İshan Babahanov’un Mücadelesi
Mayıs 1943’te Devlet Güvenliği
Bakanlığı’nın başındaki isim olan Vsevolod Merkulov, Stalin’e cesur bir öneri
sundu. Merkulov’un o dönemde asıl meselesi, yabancı istihbarat kuruluşlarının
ve Sovyet karşıtı unsurların SSCB içerisinde Müslüman din adamlarını Sovyet
hükümetine karşı kullanmaya dönük çabalarını boşa düşürmekti. Merkulov’a göre,
bu türden çabalarla mücadele etmenin yegâne yolu ise Orta Asya ve Kazakistan’da
Müslümanlar içerisinde yurtsever çalışmalar örgütleme becerisine sahip din
adamlarını kazanmaktı. Bu öneriye bağlı olarak Merkulov, Stalin’den bakanlığına
Orta Asya ve Kazakistan Müslümanları Diyanet İşleri Müdürlüğü’nü örgütlemek
amacıyla gerekli adımları atma yetkisini vermesini istedi.[1] Aslında bu
teşkilâtın bir örneği geçmişte kurulmuştu. 1923’te Merkezi Diyanet İşleri
Müdürlüğü Resulev tarafından, Sovyet İçişleri Bakanlığı’na bağlı devlet
güvenliğinin doğrudan denetimi altında kurulmuştu.[2]
Takip eden iki ay içerisinde
Moskova, Merkulov’un talebini yerine getirmek için yoğun bir çalışma yürüttü.
10 Haziran günü Politbüro, yetkililerin “Orta Asya ve Kazakistan Müslümanları
Diyanet İşleri Müdürlüğü’nün kuruluşuna izin vermesini isteyen bir kararname
yayınlandı.[3] İki gün sonra Orta Asya’daki Müslüman liderler, SSCB Yüksek
Sovyeti Başkanı M. I. Kalinin’den kendilerinden beklenenleri içeren bir mesaj
aldılar:
“Büyük Anavatan Savaşı’nın devam ettiği süre boyunca Müslüman
din adamları, halkın onurlu temsilcileri olarak, güçlü bir yurtsever konum
aldılar, dindar Müslümanları vatan savunması için ayağa kalkmaya ve cephede hizmetlerde
bulunmaya çağırdılar. Orta Asya ve Kazakistan Müslümanları Diyanet İşleri
Müdürlüğü, düşmanı hızla yok etme hedefi doğrultusunda, elinden gelen tüm
çabayı ortaya koyacaktır. Orta Asya’da Müslümanlar tek bir dinî merkeze sahip
olmasalardı, Müslüman din adamları ülke içerisinde ve cephede mücadele yürüten
devletimize bu yoğunlukta bir örgütlü destek sunma imkânı bulamazlardı.”[4]
Burada bir meseleyi açıklığa
kavuşturmak gerekiyor: Kalinin, burada aslında Müslüman elitlerin yeni edindiği
gücün ve kürsünün savaş konusunda her türden çabayı ortaya koyduğunu, ama bu
gelişmenin Moskova’nın dine yönelik hoşgörüyü ifade eden herhangi bir ideolojik
sapma içerisine girdiği anlamına gelmediğini söylüyor. Din adamları müftülüğe
kavuşuyorlar, ama nasıl hareket edeceklerine dair emirleri almaya devam
ediyorlar.
Özbekistan Yüksek Sovyeti başkanı
Yoldaş Ahunbabayev, kısa süre önce toplama kampından çıkmış olan İshan
Babahanov ile bir araya geldi ve ondan Kalinin’e mektup yazıp, önerilen diyanet
işleri müdürlüğünün kurulmasını talep etmesini istedi.[5]
Bu dönemde Babahanov ve üç Orta
Asyalı Müslüman liderin Stalin’e yazdığı dilekçe, arşivlerde hâlen daha
korunuyor.[6]
Son olarak 31 Temmuz günü SSCB
Yüksek Sovyeti Başkanlığı Taşkent’te bir diyanet işleri müdürlüğü kurulması
talebini karşılamaya ve Özbek, Tacik, Türkmen, Kazak ve Kırgız Sovyetlerinden
dindarların ve Müslüman din adamlarından oluşan temsilcilerinin gene Taşkent’te
bir kongre toplamasına karar verildi.[7] Resulev gibi İshan Babahanov da
Moskova’da Stalin’le bir araya geldi. Müftünün kızı Sofiya bu tarihî ziyaretin
gerçekleştiği koşulları şu şekilde aktarıyor:
“I. V. Stalin, Moskova’daki makamına sadece babamı davet etti.
Eve döndüğünde babam, bize Stalin’in ofisinde gerçekleşen sohbete bir
tercümanın eşlik ettiğini söyledi. Müslümanların ruh hâlini ve hayatını saygılı
bir yaklaşımla ve samimiyetle ele alan Stalin, işgalcilerle kararlı bir
mücadele yürütmeleri ve cephedekilere katkı sunmaları konusunda önemli bir iş
görecek olan Diyanet Kurulu’nun oluşturulmasını, bu amaç doğrultusunda bir
kurultayın gerçekleştirilmesini önermiş. Babama çay ve üzüm ikram etmişler. Babamın
dikkatini en çok da ülkenin liderinin ofisinin fazla mütevazı oluşu çekmiş.”[8]
Bu buluşma, İshan Babahanov’u
farklı ve karışık duygulara sürüklemiş olmalı. Her şeyden önce kendisine görev
tevdi eden bu kişi, geçmişini cehenneme çevirmiş, 1937 ve 1940 yılında
kendisini hapse yollamış bir diktatör. İlk tutuklandığında Babahanov yetmiş üç
yaşındaymış, müftülük görevine getirildiğinde de seksenindeymiş.
Önemli bir tarikat silsilesine
mensup olan Babahanov, Taşkent’teki Barakhan Medresesi’nde, ayrıca Buhara’daki
Saray-i Taş Medresesi’nde eğitim görmüş, 1912 yılında hacca gitmiş.
O dönemde esasen Stalin, müftülük
görevi için partiye sadık genç bir Müslüman partiliyi bulabilirdi, fakat o bunu
istemedi. Babahanov’un neden seçildiği konusunda elimizde herhangi bir belge
bulunmamakla birlikte, onun pir olarak görülüyor oluşu ve öncesinde Sovyet
sistemine yabancı oluşu, olumlu yönler olarak kabul edilmiş olmalı. Muhtemelen
ancak böylesine “hakiki” birinin Müslümanları savaş için çaba ortaya
koymalarını sağlayabileceği, Sovyet karşıtı Müslümanların bile saygı
duyabileceği birinin seçilmesi gerektiği düşünülmüş.
Babahanov’un aktardığına göre,
bir gün hapishanede kendisini sorgulayanlardan biri suratına bağırarak şunu
söylemiş: “Bu hapishanede geberip gideceksin!” Bunun üzerine Babahanov, şu
cevabı vermiş: “Bu dünyada her şey Allah’ın iradesine uygun olarak tecelli
ediyor. Ben, kendimi Rabbime ve O’nun benim için çizdiği kadere teslim
etmişim.”[9] O günlerde, birkaç yıl sonra Babahanov’un Stalin’le birlikte çay
yudumlayıp üzüm yediğini herhalde kimse hayal bile edemezdi.[10]
Orta Asya Müslümanları Diyanet
İşleri İdaresi’nin (SADUM) kuruluş kongresi 20 Ekim 1943 gibi önemli bir
tarihte gerçekleşti. O günlerde Doğu Cephesi’nde rüzgâr önemli ölçüde Miğfer
güçlerinin aleyhine dönmüştü. Stalingrad Muharebesi’nin Alman komutanların
teslim olmasıyla birlikte son ermesi üzerinden tam sekiz ay geçmişti. Winston Churchill’in
de ifade ettiği biçimiyle, “Nazilerin sonunu getirecek olan süreç başlamıştı.”
Almanların elinde Sovyet toprağı olarak sadece Belgorod ve Harkov civarındaki
bölgeler kalmıştı. Sonrasında, Temmuz ve Ağustos ayları boyunca Almanlar, Kursk
Muharebesi’nde çok sayıda asker ve büyük miktarlarda toprak kaybettiler.
Belgorod ve Harkov ellerinden çıktı. Churchill’in “Nazilerin sonunu getirecek
sürecin başlangıcı” dediği moment, tam da bu momentti.[11]
1943 yılının ilk yarısında Sovyet
askerleri içerisinde toplam 2.834.947 asker yaralandı veya öldü.[12] sonraki
süreçte Sovyetler büyük topraklar ele geçirdi, ama bir yandan da çok can
kaybetti. Nazilerin sonunun geleceği sürecin başlangıcı, aynı zamanda
Sovyetler’in en fazla can kaybını yaşadığı dönemi ifade ediyordu. 1943 yılının
üçüncü çeyreğinde toplamda ilk iki çeyrekteki ölü ve yaralı sayısı aşıldı.
Temmuz-Eylül arası dönemde toplamda 2.864.661 Sovyet askeri öldürüldü veya
yaralandı. Kızıl Ordu, toplam savaş sürecinde en fazla can kaybını bu üç ay
içerisinde yaşadı. Ekim-Ocak arası dönemde ise ölü ve yaralı sayısı 2.157.895’ti.
Tüm o güz ayları boyunca Kızıl Ordu, her zamankinden daha fazla kaynağa ve
askere ihtiyaç duydu.
İshan Babahanov, Ekim 1943’te
düzenlenen Orta Asya Müslümanları kurultayına böylesi bir ortamda seslendi.
Savaşa katkı çağrısını yaparken, aklında en geniş halk kesimleri vardı. Bu
sebeple konuşmasının başında çarpıcı ifadeler kullandı. Volga Ural bölgesindeki
Müslümanlara panislamik ve belli ölçüde “enternasyonalist” bir zemin üzerinden
seslenen Resulev’den farklı olarak, Babahanov daha çok belirli bir bölgeye
hitap ediyordu. Konuşmasında, uzun zaman boyunca Sovyet yetkililerinin yok
etmeye çalıştığı Orta Asya İslamı’na ait, kutsal ve öncelikli kabul edilen
kutsal mekânlara ve aziz kabul edilen âlimlere yönelik saygısını dile getirdi.
Yüzlerce yıllık gelenek yaklaşık yirmi yıldır Sovyetler’in din karşıtı yazını
ve kararnameleri eliyle tehlikeli ve ilkel kabul edilmekte, bu şekilde
aşağılanmaktaydı. Bu yazın ve devlet politikası, söz konusu geleneğin
unsurlarını paganizmden kalma, İslam öncesinden gelen, köklerinden sökülüp
atılması gereken, yozlaşmış kötülük olarak görüyordu. İşin tuhaf yanı,
Babahanov da bu tasavvuf geleneğine ait mistik unsurlara taraftar olan biri
değildi. O, kutsal mekânlara saygı türünden uygulamalara karşı çıkan reformist
Müslüman akıma mensup bir isimdi.[13] Belki de Sovyet hükümetinin kendisini
sevmesinin bir sebebi de bu özelliğiydi.
Buna karşın Babahanov halka
seslenirken, bölgede İslam’ın yeni bir döneme girdiği müjdesini verdi. “Tüm
Avrupa’yı kanında boğan Hitler’in halka düşman olan kurtları”nın Sovyet
toprağını işgal edişinden, yüzünü Kuzey Kafkasya’ya çevirip Krasnodar’a
saldırdığından bahsettikten sonra Babahanov, (kendisinin “Hitlerciler” olarak
nitelediği) Nazilerin niyetinin Orta Asya’ya yürümek niyetinde olduğunu, bu
anlamda sadece Orta Asya halklarını değil, oradaki tüm kıymetli mabetleri ve
türbeleri tehdit ettiğini söyledi:
“Onlar, tarihî açıdan belirgin bir şöhrete sahip olan, ünlü
Semerkant’ı yerle yeksan etmek istiyorlar. Bu şehir ki İslam âlimlerinden Kusem
b. Abbas[14] ve Hâce-i Ahrar’ın[15] yaşadığı ve mezarlarının bulunduğu yerdir.
Kusem b. Abbas, bu şehirdeki Şah-ı Zinde denilen bölgede bulunan türbede
medfundur. Onların niyeti, mübarek muhaddislerden biri olan Muhammed b. İsmail
Buhari’nin[16], Bahaüddin Nakşibend’in[17], Seyyid Emir Külâl’in[18], Şeyhü’l
âlem Baharzi’nin[19] ve Ağayi Büzürg’ün[20] mezarlarının bulunduğu Buhara
kentini ateşe vermektir. Onların niyeti, ünlü Şahimerdan şehrinde Hz.
Muhammed’in (sav) müridi Hz. Ali (ra) için inşa edilmiş türbeye ev sahipliği
eden kutsal Fergana bölgesini yıkıp yok etmektir.[21] Onların niyeti, Hâce
Ahmed Yesevi[22], Ebu Übeyde b. Harac Hâce Tarabi[23] ve Hâce Gazi[24] gibi
şeyhlerin türbelerinin bulunduğu Türkistan şehrini yıkmaktır. Onlar aynı
şekilde, İmam Ebubekir Muhammed Kaffal Şaşi[25], Şeyh Havendi Tahur[26] ve Şeyh
Zeneddin[27] gibi büyük insanların mezarlarına ev sahipliği eden, aynı zamanda
Peygamberimiz’in eshabından Hz. Ukkaşe’nin[28] mübarek na’aşının medfun olduğu
Taşkent’i ele geçirip kül etmek, o külü de rüzgârda savurmak istiyorlar.”[29]
Bu alıntının da ortaya koyduğu
biçimiyle, bölgenin en fazla yetkiyle donatılmış resmi İslamî kurumunun ilk
kongresinde dindarların hayatı ile türbeler arasında güçlü bir bağ kuruluyor.
Babahanov’un dillendirdiği formülde Orta Asya İslamı türbelerde cisimleşmiş bir
olgu. Ona göre, bölgenin kutsal olan gerçekliğini türbeler biçimlendiriyor.
Bu sözlerinin ardından Babahanov,
“Almanların niyetinin mektepleri zindanlara, medreseleri kerhanelere
dönüştürmek, camilerimizi, mukaddes ziyaretgâhlarımızı alaya almak, mübarek
insanlarımızın türbelerini ayakları altında çiğnemek” olduğu konusunda ikazda
bulunuyor. Burada türbeler, bölgedeki dinî hayatın temel unsuru olarak camileri
ve mektepleri bir araya getiren yapıları ifade ediyorlar.
Ardından Babahanov, Almanların
Türkistan ve Kazakistan halklarının milli medeniyetini, kültürünü yok
edeceğini, âlimlerin kıymetli eserlerini, Buhara, Ürgenç, Semerkant, Taşkent,
Aşkabat, Hücent, Evliya Ata ve Frünze’deki (Bişkek) kütüphanelerde saklanan
hazineleri ateşe atacağını söylüyor. Babahanov Almanların Orta Asya’daki dinî
hayata yönelik tehditlerini değerlendirdikten sonra, halkların çekeceği çileye
değiniyor:
“Almanlar, namuslu kadınlarımızın, masum kızlarımızın iffetine
göz dikecekler. Çocuklarımızın mutlulukla yüklü düşlerini matem havasına esir
edecek, o düşleri alaya alacak, yaşlılarımızın huzurlu hayatına son verecek,
ocaklarımızı söndürecekler.”
Devamında müftü, Sovyetler’deki
milliyetleri ele alıyor, bu noktada “seküler” yayınlarda gördüğümüz propaganda
cümlelerini yineliyor:
“Türkistan, bin yıldır Özbeklerin, Taciklerin, Türkmenlerin,
Kazakların, Kırgızların ve Karakalpak halkının mukaddes vatanıdır, böyle olmaya
devam edecektir. Ecdadının ve pirlerinin emri ve tavsiyesi gereği, aynı zamanda
hürriyet ve terakki uyarınca, din ve şeriatın talebiyle, vicdanına ve haysiyetine
binaen, Sovyetler Birliği’ndeki diğer halklarla birleşmeye karar vermiş olan
Türkistan halkı, bugün faşist katillere karşı büyük bir savaş yürütmektedir.”[30]
Babahanov’un formülünde Sovyet
devleti, önceden beri varolan Müslüman grupların kendi kaderlerini tayin
hakkını muhafaza eden bir olgudur. (Bu hakkın kanıtı ise savaş kararını,
çoğunlukla genç olan, Sovyetler’in atadığı yerli ve milli unsurlar değil,
“yaşlılar” almış olmasıdır.)
Ardından müftü konuşmasında,
Müslümanların kendilerine saldıranlara karşı savunma savaşı yürütmelerine izin
veren bir ayeti aktarıp tefsir ediyor[31], sonrasında da milliyetler meselesine
geri dönüyor:
“Sovyet devleti, Sovyetler Birliği’nde yaşayan tüm halkların
anavatanı olma vasfını ilk günden beri yitirmemiştir. O, halkları zulümden ve
hukuksuzluktan, yoksulluktan ve yokluktan, gericilikten ve karanlıktan
kurtardı. Milletler arasındaki din ve gelenek açısından varolan farklılıkları
göz önüne almadan hazırladığı hukuk, bağımsız bir biçimde yürürlüğe
konulmuştur, böylelikle, milli terakki, saadet ve refaha kavuşacağımız yolu
açmıştır.”[32]
Bu noktada Babahanov, o herkesin
bildiği formülü dillendiriyor: “Vatan sevgisi imandandır.” Bu yaklaşımı
dâhilinde Babahanov, bir anlamda Sovyet devletinin Müslümanların Peygamber’in
örnekliğini en iyi şekilde hayata geçirecekleri koşulları oluşturduğunu
söylüyor. Mevcut durumda Sovyetler Birliği’nin savunulması için cesaretle
mücadeleye atılmak da sünnet olarak takdim ediliyor. Devamında Babahanov,
Hitler’in ideolojisini karşıya atarak eleştiriyor:
“Hitler, Alman ırkının saf olduğunu ve herkese hâkim olması
gerektiğini söyleyen bir teori geliştirdi. Onun düşüncesine göre, dünyadaki
diğer tüm halklar aşağı ırka mensuplar. Hitler, tüm Doğuluları maymunla eşdeğer
görüyor. Bu teoriyi kullanan Almanlar, bugün başka halkların topraklarını
fethetmeye, onların ülkelerini yok etmeye niyetleniyorlar.”
Ardından Babahanov, Hitler’in
saldırısı öncesi Sovyet halkının barışçıl bir yönelim içerisinde olduğu
hususuna işaret ediyor ve savaş konusunda ortaya konulan çabaları iyimser bir
açıdan ele aldığını, “Hitler ve fikirdaşlarının kendi iplerini çekmek üzere
olduklarını” söylüyor. Sonrasında da şu çarpıcı cümleleri sarf ediyor:
“Tüm Sovyet halklarıyla birlik içerisinde olan Türkistan ve
Kazakistan Müslümanları, o çok değerli evlatlarını bu umumi ve mukaddes cihada,
bu gazavata iştirak etmeleri için cepheye göndermiştir. Ecdadının yolunu
izleyen Müslümanlar, o evlatlarını Fatiha ile uğurlamakta, tüm kalpleriyle
onların düşmanı yenip toprağa gömmesini ümit etmektedirler. […] Din yolunda
Allah için kendisini feda eden her Müslüman, şehittir. Lanetli ve fitneci
düşmanı öldüren her Müslüman, gazidir, mücahittir, din için vuruşan birer cengâverdir.”[33]
Babahanov, burada en cesur
şiarını dillendiriyor. Bir yandan da Müslümanların diğer Sovyet yurttaşlarından
ayrı olduğunu ortaya koyuyor. Peki Müslüman olmayanlarla birlikte cihat etmek
ne türden bir anlama sahiptir? Müslüman olmayanların kendilerini din yolunda
feda edenlerle bir görülmesi, elbette ki mümkün değil. Onlara “şehit” de
denilemez. Müslüman olmayan Sovyet yurttaşları ne için mücadele ediyor olursa
olsun, şurası açık ki Babahanov’a göre, Orta Asya Müslümanlarının hep birlikte
hayatta kalması ve kolektif kimliklerinin yaşaması hem İslam’la hem de
Sovyetler Birliği’yle bağlantılıdır, üstelik bu bağ, kopartılması mümkün
olmayan bir bağdır.
Savunma savaşını tasvip eden
Kur’an ayetini[34] aktardıktan sonra Babahanov, Kızıl Ordu savaşlarında dönüşen
mukaddes savaşçılardan, gazilerden bahsediyor. Bu noktada ilkin bir hadis
aktarıyor: “Ülkesini seven her onurlu insan, düşmanla savaşıp onu yok etmeli.
Gazilerimizin cesareti kırılmasın, arkalarına bakmadan düşmandan kaçmak gibi
bir zillete düşmesinler.” Devamında Babahanov, “Kızıl Ordu için savaşıp
Sovyetler Birliği kahramanları madalyası almış, Türkistan’ın dokuz hakiki
oğlunun ve kızının adlarını” aktarıyor. Son olarak Babahanov, konuşmasının ana
amacını dile getiriyor ve Müslümanları savaş için ortaya konulan çalışmalara
katılmaya çağırıyor:
“Memleketimizde yaşayan kardeş milletlerle el ele tutuşun, o
kusursuz kardeşliğinizle, şevkinizle ve aslandan ödünç aldığınız kudretinizle,
Hitler’in lanetli ordusuyla mücadele edin. O alçak faşistleri hiç acımadan yok
edin. Onları yeryüzünden silip atın. Sovyet toprağının her bir karışını
kanınızın son damlasına kadar koruyun. Büyük sadakatle ve güçle dövüşün.
Düşmanın eline geçmeyin. Savunduğunuz cepheleri çelik zırhlı duvar hâline
getirin. Askeri disiplininizi büyük bir sebatla muhafaza edin. Komutanlarınızın
emirlerine uyun, görevlerinizden asla kaçmayın, verilen emirleri hızla ve
eksiksiz bir biçimde yerine getirin.”[35]
Muharebe sahasından kaçma konusunda
ikazda bulunan hadisi[36] aktardıktan sonra Babahanov, dikkatleri ülke içine
çekiyor, bu noktada cephe gerisinde mücadele yürütenlerin “daha fazla
fedakârlıkta bulunmasını, böylelikle Kızıl Ordu askerlerine gerekli teçhizatın
ve yiyeceğin temin edilebilmesini” istiyor. Babahanov, kolektif çiftliklerde
(kolhoz) ve devlet çiftliklerinde (sovhoz) herkesin sadakatle ve özveriyle
çalışması gerektiğini söylüyor.[37] Cephe hattının takviye edilmesi ile ilgili
ayeti[38] aktaran Babahanov, devamında gazilere destek sunanları metheden bir
hadisi aktarıyor: “Kim Allah yolunda bir gaziye gerekli teçhizatı temin ederse,
kendisi bizzat savaşmış sayılır. Yokluğunda gazinin ailesine kim bakıyorsa, o
da savaşta yer almış kabul edilir.” Başka bir ifadeyle, evde kalıp cepheye
gitmeyenler bile cihada iştirak etme, cephedekilere destek sunmak gibi hayati
bir işlevi yerine getirme imkânına sahip oluyorlar.
Bu noktada Babahanov, konuşmasının
sonunda bölgenin Müslüman liderlerine sesleniyor:
“Müslümanların muazzez imamları ve liderleri! Cephedeki müminlerin
ve Müslümanların cesaretini ve şevkini artırmak suretiyle, o adanmışlığınız ve
sadakatle harcadığınız emeklerinizle zafer anını yakın eyleyin.”
Ardından Babahanov, tüm Müslüman toplumuna
somut ve daha net ifade edilmiş talebini iletiyor:
“Müslüman kadınlar ve erkekler! Namazınızı her gün noksansız
kılın ve Allah’tan askerlerimize zafer bahşetmesini isteyin, onlar için niyaz edin. Böylelikle size huzur ve güvenliği temin etmiş olan ülkemiz, istikrarlı
ve müreffeh olacak. O, hem budünyadaki mülkleriniz üzerinden hem de
adanmışlıkla ortaya koyduğunuz, yorulmak nedir bilmeden harcadığınız
emekleriniz ve verdiğiniz hizmetleriniz aracılığıyla size en samimi yardımı sunma
imkânı bulacaktır.”[39]
Babahanov, konuşmasının sonunda
zafere işaret ediyor, zaferin yakın olduğunu söylüyor, kendisini dinleyen
kitleye fedakârlıklarının boşa olmadığı konusunda yeniden güvence veriyor:
“Rahman ve rahim olan Allah’a hamdolsun. Ettiğimiz dualar,
harcadığımız emekler meyvelerini vermeye başladı. Bugünlerde zafer haberleri
geliyor. O lanet düşman, o uğursuz katil sürüsü, bugün yeniliyor. Böylelikle dünyanın
gözlerinin önündeki kara perde kalkıyor, güneşin parlak ışıkları sarıyor her
yanı. Kızıl Ordu askerlerimiz, her Allah’ın günü onlarca yüzlerce köy ve şehri
özgürleştiriyor, durup dinlenmeden zafere ilerliyor. Düşman, Batı’ya kaçmaya
niyetleniyor, ama bilmiyor ki biz, kendisini toprağımızın her bir karışından
söküp atacağımızı, hayatlarımızı riske etmeye hazır olduğumuzu, onlara karşı
duracağımızı. Sovyetler içerisinde belirli bir şöhrete sahip olan
müttefiklerimiz, Almanya’nın imalat merkezlerini havadan vuracak, onları dümdüz
edecek, askerlerini İtalya sınırına sürecek. Fakat şu bilinmeli: zafer kendiliğinden
gelmeyecek. Zaferi yakın eylemek için cepheye sunduğumuz yardımı iki katına
çıkartmalıyız, askerlerimiz daha da güçlenip cesaretlenmeli. Büyük ve yüce
Allah’ım, bizi insan eti yiyen bu mel’un ve vahşi düşmanın işlediği aşağılık
suçlardan kurtar.[40] Amin. Sen ki âlemlerin rabbisin.”[41]
Eğer Sovyet devleti, savaş çağrısının
yerelliklerde karşılık bulmasını sağlayacak bir Müslüman otoritenin oluşmasını
istemişse, bunun akıllı bir seçim olduğuna hiç şüphe yok. Peki ama Orta Asya’daki
halk kitleleri, Hitler’in Semerkant’taki türbeleri tehdit ettiğine gerçekten
inandı mı? Pek inanmamış görünüyorlar. Ne olursa olsun, şunu görmek gerekiyor: esasen
Babahanov’un kitlesine yaptığı konuşmanın özgün yanını teşkil eden şey, Nazilerin
tüm Sovyetler Birliği’ni yok etmek için yola çıktıklarını dile getiren mesaj değildi.
Bilâkis, asıl önemli olan, Babahanov’un satır aralarında dile getirdiği mesajdı
ve orada Babahanov, yirmi yıldır Sovyet hükümetinin ahıra, depoya ve “Marksist-Leninist
bilimsel ateizm” müzesine dönüştürülmüş olan türbeleri ve dinî merkezleri yüceltiyor,
onları yeniden onurlu bir yere taşıyordu. Bazıları, iki kez hapse atılmış olan
müftünün İslam’ı Sovyetler’in değil de Nazilerin tehdit ettiğini söyleyen
mesajını tuhaf, gerçeklere duyarsız, hatta saçma buldular. Oysa gerçekte sürece
dahice müdahale eden biri vardı karşımızda. Bu müdahalesiyle Babahanov, Sovyetler
öncesi tasavvuf geleneğiyle kurulmuş olan canlı bağın ta kendisi olan insan, bu
müdahalesiyle zamanın değiştiğini söylüyordu. Kutsal olan zemin gene kutsaldı,
üstelik bu sefer bu kutsiyetin altında Stalin’in ona onay veren mührü vardı.
Jeff Eden
[Kaynak: God
Save The USSR: Soviet Muslims and The Second World War, Oxford University
Press, 2021, s. 74-82.]
Dipnotlar:
[1] R. A. Nabiev, Islam i gosudarstvo: Kul’turno-istoricheskaia evoliutsiia
musul’manskoi religii na Evropeiskom Vostoke. Kazan: Kazanskii Gos.
Universitet, 2002, s. 99.
[2] R. A. Nabiev, a.g.e., s. 99. Eren Tasar’ın
da dile getirdiği gibi, devletin bu “müftülük”leri kurmasındaki amaç,
muhtemelen kontrolü daha kolay olacak olan “kurumsallaşmış” İslam için gerekli
altyapıyı oluşturmak ve bu altyapıyı hâkim bürokratik hiyerarşiye bağlamaktı:
“Her şeyin ötesinde sömürgeci kurumların amacı, İslam’ı gözetlenmesi ve/veya
merkezileştirilmesi mümkün olan bürokratik yapılar, kuruluşlar ve işleyiş
içerisine yerleştirmekti. Bu çalışmaya tüm camiler, medreseler, kütüphaneler,
türbeler dâhil edildi.” [Eren Tasar, Soviet and Muslim: The
Institutionalization of Islam in Central Asia, New York: Oxford University
Press, 2017, s. 32.]
[3] Nabiev, a.g.e., s. 99.
[4] I. Kh. Sulaev, “Musul’manskoe dukhovenstvo v
Velikoi Otechestvennoi Voine 1941– 1945 gg.,” Voenno- istoricheskii zhurnal 5
(2007), s. 25.
[5] Eren Tasar, a.g.e., s. 26.
[6] State Archive of the Russian Federation (GARF) Moskova, f.6991s, op.3s, d.6, l.34- 36 (“Prvetstvie
dukhovnogo s’ezda predstavitelei musul’manskogo dukhovenstva I veruiushchikh
Uzbekistana, Tadzhikistana, Turkmenistana, Kirgizstana i Kazakhstana I.V.
Stalinu s vyrazheniem gotovnosti musul’manskogo dukhovenstva prizyvat’ v
propovediakh veruiushchikh k bor’be s Germaniei,” Russian Perspectives on
Islam, IP [erişim tarihi: 14 Nisan 2020]).
[7] Nabiev, a.g.e., s. 99.
[8] Tasar, Soviet and Muslim, s. 49. M. A.
Alibaev, Islam v sovietskom Kazakhstane: strategii vyzhivaniia (Astana:
ENU im. L.N. Gumileva, 2015), s. 28–29.
[9] Tasar, a.g.e., s. 49.
[10] Hatta bazı tarihçiler bu buluşmanın
gerçekleştiğine hiç inanmaz: Zaripov ve Safarov, Stalin ile Babahanov’un bir
araya gelmesinin “mümkün olmadığını” söyler. Fakat bu tarihçiler, konuyla
ilgili şüphelerinin ardındaki gerekçeyi dile getirmezler. [I. A. Zaripov ve M.
A. Safarov, Akhmetzian Mustafin: iz istorii islama v SSSR. Moskova:
Medine, 2017, s. 64.]
[11] Yayına hazırlayan: Jeremy Black, The Second
World War, Cilt II: The German War, 1943–1945 (Burlington, VT:
Ashgate: 2007), s. 65.
[12] G. F. Krivosheev, Soviet Casualties and Combat
Losses in the Twentieth Century (Londra: Greenhill, 1997).
[13] Allen J. Frank, Gulag Miracles: Sufis and
Stalinist Repression in Kazakhstan. Viyana: Austrian Academy of Sciences
Press, 2019, s. 106.
[14] Hz. Muhammed’in amcası Abbas’ın oğlu. Türbesi
Şah-i Zinde’de bulunuyor.
[15] Hâce Übeydullah Ahrar (ö. 1490), on beşinci
yüzyılda Orta Asya’da yaşamış bir Nakşibendi şeyhi. Döneminin en güçlü isimlerinden
biri. Onun döneminde Nakşibendilik nüfuzunu hızla artırmıştır. Orta ve Güney
Asya’da kendisine hâlen daha hürmet edilir.
[16] Buhari (ö. 870) Sahah-i Buhari adını taşıyan,
Sünni geleneğin en önemli altı hadis derlemesinden biri olan çalışmanın yazarıdır.
[17] Nakşibendî tarikatına ismini vermiş olan
Bahaüddin Nakşibend (ö. 1389), Emir Külâl gibi haleflerinden ve hocalarından
sessiz zikri sesli zikre tercih etmek suretiyle kopup ayrı ve yeni bir tasavvuf
geleneği ve silsile başlatmıştır. Nakşibendîlik, İslam dünyasının genelini,
Orta ve Güney Asya’dan Ortadoğu ve Balkanlar’a dek uzanan geniş bir coğrafyayı
etkilemiştir.
[18] Emir Külâl (ö. 1370) genelde Bahaüddin
Nakşibend’in piri olarak bilinir.
[19] Necmettin Kübra’nın şakirdi olan Seyfettin Baharzi
(ö. 1260), sonradan Müslüman olan Altınordu sultanı Berke Han’ın dinî
gelişiminde oynadığı rol sebebiyle önemli bir yere sahiptir.
[20] Ağayi Büzürg on altıncı yüzyılda yaşamış
transaksonyalı kadın evliyalardan biridir; bkz.: Aziza Shanazarova, “A Female
Saint in Muslim Polemics: Aghā- yi Buzurg and Her Legacy in Early Modern
Central Asia,” Doktora Tezi (Indiana University, 2019); Gulnora Aminova,
“Removing the Veil of Taqiyya: Dimensions of the Biography of Agha- yi Buzurg,”
Doktora Tezi. (Harvard University, 2009).
[21] Burada Ali b. Ebu Ṭalib kastediliyor,
fakat bugün Özbekistan’a bağlı bir bölgede bulunan bu türbe ile Afganistan’ın
kuzeyinde bulunan Mezar-i Şerif’teki türbe karıştırılmamalıdır.
[22] Yeseviye tarikatına adını veren Ahmet Yesevi, on
ikinci yüzyılda yaşamış ünlü bir tasavvufçudur.
[23] Bu ismin hayat hikâyesine dair yeterli bilgiye
ulaşamadım.
[24] Bu ismin hayat hikâyesine dair yeterli bilgiye
ulaşamadım.
[25] Eserleriyle bilhassa Şafi fakihleri etkilemiş
olan Kaffal Şaşi (ö. 976) ünlü bir yazar ve şairdir. Hâce Ahrar soyunu, bu
âlime yoldaşlık etmiş bir isme dayandırmaktadır. Bkz.: Yayına hazırlayanlar: J.
A. Gross ve A. Urunbaev, The Letters of Khwāja ʿUbayd
Allāh Aḥrār and His Associates (Leiden: Brill, 2002), s. 11. Babahanov ailesi de
soyunu bu isme dayandırmaktadır. Orta Asya Müslümanları Diyanet İşleri
İdaresi’nin (SADUM) merkezleri “Hest-imam” denilen türbesine yakın yerlerde
kurulmuşlardır.
[26] Şeyh Havendi Tahur (ö. 1354) Taşkent’in ünlü
âlimlerindendir, ayrıca Hâce Ahrar’ın annesinin soyu Tahur’a dayanmaktadır.
Bkz.: Devin DeWeese, “Spiritual Practice and Corporate Identity in Medieval
Sufi Communities of Iran, Central Asia, and India: The Khalvatī/ ʿIshqī/Shattārī Continuum,”
yayına hazırlayan: Stephen E. Lindquist, Religion and Identity in South Asia
and Beyond: Essays in Honor of Patrick Olivelle içinde (Londra: Anthem
Press, 2011), s. 264.
[27] Silsileye göre Şeyh Zeyneddin, Şehabeddin Ömer
Sühreverdi’nin (ö. 1234) oğlu. Sühreverdi, öğretilerini oraya yaysın diye
Zeyneddin’i Taşkent’e gönderiyor.
[28] Ukkaşe b. Muhsin (Orta Asya’da Ükaşe Ata olarak
biliniyor) hadiste belirtilen sahabe. Bildiğim kadarıyla Taşkent yakınlarında
bir mezarı yok, hem Afganistan’ın şehri Belh’te hem de Kazakistan’daki bir
şehirde türbesi olduğu söyleniyor.
[29] The National Academy of Sciences of the Republic of Kazakhistan, Almatı (AkadNkKaz) MS 123 VII, 4– 5.
[30] AkadNkKaz MS 123 VII, 6.
[31] “Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozup
dininize dil uzatırlarsa, küfrün ele başlarıyla savaşın. Çünkü onlar
yeminlerine riâyet etmeyen kimselerdir. Umulur ki, vazgeçerler.” [Tevbe:12] Bu
ayeti ve bundan sonrakileri aktaran Babahanov ardından ayetleri Türkçe olarak
tefsir ediyor: “Yani Allah Müslümanlara şunu söylüyor: ‘Eğer size yemin verip
sonra o yeminlerini çiğnerlerse, dininize hakaret ederlerse o vakit tabii ki
gidin onlarla savaşın, dininize ve hürriyetinize karşı gelenlerin liderlerini
yok edin, çünkü onlar ne yemin ne de akit tanırlar, dolayısıyla harekete geçin
ki o hain düşman o rezil işlerine bir son versin.”
[32] AkadNkKaz MS 123 VII, 6– 7.
[33] AkadNkKaz MS 123 VII, 7– 8.
[34] “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de
savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları
nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den) siz de onları
çıkarın. Zulüm ve baskı adam öldürmekten daha ağırdır. Yalnız, Mescid-i Haram
yanında, onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle
savaşırlarsa (siz de onlarla savaşın) onları öldürün. Kâfirlerin cezası
böyledir.” [Bakara:190-191] Konuşmasında Babahanov bu ayetleri şu şekilde izah
ediyor: “Yani Allah’ın davasına hizmet eden sizinle kim savaşıyorsa onunla
savaşın, fakat savaşı siz başlatmayın, o çizgiyi aşan siz olmayın. Allah
haddini bilmeyenleri, aşırıya kaçanları sevmez. Onları bulduğunuz yerde
öldürün, yok edin. Nasıl ki onlar sizi vatanınızdan koparttı, siz de onları
vatanınızdan söküp atın. Düzensizlik ve zulüm kıyım kadar tehlikeli ve
korkunçtur.”
[35] AkadNkKaz MS 123 VII, 9.
[36] “Muharebe sahasını mücadele sürerken terk eden
kişi, Allah’ın en ağır cezasını hak eder, onun yeri ahirette cehennemdir.”
[37] Esasında bölgenin birçok yerinde devletin
kolektif çiftlikler üzerinde uyguladığı baskı bu çiftliklerin potansiyelini
aşan düzeydedir. Kazakistan’da savaş döneminde hiçbir gerekçe ortaya konulmadan
belirlenmiş olan kotalara uyulmamıştır. Bu sebeple devlet kolhoz işçilerine
ceza olarak düşük ücret ve ikramiye vermiştir. Bunun üzerine bazı kolhozlar
ileride yapılacak ekim için tohum saklama talimatına uymamışlardır.
Babahanov’un konuşmasını yaptığı dönemde 1943 tarihinde, mahsul kimseye yetecek
düzeyde değildir. Bkz.: Martha Brill Olcott, The Kazakhs, Washington,
DC: Hoover Press, 1987, s. 189– 190.
[38] “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve
savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve
bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz.
Allah yolunda her ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir.” [Enfal: 60]
Babahanov ayeti şu şekilde izah ediyor: “Yani, düşman karşısında zafere ulaşmak
için muharebe hattınızı tüm imkânlarınızla güçlendirin, piyadelerinizi ve
süvarilerinizi hazır edin. Düşmanınızı, Allah’ın düşmanlarını, Allah’ın bildiği
ama sizin bilmediğiniz başka düşmanları bu sayede mağlup edeceksiniz. Allah
yolunda harcadıklarınızın karşılığını hakkıyla alacaksınız.”
[39] AkadNkKaz MS 123 VII, 11.
[40] “Ey hüda azze ve celle, merdümhar rezil vahşi
düşmanın kabih cinayetlerinden âdem balalarını azad ve halas kıl.”
[41] AkadNkKaz MS 123 VII, 11.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder