Yaklaşık
bir yıl önce muhafazakâr çevrenin önde gelen isimlerinden biriyle alkolün de
eşlik ettiği bir akşam yemeğinde bir araya geldim. Bir ara laf döndü dolaştı,
ırk meselesine geldi. Bu kişi, 2020 yazında Amerika’yı kasıp kavuran eylemler
konusunda, “gerçek sorun” olarak gördüğü meseleyi açıklamak adına, sahnede
görünen ihtilafların ötesine bakan bir yaklaşım ortaya koydu.
Ona
göre beyazlar, “ırkla ilgili hakikatleri dile getirme”, örneğin Bach’ın,
Mozart’ın ve Beethoven’ın diğer tüm müzik biçimleri ve pratikleri karşısında
sahip olduğu üstünlük konusunda fazla “nazikler”di. Bu arkadaşa göre,
beyazların müziğiyle başka halkların ürettiği basit ritimler ve ahenkten
nasibini almamış gürültü, asla bir tutulamaz, eşit görülemezdi. Bu konuda tek
istisna, Batı klasik müziğini kendi müziği gören Doğu Asyalılardı.
Hemen
karşı çıktım bu düşüncesine. Karşı çıkmamın sebebi, estetik konusunda bir tür
görecelikçi olmam değildi. Geniş görüşlülük, her bir sanatsal geleneğe kendi
şartları üzerinden yaklaşmayı, içsel bütünlüğüne saygı göstermeyi talep
ediyordu, ayrıca nesnel standartlar mevcuttu. Buna göre, Bach’ın Si Minör
Missa’sı, diciridu denilen üflemeli çalgının çıkarttığı vızıltıyı tabii ki
fersah fersah geride bırakıyordu.
Bana
asıl tuhaf gelen, klasik müziğin de ırksallaştırılmasıydı. Bach ve
arkadaşlarının Hristiyan, hatta Avrupa medeniyetinin ulaştığı başarıların
cisimleşmiş hâli olduğunu söyleyen, bu “ırksal” gerçekliğin henüz dile
getirilmemiş, belirli politik sonuçları olması gerektiğini iddia eden bu fikir,
gerçekten de tuhaftı.
Irk
şovenizmi, tikelciliğin dünya genelinde dirildiği sürecin bir parçası, bugünün
olağan ve bildik “ezber”i. Doğu Bloku’nun çöküşüyle birlikte sosyalizme dair o ütopik
ufuk, görünmez oldu. Aidiyet ve kimlik gibi meseleler, kendilerine yol bulup
sahnenin merkezine yerleştiler. Üstelik bu süreç, modern dünyayı eskiden
harekete geçiren evrenselci arzular hilafına işledi.
Bugün
farklı tikelcilikler rekabet içerisinde. Bunların içindeki en aptal ve en
tehlikeli olanı ise ırk tikelciliği, kendi özgül ırkını yüceltme teşebbüsü.
Resmi dinlere yönelik tepkinin bir parçası olarak bugün “ırkçılık karşıtı”
toplumlarımızın görünür yüzünün altında bu bahsini ettiğim ırk tikelciliği
demleniyor, güç topluyor. Zenginlere ait kurumların ırk ve kimlik temelli sıkıntılara
dair iddialara alkış tuttuğu koşullarda beyaz insan, ırkını ve kimliğini, o
dünyayı bilme ve dünyada olma yöntemleriyle birlikte, kendi alfabesindeki
harfleri ve haçlı mezar taşlarıyla, Bach’ı ve Beethoven’ıyla birlikte
yüceltiyor.
Ağır
aksak da olsa aramızda dolaşan modern evrenselciliğin son hâli olarak
liberalizm, yaşamak için giderek ırksal eşitsizliklere bel bağlıyor.
Neoliberalizm koşullarında gelişmiş kapitalist ekonomiler, bir zamanlar
zincirlerinden boşanmış olan piyasanın gelir ve güç alanındaki eşitsizliklerin
az çok ortadan kaldırılmasına katkıda bulunan sosyal demokrat unsurlardan
kurtulma yoluna gittiler. Fakat neticede o zenginleşenler, geri kalan
eşitsizliklerin sorumluluğunu “ayrımcılık” meselesinin sırtına yüklediler.
Toplumdaki
arızaları ve işlevsizlikleri artık kimse politik ekonomi üzerinden açıklamıyor,
bu sorunlara kimse, politik ekonomik çözümler sunma gereği duymuyor. En komiği
de bu eğilimin “ilerici” olduğu söylenen kurumları akşam yemeği yediğim
arkadaşımın benimsediği klasik müzik şovenizminden oldukça farklı ırkçı düşünme
tarzlarını kabul etmeye zorluyor olması. Mükemmellik, dakiklik, intizamlılık ve
nesnel düşünme pratiği, Siyahların değil, Beyazların değerleri olarak
görülüyor. Misal, Ulusal Afrikalı Amerikalı Tarihi ve Kültürü Müzesi, “çok
çalışmanın” beyazlara ait bir değer olduğunu söylüyor.
Kenan
Malik’e göre, ilerici kimlik politikasının karşısına gerici bir ırkçılığın
çıkartılması, asla tesadüfi değil. Irkın ve ırkçılığın tarihini yeniden ele
aldığı Not So Black and White [“O Kadar da Siyah-Beyaz Değil”] isimli
kitabında Malik, kimlik politikasının ve gerici ırkçılığın, Aydınlanma’nın en
kalıcı ve rahatsız edici paradokslarından birine yönelik tepkiler olduğunu
söylüyor. Bu yeni düzen, tüm insanları eşitleyeceğini ve politik düzlemde
özgürleşme sürecini muştulayacağını söylemiş, ama maddi, ekonomik düzeyde
eşitsizliklere ve sömürüye yol vermişti.
Malik’in
kaleme aldığı tarih, modern döneme geçmeden önce, kısa da olsa, modern öncesi
dönemi ele alıyor. Malik, doğru bir tespit üzerinden, modern öncesi dünyanın
kabile, millet ve inancı tanıdığını, önyargılardan ibaret olduğunu söylüyor.
Buna karşılık, bazen biyolojiye ait olan ve şüpheyle yaklaşılması gereken bir
kategori olarak ontoloji düzeyine taşınan “Irk”, kabileden, milletten ve
inançtan ayrı olarak, gayet modern bir olgu. Malik’in de ifade ettiği biçimiyle,
“ırkçılığı doğuran, ırk değil.” Bilâkis, “ırkı ırkçılık doğurdu.” Ancak
insanların temelde eşit olduğunu söyleyen Aydınlanma’dan sonra ırkçılık
filizleniyor ve o, Aydınlanma sonrası dünyaya ait toplumsal gerçekleri,
hiyerarşileri ve zorbalıkları toplumsal düzeyde meşrulaştırmak için
kullanılıyor.
Malik’in
demesine göre, birçok Aydınlanmacı liberal, dile getirdikleri ülkülerle sömürü
ve sömürgecilik gibi gerçekler arasındaki gerilimle yüzleşince o ülkülere
sırtlarını dönüyor veya onları belirli insan gruplarına özel şeyler olarak
görüyor. Bu isimler, sadece kendilerine benzeyen insanları öne çıkartıyorlar.
Örneğin
Immanuel Kant, “mükemmeliyetin en üst düzeyinin” beyaz ırkta bulunduğunu, en altta
zencilerin olduğunu, bunların en iyi ihtimalle birer “hizmetçi” olarak muamele
görmesi gerektiğini söylüyor. Kant’a göre, “sarı tenli Hintliler”, Amerikalı
yerliler ve Mağripliler arada derede konumlanıyorlar. Mağriplilerin çubuklarla
değil, bambu sopalarla dövülmesini öneriyor, zira Kant, bu insanların
derilerinin kanın akmasına mani olacak ölçüde kalın olduğunu düşünüyor. Aynı
şekilde, Thomas Jefferson bile tüm insanların eşit yaratıldığını söylemesine
karşın, siyahların “doğaları itibarıyla” çocuksu yaratıklar olduğunu, soyut
düşünme ve güzel sanatlar konusunda herhangi bir beceriye sahip
bulunmadıklarını söylüyor.
On
dokuzuncu yüzyılda yeni yeni uç vermeye başlayan bu ırkçı yaklaşımlar,
“bilimsel” bilgi düzeyine çıkartılıyorlar. Malik’in de gösterdiği biçimiyle,
yeni ırk “bilimi” bu düzlemde vücut buluyor. Örneğin beyaz Avrupalı ırkını
ifade eden “Kafkasyalı” terimini ilk kez ırk teorisyeni Johann Blumenbach kullanıyor.
Blumenbach, bu terimi neden kullandığını gayet “bilimsel” bir açıdan izah
ediyor: “Bu ismi Kafkas Dağı’ndan aldım, zira bu dağın civarındaki bölgeler en
güzel ırkı meydana getirmiş.” Buradan da anlaşılıyor ki aslında estetikle
alakalı kimi önyargılar, “hükümete bağlı nüfus sayım memurları ve
istatistikçiler arasında bugüne dek kullanılmış olan ‘bilimsel’ kategoriler
derekesine çıkartılıyorlar”.
Bu
tür kıymetli bilgilerle dolu olan kitabında Malik, ırk ve ırkçılığın yeni
icatlar olduğunu söylüyor. Topladığı deliller ışığında yazar, tutarlı ve gayet
ikna edici bir cümle sarf ediyor: ırk ve ırkçılık, paradoksal bir biçimde,
Aydınlanma ile birlikte, sınıf temelli hâkimiyet ve sömürü düzenleri için bir
tür bahane olarak iş görüyor.
Örneğin
Amerika’nın güney eyaletlerinde kölelik, Avrupa’da görülen sözleşmeli kölelerle
Afrikalı köleler arasındaki ittifakı bozmanın ve köle kalacakları sürenin
sınırsız olduğu koşullarda daha fazla köle kullanmanın bir yolu olarak
ırksallaştırılıyor. Kapitalist gelişmenin emperyalist genişleme sürecini şart
koştuğu Avrupa’da ise Aydınlanma’nın iyi liberalleri, aşağı ırkların disipline
edilebilmesi için yüksek ırklara ihtiyaç olduğuna dair ırkçı laflara giderek
daha fazla başvuruyorlar.
Emperyalizmin
merkezlerinde ise bu ülkelerin egemenleri, “beyaz” işçi sınıfına farklı bir ırk
olarak muamele etmeye başlıyorlar. Irk, “bilimciler” Avrupa halklarını
kanlardaki Nordik, Alpin ve Akdenizli özelliklerine göre tasnif ediyorlar. Bu
anlayışa göre, İrlandalılar gereğinden fazla Akdenizli genine sahip ki bu da
onlara nasıl boyun eğdirildiğini izah ediyor.
Tek
tek kimi Avrupa ülkelerinde, tembel ve antisosyal olarak görülen işçiler
siyahlarla bir tutuluyorlar. Örneğin Daily Telegraph gazetesinde,
“Southampton’da güvenli kabul ettikleri her türden karışıklığın tadını çıkartan
birçok zenci var” diyerek şikâyetlerini dile getiren bir yazıya yer veriliyor. Yanlış
anlaşılmasın, yazar burada beyaz İngiliz işçi sınıfından bahsediyor.
Malik, birilerinin kulağına kar suyu kaçıracak tespiti
dâhilinde, Nazi Almanyası’nın ırk ve eşitlikle ilgili Avrupa-Amerika kaynaklı
fikirlerin olağan gelişiminden ve seyrinden kopmadığını, esasen onları
uygulamaya döktüğünü söylüyor. Nasyonal sosyalistlerin ırkçı projelerini
yürürlüğe koymalarından çok önce Theodore Roosevelt, Kızılderililere boyun
eğdirdikleri için ahlaken haklı olduklarını söylüyor, bunun sebebini de
“kızılderililerin yabani hayvanlardan daha fazla kana susamış olmalarına,
murdar olmalarına ve anlamdan yoksun olmalarına” bağlıyor. Kongo’da,
Namibya’da, Avustralya’da ve tabii ki İngilizlerin elinde olan Hindistan’da iyi
liberaller, Malik’in ifadesiyle, “medenileştirme yükümlülükleri”ni o korkunç
işkenceler ve kitlesel kıyımlarla birlikte yerine getiriyorlar.
Amerika, Nazilere ırkçılık konusunda önemli bir model
sundu. 1934 tarihli Nasyonal Sosyalizmin Hukuk ve Yasama El Kitabı’nda
şu söylenmekteydi: “ABD’deki hâkim politik ideoloji, tümüyle liberal ve demokratik
bir ideoloji olarak görülmelidir. Bu ideoloji, ırkla ilgili kanunların kapsamını
alabildiğine genişletmiştir.” Amerikan hukuku konusunda uzman olan Nazi partisi
mensubu bir akademisyen, o dönemde tüm toplumu ayrıntıları dert edinmeden, “beyazlar
ve beyaz olmayanlar” diye ikiye bölmek suretiyle melez sorununu çözen “suni bir
ayrım çizgisi” çektiği için Amerikan hukukuna yönelik hayranlığını dile getiriyordu.
Bazı noktalarda Nazi hukuk adamları, Amerikan kanunlarının çok ileri gittiğini dile
getirmiş, örneğin damarında bir damla zenci kanı bulunan herkesin zenci olarak
muamele görmesi gerektiğini söyleyen kanunu abartılı bulmuşlardı.
Dünyanın önde gelen liberal rejimleriyle Nasyonal
Sosyalistler arasındaki bu yakınlık, Aydınlanma değerlerine ihanet edildiğini mi
gösterir? Malik, bu sorunun cevabının hem evet hem de hayır olduğunu düşünüyor.
Ona göre, modern ırk ideolojisini ortaya çıkartan, Aydınlanma idi, fakat o,
aynı zamanda insanların başına buyruk hareket eden tüm hiyerarşik yapılardan
kurtulması için gerekli öncülleri ortaya koymuştu.
Sorun, Diderot gibi isimlerde görülen radikal ve
ırkçılık karşıtı Aydınlanmacılığın, pragmatizm hatta “ilerleme” adına Burke ve
Adam Smith’te gördüğümüz, hâkimiyeti kabule hazır olan, nispeten daha ılımlı
duruşun iğvasına kapılmasıdır. Neticede Aydınlanma’nın özgürleştirmeyle alakalı
vaatleri, sömürgeci genişleme sürecinin ihtiyaçları denilen duvara toslayıp
tuzla buz olmuştur. Milletin arınması ve ayrıksı bir yere yerleştirilmesi
dürtüsüyle hareket eden güçler, ırkçı duygu ve düşüncelere meyletmişlerdir.
Aydınlanma’nın ortaya attığı fikirleri mantıksal
sonucuna götürmekse başkalarına, Avrupa’nın zulmünün mağduru olan halklara
düşmüştür. Malik’in kitabında Haiti Devrimi’nin “siyahi Jakobenleri” yanında C.
L. R. James, Frantz Fanon, hatta son yıllarındaki hâliyle Malcolm X birer kahraman
olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu isimler, modern toplumda köklü güç
ilişkilerinin sınıf ve ekonomik sömürü temelli olduğunu görmüşlerdir. Birçok
yönden ırk, sınıf temelli hâkimiyeti meşrulaştırmak için kullanılmış, bilhassa
ABD’de farklı ırklardan insanları içeren işçi hareketinin önünü kesmek amacıyla
devreye sokulmuştur.
Malik’e
göre, “kültürel açıdan benimsenme” meselesini kafaya takmış olan ilerici kimlik
siyaseti, esasen ırkların farklılığı ile ilgili eski fikirlerin su yüzüne
çıkmasını sağlamaktadır. Bu kimlik siyaseti, aynı zamanda deri rengini kesen
sınıfsal dayanışma pratiklerinin önünün kesilmesine katkı sunmaktadır. Malik
kitabında, görüşünü zekice bir hamleyle desteklemek adına, Nixon döneminde
düzenlenen ilk “Siyah Güç” konferanslarından birine makyaj markası Clairol’un
destek sunduğu bilgisini paylaşmaktadır.
Malik’in
sınıf temelli analizi büyük ölçüde doğru: yirmi birinci yüzyılda kimlik
siyasetinin bugünün neoliberal politik ekonomisinin idame etmesine nasıl katkıda
bulunduğunu, yönetim kurulu toplantı odalarında çeşitliliği teşvik ettiğini,
ama öte yandan ücretlerin, sağlık hizmetlerinin ve emeklilik koşullarının iyileştirilmesi
yönünde herhangi bir adım atmadığını görenler, bu kimlik siyasetinin on
dokuzuncu yüzyıldaki hâlinin o dönemin sınıf temelli hiyerarşilerini idame
ettirdiğini daha iyi idrak edeceklerdir.
Böylesi
bir durum karşısında bize sağlam temeller üzerine kurulu, kültürel ayrımları
kesen dayanışma pratiklerini üretip sürdürebilen bir evrenselcilik lazım.
Malik, bu noktada umudunu radikal Aydınlanma’nın ideallerine bağlıyor. Ama bir
yandan da Malik, kitabının başlarında Aydınlanma’da gördüğümüz eşitlik
anlayışının toplumsal düzlemde inşa edildiğini, yani, metafizik değil toplumsal
bir iddiayı temel aldığını, bu iddianınsa insan ırkının tüm üyelerinin alabildiğine
özgür ve eşit olan statüsü ile ilgili olduğunu söylüyor. Bu tespit bir yere
kadar yerinde, fakat o buyurgan hâliyle tarih, bize o statü konusunda çok fazla
ilerleme kaydedilmediğini ortaya koyuyor. Hatta ilerleme ve kurtuluşla ilgili
aynı iddialar, yeni hâkimiyet biçimlerinin temelini teşkil ediyorlar.
İlerlemek
için geriye gitmenin, modern olanın hiç düşünmeden kenara attığı şeyleri geri
kazanmanın gerekli olup olmadığı, asıl merak konusu. Kitabının modern öncesi,
ırk öncesi dünyayla ilgili olan bölümünde Malik, bir yerde Aydınlanma’nın
Hristiyanlıkta “örtük olarak hep varolmuş olan bir tür evrenselciliği açık hâle
getirdiğini söylüyor. Esasında Hristiyan evrenselciliği, oldukça aleni bir şey.
Seküler Batı’da bir şeyi yapmak söylemekten daha zor, ama ırkçılığın günümüzde
yol açtığı korkulara göğüs germek için “dünyada Yahudi veya Elen diye bir şey
yok” diyen bir evrenselcilikten beslenmenin kıymetli olduğunu görmek gerekiyor.
Bugünlerde
o akşam yemeğinde birlikte yemek yediğim arkadaşın dillendirdiği, son dönemde herkesin
diline dolanan düşünceler karşısında ürperdiğimi, ama bir yandan da toplumsal
bir yapı değil de müşterek bir kutsal köken üzerinden insanların kardeş
olduğunu söyleyen dini öğretinin, tüm kalıntılarıyla birlikte varlığının içimi
rahatlattığını söylemeliyim.
Sohrab Ahmari
6
Ocak 2023
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder