bu
yüzden genç kuşaklar olarak sizin en büyük avantajınız, bu çalışmada dolaylı ya
da doğrudan yer almanız, bunu gözlemlemiş olmanızdır; dahası, Leninizmin
politik ve ideolojik ortamında yaşıyor ve pratiğe denk düşen bu teoriyi Doğu
Emekçileri Üniversitesi’nde özümsüyor olmanızdır. Bu, sizin devasa ve paha
biçilmez avantajınızdır ve bunu anlamak zorundasınız. Marx’ın kendisi,
teorisinde onyılların ve yüzyılların gelişiminin deneyiminden
yararlanabilmesine ve bunu kucaklayabilmesine rağmen, onun öğretisi, daha
sonraları, gündelik mücadele içinde kısmen dahası çarpıtılmış biçimde
özümsenmiş farklı unsurlara parçalandı. Lenin ortaya çıktı, bir kez daha
Marksizmi bir araya getirdi ve yeni koşullarda, en büyük tarihsel ölçeğin
eyleminde bu öğretiyi ortaya koydu. Bu eylemi gördünüz ve buna bağlandınız: Bu,
sizi bir yükümlülüğün altına sokuyor ve Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi
bu yükümlülüğün üzerine inşa edildi.
Yoldaşlar,
bu nedenle, varlığı tartışma götürmez ve birçoklarını kapıp sürükleyen ki başka
türlü de olamazdı, ulusal demokratik yozlaşma tehlikesi, Sovyetler Birliği ve
Üçüncü Enternasyonal’in varlığı olgusu sayesinde oldukça azalmıştır. Doğu
Emekçileri Komünist Üniversitesi’nden çıkacak temel çekirdeğin, Doğu
topraklarındaki proleter hareketin sınıf mayası, Marksist mayası, Leninist
mayası olarak görev yerini alacağını ummamız için tüm koşullar vardır.
Yoldaşlar, size yönelik talep, devasa gözüküyor ve kendisini, daha önce de
söylediğim gibi derece derece değil, ani ve aynı zamanda kendi tarzında
“yakıcı” olarak ortaya koymaktadır. Lenin’in son makalelerinden biri olan “Az
Olsun, Öz Olsun”u okuyun: Görünüşte bu söz, özel bir örgütsel soruna ilişkindir,
ancak aynı zamanda Avrupa’nın gelişimi ile bağlantılı olarak Doğu ülkelerinin
gelişimi perspektiflerini de kapsamaktadır. Makalenin ardında yatan ana fikir
nedir? Batı devriminin gelişiminin gecikebileceği. Nasıl gecikebilir?
MacDonaldizmle; zira Avrupa’nın en muhafazakâr gücü, gerçekte MacDonaldizmdir.
Türkiye’nin hilafeti nasıl kaldırdığını ve MacDonald’ın nasıl tekrar
dirilttiğini görebiliriz. Bu, Batı’nın karşı-devrimci Menşevizmi ile Doğu’nun
ilerici ulusal-burjuva demokrasisi arasındaki keskin karşıtlıkların fiiliyatta
çarpıcı bir örneği değil midir?
Afganistan’da
günümüzde gerçekleşen olaylar gerçekten dramatiktir: MacDonald’ın Britanya’sı,
bağımsız Afganistan’ı Avrupalılaştırmaya çabalayan ulusal-burjuva sol kanadı
eziyor ve Pan-islamizmin, hilafetin ve daha beterlerinin en berbat
önyargılarıyla dolu en gerici ve en karanlık güçlerini geri getirmeye
çalışıyor. Eğer canlı çatışmaları içinde bu iki gücü tartarsanız, Doğu’nun
bize, Sovyetler Birliği ve Üçüncü Enternasyonal’e doğru niçin daha fazla
meyledeceği derhal netleşecektir.
Geçmiş
gelişimi nedeniyle, işçi sınıfı ağalarının korkunç tutuculuğunu koruduğu
Avrupa’nın nasıl daha da artan bir ekonomik çözülüşten geçtiğini görebiliriz.
Avrupa için hiçbir çıkış yolu yoktur. Ve bu somut ifadesini, bilhassa
Amerika’nın, ekonomik gelişme yeteneğine haklı olarak güvenmediği Avrupa’ya
borç vermemesi olgusunda buluyor. Diğer yandan, şunu da görmekteyiz ki aynı
Amerika ve aynı Britanya, sömürge ülkelerin ekonomik gelişmesini finanse etmek
zorunda kalmış ve böylece onları çılgın bir tempoyla devrim yoluna
sürüklemiştir. Eğer Avrupa, işçi ağalarının ahmak, dar kafalı, aristokratik,
ayrıcalıklı MacDonaldizminin bugünkü kokuşmuş durumunun tam ortasına
sürüklenirse, devrimci hareketin ağırlık merkezi, tamamıyla ve bütünsel olarak
Doğu’ya kayacaktır. Ve bu durumda ortaya çıkmaktadır ki eski Rusya’mızı ve eski
Doğu’yu kendi ayakları üzerine kaldıran devrimcileştirici bir faktör olarak
Britanya’da kapitalist gelişmenin birkaç onyılı gerekli olduysa da, şimdi artık
Doğu’daki devrimin birkaç kalın kafayı ezmek ya da gerekliyse uçurmak üzere
Britanya’ya geri uğraması ve Avrupa proletaryasının devrimine bir itkide
bulunması zorunlu olacaktır [Alkışlar]. Tarihsel olasılıklardan biri budur.
Aklımızın bir köşesinde durmalıdır.
Üniversitenizde
öğrenci olan ve bazı yaşlı ve cahil kadınları etrafına toplayan bir Türk
kızının Kazan’da yarattığı muazzam etki hakkında bana gönderdiğiniz belgeleri
okudum. Küçük ama bir gösterge olarak derin tarihsel anlama sahip bir olay bu.
Bolşevizmin anlamı, gücü ve özü, işçi ağalarına değil, ayaklananlara,
mazlumlara, milyonlara ve ezilenlerin en ezilenlerine yönelmiş olmasında yatar.
İşte
bu nedenle Bolşevizm, şu anda bile özümsenmiş olmaktan veya tamamıyla
irdelenmiş olmaktan uzak teorik içeriği aracılığıyla değil, özgürleştirici
yaşam soluğu nedeniyle Doğu ülkelerinin en gözde öğretisi hâline gelmiştir.
Lenin’in sadece Kafkaslarda değil, aynı zamanda Hindistan’ın içlerinde de çok
iyi tanındığının en taze kanıtlarını sizin makalelerinizde okuduk. Biliyoruz ki
Çin’de hayatları boyunca Lenin’in tek bir makalesini bile okumamış emekçi
kitleler, tarihin soluğu olma kudretindeki Bolşevizme doğru büyük bir
içtenlikle yöneliyorlar. Dışlanmış, ezilmiş, en kötü şartlarda çalıştırılan,
kendileri için başka hiçbir tarihsel çözümün olmadığı, başka bir kurtuluşun
olmadığı milyonlar; söz konusu olan şeyin, on ve yüz milyonlara hitap eden bir
öğreti olduğunu sezdiler. Emekçi kadınların kalplerinde Leninizmin böylesine
coşkulu bir karşılık bulmasının nedeni buradadır, çünkü yeryüzünde emekçi
kadınlardan daha ezilmiş başka bir katman yoktur! Üniversiteniz öğrencisinin
Kazan’da nasıl konuştuğunu ve cahil Tatar kadınların nasıl onun etrafında
toplandığını okuduğumda, son dönemde Bakû’de geçirdiğim kısa bir süreyi
hatırladım. İlk kez Bakû’de bir Türki kadın komünisti görmüş ve duymuştum.
Orada, koridorlarda onlarca ve büyük olasılıkla yüzlerce Türkî kadın komünisti
gözlemleyebildim. Onların coşkusunu, kurtuluşun yeni sözcüklerini işiten ve
yeni bir hayata gözlerini açan dünün kölelerinin kölesi olanların bu tutkusunu
gördüm ve duydum. Ve yine ilk defa orada, şu net sonuca ulaştım ve kendime
dedim ki; Doğu halklarının hareketinde kadınlar, Avrupa’daki ve buradakinden
çok daha büyük bir rol oynayacaklar [Alkışlar]. Neden? Tamı tamına şu nedenden
ötürü; Doğu kadını, Doğu erkeğiyle karşılaştırılmaz ölçüde önyargılar
tarafından eziliyor, zincire vuruluyor ve kafası karıştırılıyor ve çünkü yeni
ekonomik ilişkiler, yeni tarihsel akımlar onu eski hareketsiz ilişkilerden
erkeklerden çok daha güçlü ve hızlı biçimde çekip çıkaracaktır. Bugün bile,
Doğu’da hâlâ İslâm’ın, eski önyargıların, inanışların ve geleneklerin egemenliğini
gözlemleyebiliyoruz, ancak bunlar, giderek tuzla buz olacaktır. Tıpkı yıpranmış
bir elbise gibi, uzaktan baktığınızda tek parça gibi görünür; her şey yerli
yerindedir ve tüm kıvrım yerleri yerinde durmaktadır; ama bir el hareketi ya da
bir rüzgâr esintisi, tüm giysiyi bir toz yığınına dönüştürmeye yeter. Bunun
gibi, Doğu’da çok derinmiş izlenimini veren o eski inanışlar, gerçekte geçmişin
gölgesinden başka bir şey değildirler. Türkiye’de hilafeti ilga ettiler ve onu
kaldıranların kafalarından bir tek saç teli bile düşmedi; bu demektir ki, eski
inanışlar artık çürümüştür ve emekçi kitlelerin yaklaşan tarihsel hareketi
sayesinde ciddi birer engel olamayacaktır. Ve dahası, bu şu anlama geliyor ki;
yaşamında, alışkanlıklarında, yaratıcılığında en fazla engellenen, kölelerin
kölesi Doğu kadını, onu örtülerinden kurtaracak yeni ekonomik ilişkileri talep
ederek, kendisini birden her çeşit dini payandadan yoksun hissedecek; ona
toplumdaki yeni konumunun farkına varma fırsatını sunacak olan yeni düşünceleri
ve yeni bir bilinci kazanmak için tutkulu bir susuzluk çekecektir. Ve Doğu’da
uyanmış kadın işçiden daha iyi bir komünist, devrim ve komünizm idealleri için
daha iyi bir savaşçı olmayacaktır [Alkışlar].
Yoldaşlar,
bundan dolayı Üniversiteniz evrensel bir tarihi öneme sahiptir. Bu üniversite,
Batı’nın ideolojik ve politik deneyimini kullanarak, Doğu için büyük bir
devrimci maya hazırlıyor. Yakında sizin saatiniz gelecek. Amerika ve
Britanya’nın mali-sermayesi Doğu’nun ekonomik temellerini tahrip ediyor, toplumun
bir tabakasını bir diğerinin karşısına dikiyor, eskiyi parçalıyor ve yenisi
için bir talep doğuruyor. Siz, komünizm ideallerinin tohum ekicileri olarak
ortaya çıkacaksınız ve çalışmalarınızın devrimci verimliliği, Avrupa’nın eski
Marksist kuşaklarının çalışmalarının verimliliğinden ölçülemez derecede yüksek
olacaktır.
Ancak
yoldaşlar, söylediklerimden bir çeşit Doğu kibirliliğine çıkan sonuçlar
üretmenizi istemem [Gülüşmeler]. Görüyorum ki hiçbiriniz beni bu şekilde
algılamıyorsunuz... Eğer herhangi biriniz, Batı için Mesihvari bir kibirliliği
ve hor görmeyi içinize sindirseydiniz, bu, kendinizi ulusal demokratik ideoloji
içinde eritmenin en kısa ve hızlı yolu olurdu. Hayır, Doğu’nun devrimci
komünistleri, üniversitelerinde, Doğu’nun ve Batı’nın güçlerini tek bir büyük
amacın bakış açısından yan yana getirip, birbirine bağlayarak dünya hareketini
bir bütün hâlinde incelemeyi öğrenmelidirler. Sizler, Hint köylülerinin
ayaklanmasını, Çin limanındaki hamalların grevini, Kuomintang burjuva
demokrasisinin politik propagandasını, Korelilerin bağımsızlık mücadelesini,
Türkiye’nin burjuva-demokratik yeniden doğuşunu ve Transkafkasya Sovyet
Cumhuriyetindeki ekonomik, kültürel ve eğitimsel çalışmaları nasıl bir arada
ele alacağınızı; tüm bunları, Komünist Enternasyonal’in, Avrupa’daki ve
özellikle İngiliz komünist köstebeğinin, MacDonald’ın muhafazakâr kalesinin
altını yavaş yavaş, birçoğumuzun istediğinden daha yavaş oymaya başladığı
Britanya’daki çalışma ve mücadelesi ile hem ideolojik hem de pratik olarak
nasıl ilişkilendireceğinizi bilmek zorundasınız [Alkışlar]. Üçüncü yıldönümünüz,
şüphesiz kendi içinde oldukça alçakgönüllü bir yıldönümüdür. Birçoğunuz,
Marksizmin yalnızca eşiğindesiniz. Fakat yineleyeyim, eski kuşaklar üstündeki
avantajınız şu olguda yatıyor ki; siz, Marksizmin abecesini bizim durumumuzda
olduğu gibi kapitalizmin egemenliğindeki ülkelerde yaşamdan kopuk göçmen
çevrelerin içinde değil, Leninizm tarafından fethedilmiş topraklarda,
Leninizmle beslenen topraklarda ve Leninizmin atmosferi ile sarıp sarmalanmış
topraklarda öğreniyorsunuz. Marksizmi yalnızca broşürlerden incelemiyorsunuz,
bu ülkenin politik atmosferi içinde onu soluma fırsatına sahipsiniz. Bu,
yalnızca buraya Sovyetler Birliği’nin bir kısmını oluşturan Doğu
cumhuriyetlerinden gelenler için değil, şüphesiz önemi hiçbir şekilde daha az
olmayan, ezilen sömürge ülkelerden gelmiş olanlar için de geçerlidir.
Emperyalizme karşı mücadelenin son bölümünün, bir, iki, üç veya beş yıllık
dönem içine yayılıp yayılmayacağını bilmiyoruz, ama biliyoruz ki, her yıl
Doğu’nun Komünist Üniversitesi’nden yeni bir hasat kaldırılacaktır. Her yıl
bize, Leninizmin abecesini bilen ve bunun pratiğe nasıl uygulanacağını görmüş
komünistlerden oluşan yeni bir çekirdek sağlayacaktır. Sonucu belirleyici
olaylardan önce bir yıl geçerse, bir ürünümüz; iki yıl geçerse iki ürünümüz; üç
yıl geçerse üç ürünümüz olacak. Ve bu belirleyici olaylar gelip çattığında,
Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nin öğrencileri şunu diyecekler: “Biz
burada tek bir şey öğrendik. Sadece Marksizmin ve Leninizmin düşüncelerini Çin,
Hindistan, Türkiye ve Kore dillerine çevirmeyi değil, Doğu’nun emekçi
kitlelerinin acılarını, tutkularını, taleplerini ve umutlarını Marksizmin
diline çevirmeyi de öğrendik.”
“Size
bunu kim öğretti?” diye soracaklar.
“Bunu
bize Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi öğretti” diye cevap vereceksiniz. Ve
sonra size, şimdi, üçüncü yıldönümünüzde söyleyeceğim şeyi söyleyecekler:
“Şan
olsun Doğu’nun Komünist Üniversitesine.”
[Coşkulu
tezahüratlar ve Enternasyonal Marşı]
Lev Trotskiy
21 Nisan 1924
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder