José Carlos Mariátegui La Chira (Moquegua, 14
Haziran 1894 - Lima, 16 Nisan 1930) Perulu yazar, gazeteci, siyasetçi
ve Marksist felsefeci.
1928’de
ölümü ardından Peru Komünist Partisi adını alan Peru Sosyalist Partisi’ni
kurdu. 1929’da ise Peru Genel İşçi Konfederasyonu kuruldu.
Sosyolog
ve felsefeci Michael Löwy’ye göre, Mariátegui “Latin Amerika’nın
tanıdığı en etkin ve en özgün Marksist düşünürdür”. Onu aynı şekilde değerlendiren
Arjantinli felsefeci ve kültür eleştirmeni José Pablo Feinmann’e göre Mariátegui “Latin Amerika’nın en büyük
Marksist felsefecisidir”. Onun düşünceleri
Vladimir Cerrón, Aníbal Quijano ve Abimael Guzmán gibi isimlere ilham
vermiştir.
* * *
İrlanda
sorunu, hâlen daha capcanlı. Sinn Feincilerin lideri De Valera, İrlanda’daki siyaset sahnesini
bir kez daha sarsıyor. 1922’den beri Büyük Britanya’nın yörüngesinde, ahlaki,
askeri ve uluslararası sınırları içerisinde özerk olarak yaşama hakkı tanındı. Fakat
İrlanda halkı, bu bağımsızlığı yeterli bulmadı. Onlar, tüm baskılardan ve Britanya’nın
vesayetinden kurtulmak istiyorlar. İçteki idareyi kendi ellerine almakla
yetinmiyorlar, ayrıca dış siyasette de dizginleri ele almak istiyorlar. İrlanda’nın
vaatler ve yenilgilerle terbiye edilemediği, diz çöktürülemediği koşullarda bu
düşünce ve hissiyat daha da derinleşiyor. Bir halk, ancak bu tür bir düşünce ve
hissiyat varsa bu kadar uzun süre mücadele yürütebilirdi.
Luis Araquistain, bir vakitler şunu söylemişti: “Katolik
ve muhafazakâr İrlanda Büyük Britanya’nın dışına çıktığında demokrasi ve
özgürlüklerden mahrum kalacak.” Dolayısıyla İrlanda, imparatorluğun içinde
kalmalı, bu anlamda ona az da olsa zulmederek, İngiltere, aslında demokrasiye ve
özgürlüklere hizmet ediyor.
Bu
çelişkili ve alabildiğine basit olan yargı, o dönemde Araquistain gibi demokrat
ve İngiltere’ye müttefik olan yazarların zihniyetiyle gayet iyi örtüşüyor. Gelgelelim
gerçekler, yakından ve dikkatle incelendiğinde, onların başka şeyler söylediği
görülüyor.
İrlanda’da
İngiltere idaresine razı olan kesim, zengin ve muhafazakâr sınıf. Proletarya ise
kendisinin cumhuriyetçi, devrimci, az çok Sinn Feinci olduğunu söylüyor ve
ülkesinin kayıtsız şartsız özerk olmasını istiyor. Araquistain ise meseleyi incelemeden, ilk
elden kendince yargıda bulunmak istiyor.
Buna
karşılık, İrlanda’daki Katoliklikle ilgili değerlendirmesi yerinde, gerçekliğin
bir kısmını doğru kavrıyor.
Katoliklikle
Protestanlık arasındaki kavga, aslında metafizik bir ihtilafın ötesine uzanan
bir olgu. Burada dinî ayrışmadan daha fazlası var. Protestan reformu, örtük
olarak liberal düşüncenin özünü, aslını ihtiva ediyor. Kapitalist ekonominin
ilk unsurlarıyla birlikte ortaya çıkan Protestanlık ve liberalizm, el ele
ilerliyor. Kapitalizmin ve sanayileşmenin Protestan şehirlerde kendisine uygun
bir yer bulmuş olmaları, asla tesadüf değil.
Kapitalist
ekonomi, ancak İngiltere ve Almanya’da kemale erdi. Bu ülkelerde Katolik inancı,
kırsalda, Ortaçağ’a ait tatların ve alışkanlıkların sınırları içerisinde sıkışıp
kaldı. Örneğin Bavyera, köylülerin yoğun yaşadığı bir yer. Burada büyük sanayi
gelişip serpilemedi. Katolik uluslar, benzer bir süreci yaşadılar. Tek başına
Paris’teki kozmopolitlikle değerlendirilemeyecek bir ülke olarak Fransa,
ağırlıklı olarak bir tarım ülkesi. İtalya ise çiftçi hayatını seviyor. Sanayileşme,
bu sebeple hızlı ilerlemedi. Milano, Torino ve Cenova kapitalizmin önemli
merkezleri hâline geldiler. Fakat İtalya’nın güneyinde feodal ekonominin kimi
kalıntıları hâlen daha capcanlı.
Ülkenin
kuzeyinde Katolik dogmalardan kurtulma çabası içine giren modernist harekete
tanıklık ediliyor, buna karşılık, orta kesimi kitabın dışına çıkan girişimlerden
uzak duruyor. Netice itibarıyla Protestanlık, tarihte kapitalist sürecin manevi
mayası olarak ortaya çıkıyor.
Fakat
kapitalist ekonomi kemale erdi, çöküş sürecine girdi, artık onun bağrında yeni
bir ekonomi gelişiyor, kapitalizmin yerini almak için mücadele ediyor,
kapitalizmin büyümesinde önemli roller oynayan manevi öğeler, zamanla anlamını,
tarihsel değerini ve savaşçı ruhunu yitiriyor.
Bu
süreçte Katolik kiliseler bir araya geliyorlar. Tüm kiliseleri tek bir kilise içerisinde
birleştirme meselesini tartışıyorlar, aralarındaki husumetin zayıfladığı görülüyor.
Reform çağında özgür inceleme yürütme çabası, Katolikleri fazlasıyla korkuturdu,
artık korkutmuyor.
İrlanda
ile İngiltere’nin birlikte oluşuna mani olan şey, yüzlerce yıldır susturulmuş
olan, Katoliklikle Protestanlık arasındaki çatışma değil. İrlanda’da Katolikliğe
bağlılık, milliyetçilik denilen arka planla ilişkili. İrlanda için Katolikliği
ve dili, her şeyin ötesinde tarihinin bir parçası, kaderini özgürce tayin etme
hakkının ispatı.
İrlanda,
dinini kendisini İngiltere’den ayrıştıran, farklı kılan olgulardan biri olarak
savunuyor, onu milli varlığının tanığı olarak görüyor. Bu tür sebeplere bağlı
olarak meseleye dışarıdan, nesnel bakan bir kişi, bir tarafta gerici İrlanda’yı,
diğer tarafta demokrat ve ilerleme yanlısı İngiltere’yi görüyor.
İngiltere,
dünyayı İrlanda’daki isyanı abartmak, onu olduğundan daha büyük bir hacme sahip
olduğuna ikna etmek için elindeki tüm propaganda araçlarını kullandı. Ulster
meselesini İrlanda’nın bağımsızlığı önündeki engelmiş gibi göstermek için bu
meseleyi suni bir müdahaleyle abarttı. Fakat ortadaki kanıtları gizleyemedi,
İrlanda milletinin gerçeklerini, Britanya’nın kanunları ve çıkarları uyarınca
yaşasın diye uygulanan askeri baskıyı ve gücü örtbas edemedi.
İngiltere,
İrlanda halkını asimile edecek güçten de, imparatorluğuna bu halkı bağlayacak
kudretten de, ondaki saf milliyetçi duyguları terbiye edecek imkândan da
yoksun. Sıkıyönetim yöntemi, İrlanda’yı İngiltere’ye itaat ettirmek için
devreye sokuldu, ama neticede halkın zihninde direnme iradesinin güçlenmesine
neden oldu.
İrlanda’nın
İngilizlerce işgal edildiği günden bugüne dek uzanan tarihi, bazen yeraltında
sessizce ilerleyen, bazen de toprağa gömülmüş savaş baltalarının çıkartılıp
şiddetin dilinin konuştuğu bir hikâye. Geçen yüzyılda İngiliz idaresini üç
büyük ayaklanma tehdit etti. Sonrasında, 1870 yılına doğru Isaac Butt, İrlanda’da özerk yönetimi tesis
etme amacı güden bir hareket başlattı. Bu eğilim güçlendi. İrlanda, özerkliğe
rıza gösterdi ve özgürlük iddiasından vazgeçti. İngiliz halkının ekseriyeti, bu
projeye destek sundu. Sona dünya savaşı patlak verdi, özerk yönetim fikri
unutuldu.
Zamanla
İrlanda milliyetçiliği güçlendi. Ayaklanmacı bir niteliğe büründü. 1916’daki
girişim, bu gerçeklikte vücut buldu. İngiltere’nin tehdit ettiği İrlanda, nihai
savaşa hazırlandı. Özerk yönetim fikrini destekleyen ılımlı milliyetçiler, özerklik
hareketinin direksiyonunu da kontrolünü de yitirdiler. Onların yerini Sinn
Feinciler aldı.
Arthur Griffith’in kurduğu Sinn Fein hareketi, 1906’da doğdu. İlk başta
teorik çalışma yürüten hareket, politik ve toplumsal faktörlerin etkisiyle
değişti ve İrlanda’nın bağımsızlığı fikrine birçok zinde askeri örgütledi. 1918
seçimlerinde Milliyetçi Parti, İngiliz Parlamentosu’nda altı koltuk kazandı.
Sinn Fein Partisi meclise yetmiş üç vekille girdi.
Bu
vekiller, meclisi boykot etme ve İrlanda meclisini kurma kararı aldılar. Bu,
aslında İngiltere’ye savaş ilânı idi. Özerk yönetim projesi, o dönemde İngiliz
Parlamentosu’nda kabul edildi, İrlanda’ya özerklik verildi. Ama Sinn Fein silâh
bırakmadı. Liderliğini büyük ajitatör ve büyük lider De Valera’nın yaptığı İrlanda
halkı, özerk yönetim fikrine rıza göstermedi. Ama bu hamlesiyle İngiltere,
İrlanda’da kamuoyunu bölmeyi bildi. Milliyetçi hareket bölündü. Nihayetinde, 1921
yılının sonlarında İngiltere ve İrlanda, tavizde bulunmayı öngören bir formül
arayışına girdi. İngiltere tarihinde taviz siyaseti, bir kez daha zafer
kazandı. İrlanda’nın özerkliğinden yana olanlarla İngiliz hükümeti, Aralık 1921’de
anlaşmaya vardı, böylelikle İrlanda, kendi anayasal yapısına kavuştu. İrlandalı
vekiller ayrıştı. 64 vekil, İrlanda meclisinde İngiltere’ye taviz verilmesi fikrine
destek sunarken, De Valera’nın başında olduğu azınlık grubu, 57 vekiliyle bu
fikrin karşısında durdu. İki grup arasındaki gerilim zamanla iç savaşa evrildi.
Bu savaştan İngiltere’yle barış yapılması fikrine destek sunanlar galip çıktı,
De Valera hapse atıldı. Bugün hapisten çıkan De Valera, halkını devrimci yola
sokmak için yürüttüğü çalışmalara devam ediyor.
Bu
romantik Sinn Feinciler, asla mağlup edilemeyecekler. Onlar, İrlanda’nın
özgürlüğe yönelik köklü hasretini temsil ediyorlar.
Neticede
İrlanda burjuvazisi, İngiltere’ye teslim oldu, fakat küçük burjuvazi ve
proletarya, milliyetçi taleplerine sadakatle bağlı kaldı.
Bu
sayede İngiltere’ye karşı mücadele, devrimci bir anlama kavuştu. Milliyetçilik
denilen iç gerilimlerle malul duygu, sınıfsal. İrlanda, özgürlüğü elde edene
dek mücadeleyi sürdürecek. O ülkü gerçekleşme imkânı bulduğunda, özgürlük
İrlandalılar için önemli olmaktan çıkacak.
İngilizi
ve İrlandalıyı asıl uzlaştırıp birleştirecek olan şey ayırıyor. Dünya tarihi, aslında
çelişki ve paradoks olmayan bu türden çelişkilerle ve paradokslarla dolu.
Jose Carlos Mariátegui
25
Ekim 1924
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder