“Çürümüş bir şeyler var şu Danimarka Krallığı’nda.”
[Shakespeare]
Sanayi Devrimi’nden sonra o güne
kadarki iki kutuplu egemenlik mücadelesinin özneleri yerlerini burjuvazi ve
proletaryaya bırakır. Marx ve Engels,
“Burjuvazi, hâkimiyeti ele geçirdiği her yerde bütün feodal,
ataerkil, kır yaşamına özgü ilişkilere son vermiştir. İnsanı tabii mafevkine
bağlayan karmakarışık feodal bağları acımasızca kesip atmış ve insan ile insan
arasında katıksız çıkardan, katı ‘nakit ödeme’den başka bir bağ bırakmamıştır.
Dinî bağnazlığın, şövalye ruhunun, küçük burjuva duygusallığının ilahî vecde
gelişlerini bencil hesabın buzlu sularında boğmuştur. Kişisel onuru mübadele
değerine dönüştürmüş ve sayısız müseccel ve müktesep hürriyetin yerine o tek,
acımasız özgürlüğü, ticaret yapma özgürlüğünü, geçirmiştir. Sözün kısası dinî
ve siyasi yanılsamaların ardına gizlenen sömürünün yerine açık, hayâsız,
dolaysız, gaddar sömürüyü geçirmiştir. Burjuvazi onca zamandır onurlu sayılan
ve önünde huşuyla eğilinen her faaliyeti çevreleyen haleyi söküp atmıştır” [Komünist
Parti Manifestosu, Marx ve Engels, Yordam Yay.]
sözlerini yazdıklarında henüz
neoliberal kapitalist düzen yaşanmıyordu, ama onlar haklıydı, çünkü ideoloji,
bir bilinç mekanizması oluşturarak dünyaya bakmayı hedefler. Bu yüzden dünyayı
dizayn etmek isteyen her düşünce sistemi, aynı zamanda bir ideolojidir.
Ekonomik bir sistem olan kapitalizm, kendi sistemine uygun insanı yaratmada
burjuva ideolojisini araç olarak devreye koyar. Bu ideolojiyi yıkmak, proletaryanın
kurtuluş ideolojisinin güçlenmesinden geçmektedir.
Burjuva ideolojisiyle birbirini
besleyen kapitalizm, sadece ekonomik bir sistem olarak ele alınamaz. Böyle
alındığında işçicilik ve ekonomizm teoriyi törpüler. Bu sistem, insanın tarih
boyunca kurduğu değerler sistemini de yozlaştırır. Amaç çok açıktır: Esir
alınan ve özünden/değerlerinden koparılan kişi, kitle ve halk, sömürüye rıza
gösterecek hâle getirilmelidir. Yani zihinler işgal edilerek esaret
sağlanmalıdır. İşgal cebren değil, rızayla gerçekleşirse, isyan da devre dışı
bırakılabilir. Kapitalizmin yaratacağı insan “tek boyutlu” olmalıdır. Bu tek
boyutluluk, çoğul kimlikler, özgürlük yanılsaması, bedenlerimiz, kişisel
alanlarımız, zevklerimiz ile güçlendirilmiş “özgür birey”i inşa etmelidir.
Günümüzde gayet açıktır ki insan
silinmiştir, özgünlük sanılan yaşam tarzları artık baldaki zehirdir. Bu düzende
kimse özgür ve özgün değildir, sömürü çarkında birer kopya/seri üretilmiş birer
dişlidir insan…
“Yüzüyoruz,
İpi kopmuş uçurtmalar gibi.
Biz uzak seyircisi bu aydınlık
oyunun,
Birdenbire bulanlar içlerinde
Gülüncün sırrını,
Ne kadar benziyoruz şimdi,
Aynı tezgâhtan çıkmış testilere
Bir şey, bir şey kaldırdı bütün
ayrılıkları!”
[Bütün Şiirleri, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dergâh Yay.]
İki sınıf var, öyleyse
mütemadiyen çatışan iki ideoloji vardır. Burjuva ideolojisinin karşısında sınıf
bilincinin proletarya ideolojisi konumlanır. İki ideoloji varsa, iki sınıfın
kültürü, sanatı, yaşam biçimi, değerleri vardır. Bu bağlamda neoliberal
kapitalizmin hükümranlığını sürdürdüğü günümüz dünyasında özgün kişilikler ve
sınırı birey tarafından belirlendiği sanılan yaşam biçimi postmodern bir
hurafeden ibarettir.
20. yüzyılın ortalarına kadar
kapitalizm işçi ve emekçi sınıfı tam bir sömürüye tabi tuttuğundan, proleter
devrimler yaşanmıştır. Bugün ezilenler, sömürünün en dizginsiz sürecini
yaşadığı hâlde neden isyan etmemektedirler? Solun belki de temel merakı burada
düğümlenmektedir. Cevap seçiktir: Suni denge, ekonomi alanından ideoloji
alanına kaydırılarak genişletilmiştir. Sunilik, güçlü bir özgür birey algısıyla
her dakika sistem tarafından beslenmektedir. Oduncu kulübesindeki köylünün
kendini burjuva sanmasının stratejisi tedavüldedir.
Burjuva ideolojisi, somutun ve gerçeğin şeffaflıkla algılanmasının çarpıtılmasından kaynaklı sömürü düzeninin cennet bahçesi gibi gösterilmesinden ibarettir. Dizginsiz sömürüye maruz bırakılan ezilenlerin isyan etmemeleri, burjuvazinin kendi kültürünü, değerlerini, ideolojisini kitlelere zerk ederek zihinleri işgal etmesindendir. İşgal edilen beyin, yalnızlaştırılarak insani değerlerden ve yaşadığı çevreden tecrit edilmektedir. Bu yüzdendir ki emperyalist ülkelerde yalnızlık bakanlıkları açılmakta, sadece bir sinema filmine gidecek arkadaş kiralanabilmektedir. Günümüzün kişisel gelişim sloganı olan “Çevrenizdeki 5 kişinin toplamısınız” cümlesi ise soyut yaşamanın meşru kılınmasını hedeflemektedir. Sürekli çevreden kopup kendimize yönelmeliyiz ki derinde bir şey var, onu bulup kendimizle yüzleşmeliyiz, o zaman mutluluğu yakalayabiliriz! Burçlar konusunda yetkinleşirsek de insan tanıma sanatını icra edebiliriz.
Burjuva ideolojisi çürümüştür, insana sömürülme ve yabancılaşma dışında
vereceği bir şey yoktur. İhtiyaçla lüksün yeri değiştirilerek sınırları
belirsizleştirilmiştir. Kredi kartı olmadan yapılamayan tatiller, otomatik
ödeme talimatları, bitmeyen taksitler…
Kapitalizmin çürümüş burjuva ideolojisini ve kültürünü yıkmanın tek yolu olan proletaryanın politik bir hedef etrafında toplanması, bugün için yeterli değildir, çünkü neoliberal sistemin koltuk değneği olan postmodernizm, sınırları ortadan kaldırmada, bulanıklığı ve belirsizliği bayraklaştırmada, kişiyi kendine, halka ve dünyaya yabancılaştırmada hayalet ağ işlevi görmektedir. Kitleler, kendi sınıfına ait değer, bilgi, yaşam biçimi, kültürü ile donatılmalıdır. Öyle ki bu öğeleri bünyesinde barındıran mücadele hattı, kapitalizmin kültürü ve yaşam biçiminden vazgeçmeden kapitalizmi yıkamaz.
Müzik, sinema, tiyatro, edebiyat sınıfın ve
kitlelerin motivasyonunu yükseltecek düzeyde olmadığı sürece kitleler, mekanik
bir yapıya dönüşme ve ilk darbede savrulma riskiyle karşılaşacaktır. Sınıf,
başarıya ulaşsa bile kültürel bir kriz yaşayarak kapitalizmden devraldığı
kültürü sürdürerek geride kalan şartlardan daha ağır şartlara maruz kalacağı
ağır bir yenilgiye teslim olacaktır.
Diyalektiğe göre çelişki içtedir, çözülmek zorundadır, mesele, hangi sınıfın çıkarına çözüleceğidir. Bugün için antikapitalist mücadele yürüttüğünü iddia eden çevreler, kapitalist düzene karşı ideolojik program ve kültür üretebilmekten çok uzaktırlar. Programa sahip olamamanın ve kitleselliği yakalayamamanın tek sebebi baskı değildir.
Bu
reformist ve yarı-anarşist çevrelerin sınıfa, kitlelere, halka verecek bir şeyi
yoktur. Reformistler, kapitalizmin dayattığı yaşam biçimi, insan tipi ve
kültüründen rahatsız değildirler. Öyle ki kendisini işçi sınıfının gazetesi
iddia eden yayınlar Netflix dizisini demokrat hassasiyetle okuyucuya önermekte
beis görmemektedirler. Her ay şimdiye kadarkinin en iyisi diye pazarlanan ve
kapitalizmi eleştiren(!) dizilerin bir türlü ardı arkası kesilmemekte ve sol
çevreler, bunu sohbet ve yazı konusu yapmaktan geri durmamaktadırlar. Toplumcu
gerçekçiliğin kapitalist gerçekçilikle takas edilmesinden kaynaklansa gerek! Bu
dizilere ve Parazit filmi tarzı antikapital diye sunulan yapımlara
yakından bakıldığında, isyan ve mücadelenin bireysel, kendiliğinden, programsız
ve ilkesiz olduğu görülecektir. Güçlü öznenin, kendisini kurtaracağı bireysel
kurtuluş safsatası! Bireyin tekil isyanıyla alaşağı edilebilecek bir düzen
yoktur, varsa da kendi bireysel düzenidir. Pazarlanan bu mücadele biçiminin
yolu anarşizme çıkar. Düzenin dışında bireysel otonomiyle sistem karşıtı
kalabilme iddiası, anarşizmle reformizmi birbirine yaklaştırmaktadır.
Yeryüzü halklarının yaşamına ve zihinlere işgal düzenleyen ortalama 10 büyük medya kuruluşunun dizilerini kaçırmamalıyız ki zihinlerimizle bedenlerimiz de sürekli ekran başında esir edilerek her dakika kontrol edilebilsin. Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sındaki epsilonlaştırma stratejisi, insani olanın baş aşağı çevrilmesi, geleneğin reddedilmesi her dakika işbaşında (romanda eğitmen, öğrencilerine nutuk atarken, “bir zamanlar atalarımız Shakespeare diye birini okur, sadakate önem verir, duygularla yaşar, şiir okur, sanatla uğraşırdı” diyerek insani olanı aşağılar).
Bu bağlamda kapitalizmde çalışamayan engelliye, yaşlıya ve bakıma muhtaç çocuğa
da yer yoktur, çünkü onlar, sömürüye müsait olmayan insanlardır ve bu insanlar
sistemini belini bükmektedirler. İçtiği bir bardak kahveyi satın aldığı mekânın
konumunu paylaşarak ticarethanenin reklamını gönüllü yapan ve bu reklamla her
seferinde kahve fiyatını yükselten insan yığınlarını düşününüz… Herkesin bir
termosu, kulaklığı ve yanında taşıyacağı yedek bir şarj aleti olmalı.
Reformizm, “yaz günü İstanbul’da
sel baskınında halk oturduğu evlerden oldu” haberini verirken, sabah işe giden
emekçilerin yağmur sonrası zuhur eden gökkuşağıyla fotoğraflar çektirdiğini ve
renkli sahneler yaşandığını kitlelere aksettirerek düzene adapte olma isteğini
her seferinde dile getirmektedir. Şirketlerin kâr marjının artırılmasına
yönelik geliştirdiği Ar-Ge projesiyle burjuvaya eğitim veren, patron hocalığı
misyonunu yüklenen yazarların işçi sınıfı gazetesinde yer bulabilmesinin anlamı
burada aranmalıdır. Buna rağmen doğru mücadeleyi yanlış yerde arayan, ama orada
da huzursuz olan çok sayıda insan, bu tür reformist çevrelerde mücadele
yürütmektedir. Bu insanlar kurbandır, reformizmin kurbanı! Ne düzenle
barışabilmenin ne de düzene tam karşı olamamanın arafında, bir ayağı düzende
bir ayağı ihtilalde arabesk mutsuzluğa bir vakit sonra saplanıp kalarak
mücadelenin yorucu, halkın da çok geri olduğu ezberini yaşayacaktır.
Aynı çarpıklık, kültür sanat
alanında da devam etmektedir. Son yıllarda neredeyse her hafta yaşanan emek
mücadelesi, işçi katliamları ve direnişlerin sanatı üretilememektedir. Sanatla
ihtilal olmaz, ama sanatsız ihtilal, yeni insanı yaratamayarak kapitalizmden
miras aldığı kültürle suya yazı yazar.
1991’de İHD ile dayanışma gecesi
İstanbul’da kapalı bir spor salonunda gerçekleştirilerek, sol müzik yapan
sanatçılar ve gruplar sahne alır. Sınıf mücadelesinin bayrağının yükseldiği ve
mücadelenin sert geçtiği bu yıllarda birçok sol müzik grubu ve sanatçı
yetişmiştir. Gecede sahne alanlardan biri de İlhan İrem’dir. Her ne kadar
demokrat kimliğiyle tanınsa da İlhan İrem’in sanatı küçük burjuvanın zevk ve
anlayışına yöneliktir. Olaya dönelim: İlhan İrem çıkıyor sahneye, kitle
memnuniyetsiz ve şarkılara eşlik etmeye meyilsiz. İlhan İrem, “hadi biraz
gevşeyelim, bu şarkılara da aşka da ihtiyacımız var” babında bir şeyler
söyleyerek kitleyi şarkılarına eşlik etmeye yönelik konuşmalar yapıyor. İrem de
kendisinin kitleye yabancı kaldığının farkında olsa gerek.[1]
30 yıl sonra 1 Mayıs'ta Bandista
sahne alıyor, parti mitinglerinde Karanfil Eker Misin çalıyor. 30 yıl
sonra İlhan İrem’lerin sanat anlayışının zaferi. Burada söz konusu olan, ne
Bandista ne İlhan İrem ne de aşk şarkıları söylemenin kötülüğüdür, problem, tam
olarak neyin nerede yapıldığı, yani yeri ve zamanlamasıdır. Taziye evinde kahkaha
atılamadığı gibi. Aynı şekilde Terzi Fikri ve Fatsa konulu belgeselde Can Yücel
ve sanatçıların Fatsa'ya şenliğe geldiğinde içki içmek istediği, fakat bunun
olumlu karşılanmadığından bahsediliyor (izleyiniz: Fatsa Gerçeği). 40
yıl sonra sendikalar, odalar, partiler alkolsüz kutlama yapamıyor, disko
müziğiyle küfürlü rap ile anlamsız bir eğlencenin içine kendini atıyor, küçük
burjuvanın kokteyl kültürünü hâkim kılıyor. Böyle olunca da hiçbir sendikal,
politik, diyalektik bilinçten geçirilmemiş emekçi, sendikal kutlamayı bu
sanıyor. Eğlence varsa gelen, meydan varsa geri çekilen üye profili böyle
yaratılıp sonra kitle suçlanıyor.
Mesele, alkolün bireysel yaşam
biçiminde tartışmaya açılması olmayıp herhangi bir çarpıtmanın önünü kesmek
açısından belirtmek gerekir ki burada oluşan yeni kültürün özü ve biçimi
tartışılmaktadır. Uyuşturucu ve küfrü kitlelere ezilenin isyanı olarak ajite
eden Gazapizm ile gençlik festivali düzenleyip alkol satılıyor, çünkü “çağ ve
insan değişti, artık kitle böyle istiyor” diyen çizgi egemen kılındı. Kitleyi
bu şekilde yaratanın kapitalizm olduğu es geçiliyor. Sınıf kini ve coşkusunu
empoze eden marşlardan kaçışın sebebi kitle ürkmesincilikten devşiriliyor.
Kitleyi bu anlayışlardan uzaklaştıran radikalizm değil, aksine ciddiyetsizlik ve
duruşsuzluktur.
Sanatçının ruh mimarı olduğunu iddia eden Sovyet lidere böylece elveda deniyor. Tuhaftır ki önceden saf dışı düşmüş solcular, sahaf, kitapçılık, gazetecilik ya da anket işleriyle yaşamını sürdürürken, artık safta kalanlar, bar ve meyhane işletmeciliği yapıyorlar. Yenilgi, alkolle teskin edilip geçmiş şanlı günler alkol masasında yad ediliyor, nostaljinin konusu kılınıyor, ezilenin isyanı adı altında arabesk dinlemekten geri kalınmıyor. Bu arkadaşların arabeski bu kadar sevmesi, yenilgilerini travmatize etmelerinden kaynaklanabilir, çünkü gayet açıktır ki yenilgi tartışmaya açılır, ama travmalar tartışmaya kapalıdır, tartışmadan ve hesap verebilirlikten kaçışın psikolojik taşları böyle böyle döşeniyor, yani eleştiri kültürü ve özeleştiri sorumluluğu, travmaya feda ediliyor. Böyle olmasa İlkay Akkaya Şerefe diye bir türkü besteler miydi hiç!
Aynı şekilde, artık Tarkan’ın İzmir konseri sisteme karşı isyan şarkısı şeklinde değerlendirilerek sol gazetelerde kendine yer buluyor. Tarkan’ın kendisinin böyle bir iddiası olmadığı hâlde (Geçcek için de aynı durum yaşandığını hatırlayınız) solun ona bu misyonu yüklemesi bir çelişkidir, çünkü reformizmin ve solun genelinin epik sesi kaybolmuştur. Artık maden işçilerinin ölümünde mitinglerden Madenciden türküsü ve Ali Asker’in türküsü dışında başka türkü bulunup çalınamıyor. Hemen her yıl madenlerde iş cinayetlerinin kurbanı olan maden işçilerinin acılarını ve direnişlerini besteleyecek bir sanat anlayışı yok. 30 yılın sonunda art arda çalan iki madenci türküsüyle miting tamamlanıyor. Üretemediği gibi var olanın da epik sesini silen sol, Kaçakçı Kurban’ın coşkusunu slovlaştırıp Hava Döndü İşçiden Yana’yı ukelalayla yavaşlatıp softlaştırarak söylüyor, kitleyi mitinglerde bu şekilde pasifize ediyor.
Elbette, sınıfların mücadelesi yumuşak(!) olmalıdır. Toplumcu gerçekçi edebiyata uygun emek mücadelesini esas alan şiir dosyalarını yarıştırmaktan da geri kalmamak geçer akçe oluyor, yani kapitalizmin rekabet kültürü devreye koyuluyor. Hiçbir okuyucusunun e-postasına dönüş yapmayan, her biri işçi sınıfının biricik yayınlarını düşününüz. Yaşanan bu durum, solun tarihsel ve dövüşsüz yenilgisinden öte değerlere, ilkelere, tarihe ve yaratılan geleneklere problemli bakışından kaynaklanıyor. Bunlar, eski kültür olarak görülüp güçlüyken işe yarar sanılıyor. Değerler zaferde değil, yenilgi yıllarında düzene direnmeyi sağlayarak ezilene güç olur. Bu yüzden Adnan Yücel Türküsüz Çıkmayasın Yollara ve Soframda Kaval Sesi der.
Yeni insan yaratılamadığı gibi, bir devrin sembolü olan ihtilalci yapılar
da “her çağ kendi isyancısını yaratır” dinamiğini yanlış algılayarak,
kapitalizmin yarattığı sözde asi bireylere/yığınlara kendini benzetiyor.
Doğrudur, her çağ kendi isyancısını ve ihtilalcisini yaratır, fakat yeni
tipoloji, hiçbir zaman halktan kopuk ve parçalı kişilikte olmamalıdır. Uyum
süreci zor olmuyor ve yolda engel görülen ilkeli duruşlara saldırılıyor.
Madenlerde can verenler, işçiler-emekçiler-köylüler, evleri başlarına yıkılan
halk, reformizm tarafından sosyolojik(!) bir temelde politik bir haklı çıkma
gururuyla cezalandırılıp halkın seçimlerde kullandığı oyun yönsemesi
önemseniyor. Doğru ya, halk sizi dinlemedi. O mahallelerde ve madenlerde
olmayanlar, küçük burjuva yaşam alanlarında “mücadelesini” coşkuyla sürdürenler,
halktan öğrenmeyi değil, halka öğretmeyi, kitleyi kendine benzetmeyi değil,
kendini kitleye benzetmeyi yol bildiler. Maalesef reformizm, mücadeleye hazır halk
istiyor. “İnsan değişti, o yüzden mücadele büyümüyor” diyenler, ya “kapitalizm
yenilmez” ya da “bizden olmaz” iletisini örtük şekilde veriyor.
Kapitalizm, her gün kaygı
yaratarak postmodernizmle birlikte belirsizliği canlı tutarak psikolojik duruma
saldırı düzenleyerek kendini var ediyor. Netliğe karşı belirsizlik, bütünlüğe
karşı parçalılık, tekliğe karşı çokluk, topluma karşı birey, ilkeye karşı
talep, nesnelliğe karşı öznellik, dayanışmaya karşı rekabet aşılanıyor.
Bencilliklerle dolu, bedenin ihtilal coğrafyasına çevrildiği çoğul kimliklerle
dolu ben algısı, dünyanın gizemlileştirilmesi makbul olarak sunuluyor. Oysa
diyalektiğe göre dünya ve onun şifreleri bilinebilir. Böyle bir yaşam,
umutsuzluğa, kaygı bozukluğuna ve depresyona gitmeye mahkûmdur.
Mücadelenin değil, şeylerin mübadele değerinin önemsendiği bir toplumsal düzenin inşası. Herkesin bir Netflix hesabı, yaşı beş yılı geçmeyen bir aracı, mümkünse bitcoini ve borsa hesabı olmalı. Herkese zenginlik vaat eden bir düzen.
Bitcoinin imdadına anarşizm yetişiyor. “Zaten ileride sanal paralar olacak, dünya olarak buraya evriliyoruz, hem bak, yönetimlerden bağımsız hareket ediliyor ve bir dizi de avantaja sahip, vergisi de yok!” Öyleyse neden yönetenler bu alanı denetimsiz bırakır? Cevap aşikardır: Dünyada kapitalizmin krizi, kitlesel işsizlikler, milyonlarca insanın açlığı yaşanmaktadır. Bu noktada bitcoin yoluyla denetimi zayıf bir alan yaratılıp herkese buradan zengin olabileceği umudu aşılanarak işsizliğe ve sömürüye ilaç üretilmektedir. Bir gecede elindeki son umudu olan parasını batıran insanlar… Kapısı kilitli ahşap yangın merdiveni. Aynı zamanda ihtiyaçtan fazlasını biriktiren insan, kapitalizme teşne olmaya mahkûmdur ve bu kaçış çizgisinden aldığı destekle saflardan da kaçmaya temayül eyler.
Kapitalizmin sunduğu çözümler de yok değildir krizinize: paranız varsa danışmanlık ve psikiyatri hizmeti alarak antidepresan, yoksulsanız uyuşturucu. 10 yılda neredeyse 5-6 kat artan antidepresan kullanımı 2021’de 60 milyon kutu satışa ulaşmış durumda. Bu noktada belirtmekte fayda var ki bu çağ, karşıtlık adı altında kapitalizmin her türlü kirine pasına demokrat bir kılıf uydurmakta hünerlidir.
Uyuşturucu demeyelim; “bireyin kendini keşfetmesi ve sınırlarını zorlaması özgürlüğü, ideolojiler de birer uyuşturucu değil midir, zaten batıda ilaç olarak kullanılıyor ve bazılarının satışı serbest, düzen bizi çok sıkıştırıyor, varoluş ve yaşam zor bir süreç, biraz rahatlamakta ne kötülük olabilir ki, sanatçılar da biraz kullanıp eser üretiyor, antik çağlarda serbestti, yani şimdi böyle abartılıyor” veçhesinde sonsuz liberal cümleler!.. Her şeyin zıddıyla mübadele edildiği toz pembe bir dünya, “gen bencildir” palavrası, özgür birey yüceltisi. Bundandır ki Nâzım’ın şiirleri ve mücadelesi değil, özel hayatı tartışma konusu hâline getiriliyor, çünkü öznel deneyimler, bütünlüğün ve teorinin yerini alıyor.
Bireyin bayraklaştırılması, sadece sosyal medyada değil, miting alanlarında da yeniden üretiliyor. Bulunduğu çevrenin ve sendikanın önlüğünü giyen, güneş gözlüğüyle sosyal medyada beğeni almak için imal edilmiş, tek başına fotoğraf çektiren isyancılar! Öyle olmasa, kişisel sohbetlere isyancıların marjinalize edilen kimliği ve travmatize edilen biyografisi konu olmazdı. Kapitalizmin dayattığı görünme ve göründükçe mutlu olma arzusunu içine alıp en güzel fotoğrafın kitleler içinde erimek olduğuna yetiştirilmemiş bir politik hat, her şeyin göze ve kulağa sunulduğu antikapitalist kültürle eşitleniyor… Çağın mahremiyet delen ritüelleri yeniden miting alanlarında üretiliyor. Arkasına not düşülmüş fotoğraf albümlerinin yerini, çereze dönüşmüş story’ler/hikâyeler, anısız fotoğraflar alıyor. Oysaki anısı olanı açmak, mahremiyete davet etmektir.
Anarşizmin yaydığı marjinal bireysel isyancı, örnek
mücadeleci insan tipolojisi olarak, burjuvaziyi güçlendiriyor. Öyle ki ailesini
reddeden, üretime katılmayı reddedip sınıf dışı kalmakla kurtuluşu kapitalizm
içindeki komün sanılan yaşam alanlarında arayan anlayış, burjuvanın makbul
ideolojisi olarak kitlelere boca ediliyor: İsyancı olacaksanız da reformist ya
da anarşist olun ki hem size kişisel etiket kazandırır hem de bu sayede
kitlesel fiili mücadele hattı yalnızlaştırılabilsin.
Liberalizm ve postmodernizmin bir
başka hurafesi de şu olsa gerek: “Toplum denen yapı, birey olarak sizin
barındırdığınız toplam kimliklerinizden rahatsız olarak sizi mutsuz edip baskı
altına alıyor. Topluma başkaldırın!”
Çoğul kimliklerin olduğu doğrudur, fakat kimlikler arasındaki şiddetli noktaya varan gerilimin kaynağı kapitalizmdir. Gayet açıktır ki farklı kimliklerin çatışma alanı, proletaryanın yaşadığı yoksul semtlerde inşa edilmektedir. Kimlikler krize dönüştükçe, sınıfsal birliktelik ve dayanışma kültürü de parçalanabilecektir. Böyle olmasaydı, cinsiyetinden değil, sınıf kininden dolayı kendi gününü kutlamak için 1 Mayıs 77’de alanı dolduran, sonrasında katledilen emekçiler, kadın erkek olarak ayrıştırılıp belirli çevre ve sendikalar tarafından 3 yıldır cinsiyetlerine göre anılır, bu katliamla ilgili ayrı anmalar düzenlenir miydi? Bu durum, yerde bulduğu her Arap harfli yazıyı kutsal sanan masum gibi her eylemi meşru sayan solun ahvalidir:
“Sınıf bilinciyle sınıfsız bilinç arasında konuşlanır aykırı rüzgâr, içeriksiz enerji, marjinal moda. Her adresinde bulunamayan firar, her isyan haklı, her tepki muhalefet değildir. Kendine biçtiğin tamamlanamaz ergiyle. İyi eğitilmiş öfke, politize olmuş arzu, bakım görmüş yetenek, terbiye edilmiş bilgi, kazanılmış derinlik, paramparçayken bile dayanabileceğin, bir bütünlüğe kefil olman gerektir.” [İkinci Hayvan, Murathan Mungan, Metis Yay.]
Sistemin ezdiği her kimliğin orta
sınıf ve burjuva semtlerinde çelişkisiz yaşaması, bu argümanı güçlendiren örnek
olarak hayat tarafından her gün yeniden üretilmektedir. Makbul olan,
burjuvazinin değerleridir. Onlarca katlık apartmanlarda, rezidanslarda, tuğla
delikleri gibi dairelerde yaşamak size iyi ve kaliteli(!) -ne demekse-
gelecektir. Eğer şehir ve semt değiştirmek iyi gelmiyorsa kapağı Avrupa’ya
atmak gerekir, çünkü oranın değerleri “yüce”dir. Bu coğrafya sizin ruhunuzu
boğar, kötülük doludur, aman dikkat, coğrafyanız kaderiniz olmasın! Oysa ne
güzel der Edip Cansever:
“Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına
benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı
eğimine”
[Sonrası Kalır 1, Edip Cansever, YKY Yay.]
Göçtüğünüz/sığındığınız ülkede
sizi bu toprakların insanına benzetmiyorlarsa (“Sen hiç oralılara benzemiyorsun!” iltifatı) bu da ayrı bir kıvanç olarak biyografinize yazılabilir! Bu tablo,
reformcu küçük burjuva çizginin 12 Eylül’deki pratiğinden kaynaklı olarak
tanıdık gelebilir ve Avrupa çok sevilmiş olmalı ki genç kuşakların da bilinçaltına
mültecilik aşılanmış olabilir:
“Bir bir çekilirken teslim
bayrakları
Ve kaçmalarla uzarken
Göçmelerle tozarken Avrupa
yolları
Durdu bir avuç yiğit
Bir tutam kır çiçeği”
[Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek, Adnan Yücel, Yurt
Yay.]
Küçük burjuvanın ruhsuz semtlerdeki minicik odalara ve daireciklere krediler çekerek yerleşmesinin de bir açıklaması vardır: Gece alkollü şekilde “rahatça” evinize gelebilir, kimliklerinizi “özgürce” yaşama imkânı yakalayabilir, farklılıklarla/ötekilerle kesişmeler yakalayabilirsiniz (Macarcadan geçen varoş, kötülüklerle dolu vahşi bir ormandır; tıpkı Beyazların ilkel kabilesi algısı gibi sol da Beyazlaşmaktadır). İşte marjinalleşmede burada başlamaktadır. Halktan ve gerçekten kaçacaksak saflarımızı belli edelim, öyleyse terk ettiğimiz alanlarda yaşayanları da suçlamayalım, en azından asgari bir etiğe sadık kalalım, çünkü doğa boşluk tanımaz.
Dairenizin ya da odanızın küçük olduğuna aldanmayınız, çünkü aslolan minimal yaşamdır, ne gerek var kocaman dairelerde yaşamaya! İnsanca bir yaşamı vaat etmeyen kapitalizm, kendi karşıtlığını minimal yaşam adı altında -yine kendisi tarafından- ideal yaşam felsefesi diye sunmaktadır. Küçük dairelerde ruhları boğan duvarlar… Geniş bahçeli, balkonlu, odalı dairelerde yaşamak burjuvazinin aslan payı. Sınıf atladığını ve kaliteli yaşama eriştiğini düşünen küçük burjuva yaşamla, metropollerde balkonsuz ve kotlarda yaşayan emekçi halk.
Bu gerçeğe rağmen sendikalar, politik çevreler, partiler 1 Mayıs’ı -olmayan- balkonlarda kutlama çağrısını yapabildi. İçinde yaşadığı halka yabancılaşma bir yana, kendi gerçeğine de yabancılaşma, başka bir anlamsızlık olarak tarihe kaydediliyor: Aynı tertip komitesi, TMMOB’un şehir suçu diye saydığı piknik alanı/meydan gibi bir dolgu alanda 1 Mayıs kutluyor ve bu meydanı kendisi talep ediyor. Mücadelelerle ve direnişlerle yazılan tarihe tanık olmuş coğrafyada kendine bir meydan bulamamak. Öyledir ki o sendikaların üyeleri de söz, karar, yetki sahibi değildir. Onlar da kendi sendikalarında bir kürsü bulamaz, emekçi kendi sendikasına ve sendika da üyeye yabancılaşıyor, bütün iletişim yolları kendi seçtikleri yönetimlerle kapatılıyor. Her yıl aynı takvimle çalışma yapan, sendikacılığı Whatsapp iletişimine indiren, emek-sermaye çelişmesini ve temel çelişkiyi bertaraf edip onu tali gören, bürokratizmi elden bırakmayan, dar grupçuluğu ilke edinen, üyeden kopuk kapalı kapılar ardında yönetim için “pazarlık” -ne kadar kapitalize bir sözcük değil mi!- yapan politik gruplar, kadro eylemi kadro greve yükselten bağlı olduğu işkolunda aleyhte geçen yasaların kalıcılaşması için grev kararı alan sendikalar/sendikal anlayışlar… Aşağıdan değil, yukarıdan grev örenler…
Yansıması oldukları sol
gibi onlar da üyesini pasifikasyon sürecine dâhil edip sonra da üye etkin
değilmiş gibi sınıfın durumunu teorize ediyor. Mutabakat adı altında birden
fazla üyenin bir üyeye irade devriyle gerçekleşen çok basamaklı antidemokratik
yöntemlerle oluşturulmuş sendika yönetimleri… Mutabakata ortak olan politik
çevreler bu kadar delegeye sahipse, neden hiçbir basın açıklamaları 30 kişiyi
geçmez, bu da sihirli bir soru olarak dururken demokratik merkeziyetçilik ayrı
bir yazının konusu olabilir. Sonuçta her bir üyenin iradesiyle doğrudan seçim
yapmak reformizmin halk gücü korkusuyla eşdeğer olsa gerek. Durum bu olunca
partiler sendika, sendikalar meslek odaları gibi hareket ediyor; çağ gereği
sınırlar kaldırılıp herkes her şey olabiliyor.
Yazının en başında yaptığımız
alıntıdan hareketle, “burjuva ideolojisinin ürettiği bencil ahlak yapısı her
yönüyle çürümüştür” diyebiliriz. Edip Cansever’in yıllar önceden belirttiği
gibi: “Bu düzen size insanlığınızı unutturacak.” [Sonrası Kalır 1, Edip
Cansever, YKY Yay.]
İki sınıf, iki çizgi, iki
ideoloji vardır. Sınıfa karşı sınıf siyaseti yürütürken, ideolojiye mekanik bir
araç olarak bakmamak gerekir. Kapitalizm, bütün şiddetiyle zihinlere,
davranışlara, alışkanlıklara, beğenilere, birlikteliğe, duygulara her dakika
saldırıyor; kavramların ve değerlerin içini boşaltıyor.
Yaşamın bütün alanları her
yönüyle politiktir; aile, arkadaşlık, dostluk, ilişkiler, sohbetler, mekânlar…
Burjuvazi, sınıf bilinciyle hareket ediyor. Kapitalizmin bu kadar egemen olduğu
bir düzende aşk ideolojik, estetik/plastik sınıfsaldır.
Kapitalizmde sevdanın bir değeri
ve yeri yoktur, çünkü birliktelik de büyük anlatı olarak o da yapı bozuma
uğratılmalıdır; ideolojik bağlılıkla birlikte sevda da yitirilmiştir; herkes,
her şey geçicidir; adına “aşk” denen, hiçbir değer temelinde yükselmeyen
ilişkiler; tüketim nesnesine dönmüş ilişkiler; anı yok story/hikâye var; hangi
ilişkinin adının ve içeriğinin ne olduğu belirsizdir, çünkü belirsizlik, bu çağı
ele geçirmiştir; sevda, eski edebiyat metinlerinde kalmış büyük anlatıdır ve bu
büyük anlatı da oyundan diskalifiye edilmelidir; sürekli kafası karışık
insanlar, duygularından emin olamayan, çünkü hâlen kendini tanımasına müsaade
edilmemiş yığınlar. Kendinden emin olamayan ve yaşamda sürekli gizem arayan
başka insan/lara ne verebilir? Bunun da bir anlamı vardır sistemde: İdeolojiye
de insana da değerlere de bağlı olmayın, sizi boğar bu ilişkiler, kendiniz olun
ve Turgut Uyar’a günümüze uyarlamalı biçimde kulak veriniz: “Aşkım da
değişebilir gerçeklerim de.” [Büyük Saat, Turgut Uyar, YKY Yay.]
Aşk da ideoloji de ölmüştür, siz
öyle var sandınız, ama mutsuzluğunuzun sebebi aşk ve ideolojidir, çünkü bunlar
“yanılsama”dır(!) ve siz en iyisi varoluşunuzu sorgulayıp küçük yaşam
alanlarınızda kendinizi dinleyiniz! Yine de Ahmet Telli’ye kulak vermek
gerekir: “Kavgadan uzak kalmışsan/ sevdadan da uzaksın demektir.” [Hüznün
İsyan Olur, Ahmet Telli, Everest Yay.).
Çok mu politik ve bol ünlem işaretli bir yazı oldu, acaba her şeyi politize mi ettik? Uyanacağınız saatten yetişeceğiniz toplu taşımaya kadar her davranışınızın dakikalarla ayarlandığı hız ve gösteri kapitalizmi çağında her şey politiktir, yaşam günden güne birbirinin kopyası insan topluluğunu üretmektedir. Öyle değilse Gülten Akın, “kimselerin vakti yok durup ince şeyleri düşünmeye” şeklinde dizeleştirdiği siteminde haksızdır.
Sol; küçük burjuva alışkanlıklardan, tüketimden, hedonist/hazcı yaşam biçiminden, bireycilik ve öznel deneyim yüceltisinden, çağın başına bela olan sınırları yok edip ilkeleri altüst eden postmodernist anlayış ve değerlerden, seçim odaklı politika üretmekten uzak durdukça, işçi-emekçi kitlelerin kazanmasına öncülük edecektir. Bu tarihsel sorumluluktan kaçmak gibi bir lüksü olamaz, büyüsü bozulmuş dünyayı büyülemenin öncüsü olmalıdır.
Bilinen bir gerçektir ki bu topraklarda öncülük
gerçekleşmedikçe, emekçi halk kitlelerinin ve işçi sınıfının harekete geçip
kazanma şansı yoktur. Sınıfın ve kitlelerin içinde onlarla yürüyen mücadele
çizgisi hayata geçirilmediği sürece yenilginin arabesk psikolojik eğilimi her
dakika çürümeyi de yeniden üretmeye mahkumdur. Sınıf mücadelesinin bayrağını
yükseltecek olan kitleler olduğundan, kapitalizmin dayattığı bireyci ve bulanık
kültür reddedilmelidir.
İnsan karmaşık bir varlık değildir; varoluş insanın kendinde değil, başka insanlarla birlikte mücadelede ve üretimde, değer yaratmada oluşan bir süreçtir; asıl mutluluk ve yaşamın anlamı da burada yatmaktadır. Aksi bir yaşam zaten her gün deneyimleniyor, her gün mutsuzluk ve kaygı üretiyor. Kapitalist düzende bireysel kurtuluş reçetelerinin ve özgür birey olabilme formüllerinin hepsi, çölde serap görmek ya da ıslak sabunun üstünde düzgün yürümeye çabalamak gibidir.
İhtiyaç duyulan tüm değerler, ilkeler, kültür bu toprakların direniş ruhunda ve mücadele tarihinde korunmaktadır. Görülmesi gereken gerçektir ki halktan ve sınıftan koparak, kapitalizmin yoz kültürünü alarak, emperyal düzenin uyuşturduğu yığınların isteğine göre onlara benzeyerek hareket etmek, olsa olsa çamura saplanıp hareket edememeye ve marjinalizme götürür. İlkeli bir hattın yolu da güven, sempati, destek yaratmaktan geçmektedir. Aksi durumda, yıkılırken tozu toprağı ve tuğlalarıyla insanlığı altında bırakan Berlin Duvarı’nın enkazından kurtulamayacağız.
Mücadele etmek, en azından ak buğdayla kara buğdayı ayırt
etmeyi sağlayarak, küreselleşen kapital düzenin kirinden pasından korunmayı
sağlar. Yazıda söylemek istediğimiz ve söyleyemediğimiz şeyleri Yaşar Kemal’in
röportaj yaptığı şoförün sözleriyle vererek bu yazıyı burada sonlandıralım.
Minibüsüne “proleter” yazdığı için “başına iş alan” ve ailesini riske atarak bu
yazıyı silmeyeceğini belirten şoför, belki günümüz solu ve reformizmine savunulması
gereken çizgi, ilke ve değerin ne olduğunu hatırlatabilir:
“-Baktım bütün minibüslerin bir adı var. Tatlım, Kartalım,
Uğur, yol alan, falan filan… Ben de minibüsümün adını ‘Proleter’ koydum. Yaşar
Kemal sorar: -Neden proleter? Cevap gelir Özerden’den: -Ben bu kelimeyi çok
severim. Kelimeyi değil de anlamını çok severim. Ben proletaryadan bir kişiyim.
Ve proletarya, insan soyunun en namuslusu, en sıcak, en insan sınıfıdır.
Kimseyi sömürmez, kimseye hükmetmez, kimseyi ezmez… Dünyayı yaratan proletaryanın
elleridir. Proletaryanın elleri olmasa dünya olmazdı. Ben proletaryaya
hayranım… Şu dünyada yapılmış güzel olan, faydalı olan ne varsa proletaryanın
güzel ellerinin eseridir.”[2]
S. Adalı
7
Kasım 2022
Dipnotlar:
[1] “İlhan İrem 1991: İnsan Hakları Derneği Dayanışma Gecesi”, Youtube.
[2] “Proleter Şoförün Hikâyesi”,
1 Haziran 2022, Marksist.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder