Pages

09 Aralık 2022

O Devlerin Şerefine

Bugün 9 Aralık 1987 günü işgal altındaki Filistin topraklarında patlak vermiş olan ve meşakkatli, ama aynı zamanda kahramanlıklarla dolu yıllar boyunca devam eden halk ayaklanmasının anlamını daha iyi kavrıyoruz. Akademisyenler, analizciler ve eylemciler, kitlesel eylemlerin fitilinin ateşlendiği ve bu eylemlerin kesintisiz ve örgütlü bir isyana evrildiği koşulların olgunlaşmasını bir dizi faktörün sağladığını söylüyorlar.

Bu koşullar, Doğu Kudüs, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’da yerleşimci siyasetin hız kazanmasını, hatta 1967’den sonra İsrail’in işgal altındaki topraklar içi geliştirdiği mastır planı olarak iş gören Allon Planı’nın belirlediği sınırların ötesine uzanması, devletin desteğini arkasına alan yerleşimcilerin yasa, kural tanımaz pratiklerindeki artış, İsrail’de çalışan Filistinli göçmen işçilerin ırkçı bir yaklaşımla maruz kaldıkları zulüm, 1985’de İsrail’in uygulamaya koyduğu, sınır dışı etme girişimleriyle, hapse atmalarla, kentleri ve evleri tutsak almaya dönük önlemlerle ve ev yıkımlarıyla yüklü “Demir Yumruk” politikası, İsrail idaresi altında yaşayan tüm Arapların kitlesel olarak dışlanması, Amerika ve Almanya’daki ırkçı kanunları açıktan savunan İsrail faşizminin kökleşmesi, Filistinlilerin ekonomik faaliyetlerine getirilen kısıtlamalar ve Arap emek piyasasının daraltılmasına dönük adımlar gibi başlıkları içeriyordu.

Bu önemli koşullara, onlardan da az önemli olmayan, Halil Vezir (Ebu Cihad) gibi isimlerin FKÖ içerisindeki Fetih, FHKC ve DFKC gibi politik örgütler üzerinden gerçekleştirdiği atılıma, FKÖ’nün 1982’de Lübnan’dan kovulduktan sonra Filistin Komünist Partisi’nin ve İslamcı hareketin yürüttüğü kampanyalar eklemlendi. 1987’de Filistin’deki 1983’ten beri ulusal hareketi mahvetmiş olan bölünmenin sona ermesiyle birlikte önemli gelişmeler yaşandı. Gazze Şeridi’nde İslamî Cihad cesurca saldırılar gerçekleştirdi. FHKC-GK, İsrail’in kuzeyinde İsrail ordusunun zayıf yanlarını açığa çıkartma imkânı buldu.

Bu koşullara bir de Reagan döneminin Amerika-İsrail ilişkisini Washington’ın uluslararası hukuka sözde destek sunmayı sürdürdüğü stratejik bir ilişkiden çıkartıp kongrenin birkaç kez desteğini alan, katlanılmaz bir gösteriye evrilttiği dönemde Filistinliler arasında artan ümitsizliği de eklemek gerekiyor.

Aynı dönemde ayrıca İsrail-Mısır arasında Batı Şeria ve Gazze Şeridi konusunda imza edilmiş olan barış anlaşması, sivil idare kılıfı altında mevcut olan askerî hükümetin kurumsallaşması için gerekli zemini sağladı. Bu süreçte İsrail, kararlı bir tutumla, işbirlikçi köy birliklerini harekete geçirme imkânı buldu. 1987’de Arap kurumları, daha çok İran-Irak savaşı ile meşguldü. Arap Birliği Zirvesi’nde Filistin’in adı kendisine ancak laf arasında dillendirilen görüşler dâhilinde yer bulabildi.

İntifadanın gerçekleşmesini sağlayan koşullara başka koşullar da eklenebilir. Gelgelelim o güne, 8 Aralık 1987’ye geri döndüğümüzde kimse, İsrail ile Gazze Şeridi arasında konuşlandırılmış olan Erez kontrol noktasındaki bir trafik kazasının önemli gelişmelere yol açacağını ummazdı. Bu yaşananın kaza olup olmadığını bilmiyoruz. Kaza neticesinde dört kişi öldü. Ertesi gün Gazze Şeridi’ndeki Cebeliyye mülteci kampında, ardından da Batı Şeria’daki Nablus kasabasında bulunan Balata mülteci kampında gösteriler tertiplendi. Orman yangını gibi kısa sürede her yeri saran bu gösteriler, birkaç hafta içerisinde “İntifada” sözcüğünün İngilizce gibi dillere dâhil olmasını sağlayacak bir halk ayaklanmasına evrildi.

8 Aralık 1987 gününün sabahı politik bir öneme sahip değildi, ama İsrail, birkaç ay sonra, Mayıs ayı içerisinde kırkıncı yıl dönümünü kutlayacaktı. FKÖ hareketindeki iniş çıkışlara tanıklık eden Lübnan’daki Filistinliler, Suriye’nin desteklediği Emel hareketinin kamplarını kuşattıklarına şahit oldular. Bu süreçte işgal altındaki topraklar, İsrail askerleri ve yerleşimcileri için birçok küçük Amerikan kasabasından daha güvenli hâle gelmişti. İsrail’deki Filistinlilerse komünist partisi ile İslamcı partiler arasındaki husumetin çilesini çekiyor, İsrail, bu kavgayı ellerini ovuşturarak izliyordu. İsrail, o kadar rahattı ki kırkıncı yıl dönümünde İsrailli liderler, “mel’un Filistinliler”in ve onların “uğursuz davalar”ının sonsuza dek, hiç yaygaraya izin vermeden, tarihin çöp sepetine atılacağı, Filistin davasının hepten yok olacağı günün gelip çattığını söylüyorlardı.

Bu, sadece İsraillilerin arzusu da değildi. Doğu ile Batı, Kuzey ile Güney, geçmiş, bugün ve geleceğin düğüm noktasında duran Filistin, üçüncü dünyanın önemli bir kısmında, özellikle Afrika ve Güney Asya’da kitlelerin desteğini arkasına alan güçlü bir dava hâline gelmişti. Öte yandan, Avrupa’nın önemli bir kısmında, Kuzey ve Güney Amerika’da, ayrıca Doğu Asyalı liderlerin ciddi bir bölümü, İsrail’in kuruluş yıl dönümünü daha önemli görüyor, bu önemi ya stratejik, ya politik, ya dinî, ya oportünistik ya da ahlaki gerekçelerle ele alıyordu.

İsrail’in 1982’de gerçekleştirdiği Lübnan Savaşı, Siyonizmin gerçeklerini televizyon üzerinden ilk kez destekçilerinin oturma odalarına taşıdı. O Eylül ayının ortasında yaşanan Sabra-Şatilla Katliamı bile İsrail’in 1967’deki işgallerini vecd içerisinde kutlayanları zerre etkilemedi. O gün kimse, İsrail’in suçsuz veya haklı olup olmadığını sorgulama gereği bile duymadı. Ama gene de ortada zaferle neticelendirilmesi gereken bir soğuk savaş vardı. Seksenlerin sonunda dünya, oldukça farklı bir yerdi.

Her şey tam da o 9 Aralık 1987 günü değişmeye başladı. İntifada’yı ister önceki otuz yılın mücadelesinin meyvelerinin toplandığı moment, isterse yeni bir dönemin başlangıcı olarak nitelendirelim, o, dün olduğu gibi bugün de bir dönüm noktası olarak görülmeli. 9 Aralık 1987, tarihçilerin dünyanın gözünde bir tür cennet olarak algılanan İsrail’in Ortadoğu’nun Güney Afrika’sı olarak tarif edilmeye başladığı momenti ifade ediyor.

Yüz milyonlarca insanın sömürgeciliği hiç bilmediği veya unuttuğu koşullarda İsrail, kendi varlığını “yararlı işgal pratiği” olarak pazarlama imkânı buldu. Filistinliler, önce o korku duvarını aşmak zorundaydılar ve üstelik bu, oldukça sağlam bir duvardı. İşgal altındaki topraklar, İsrail’in geri kalanı gibi yönetilmiyordu. Buradaki idare daha kötüydü ve kararnamelerle yasal kılıfa büründürülmüş, Filistinlileri topraklarından ve tüm zihinlerden söküp atmak amacıyla teşkil edilmiş bir askerî hükümetin elindeydi.

Örneğin Strathclyde Üniversitesi’nde şehir planlaması uzmanı olarak çalışan Anthony Coon, Hak isimli Filistinli insan hakları örgütü için hazırladığı bir çalışmada, “yetki verdiğinden daha fazla binayı yıkan başka bir şehir planlaması kurumuna daha önce denk gelmediğini” söylüyordu.

İsrail’in Filistinliler üzerindeki kontrolünün kapsamı ve müdahaleciliği, totaliter devletlerdeki uygulamaları andırmaktaydı. Her şey için izin alınması gerekiyordu. Ağır biçimde hasta olan çocuğunu hastaneye götürebilmek için aile içerisinden birilerinin muhbirlik veya işbirlikçilik yapması gerekiyordu. İş bulmak ve ailesine destek sunmak, yeni aile kurmak isteyen üniversite mezunları da benzer yollara tevessül etmek zorunda kalıyorlardı.

Filistin bayrağı yasaktı. Gazeteler sansürleniyordu. Birkaç kişi, izinsiz bir araya gelemiyordu. İşbirliğine yanaşmayanlar, suç teşkil eden fikirlerini dile getirmeye veya faaliyetlerde bulunmaya devam edenler hapse atılıyor, işkence görüyor, evleri işaretleniyor veya buldozerle yıkılıyor, en nihayetinde bu kişiler sınır dışı ediliyor, sürgüne gönderiliyorlardı. Doğu Kudüs’teki hayatın özeti bu şekildeydi. Burası resmiyette ilhak edilmiş, doğrudan İsrail hükümetinin kontrolünde olan bir bölgeydi. Üstelik diğer bölgelerden daha iyi durumdaydı.

Ama sonra Filistinliler o korku duvarını yıktılar. Kaybedecekleri bir şey olmadığından değil, kazanacakları çok şey olduğundan, zafer konusunda kararlılıkla hareket ettiklerinden o duvarı yıkabildiler.

Selim Tamari’nin de ifade ettiği biçimiyle, 1987’deki İntifada’yı 1967 sonrası yaşanan isyanlardan en çok da sürece sadece şehirlerin ve mülteci kamplarının değil köylerin de dâhil olması ayrıksı kılıyordu. 1988 yılının başlarında ayaklanma tüm şehirlere, mülteci kamplarına, Batı Şeria’nın kuzeyindeki köylerden Gazze Şeridi’nin güneyindeki köylere dek tüm köylere yayıldı. Refah mülteci kampında yaşayanlar kitlesel gösteriler düzenlediler. Silâhsız göstericiler öldürüldü veya dayak yedi. Genel greve tanıklık edildi. Esnaf kepenk indirdi. İsrail askerleri zorla dükkânları açmaya çalıştı, görünürde olan her şeye el koydu. Ülkenin ve halkın yönetilme imkânını ortadan kaldıran yaratıcı birçok faaliyetin altına imza atan Filistinliler, bir dizi toplumsal ve ekonomik dayanışma pratiği sergilediler. Burada esas olan, diğerkâmlık üzerine kurulu gönüllü yardımseverlik ruhu idi.

Ayaklanma, iç tutarlılığa ve birliktelik ruhuna sahip bir liderlik çıkardı bağrından. İntifadanın Birleşik Milli Komutanlığı adını alan bu liderlik kadrosu içerisinde FKÖ içindeki örgütler ve İslamî Cihad yer alıyordu. Birçok bölge ve şehir komitesi temsilcileri aracılığıyla örgütsel yapı içerisinde yer aldı. Komutanlık, her hafta halkı militanlık düzeyini artırma, fedakârlıklarda bulunma ve bir sonraki haftanın faaliyetleri için bir program hazırlama konusunda teşvik eden bildiriler yayımladı. Talimatlarına en azından ilk başta, sorgusuz sualsiz uyuldu. Herkes milli hareket ve onun temsil ettiği milli davaya bağlılık anlayışı ile hareket etti.

Ayaklanmanın en önemli özelliklerinden biri de ruh itibarıyla gerçek manada milli oluşuydu. 21 Aralık 1987’de eski Filistin mandası topraklarında yaşayan tüm Filistinliler genel greve gitti. İsrail sınırları içerisinde yaşayan Filistinli eylemciler önemli otoyolları kapatıp tekerlekleri ateşe verdiler, barikatlar kurdular. Muhtemelen o gün, Ekim 1973’ten beri İsrailli liderlerin en çok korktuğu gündü. Parçalı bir yapının içinde yer alan, ama bağımsız hareket eden kısımlar değil de gerçekten bir halk olarak hareket eden Filistinlilerin bu İntifada’sı hem Lübnan’daki kamplara yönelik kuşatma politikasına son verdi hem de İsrail’in Gazze Şeridi’nden çıkmasını sağladı. Hatta ayaklanmanın ilk ayında Hafız Esad, Lübnan’da kendisine bağlı güçlere Filistin’deki İntifada’yla dayanışma içinde olduğunu göstermek amacıyla, Beyrut’taki mülteci kamplarına yönelik, ölümlerle sonuçlanan kuşatma politikasına son verme çağrısı yapmak zorunda kaldı.

İsrail, bu saldırıya öfkeyle ve tüm acımasızlığıyla cevap verdi. Çocuklar başlarından vuruldu, taş atan çocukların kolları kırıldı, anne babaları evlerine girilerek dövüldü, eylemciler gündüz gözü katledildiler. İsrail askerleri, tam da savunma bakanı İzak Rabin’in “kemiklerini kırın” emri ve başbakan İzak Şamir’in “o korku duvarını yeniden inşa edin” ricası uyarınca hareket ediyorlardı. Gözden ırak olan yerlerde İsrail, altı yıl boyunca her gün bin kadar saldırı gerçekleştirdi. İsrail’in Filistinlilere indirdiği her bir darbe onları daha da güçlendirdi ve her seferinde misliyle karşılık buldu. Bu süreçte her liseli, sanki üniversite sınavına girer gibi hapishane kapısından geçiyordu.

İsrail, en çok da herkesi hep birlikte cezalandırma denilen silâhı kullandı. Bu cezalandırma pratiği dâhilinde seyahat yasakları getirdi, elektriği suyu kesti, okulları kapattı, toplu gözaltılar gerçekleştirdi, düzenli olarak ev baskınları düzenledi. En ağır cezalardan biri de haftalarca süren sokağa çıkma yasakları idi. Düşük gelir, çürümüş bir avuç bulgur, girilemeyen dersler, azalan erzak yüzünden zaten çile çeken aşırı kalabalık evlerde insanlar, tıkış tıkış yaşamak zorunda kaldılar. Dama veya bahçeye kaçıp oynama fırsatı bulan çocuklar, yiyecek veya iş aramak için dışarı çıkan yetişkinler, akrabalarını, dostlarını veya yoldaşlarını görmek için dışarı çıkanlar, bu hatalarının bedelini canlarıyla ödediler. Bugün olduğu gibi o gün de Gazze Şeridi, İsrail’in sadist politikalarının geliştirilmesi için kullanılan bir kobaydan başka bir şey değildi.

İradenin sınandığı koşullarda Şamir ve Rabin, Filistinlilere de isyanlarına da boyun eğdiremedi. Bu konuda Sovyetler Birliği’nin yıkılışı da 1991 Körfez Savaşı da merhem olmadı. Bu koşullara rağmen Filistinliler, ayaklanmalarının düzeyini hep yukarı taşımayı bildiler, tutuklamalar veya tasfiye süreçleri o deneyimli liderlerin sayısını da başarısını da azaltmadı. İsyanda oynadığı rol itibarıyla yeterince hürmet görmeyen sürgündeki FKÖ, o itibarını azaltmak için her yolu denedi. Hamas’ın yükselişiyle birlikte gruplararası işbirliği, yerini husumetlere ve kavgalara bıraktı.


Doksanların başında kitle hareketi, giderek az sayıda eylemciyi içeren silâhlı ayaklanmaya doğru evrildi. Silâh, yolda kimi aşırılıklara yol açsa da bu, esasen olumsuz bir gelişme değildi. Ama yeni gelişmekte olan gerilla savaşı, hareketi ileri itmek şöyle dursun, onun ivmesini düşürdü. Silâhsız gösterilere ve taş atan göstericilere keskin nişancılarla ve makineli tüfeklerle cevap vermiş olan İsrail, kalaşnikoflara savaş helikopterleriyle karşılık verdi. Buna karşın hâlen daha statükoyu yeniden tesis edebilmiş değil.

Ayaklanmayı durdurma işini 1993’teki Oslo Anlaşması üstlendi. Ayaklanma, esasında İsrail işgalini gayrı meşru ilân etmeye dönük kampanyanın başarılı olmasını sağlamış, bir yandan da işgalin maliyetini artırmıştı. Birçok kişinin tahminine göre, eğer Arafat, İsrail’le Norveç’te o gizli müzakereleri gerçekleştirmeyip, Washington’da süren resmi görüşmelerde Haydar Abdüşşafi’yle birlikte hareket etmiş olsaydı, İsrail en nihayetinde belirli bir süre yerleşim politikasını askıya alma noktasına gelecekti. Filistinliler, o dönemde ellerindeki kartları doğru oynamış olsalardı ve o kartları muhafaza etmeyi bilselerdi, İsrail’in yerleşim politikasını askıya alacağı sürenin uzunluğunu ve sonuçlarını belirleme imkânına kavuşacaklardı. Bu da Filistinlilerin daha fazla kan kaybetmesine, daha fazla cebindekileri yitirmesine mani olacaktı. 1993’te işgalin son bulunmasına dönük talepten vazgeçmek, çok daha büyük bir bedellerin ödenmesine yol açacaktı.

Bu bağlamda, Filistin sorununun çözümü için doğru çerçevenin belirlenmesine dair tartışmaların fazlasıyla zarar verici ve birçok durumda kifayetsiz ve anlamsız olduğu görüldü. Tartışılan mesele, Filistinlilerin kaç devleti olacağı değildi. Asıl üzerinde durulması gereken soruyu kimse sormadı: “Filistin halkı, önce ayaklanmaya son verip ardından Batı Şeria ve Gazze’deki İsrail işgalini ortadan kaldırmadığı sürece herhangi bir şey elde edebilir mi?”

İşgale son vermediği sürece ne FKÖ’nün yetmişlerde ve seksenlerde önerdiği programa uygun iki devletin ortaya çıkmasını ne de zaten varolandan anlamlı bir farkı bulunmayan tek devletin kurulmasını sağlayabilirdi.

İleride işgale karşı mücadelenin merkezde durması ve uluslararası planda kapsamlı bir desteği arkasına alması durumunda Siyonist medya, muhakkak ki Filistin’in kendi kaderini tayin etme hakkına kavuşması için gerekli tüm bu önkoşulları hükümsüz kılacak adımlar atacak. Bu hak için verilen mücadele, seküler ve demokratik bir devlet için. İsrail, bu emele ancak Batı Şeria ve Gazze’nin kendisine bırakılması ile mümkün olabileceğini söylüyor. Bu düzlemde Filistin sorununun yeniden uluslararasılaşması gerekiyor. Bunu ne BDS ne de BM yapabilir. Her ikisini de içerecek biçimde, lafta kalan hedeflerin karşısına anlamlı ve somut bir stratejinin geliştirilmesi gerekiyor.

Birinci İntifada, ne 1967 sonrası yaşanan ilk olaydı ne de yirminci yüzyılda Filistin tarihinin tanık olduğu ilk ayaklanmaydı. Filistinliler, Manda döneminde ülkelerine ilk İngiliz yüksek komiserinin ayak bastığı andan beri isyanda. En uzun genel grevin gerçekleştiği 1936-1939 Arap İsyanı, İntifada’nın liderlerinin ve eylem sürecine katılanların örnek aldıkları en önemli olaydı. Arap İsyanı, yeterince çaba harcamadığı ve önceki devrimciler kuşağının Manda’ya son verme mücadelesine girme kararının anlamsız olduğunu düşünüp bunun yerine Arap birliğini talep etmeye başlamaları sebebiyle başarısız olmadı.

Yetmişlerin ortasında ve seksenlerin başında ise işgal altındaki topraklarda karışıklıkla geçmeyen tek bir gün bile yoktu. Buna karşın 1987-1993 arası dönemde gerçekleşen İntifada, 1936’daki ayaklanma ve 1982’deki Beyrut’un İşgali ile birlikte, birçok Filistinlinin son yüz yıl içerisinde yaşadığı en güzel zamandı. Çalışma hayatının ve aile hayatının sorumluluklarını henüz omuzlamamış olan gençler, bu heyecan verici dönemde birçok korkuyla da yüzleşiyorlardı. Ama gene de ölümün, yıkımın ve kederin kıyısında bu gençler, özgürlüğün sağladığı neşe ve canlılıkla tanışmışlardı.

O çok meşakkatli altı yılın ardından birçok Filistinli, bilhassa işgal altındaki topraklarda yaşayanlar, Oslo’yu olumlu karşıladı. Yaşanan olayın olumlu sonuçlar doğurmasını veya İsrail’in açılan kapıdan çıkıp gitmesini umut ettiler. Ama bu umutların boş olduğu görüldü. Umudun yerini öfke aldı. Filistinliler, öfkelerini sadece İsrail’e ve yabancı destekçilerine değil, müzakere masasında oyuna getirilmelerine imkân sağlayan liderlerine yönelttiler. Selim Tamari’nin dediğine göre, seksenlerde İsrail, işgal altındaki topraklarda Filistinli bir dayanak noktası arayıp durmuş, fakat o, sömürgecilik tarihindeki en başarısız güçlerden biri olarak, bu dayanak noktasını bir türlü bulamamıştı. Ama Oslo sonrası İsrail, kendi idaresi için taşeronluk işini üstlenecek ulusal kurtuluş hareketi liderlerini örgütlemeyi bildi.

Doksanların sonunda Ramallah’ın ortasında bir arkadaşla dolaştığım o günü anımsıyorum. Radyo Caddesi üzerinde bulunan erkeklerin gittiği okulun önünden geçerken kapılar açılmış, öğrenciler eyleme geçmişlerdi. O an arkadaşım, biraz kızgınlık biraz da hayranlıkla, öğrencilerin İntifada’ya sundukları katkıları öven cümleler kurmuştu. Ona göre öğrenciler, halk için tüm Filistin Yönetimi’nden daha fazla şey yapmıştı. Maalesef haklıydı. O devlerin her birine ölene dek hürmet edeceğim.

Muin Rabbani
9 Aralık 2012
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder