Pages

10 Ocak 2023

Irkı Liberaller İcat Etti

Yaklaşık bir yıl önce muhafazakâr çevrenin önde gelen isimlerinden biriyle alkolün de eşlik ettiği bir akşam yemeğinde bir araya geldim. Bir ara laf döndü dolaştı, ırk meselesine geldi. Bu kişi, 2020 yazında Amerika’yı kasıp kavuran eylemler konusunda, “gerçek sorun” olarak gördüğü meseleyi açıklamak adına, sahnede görünen ihtilafların ötesine bakan bir yaklaşım ortaya koydu.

Ona göre beyazlar, “ırkla ilgili hakikatleri dile getirme”, örneğin Bach’ın, Mozart’ın ve Beethoven’ın diğer tüm müzik biçimleri ve pratikleri karşısında sahip olduğu üstünlük konusunda fazla “nazikler”di. Bu arkadaşa göre, beyazların müziğiyle başka halkların ürettiği basit ritimler ve ahenkten nasibini almamış gürültü, asla bir tutulamaz, eşit görülemezdi. Bu konuda tek istisna, Batı klasik müziğini kendi müziği gören Doğu Asyalılardı.

Hemen karşı çıktım bu düşüncesine. Karşı çıkmamın sebebi, estetik konusunda bir tür görecelikçi olmam değildi. Geniş görüşlülük, her bir sanatsal geleneğe kendi şartları üzerinden yaklaşmayı, içsel bütünlüğüne saygı göstermeyi talep ediyordu, ayrıca nesnel standartlar mevcuttu. Buna göre, Bach’ın Si Minör Missa’sı, diciridu denilen üflemeli çalgının çıkarttığı vızıltıyı tabii ki fersah fersah geride bırakıyordu.

Bana asıl tuhaf gelen, klasik müziğin de ırksallaştırılmasıydı. Bach ve arkadaşlarının Hristiyan, hatta Avrupa medeniyetinin ulaştığı başarıların cisimleşmiş hâli olduğunu söyleyen, bu “ırksal” gerçekliğin henüz dile getirilmemiş, belirli politik sonuçları olması gerektiğini iddia eden bu fikir, gerçekten de tuhaftı.

Irk şovenizmi, tikelciliğin dünya genelinde dirildiği sürecin bir parçası, bugünün olağan ve bildik “ezber”i. Doğu Bloku’nun çöküşüyle birlikte sosyalizme dair o ütopik ufuk, görünmez oldu. Aidiyet ve kimlik gibi meseleler, kendilerine yol bulup sahnenin merkezine yerleştiler. Üstelik bu süreç, modern dünyayı eskiden harekete geçiren evrenselci arzular hilafına işledi.

Bugün farklı tikelcilikler rekabet içerisinde. Bunların içindeki en aptal ve en tehlikeli olanı ise ırk tikelciliği, kendi özgül ırkını yüceltme teşebbüsü. Resmi dinlere yönelik tepkinin bir parçası olarak bugün “ırkçılık karşıtı” toplumlarımızın görünür yüzünün altında bu bahsini ettiğim ırk tikelciliği demleniyor, güç topluyor. Zenginlere ait kurumların ırk ve kimlik temelli sıkıntılara dair iddialara alkış tuttuğu koşullarda beyaz insan, ırkını ve kimliğini, o dünyayı bilme ve dünyada olma yöntemleriyle birlikte, kendi alfabesindeki harfleri ve haçlı mezar taşlarıyla, Bach’ı ve Beethoven’ıyla birlikte yüceltiyor.

Ağır aksak da olsa aramızda dolaşan modern evrenselciliğin son hâli olarak liberalizm, yaşamak için giderek ırksal eşitsizliklere bel bağlıyor. Neoliberalizm koşullarında gelişmiş kapitalist ekonomiler, bir zamanlar zincirlerinden boşanmış olan piyasanın gelir ve güç alanındaki eşitsizliklerin az çok ortadan kaldırılmasına katkıda bulunan sosyal demokrat unsurlardan kurtulma yoluna gittiler. Fakat neticede o zenginleşenler, geri kalan eşitsizliklerin sorumluluğunu “ayrımcılık” meselesinin sırtına yüklediler.

Toplumdaki arızaları ve işlevsizlikleri artık kimse politik ekonomi üzerinden açıklamıyor, bu sorunlara kimse, politik ekonomik çözümler sunma gereği duymuyor. En komiği de bu eğilimin “ilerici” olduğu söylenen kurumları akşam yemeği yediğim arkadaşımın benimsediği klasik müzik şovenizminden oldukça farklı ırkçı düşünme tarzlarını kabul etmeye zorluyor olması. Mükemmellik, dakiklik, intizamlılık ve nesnel düşünme pratiği, Siyahların değil, Beyazların değerleri olarak görülüyor. Misal, Ulusal Afrikalı Amerikalı Tarihi ve Kültürü Müzesi, “çok çalışmanın” beyazlara ait bir değer olduğunu söylüyor.

Kenan Malik’e göre, ilerici kimlik politikasının karşısına gerici bir ırkçılığın çıkartılması, asla tesadüfi değil. Irkın ve ırkçılığın tarihini yeniden ele aldığı Not So Black and White [“O Kadar da Siyah-Beyaz Değil”] isimli kitabında Malik, kimlik politikasının ve gerici ırkçılığın, Aydınlanma’nın en kalıcı ve rahatsız edici paradokslarından birine yönelik tepkiler olduğunu söylüyor. Bu yeni düzen, tüm insanları eşitleyeceğini ve politik düzlemde özgürleşme sürecini muştulayacağını söylemiş, ama maddi, ekonomik düzeyde eşitsizliklere ve sömürüye yol vermişti.

Malik’in kaleme aldığı tarih, modern döneme geçmeden önce, kısa da olsa, modern öncesi dönemi ele alıyor. Malik, doğru bir tespit üzerinden, modern öncesi dünyanın kabile, millet ve inancı tanıdığını, önyargılardan ibaret olduğunu söylüyor. Buna karşılık, bazen biyolojiye ait olan ve şüpheyle yaklaşılması gereken bir kategori olarak ontoloji düzeyine taşınan “Irk”, kabileden, milletten ve inançtan ayrı olarak, gayet modern bir olgu. Malik’in de ifade ettiği biçimiyle, “ırkçılığı doğuran, ırk değil.” Bilâkis, “ırkı ırkçılık doğurdu.” Ancak insanların temelde eşit olduğunu söyleyen Aydınlanma’dan sonra ırkçılık filizleniyor ve o, Aydınlanma sonrası dünyaya ait toplumsal gerçekleri, hiyerarşileri ve zorbalıkları toplumsal düzeyde meşrulaştırmak için kullanılıyor.

Malik’in demesine göre, birçok Aydınlanmacı liberal, dile getirdikleri ülkülerle sömürü ve sömürgecilik gibi gerçekler arasındaki gerilimle yüzleşince o ülkülere sırtlarını dönüyor veya onları belirli insan gruplarına özel şeyler olarak görüyor. Bu isimler, sadece kendilerine benzeyen insanları öne çıkartıyorlar.

Örneğin Immanuel Kant, “mükemmeliyetin en üst düzeyinin” beyaz ırkta bulunduğunu, en altta zencilerin olduğunu, bunların en iyi ihtimalle birer “hizmetçi” olarak muamele görmesi gerektiğini söylüyor. Kant’a göre, “sarı tenli Hintliler”, Amerikalı yerliler ve Mağripliler arada derede konumlanıyorlar. Mağriplilerin çubuklarla değil, bambu sopalarla dövülmesini öneriyor, zira Kant, bu insanların derilerinin kanın akmasına mani olacak ölçüde kalın olduğunu düşünüyor. Aynı şekilde, Thomas Jefferson bile tüm insanların eşit yaratıldığını söylemesine karşın, siyahların “doğaları itibarıyla” çocuksu yaratıklar olduğunu, soyut düşünme ve güzel sanatlar konusunda herhangi bir beceriye sahip bulunmadıklarını söylüyor.

On dokuzuncu yüzyılda yeni yeni uç vermeye başlayan bu ırkçı yaklaşımlar, “bilimsel” bilgi düzeyine çıkartılıyorlar. Malik’in de gösterdiği biçimiyle, yeni ırk “bilimi” bu düzlemde vücut buluyor. Örneğin beyaz Avrupalı ırkını ifade eden “Kafkasyalı” terimini ilk kez ırk teorisyeni Johann Blumenbach kullanıyor. Blumenbach, bu terimi neden kullandığını gayet “bilimsel” bir açıdan izah ediyor: “Bu ismi Kafkas Dağı’ndan aldım, zira bu dağın civarındaki bölgeler en güzel ırkı meydana getirmiş.” Buradan da anlaşılıyor ki aslında estetikle alakalı kimi önyargılar, “hükümete bağlı nüfus sayım memurları ve istatistikçiler arasında bugüne dek kullanılmış olan ‘bilimsel’ kategoriler derekesine çıkartılıyorlar”.

Bu tür kıymetli bilgilerle dolu olan kitabında Malik, ırk ve ırkçılığın yeni icatlar olduğunu söylüyor. Topladığı deliller ışığında yazar, tutarlı ve gayet ikna edici bir cümle sarf ediyor: ırk ve ırkçılık, paradoksal bir biçimde, Aydınlanma ile birlikte, sınıf temelli hâkimiyet ve sömürü düzenleri için bir tür bahane olarak iş görüyor.

Örneğin Amerika’nın güney eyaletlerinde kölelik, Avrupa’da görülen sözleşmeli kölelerle Afrikalı köleler arasındaki ittifakı bozmanın ve köle kalacakları sürenin sınırsız olduğu koşullarda daha fazla köle kullanmanın bir yolu olarak ırksallaştırılıyor. Kapitalist gelişmenin emperyalist genişleme sürecini şart koştuğu Avrupa’da ise Aydınlanma’nın iyi liberalleri, aşağı ırkların disipline edilebilmesi için yüksek ırklara ihtiyaç olduğuna dair ırkçı laflara giderek daha fazla başvuruyorlar.

Emperyalizmin merkezlerinde ise bu ülkelerin egemenleri, “beyaz” işçi sınıfına farklı bir ırk olarak muamele etmeye başlıyorlar. Irk, “bilimciler” Avrupa halklarını kanlardaki Nordik, Alpin ve Akdenizli özelliklerine göre tasnif ediyorlar. Bu anlayışa göre, İrlandalılar gereğinden fazla Akdenizli genine sahip ki bu da onlara nasıl boyun eğdirildiğini izah ediyor.

Tek tek kimi Avrupa ülkelerinde, tembel ve antisosyal olarak görülen işçiler siyahlarla bir tutuluyorlar. Örneğin Daily Telegraph gazetesinde, “Southampton’da güvenli kabul ettikleri her türden karışıklığın tadını çıkartan birçok zenci var” diyerek şikâyetlerini dile getiren bir yazıya yer veriliyor. Yanlış anlaşılmasın, yazar burada beyaz İngiliz işçi sınıfından bahsediyor.

Malik, birilerinin kulağına kar suyu kaçıracak tespiti dâhilinde, Nazi Almanyası’nın ırk ve eşitlikle ilgili Avrupa-Amerika kaynaklı fikirlerin olağan gelişiminden ve seyrinden kopmadığını, esasen onları uygulamaya döktüğünü söylüyor. Nasyonal sosyalistlerin ırkçı projelerini yürürlüğe koymalarından çok önce Theodore Roosevelt, Kızılderililere boyun eğdirdikleri için ahlaken haklı olduklarını söylüyor, bunun sebebini de “kızılderililerin yabani hayvanlardan daha fazla kana susamış olmalarına, murdar olmalarına ve anlamdan yoksun olmalarına” bağlıyor. Kongo’da, Namibya’da, Avustralya’da ve tabii ki İngilizlerin elinde olan Hindistan’da iyi liberaller, Malik’in ifadesiyle, “medenileştirme yükümlülükleri”ni o korkunç işkenceler ve kitlesel kıyımlarla birlikte yerine getiriyorlar.

Amerika, Nazilere ırkçılık konusunda önemli bir model sundu. 1934 tarihli Nasyonal Sosyalizmin Hukuk ve Yasama El Kitabı’nda şu söylenmekteydi: “ABD’deki hâkim politik ideoloji, tümüyle liberal ve demokratik bir ideoloji olarak görülmelidir. Bu ideoloji, ırkla ilgili kanunların kapsamını alabildiğine genişletmiştir.” Amerikan hukuku konusunda uzman olan Nazi partisi mensubu bir akademisyen, o dönemde tüm toplumu ayrıntıları dert edinmeden, “beyazlar ve beyaz olmayanlar” diye ikiye bölmek suretiyle melez sorununu çözen “suni bir ayrım çizgisi” çektiği için Amerikan hukukuna yönelik hayranlığını dile getiriyordu. Bazı noktalarda Nazi hukuk adamları, Amerikan kanunlarının çok ileri gittiğini dile getirmiş, örneğin damarında bir damla zenci kanı bulunan herkesin zenci olarak muamele görmesi gerektiğini söyleyen kanunu abartılı bulmuşlardı.

Dünyanın önde gelen liberal rejimleriyle Nasyonal Sosyalistler arasındaki bu yakınlık, Aydınlanma değerlerine ihanet edildiğini mi gösterir? Malik, bu sorunun cevabının hem evet hem de hayır olduğunu düşünüyor. Ona göre, modern ırk ideolojisini ortaya çıkartan, Aydınlanma idi, fakat o, aynı zamanda insanların başına buyruk hareket eden tüm hiyerarşik yapılardan kurtulması için gerekli öncülleri ortaya koymuştu.

Sorun, Diderot gibi isimlerde görülen radikal ve ırkçılık karşıtı Aydınlanmacılığın, pragmatizm hatta “ilerleme” adına Burke ve Adam Smith’te gördüğümüz, hâkimiyeti kabule hazır olan, nispeten daha ılımlı duruşun iğvasına kapılmasıdır. Neticede Aydınlanma’nın özgürleştirmeyle alakalı vaatleri, sömürgeci genişleme sürecinin ihtiyaçları denilen duvara toslayıp tuzla buz olmuştur. Milletin arınması ve ayrıksı bir yere yerleştirilmesi dürtüsüyle hareket eden güçler, ırkçı duygu ve düşüncelere meyletmişlerdir.

Aydınlanma’nın ortaya attığı fikirleri mantıksal sonucuna götürmekse başkalarına, Avrupa’nın zulmünün mağduru olan halklara düşmüştür. Malik’in kitabında Haiti Devrimi’nin “siyahi Jakobenleri” yanında C. L. R. James, Frantz Fanon, hatta son yıllarındaki hâliyle Malcolm X birer kahraman olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu isimler, modern toplumda köklü güç ilişkilerinin sınıf ve ekonomik sömürü temelli olduğunu görmüşlerdir. Birçok yönden ırk, sınıf temelli hâkimiyeti meşrulaştırmak için kullanılmış, bilhassa ABD’de farklı ırklardan insanları içeren işçi hareketinin önünü kesmek amacıyla devreye sokulmuştur.

Malik’e göre, “kültürel açıdan benimsenme” meselesini kafaya takmış olan ilerici kimlik siyaseti, esasen ırkların farklılığı ile ilgili eski fikirlerin su yüzüne çıkmasını sağlamaktadır. Bu kimlik siyaseti, aynı zamanda deri rengini kesen sınıfsal dayanışma pratiklerinin önünün kesilmesine katkı sunmaktadır. Malik kitabında, görüşünü zekice bir hamleyle desteklemek adına, Nixon döneminde düzenlenen ilk “Siyah Güç” konferanslarından birine makyaj markası Clairol’un destek sunduğu bilgisini paylaşmaktadır.

Malik’in sınıf temelli analizi büyük ölçüde doğru: yirmi birinci yüzyılda kimlik siyasetinin bugünün neoliberal politik ekonomisinin idame etmesine nasıl katkıda bulunduğunu, yönetim kurulu toplantı odalarında çeşitliliği teşvik ettiğini, ama öte yandan ücretlerin, sağlık hizmetlerinin ve emeklilik koşullarının iyileştirilmesi yönünde herhangi bir adım atmadığını görenler, bu kimlik siyasetinin on dokuzuncu yüzyıldaki hâlinin o dönemin sınıf temelli hiyerarşilerini idame ettirdiğini daha iyi idrak edeceklerdir.

Böylesi bir durum karşısında bize sağlam temeller üzerine kurulu, kültürel ayrımları kesen dayanışma pratiklerini üretip sürdürebilen bir evrenselcilik lazım. Malik, bu noktada umudunu radikal Aydınlanma’nın ideallerine bağlıyor. Ama bir yandan da Malik, kitabının başlarında Aydınlanma’da gördüğümüz eşitlik anlayışının toplumsal düzlemde inşa edildiğini, yani, metafizik değil toplumsal bir iddiayı temel aldığını, bu iddianınsa insan ırkının tüm üyelerinin alabildiğine özgür ve eşit olan statüsü ile ilgili olduğunu söylüyor. Bu tespit bir yere kadar yerinde, fakat o buyurgan hâliyle tarih, bize o statü konusunda çok fazla ilerleme kaydedilmediğini ortaya koyuyor. Hatta ilerleme ve kurtuluşla ilgili aynı iddialar, yeni hâkimiyet biçimlerinin temelini teşkil ediyorlar.

İlerlemek için geriye gitmenin, modern olanın hiç düşünmeden kenara attığı şeyleri geri kazanmanın gerekli olup olmadığı, asıl merak konusu. Kitabının modern öncesi, ırk öncesi dünyayla ilgili olan bölümünde Malik, bir yerde Aydınlanma’nın Hristiyanlıkta “örtük olarak hep varolmuş olan bir tür evrenselciliği açık hâle getirdiğini söylüyor. Esasında Hristiyan evrenselciliği, oldukça aleni bir şey. Seküler Batı’da bir şeyi yapmak söylemekten daha zor, ama ırkçılığın günümüzde yol açtığı korkulara göğüs germek için “dünyada Yahudi veya Elen diye bir şey yok” diyen bir evrenselcilikten beslenmenin kıymetli olduğunu görmek gerekiyor.

Bugünlerde o akşam yemeğinde birlikte yemek yediğim arkadaşın dillendirdiği, son dönemde herkesin diline dolanan düşünceler karşısında ürperdiğimi, ama bir yandan da toplumsal bir yapı değil de müşterek bir kutsal köken üzerinden insanların kardeş olduğunu söyleyen dini öğretinin, tüm kalıntılarıyla birlikte varlığının içimi rahatlattığını söylemeliyim.

Sohrab Ahmari
6 Ocak 2023
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder